Şampiy10
Magazin
Gündem

Tuna kıyısından bakınca

Budapeşte / Macaristan

Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de yaptığı açıklamaları dinlerken, birkaç meseleyi aynı anda düşündüm.

Bakan Bağış’ın Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelere sorduğu çarpıcı soruyla başlayalım...

“Batı, kendi içindeki müslüman gençlerin hangi mesajları aldığına, kimin mesajlarını aldığına dikkat etmeli” dedi Egemen Bağış. Ve sordu:

“Avrupa ülkelerindeki müslüman gençler Usame Bin Ladin’den mi etkilenmeli, yoksa Recep Tayyip Erdoğan’dan mı?”

AB’nin Türkiye’yi kabullenmeme gerekçeleri arasında ‘din’ faktörünün de bulunduğunu artık bilmeyen yok.

Tek gerekçe bu değil elbette ama bayağı belirleyici bir nokta Türkiye’nin müslüman bir ülke olması.

Bu yüzden önemli işte Bağış’ın sorusu.

Avrupa Birliği’nin kaderini çizmeye devam edenlerin, bu soruyu hak ettiği derecede ciddiye almayacağından emin olabilirsiniz. Aynı selefleri gibi...



Bakan’ın konuşmalarındaki ikinci dikkat çekici nokta - daha önce de başka bazı konularda olduğu gibi - kullandığı, muhatabını ‘kibarca ezen’ üsluptu.

Kıbrıs Rum Kesimi ile ilgili sözlerini kastediyorum.

Empati yapıp, kendinizi Kıbrıslı bir Rum’un yerine koysanıza...

Kime kızarsınız?

Sizi adeta aşağılayan Türk Bakan’a mı, yoksa bu duruma düşmenize sebep olan kendi yönetici ve politikacılarınıza mı?



O üslup ile devam edelim...

Egemen Bağış’ın, bilinçli bir tercihle, zaman zaman kullandığı ve karşısındaki için ‘rahatsız edici’ olan bu üslup, ‘Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde sahip olduğu özgüven’in de bir tezahürü aslında.

Ve bu - biraz kabadayıca olan - tarzın iç kamuoyunda ciddi bir karşılığı var.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın son yıllarda dozunu artırarak sergilediği ‘agresif’ dış politika, Türkiye’nin geleneksel ve alışılmış ‘hariciye tavrı’ndan çok farklı. İlk zamanlar adaptasyon zorluğu çeken Dışişleri bürokrasisi de artık Erdoğan ve bakanlarının, ‘diplomaside kontrollü gerginlik’ yöntemine ayak uydurmuş görünüyor.



Bağış’ın açıklamalarından son not ise ekonomiye ilişkin...

“Biz de bugün bir referandum yapsak, AB üyeliğine “Evet” çıkar ama Euro’ya geçme konusuna, yani TL’den tamamen feragat etme noktasına vatandaşımızın çoğunluğunun karşı çıkacağını hissediyoruz. Bizim yaptığımız araştırmalar onu ortaya koyuyor.”

Bu sözlerden anlıyoruz ki, iktidar partisi farklı konularda yaptırdığı kamuoyu araştırmalarına, bu mevzu ile ilgili de başvurmuş.

Aslında biraz düşününce, sanırım gerçeği yansıtıyor bu araştırma...

Şu anki TL’yi bırakıp, Euro’ya geçmeyi ülkede yaşayanların yüzde kaçı ister acaba?

Henüz adını nasıl telaffuz edeceğimize bile tam karar verememişken üstelik.

“Yüro”mu, “Öro” mu, “Avro” mu,

“Euro” mu?..



45’er dakikalık hayatlar

Braga - Galatasaray maçını izleme imkanımız olmadı. Mecburen Twitter’dan takip ettim gelişmeleri.

İlk yarıda, Galatasaray golü yedikten sonra, baktım; Fatih Terim’e ‘sallamalar’ başladı.

“Koskoca bir takım ve camianın, megaloman bir teknik direktörün elinde oyuncak olduğu”nu söyleyeni mi istersiniz, Fatih Terim’in futbol bilgisini sorgulayanı mı?.. Hatta sorgulamak bir yana, işi Terim’in futbolu bilmediğini iddia etme noktasına taşıyanlar bile vardı sosyal alemde.

Galatasaray 1-0’ı maç sonunda 1-2’ye çevirince ise o sanal kahramanları, ekran şövalyelerini çok aradım ama bulamadım.

Bahsettiğim son ve sadece bir örnek.

Hemen her durumda şahit oluyoruz benzer ‘komik duruma düşmeler’e.

Sayıları da her geçen gün artıyor.

İyi ki var şu Twitter.

