Şampiy10
Magazin
Gündem

Yaşasın adalet !!!

“3 Haziran 2012 tarihinde Ankara’da, Kanal D televizyonu montajcılarından Harun Bayhan‘ın hayatını kaybettiği, muhabir Yasemin Doğan‘ın da yaralandığı kazaya neden olan ve 3.46 promil alkollü olduğu tespit edilen Onur Koyuncu’ya, ‘Bilinçli taksirle ölüme ve yaralamaya sebebiyet vermek’ suçundan 6 yıl hapis cezası verildi. Mahkeme heyeti, Koyuncu’nun duruşmalardaki iyi halini göz önünde bulundurarak cezasını 5 yıla indirdi.”

Haber bu.



O alkollü sürücünün işlediği cinayetin kurbanı, o mahkeme heyetindeki hukukçulardan birinin eşi, evladı, annesi, babası ya da herhangi bir yakını olsaydı...

Ve meslektaşlarından oluşan bir başka heyet bu kararı verseydi...

Dün o hükmün altına imza atan o hukukçular ne hisseder, ne düşünür ve ne derlerdi?

Soru da bu.



Sever, panzerler, Ağaoğlu ve sorular

1.) “Konunun bu şekilde gündeme bu şekilde getirilmesi bizi de üzmüştür. Cumhurbaşkanı’nın basın müşaviri arkadaşın böyle bir açıklamayı yapması görevi ve yetkisi dahilinde değildir. Bizim aramızı açmaya kimsenin hakkı, haddi, cüreti olamaz! Biz Sayın Cumhurbaşkanı ile oturur konuşuruz. Daha önce de böyle olmuştur. Kimse bizden yeniden bir ispat beklemesin. Bizim aramızdaki hukuk bozmaya kimsenin yetkisi yoktur.”

Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever’in 29 Temmuz 2012 tarihinde VATAN‘dan Ruşen Çakır’a verdiği röportajdaki sözleri üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Sever’e tepkisi işte böyle olmuştu.

Soru şu:

Tam üç ay sonra, Erdoğan’ın da yer aldığı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda, ev sahibi Cumhurbaşkanı Gül, kendisine yöneltilen soruya cevap vermesi için Başdanışmanı Sever’i işaret etti mi?

Ahmet Sever, Cumhurbaşkanı adına soruyu yanıtladı mı?

O yanıt üzerine oluşan gündemde, Erdoğan, “Çift başlı yönetim olmaz” açıklamasını yapmak zorunda kaldı mı?

Yani, “Biz Sayın Cumhurbaşkanı ile oturur konuşuruz” prensibinin fiilen ihlal edilip, ortaya medya aracılığıyla ve kamuoyun önünde yaşanan bir tartışma görüntüsü çıktı mı?

Gelinen bu noktayı nasıl değerlendirmek gerekir?



2.) 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resmi törenleri, Ankara’da eski hipodrom alanında yapıldı.

Kimsenin dikkatini çekmedi ama devlet protokolünün önündeki tören geçişinde ‘bir grup araç’ eksikti.

O eksik araç grubu, ‘polis panzerleri’ydi.

Polis panzerleri, tören provalarında yer almıştı ama bayram günü, geçit resminde yoktu.

Soru şu:

Provalarda geçit töreninin bir parçası olan Ankara Emniyeti’nin panzerleri, asıl törende, hipodrom alanında neden yoktu?

Yoksa o panzerler, tam da Cumhuriyet Bayramı resmi törenleri sırasında, az ötede, Ulus Meydanı’nda ‘görevde’ miydi?



3.) “Hayal ettim ve yaptım. Ve gurur duyuyorum. Tarih hayal edenleri değil, gerçekleştirenleri yazar.”

Ali Ağaoğlu’nun yeni projesinin reklamı bu cümlelerle bitiyor.

“Hayal ettim ve yaptım” diyor ülkenin son dönemdeki en popüler müteahhidi.

Soru şu:

‘Hayal’ tamam da, ‘yapılan’ ne şu aşamada?

Kağıt üzerinde, maket halinde ve bilgisayar ortamında var olan, yani henüz ‘proje’ aşamasındaki bir yaşam alanı değil mi?

Reklama baktığınızda, işin bittiğini, insanların evlerine yerleştiğini, o bölgede yeni hayatın başlamış olduğunu zannetmiyor musunuz?

Gerçek öyle mi pekiyi?

Orta yerde duran henüz bir ‘proje’ olduğuna ve henüz ‘gerçekleştirilmediğine’ göre, henüz ‘tarihin yazacağı’ bir durum da yok demek değil mi ortada?



KEŞKE...

Uzaktan izleyip saygı duyduğumuz insanlara, şahsen tanıştıktan sonra da aynı saygıyı duymaya devam edebilsek.

Yazının devamı...

Ah be sayın vali!..