Herkes görüyor herkesin kalitesini de, kalibresini de.



KEŞKE...

Türkiye’deki ‘kentsel dönüşüm’ projelerinde, birazcık da estetik kaygı gözetilse.

Yazının devamı...

İspanya ne yaptı?

Terör eylemlerini dolaylı olarak

destekleme veya sözle desteğini ifade etmek,

- Terör eylemlerinin önemini minimize etmek (küçültmek, küçük göstermek),

- Sivil çatışma ortamını teşvik etmek,

- Terörizme karşı olanları sindirme, onlara gözdağı verme, sosyal olarak izole etmek,

- Terör eylemlerinden dolayı suçlu bulunan veya terörizmi alenen kınamayan / reddetmeyen kişilerin parti yönetiminde yer almasına olanak sağlamak,

- Partinin faaliyetlerinde; terörizmle, şiddetle ve bunlarla ilgili diğer kavramlarla özdeşleşmiş sembollerin, mesajların ve diğer unsurların kullanılması,

- Siyasi partilere tanınan seçim haklarını ve ayrıcalıklarını teröristlerin veya onlarla işbirliği yapanların lehine kullanmak,

- Sistematik olarak terör örgütleriyle bir arada, ittifak halinde, birlik içinde hareket eden bazı gruplarla düzenli olarak işbirliği yapmak,

- Terörizmi veya teröristleri koruma ya da desteklemek,

- İdari, ekonomik ve diğer imkanları kullanmak suretiyle hükümet kurumları üzerinden terörizme destek vermek,

- Teröristleri veya şiddet eylemlerini teşvik etme ya da teröristleri ve şiddet eylemlerini övme, ödüllendirme, saygı gösterme, bu eylemleri işleyenlerle işbirliği yapmak,

- Terörizm ve şiddetle bağlantılı sosyal baskı, gözdağı verme ve yıkıcı eylemlere destek sağlamak,

- Düzenli olarak terör eylemlerinden ötürü ceza almış ve yine bu eylemlerden ve yöntemlerden vazgeçtiğini açıklamamış kişileri yönetici birimlerine ya da seçim listelerine dahil etmek ya da terörist gruplarla ilişkisi olan kişileri üyesi olarak tutmaya devam etmek.

Bunlar, İspanya ’da, 27 Haziran 2002 tarihinde kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu’nda yer alan, ‘parti kapatma ya da faaliyetlerine geçici süreyle son verilmesi’ ne gerekçe oluşturan suçlar.

Hani şu, ‘Bask modeli’ vs tartışmalarında konu ettiğimiz İspanya var ya...

Onun mevzuatı işte.



İspanyol mahkemeleri Herri Batasuna, EH ve Batasuna partilerini bu yasaya dayanarak kapattı on yıl önce.

Kapatma kararındaki gerekçeler de şöyleydi:

- Partilerin ile terör örgütü ETA arasında bir özdeşlik ilişkisinin varlığı,

- Üç partinin de ETA tarafından sıkı bir şekilde kontrol altında tutulduğu ve örgütün operasyonel planlamasının bir ürünü olduğu,

- Partilerin, ETA ve onun uydu örgütü olan KAS tarafından yönetildiği.



Bu gerekçelerle kapatılan üç parti de karara itiraz etti.

İspanyol Anayasa Mahkemesi “Hayır” dedi. “Şiddet ve terörizm ile beraberlik, siyasi partileri anayasal ifade ve örgütlenme özgürlüğünün dışına çıkartır” deyip, kapatma kararını yerinde buldu.

Davaların taşındığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) de, herhangi bir ‘ihlal’ kararı çıkmadı. Yani AİHM de İspanya’ya hak verdi.



Türkiye terörle mücadele eden bir ülke...

Türkiye’de, terör örgütü ile doğrudan ya da dolaylı bağını reddetmeyen bir siyasi parti var.

Türkiye’de, o yasal siyasi partinin seçilmiş parlamenterlerinden bazılarının dokunulmazlıklarının kaldırılması gündemde.

İşte bu ortamda; yakın geçmişte terör ve terör bağlantılı siyasi yapılanmalar konusunda yoğun mesai veren bir AB üyesi ülkedeki, İspanya’daki yasal mevzuatı hatırlatmak istedim.

Parti kapatma çağrısı yapmak değil maksadım.

Sadece, terörle mücadele eden ülkelerde alınan önlemlere somut bir örnek veriyorum.

Geçenlerde Madrid’e gittik ya, orada aklıma geldi.



KEŞKE...

“Aslan yattığı yerden belli olur” atasözünü hiç hatırdan çıkarmasak.

Yazının devamı...

Org. Özel Savunma Bakanı olur mu?

Genelkurmay Karargahı; Başbakan, Meclis Başkanı ya da Cumhurbaşkanı ağırladığında, protokol gereği, karşılamayı Genelkurmay Başkanı yapar.

Arslanlı Kapı’ya uzanan merdivenlerin önünde, gelen yetkilinin makam aracının kapısı açıldığında, Genelkurmay Başkanı tam oradadır.

Uygulama böyledir.



Karşılama rutinini yazmamın sebebi şu...

Geçen Cuma günü, Yüksek Askeri Şura toplantısından önce Şura üyelerinin Anıtkabir ziyaretinin sonunda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel ’i makam aracına davet etti ve ikili Karargah’a birlikte gitti ya...

O görüntüyü izleyince, “Erdoğan’ı Genelkurmay Karargahı’nda kim karşıladı?” diye merak ettim.

Ve öğrendim ki; Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nı taşıyan 0002 nolu makam otomobilini, Genelkurmay Karargahı’nda, Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz karşılamış.



Bu detay neden önemli biliyor musunuz?

Belki henüz kağıda dökülme aşamasına gelmedi... Daha ‘tasarı’laşma evresine ulaşmadı ama...

Biliyorsunuz, Ankara’da uzunca bir süredir “Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması” formülü üzerinde ‘fikri’ bir hazırlık var.

İktidar partisinin yöneticileri ve bazı bakanların da aralarında bulunduğu kimi yetkililer - dünyanın birçok ülkesinde uygulandığı gibi “Genelkurmay’ın bakanlığa bağlı olması gerektiği” görüşünü seslendiriyor.

Sivillerin, ‘normalleşmenin devamı niteliğindeki bir adım’ olarak gördüğü bu adıma, askerlerin de karşı olmadığı yönünde hakim bir izlenim var. En azından şu anki komuta kademesinin...

(“En azından şu anki komuta kademesinin” diyorum zira emekli komutanların çoğu, Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması formülüne, “Bu, siyasetin kışlaya girmesi anlamına gelir” savıyla karşı çıkıyor.)



Geçen Cuma sabahı, Başbakan’ın, Genelkurmay Karargahı’nın kapısında, Savunma Bakanı tarafından karşılanması , gelecek için düşünülen - yukarıda bahsettiğim - formülün ilk kez görüntüye dönüşmüş hali olması itibariyle dikkat çekiciydi.



Bu arada...

Bir adım daha ileri gidip, daha uzak geleceğe bir projeksiyon yapalım...

Daha doğrusu, bir fikir jimnastiği...

Sesli (yazılı) düşünüyorum ve zihnimdeki soruyu kayda geçiriyorum.

O soru şu:

“Orgeneral Necdet Özel, Türkiye’nin ilk, Genelkurmay Başkanlığı da yapmış Savunma Bakanı olur mu?”



Türkiye’de de bir, ‘ABD ve Colin Powell örneği’ (gerçi Powell, Genelkurmay Başkanlığı’ndan sonra Savunma değil, Dışişleri Bakanlığı yapmıştı ama) ortaya çıkabilir mi?

Şöyle ki...

Türkiye başkanlık sistemine geçerse...

İktidar Partisi’nin tasarısındaki şekilde; Başkan, kabineyi parlamento dışındaki isimlerden oluşturursa...

Tabii, o Başkan; Tayyip Erdoğan olursa...

Erdoğan’ın, Başbakanlığı döneminde en uyumlu, en verimli çalıştığı; ayrıca ailecek görüşecek kadar yakın gördüğü Necdet Özel’i - emekliliği sonrası - Savunma Bakanlığı için düşünmesi şaşırtıcı mı olur sizce?..

Dedim ya, geleceğe dair bir varsayım, hâtta bir beyin jimnastiği benimki.



KEŞKE

Yorulmadan, emek vermeden, terlemeden, hasılı, hak etmeden kazanmanın manen bir kıymeti olmadığını yeni nesile de öğretebilsek.

Yazının devamı...

Gül bu uyarıya neden ihtiyaç duydu?

Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri töreni vardı dün.

Törenin ardından düzenlenen resepsiyonda, ev sahibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, biz davetli gazetecilerin gündeme dair sorularını yanıtladı.

Gül’ün gündemdeki sıcak başlıklara ilişkin değerlendirmelerini, VATAN’ın haber sayfalarında okuyacaksınız. Benim burada bahsedeceğim ise o soru cevap bölümünün sonunda yaşanan anekdot.



Cumhurbaşkanı Gül gazete ve televizyonların Ankara temsilcilerinden oluşan haberci grubunun sorularına cevap verdikten sonra teşekkür edip resepsiyon salonuna dönmek için hareketlendi.