“Uygarlıklar bakımından kentler uygarlıkları, uygarlıklar da kentleri sembolize eder. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Başkenti Ankara, tarihin her döneminde küresel vizyonun önemli bir aktörü olarak rolünü devam ettiren bir dünya kentidir. Kültürlerin harmanlandığı Başkent Ankara’dan, Sizleri sevgi ve barış duyguları içerisinde selamlamaktan bahtiyarlık duymaktayım.

Barış kültürüne uzanan bu büyük buluşmada, Ankaralıların üzerine düşeni layıkıyla ve samimiyetle yerine getirdiklerine herkesin inanmasını isterim.

Saygılarımla...”

Virgülüne dokunmadan aktardım.

Ankara Valisi Alâaddin Yüksel, vilayetin resmi internet sitesindeki “Merhaba” başlıklı yazısında aynen böyle diyor.



Sayın Vali,

Sizden, bu yazdıklarınızı, bir kez de, dün Ulus’ta yaşanan görüntüler eşliğinde okumanızı rica ediyorum.

29 Ekim 2012’de, Cumhuriyet’in Başkenti’nde yaşanan o görüntüler ile “Merhaba” başlıklı mesajınızın içindeki; ‘uygarlık’, ‘küresel vizyon’, ‘kültürlerin harmanlandığı başkent’, ‘sevgi ve barış duyguları’, ‘barış kültürü’ kavramlarının ne derece örtüştüğünü düşünmenizi istirham ediyorum.

Sayın Vali,

Mesajınızda, “Ankaralıların üzerine düşeni layıkıyla ve samimiyetle yerine getirdiklerine herkesin inanmasını isterim” diyorsunuz.

Bizden, ‘size inanmamızı’ istiyorsunuz.

Dünkü görüntüler, bu isteğinizin gerçekleşmesine mi hizmet eder yoksa ‘Ankaralının, Ankara’yı yönetenlere inancını kaybetmesi’ne mi; bunu da ayrıca değerlendirmenizi rica ediyorum.



Sayın Vali,

Bir kenti yönetmek, hele de Türkiye gibi bir ülkenin Başkentini yönetmek bürokrasinin en onurlu makamlarından biridir. Herkese nasip olmaz.

Ama bir o kadar da zordur o koltukta oturmak.

İlk bakışta ‘protokol görevi’ gibi algılanır Ankara Valiliği ama değildir. Fazlasıdır. En azından ‘fazlası’ olmalıdır.

Sizi şahsen tanımasam da, Ankara insanının gözünde ‘insancıl’, ‘makul’, ‘sevecen’, ‘medeni’, ‘düzgün’ bir imajınız olduğunu bilirim.

En azından düne kadar öyleydi.

Bugün hâlâ böyle midir bilemiyorum.



Sayın Vali,

Eğer söylendiği gibi; dün Ulus’ta, sizin talimatınızla kurulan polis barikatları, biber gazlı ve tazyikli sulu müdahale sonrası, bizzat Başbakan’ın emriyle kaldırıldıysa, bu durum yaptığınızın yanlış olduğunun tescili anlamına gelmez mi?

Bu ülkede siz(ler)e, “Benim Valim” diyecek kadar sahip çıkan bir Başbakan, bir siyasi irade var. Siz(ler)in de bu sahiplenmeye lâyık olmanız, bu güveni boşa çıkartmamanız gerekmiyor mu?



Sayın Vali,

‘Provokasyon olacağına ilişkin istihbarat’ almış olabilirsiniz. Doğrudur.

Kitlelerin sokağa çıktığı her nümayişte vardır bu ihtimal.

Pekiyi böyle bir olasılık var diye, yapılması gereken ‘toptan bir yasak’ kararı almak ve bunu dünkü yöntemlerle uygulamaya çalışmak mıdır?

Emniyet ile, Jandarma ile, MİT ile birlikte çalışıp; (belki bizlerin haberi bile olmadan) o ihtimali ortadan kaldırma kudreti yok mudur Ankara Valiliğinin?

Bir gece baskını ya da bir şafak operasyonu ile başkentindeki muhtemel provokatörleri bertaraf etmeye muktedir değil midir temsil ettiğiniz devlet?



Sayın Vali,

Çok üzgünüm ama gelinen noktada, “Ankara’da, Cumhuriyet Bayramı’nda, asıl provokasyonu yapan polis oldu” diyenlere verilecek cevabı ben bulamadım.

Eminim sizin tatmin edici bir yanıtınız vardır böyle düşünenlere verecek.

Yazının devamı...

Kurbanlık çığlık atar mı baba?

Dün sabah, Ankara’da, bizim kasabın kurban kesim yerindeyiz. Sıramızın gelmesini bekliyoruz onlarca kişi.

Müşterilerden bazıları eş, dost, akrabaları ile birlikte gelmiş.

Bazılarının yanında ise çocuklar var. Küçük çocuklar...

Kimi 5 - 6, kimi 9 - 10 yaşında çocuklar.

Ne kadar iyi koşullar, ne kadar düzgün bir kesim yeri olsa da; sonuçta 150’ye yakın hayvanın kesilmekte olduğu bir ortamdayız.