Birkaç adım attıktan sonra ise bir anda durdu ve -aklına son anda bir şey gelmiş insan refleksi ile- gazetecilerin çevrelediği masanın başına geldi tekrar.

Bir kaygısı ve bu kaygının sonucu olan bir mesajı vardı Gül’ün haberciler ile paylaşacağı...

Gül’ün o esnadaki sözleri, kelimesi kelimesine şöyle:

“Şimdi tabii biz bir şey söyleyince, ‘bu nereye çekilecek’ diye, ondan sonra başlarız şey etmeye, kaygı etmeye, adeta söylediğimiz şeyiÖ Şimdi önemli olan şu açıkçası; niyetimiz, yani benim söylerken niyetim neyse onuyansıtmak çok önemli.

Ağzımdan çıkan cümleler böyle de çıkar öyle de çıkabilir.

Nihayetinde size yazılı metin vermiyorum. Veya bu ben olurum, başkası olabilir. Burada eğer doğru habercilik görevi yapılacaksa benim ağzımdan çıkanları, niyetimi, ne söylemek istediğimi birleştirip öyle yansıtmak çok önemlidir.

O zaman siz sadece habercilik yapmamış olursunuz güzel hizmet de etmiş olursunuz meselelerin, problemlerin çözümü konusunda.”



Cumhurbaşkanı’nın, yaptığı açıklamaların gazete sayfaları ya da televizyon ekranlarına yansıması aşaması ile ilgili kaygısı aşikar.

Bu nazik uyarı da işte bu duyarlılığın göstergesi.

“Benim söylediklerimi aktarırken; niyetimi, tarzımı, düşünce şeklimi, bakış açımı, sahip olduğum hassasiyetleri ve üslubumu göz ardı etmeyin” diyor aslında Abdullah Gül.

“Siz beni tanıyor, biliyorsunuz” mesajı da var Gül’ün bu sözlerinde.

Daha da açığı...

“Beni istemediğim tartışmaların, gündelik ve yıpratıcı polemiklerin tarafı yapmayın” demeye getiriyor Cumhurbaşkanı.

Ve bu değerlendirme kriterini sadece kendisi için değil, her haber kaynağı için istiyor.



Yakın geçmişe şöyle bir baktığımızda...

Bazı konularda, özellikle de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile aralarında var olan görüş ayrılıkları nın kamuoyu tarafından, adeta bir ‘rekabet’ göstergesi ya da ‘sert tartışmalar’ gibi algılandığını hatırlayınca...

Üstüne bir de, önümüzdeki süreci, yani ufukta Cumhurbaşkanlığı (ya da belki başkanlık) seçim sürecinin olduğunu düşününce...

Gül’ün dün bizlere, neden böyle ince bir uyarı da bulunma ihtiyacı duyduğunu daha iyi anlamlandırabiliriz sanırım.



KEŞKE...

Sahip olduklarımızın kıymetini, onları kaybetmeden önce bilsek.

Yazının devamı...

Vizeler 12 Eylül’ün mirası

“Bugün kaldırmak için uğraştığımız bu ‘vize’ meselesi var yaÖ Başka birçok sorun gibi, bu dert de 12 Eylül’ün eseri.”

Bu sözler, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait.

Cezayir’e yaptığı iki günlük resmi ziyarette yanındaydık Davutoğlu’nun.

Bakan, “Cezayir ile Türkiye arasında, vize uygulamasının kalkmasını istiyorum” dedi bu büyük Kuzey Afrika ülkesindeki temasları sırasında.

Batı Akdeniz’in güneyindeki programı tamamlayıp, kuzeyine, İspanya’ya geçtik.

Madrid’de, havaalanında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gelişini beklerken, sohbetimizin konusu ‘vizeler’di.

Davutoğlu vize uygulamasını, “12 Eylül’ün kötü miraslarından biri” olarak tanımladı ve şöyle devam etti:

- 12 Eylül 1980 öncesi, çoğu Avrupa ülkesi Türkiye’ye vize uygulamıyordu. Askeri darbe sonrası, dönemin yönetimi neredeyse teşvik etti vatandaşlarına vize koyulmasını. Darbe yönetimi - kendi tabiri ile “anarşistler” yurt dışına kaçmasın diye, değil karşı çıkmak, neredeyse destekledi vize getiren ülkelerin bu kararını. Şimdi yıllar sonra, darbenin izlerinden arınan Türkiye’de, o dönemin bu mirasından da kurtulmak için uğraşıyoruz.

12 Eylül 1980 müdahalesinin yargılandığı şu günlerde, gündeme uygun bir not olarak kayda geçti Davutoğlu’nun verdiği bu bilgi.



Cezayirli şoförün verdiği ders

Cezayir’de, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun basına kapalı temasları sırasında biz de başkenti gezelim dedik.

Büyükelçilik mensupları ve bu ülkede iş yapan Türkler, şehrin belli bölgeleri için ciddi bir ‘güvenlik sorunu’ olduğunu, yalnız başımıza sokaklara çıkmamamızı salık verdiler.

Biz de söz dinledik, otelden çıkmadık ilk gün ve gece. Ertesi gün, Cezayirli şoförümüze bahsettim durumdan. “Tehlikeliymiş sokaklar, gezemedik şehrinizi” dedim.

Şoförün verdiği yanıt, ders niteliğindeydi. Özellikle de bizim gibi ‘ülkesini ve insanlarını savunma’ konusunda fazlaca cimri davranan uluslar için.

“Dünyanın her ülkesi ve her şehrinde olduğu gibi Cezayir’de de bazı mahallelerde ufak tefek sıkıntılar var tabii. Ama bu ülkemin ve şehrimin ‘tehlikeli’ ya da ‘güvensiz’ olduğu anlamına gelmez. İstanbul’da ya da Paris’te ne kadar yankesici ya da hırsız varsa, oralarda ne kadar tehlike varsa bizde de o kadar var. Biz sıcak ve misafirperver bir milletiz.”

Verdiği bilginin doğruluk seviyesi değil, bir insanın ülkesi ve halkını sahiplenme düzeyi açısından baktım Cezayirli şoförümüzün söylediklerine...



İspanyolların umudu loto

Madrid’in ünlü Sol (Güneş) Meydanı’ndayız...

Meydana inen ara sokakların birinden diğerine dönmüş, uzayıp giden bir kuyruk dikkatimizi çekiyor.

“Bir mağazada indirim mi var acaba?” diye düşünerek yaklaşıyoruz.

Ve görüyoruz ki, kapısından sokağa taşan kalabalığın önünde sıralandığı yer bir ‘loto’ bayii.

Ekonomik kriz ile boğuşan, işsizliğin tavan yaptığı, sokaklarda uyuyan ve dilenen insanların sayısının her geçen gün arttığı İspanya’daki uzun loto kuyruklarından sadece biri bizim karşımıza çıkan.

İspanyollar umutlarını ‘piyango’ya bağlamış durumda.

Madonna’nın meşhur şarkısındaki ‘İspanyol Ninnisi’ (Spanish Lullaby) bu aralar Madrid ‘lotosu’ gibi görünüyor.

KEŞKE...

Memleketimizin kıymetini bilsek.

Yazının devamı...

Önlük artık çağdışı kaldı!

Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, Başbakan Erdoğan ile birlikte geldiği İspanya’nın başkenti Madrid’te VATAN’a konuştu. Başbakan ve heyetinin kaldığı Madrid Ritz Otel’in lobisinde, Murat Çelik’in sorularını yanıtlayan Bakan Dinçer, genelgeyle ilgili çarpıcı bilgiler verdi:

- Önlük uygulaması, dünyada sadece birkaç ülkede kalmış, çağ dışı bir uygulama. Bizim sistemimizin örnek aldığı İtalya, bu uygulamayı yıllar önce terk etmiş.

- Genelgeyi yayınladık ama uygulama gelecek eğitim - öğretim yılında başlayacak.

- Türkiye artık bu serbestliği rahatlıkla uygulayacak seviyeye geldi.

- Serbest kıyafetin, öğrenciler ve dolayısıyla aileler arasındaki ekonomik farklılığı yansıtacağı yolundaki eleştirilere katılmıyorum çünkü özellikle Anadolu’da aynı gelir seviyesindeki kesimlerin çocukları genellikle aynı okullarda okuyor. Bahsedilen ‘farklılaşmanın göstergesi’ olma durumu, belki sadece büyük kentlerdeki az sayıda okulda söz konusu olabilir. Ama Türkiye’nin şu anda geldiği seviye, bu eleştiriyi geçersiz kılıyor.

- Markalar zaten genelde ayakkabı ve pantolonlarda göz önünde oluyordu.

‘Diz üstü tartışılacak, biliyorum’

- Kız öğrencilerin etek boyu ‘diz üstü’nde olamayacak. Biliyorum ki bu nokta tartışılacak ama ‘diz üstü’ dediğiniz anda, bunun ölçüsünü tutturmak mümkün olmuyor. Yetişkinlerde sorun olmuyor, onlar yerine, ortamına göre elbette ayarlıyor ama özellikle ergenlik çağındaki kız öğrencilerimiz - belden katlayarak - eteklerinin boyunu olabildiğince kısa hale getirebiliyorlar. Dolayısıyla ‘diz üstü’ diye bir sınırlama getirmek durumunda kalıyoruz. Yine aynı şekilde, tayt, şort gibi giysilere de izin verilmiyor.

- Başörtüsü sadece İmam Hatip Okullarında serbest. Zaten bu okullarda, bazı derslerde takılabiliyordu ama kızlarımız genelde sürekli takmayı tercih ediyorlardı. Yani fiilen sadece bazı derslerde değil, sürekli takılıyordu, şimdi bunu serbest bıraktık.

Yazının devamı...

‘Gazze’de mesele bizim formülümüzle çözüldü’

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, ateşkeste Türkiye’nin rolünü küçümseyenlerin art niyetli olduğunu söylüyor. Ateşkes için iki müsteşarın, Sinirlioğlu ile Fidan’ın yoğun temaslarda bulunduğunu anlatan Davutoğlu, “Biz Mısır’ın öne çıkmasını istiyoruz. Ama buradan Türkiye’nin etkisinin azaldığı sonucunu çıkarmak da iyi niyetle bağdaşmaz” dedi

Gazze’de ateşkesi sağlamak için, İsrail ile iki kanaldan görüşmeler yaptık. Dışişleri Müsteşarımız Feridun Sinirlioğlu İsrail Başbakanı Netenyahu’nun danışmanı ile görüşmeler yaparken, MİT Müsteşarımız Hakan Fidan da İsrailli mevkidaşı ile müzakereler yürüttü.”

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, birkaç gün önce dünyanın gözlerini çevirdiği noktada yaşanan ‘kritik diplomasi’nin en çarpıcı detayını işte bu şekilde açıkladı.



Davutoğlu ile Cezayir‘deyiz. Buradan da İspanya‘ya geçiyoruz. Ahmet Davutoğlu, Madrit’te resmi temaslarda bulunacak olan Başbakan Erdoğan’ın heyetine dahil olacak.

Cezayir yolunda, son dönemin en önemli gelişmesinin, yani Gazze ateşkesinin perde arkasını konuştuk Dişişleri Bakanı ile.

Davutoğlu - eminim ki bazı ‘gizli’ detayları yine paylaşmadı ama - Kahire’de yaşanan birçok ayrıntıyı ilk kez anlattı.

İşte, Ahmet Davutoğlu’nun ağzından, Kahire merkezli çok taraflı diplomasi trafiğine ilişkin mühim satır başları...



- Kimileri bu süreçte Mısır’ın öne çıktığı, Türkiye’nin rol kaybettiği, kenara itildiği gibi yorumlar yapıyor. Böyle bir hava yaymak isteyenlerin iyi niyetli olduğunu düşünmüyorum. Herşeyden önce bu olgusal olarak doğru değil. Bizim dış politika anlayışımızda rekabet ilişkisi, hele hele Mısır ile hiç olmadı. Aksine biz Mısır’ın en etkili şekilde bölge denklemine dönmesini istiyoruz. Mısır’ın bölge denkleminde olmadığı bir Ortadoğu’da istikrar sağlanması mümkün değil. Mısır’ın stratejik başarı bizim için Türkiye’nin başarısı kadar önemli bu dönemde. Ayrıca işin doğası gereği Mısır’ın öne çıkması gerekir, Mısır Gazze’ye komşu. Mısır Gazze’ye ulaşımın yegane kapısı.



- Ateşkes sağlanmadan önce ben Cibuti’deydim. Cibuti’den telefonla Halid Meşal ile görüştüm gece 1’de. “Mısır’da görüşelim” dedim. Başbakanımız Kahire Üniversitesi’nde konuşurken ben Hakan Bey ile (MİT Müsteşarı Hakan Fidan) birlikte, Hamas ile üç saate yakın görüştük. Meşal ile konuşmadan önce ben bütün AB Dışişleri Bakanları ile görüştüm. Bir önceki gece de Hillary Clinton ile konuşmuştuk. Gece boyu toplantılar yaptık. Gece 12’de, Filistinli bazı liderle de görüştüm otelde.

- Ertesi gün kahvaltıda Katar Emiri, Başbakanımız, Katar Başbakanı, ben ve Hakan bey buluştuk. Katar Emiri ile Başbakanımız mutabık kaldı bazı konularda. Katar Başbakanı ile bir kenarda oturduk formüller geliştirdik. Mısır Dışişleri Bakanı ile defalarca görüştüm. Bu arada Hakan Bey de sürekli gidip geldi.



- Uzlaşılması gereken şuydu: Hamas diyor ki, ateşkes için abluka kaldırılsın, insan geçişi serbest olsun vs. İsrail ise diyor ki önce ateşkes olsun, sonra bunları konuşalım. Mısır ile bizim perspektifimiz ise süreci başlatalım birlikte bunları yapmaya çalışalım. İsrail ile de Hamas ile de sürekli konuştuk. Katar’la da görüştükten sonra formüller geliştirildi. Hakan bey, Mısır’daki muhataplarıyla görüştü. Mursi’ye de bunlar iletildi. Akşam Halid Meşal Başbakanımız ile bir araya geldi. O arada ben tekrar Clinton’la görüştüm. Sonunda da, bizim formülümüz ile çözüldü mesele.

2008 tecrübesi

- 2008’de de ben bu süreci yaşadım. Gazze savaşı olduğunda Mübarek’in talebi üzerine gittim. Çünkü o zamanki Mısır yönetimiyle Hamas arasında güven problemi vardı. 10 gün boyunca Şam ile Kahire arasında gittim geldim. O zaman da İsrail ile ilişkilerimiz çok iyi değildi. Son gece, Meşal ile altı saat görüştük. Şarm El Şeyh zirvesinden bir gün önce, Meşal’in evinde müzakere ederek Hamas’ı ateşkese ikna ettik. O müzakereyi bizzat ben yürütmüştüm. O zaman da yanımda Hakan Bey vardı, MİT Müsteşarı değil, Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olarak. O zaman da yanımda Feridun Bey (Sinirlioğlu) vardı. O zaman da Başbakanımız tüm taraflarla telefon görüşmesi yürütüyordu.

- Bunu ilk defa açıklıyorum; 2008’de, biz Kahire’deyken, gece 11 gibi, İsrail ateşkes ilan edecekti tek taraflı. Mısırlılar aktardı bunu bize. Atladım uçağa Şam’a gittim. Gece 11’de Meşal’la buluştum. “Siz de ateşkesi karşılıklı yapın. Şartlarınız nedir?” diye... O sırada da Feridun Bey, İsrail’den Şam’a geldi. İsrail’e ilişkin izlenimlerini aktardı. Oturduk, sabah 5’te ateşkesi bağladık. Meşal dedi ki, “Bana saat 9’a kadar mühlet verin. Çünkü diğer Filistinli grupları da ikna etmemiz lazım. Saat 8.30’da Şam Havaalanına geçtim. Duruma göre ya Şarm El Şeyh’e ya da Ankara’ya gideceğim. Filistinliler “Hayır” derse Şarm’a gitmenin bir anlamı kalmayacaktı. Cumhurbaşkanımız da benden haber bekliyordu. Ateşkes olursa gidebilecekti o da Şarm El Şeyh’teki zirveye.

- Ben Şam Havaalanı’ndayken Meşal aradı ve ikna ettiğini söyledi. “Ateşkesi ilan edelim mi?” dedi. Şarm’daki zirve saat 1’deydi. “Bekle, biz Şarm El Şeyh’e indikten sonra, zirve başladığı anda ilan et” dedim. Cumhurbaşkanımız yola çıktı. Zirve toplandı. BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, zirvenin açılışında, “İsrail ateşkes ilan etti, Türkiye gibi Hamas üzerinde etkili olan ülkelerin Hamas’ı ikna etmesini bekliyoruz” dedi. Ban’ın haberi yoktu tabii, o sırada Hamas’ın ateşkes ilanı haberi gelmişti. Ben Başbakanımız’a notu verdim, o da “Hamas ile gerekli görüşmeleri yaptık ve 15 dakika önce ateşkes ilan ettiler” açıklamasını yaptı. Salonda hava bir anda değişti.

- O zaman da biz çıkıp, “Bu ateşkesi biz sağladık” demedik. Mısır’ın bu işi yapması önemliydi. Şimdi de iki açıdan Mısır’ın bu işi yapması çok önemli. Bir bizimle ilişkileri artık başka bir düzlemde. Biz Mısır’ın öne çıkmasını istiyoruz. İki, Mısır’ın Hamas’la ilişkisi artık güven ilişkisi içinde. Bu durumda bizim işgüzarca öne çıkmamızın bir karşılığı yok. Bu doğru da olmaz. Biz bunu yapmayız. Ama buradan Türkiye’nin etkisinin azaldığı sonucunu çıkarmak da iyi niyetle bağdaşmaz.

Diplomaside MİT faktörü

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu hem son ateşkes sürecini hem de 2008 deneyimini anlatırken (şimdi, okuduğunuzda sizin de olduğu gibi) dikkatimizi çeken, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın her iki müzakere trafiğinin de tam merkezinde yer alması oldu.

Bu noktayı sorduk tabii Davutoğlu’na...

Bakan’ın cevabı şöyle oldu:

- Dış politika uygulamasında Dışişleri Bakanlığı ile Milli İstihbarat Teşkilatı arasındaki uyum çok önemlidir. Bilgi akışı bağlamında da, belli özelliklere sahip dış politika uygulamaları bağlamında da bu çok önemlidir. Ve iki kurumumuz arasında şu andaki koordinasyon, genel olarak mükemmel düzeydedir.

Yazının devamı...

İtalya’dan al haberi

“İstanbul; arzuların, gizemlerin, gizlerin şehri.”

Tanımlama yabancı bir gözden...

İtalyan La Repubblica Gazetesi İstanbul’u taşıdı sayfalarına.

Yazının başlığı, “İstanbul mükemmel bir set”.

“Batı ile doğuyu birleştiren köprü” ya da “Konumunun, stratejik ve jeopolitik önemi” gibi klasik cümlelerin yanı sıra İtalyan gazetesi İstanbul’un sinema ve televizyon izleyicileri açısından da cazip bir kent olduğunun altını çiziyor.

La Repubblica, ‘Skyfall’ ve ‘Taken’ filmlerini örnek verip, ‘Muhteşem Yüzyıl’ gibi Türk dizilerinin Arap Yarımadası ve Balkanlar’da izlenme rekorları kırdığı belirtiyor.

Yabancı medyaya göz atarken dikkatimi çeken ‘İstanbul dosyası’nın asıl önemli bölümü ise az sonra okuyacağınız cümleler.

Yani şu bölüm:

“Çok sayıda gözlemcinin İstanbul’un gelecek belediye başkanlığına somut ve güvenilir bir aday olarak gördüğü, Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, İstanbul için, ‘Türkiye, batının en doğusu, doğunun da en batısı, İstanbul ise Asya’nın en Avrupalı, Avrupa’nın da en Asyalı şehri’ diyor.

Başbakan Erdoğan’ın yakın danışmanlığını da yapmış olan Bağış, Avrasya’daki biricik pozisyonu ile Türkiye’nin global bir aktör haline geldiğini, bu kombinasyonun Türkiye’yi Avrupa için stratejik bir değere dönüştürdüğünü de vurguluyor.”

La Repubblica’dan yaptığım bu iki paragraflık alıntının içinde bir haber var aslında.

İtalyan gazetesi, “Çok sayıda gözlemcinin İstanbul’un gelecek belediye başkanlığına, somut ve güvenilir bir aday olarak gördüğü, Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış...” diyor.

Yerel seçimlere daha zaman var.

Türkiye’nin sıcak ve yoğun gündeminde sıra, başta İstanbul olmak üzere önemli kentlerin belediye başkan adaylarını isimlendirilmesine henüz gelebilmiş değil.

Belli ki Avrupalılar bu konuda bizden hızlı gidiyorlar.



Arınç’ın ‘ince’ önerisi

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce arasında yaşanan polemiği biliyorsunuz.

İnce hakkında ‘cinsel tacizde bulunduğu’ yönünde bir iddia var.

Muharrem İnce “Komplo” diyor, karşı dava açtığını söylüyor ve dokunulmazlığının kaldırılmasını talep ediyor.

Bülent Arınç ise İnce’nin “aklanıncaya kadar” istifa etmesi gerektiği görüşünde:

“En azından bu cinsel taciz iddiasından kurtulana kadar bulunduğu görevden istifa etmesi gerekir” diyor.

İlk anda ‘makul’ gelebilir bu bakış açısı.

Ancak küçük bir sorun var.

Eğer bu prensip, hakkında suçlama ve fezleke bulunan her milletvekili için geçerli olacaksa, partilerin genel merkez ya da Meclis grup yönetimlerinde zafiyet doğması gibi bir risk var.

Çünkü, halen 549 milletvekilinin bulunduğu TBMM’de, hakkında fezleke düzenlenmiş olan parlamenter sayısı tam 114.

Bekleyen fezlekelerin partilere göre dağılımı da şöyle:

AK Parti: 42

CHP: 30

BDP: 25

MHP: 13

Bağımsız: 4

Toplam 114.

549’da 114.

Yani % 20.

Yani her 5 vekilden biri.

“Ama Muharrem İnce ‘cinsel taciz’ ile suçlanıyor” görüşünün karşısında duran soru da şu:

“Diğer yüz kızartıcı suçlar ya da terör suçları, daha mı hafif, daha mı az önemli?”



KEŞKE...

Hayatın her alanında özenli olmak konusuna daha fazla özen göstersek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.