Kesim, yüzme ve askıya alma işlemlerinin yapıldığı platformun üstü kan gölü... Kelleler, ayaklar, işkembeler, dalaklar yerlerde.

Tam, “Buraya çocukları da getirmek ne kadar doğru?” diye düşünürken, öyle bir sahneye şahit oluyorum ki !..

Elimdeki cep telefonumun kamerasını açıp, o anın fotoğrafını çekmeyi akıl bile edemiyorum...

Bir çocuk...

8 - 9 yaşlarında zaar...

Kurbanlık koçun boynuna bıçağı vurmak üzere başında diz çökmüş kasabın bulunduğu yerin hemen üzerindeki basamakta, çömelmiş aşağıya bakıyor...

Ayakları bağlanan hayvana bakıyor büyümüş gözbebekleriyle.

Ve bir de...

Bir de, iki eliyle kulaklarını kapatıyor çocuk !

Bıçak darbesiyle, hayvanın çığlık atacağını düşünüyor olmalı.

O çığlığı duymak istemiyor besbelli. Kulaklarını tıkıyor elleriyle !..

Donup kalıyorum bu görüntü karşısında.

O sahnenin etkisinde veriyorum vekaletimi, o çocuğun görüntüsü gözümün önünde çıkıyorum kurbanlık paylarını dağıtmaya.

Biliyorum, bu bir ibadet.

Biliyorum, bu ibadeti çocukların da öğrenmesine dönük bir gelenek de var ama...

O iki küçük kulağı kapatan o iki küçük el ve koskocaman olmuş o iki küçük, dehşet dolu göz ömrüm boyunca silinmeyecek hafızamdan.



Twitter’dan bir Türkiye fotoğrafı

#benimibulur, Twitter’dan bir HashTag. Bir etiket, bir konu başlığı yani.

İnsanlar, içinde “Beni mi bulur?” kalıbının geçtiği mesajlarını paylaştı önceki gün Twitter’da.

İşte yurdum insanının “Beni mi bulur?” dediği bazı örnekler:

- Sahtekarlar, ikiyüzlüler hep #benimibulur arkadaş?

- Aşktan anlamayanlar hep #benimibulur?

- Nerede gereksiz insan var, gelir #benimibulur?

- Görgüsüz gibi evin önünde duran arabasının tüm kapılarını açıp son ses müzik dinleyen komşu #benimibulur? Öldürsem tüm site elimi öper.

- Şu değer bilmeyen, sonra da bir havalara giren insanlar hep #benimibulur?

- Bütün dengesizler, beyinsizler #benimibulur?

- Ciddi ciddi, sorunlular bir tek #benimibulur diye düşünmekten alamıyorum kendimi.

- Rahatsızlar hep #benimibulur?

- Tüm aptallar #benimibulur?

- Saflığımı sorgulayan vefasızlar hep #benimibulur?

- Süzme salaklar #benimibulur hep?

- #benimibulur ruhsuz, taş kalpli, odun, insanlıktan sevgiden nasibini almamış insanlar?

- Laftan anlamayan insancıklar #benimibulur hep?

- Tüm düşüncesiz, bencil insanlar #benimibulur?

- Ben teknik servis miyim, bütün arızalar #benimibulur?

Benzer yüzlerce, binlerce tweet atıldı önceki gün boyu.

Herkesin çevresini nasıl insanların sardığını anlamış olduk böylece.

Listeye bakar mısınız?

“Sahtekar, ikiyüzlü, aşktan anlamayan, gereksiz, görgüsüz, değer bilmeyen, havalara giren, dengesiz, beyinsiz, sorunlu, rahatsız, aptal, vefasız, süzme salak, ruhsuz, taş kalpli, odun, insanlıktan sevgiden nasibini almamış, laftan anlamayan, düşüncesiz, bencil, arıza” insanlarla dolu demek ki etrafımız.

Ve bunca ‘negatif’in arasında bir tek, o #benimibulur diye yazan ‘pozitif’ öyle mi?..

Herkes ‘yanlış‘ bir tek o ‘doğru’ öyle mi?..

Bu duruma cevap için bir başlık da ben mi açsam acaba Twitter’da?

#olducanım diye mesela?

Ya da #aferinotur10 gibi...



KEŞKE...

İyi niyet ve anlayış, hep karşıdan beklenmese.

Yazının devamı...

Sağlık Bakanlığı’ndan ‘hastalık’ açıklaması

Sayın Murat Çelik

Vatan Gazetesi

23/10/2012 tarihinde yayınlanan gazetenizdeki “Ankara’da herkes hasta” başlıklı köşe yazınızdaki iddialara yönelik açıklamamız şöyledir:

Tüm illerimizde sağlık kuruluşlarında teşhis ve tedavisi yapılan enfeksiyon kaynaklı bulantı, kusma ve ishal vakaları Halk Sağlığı Müdürlükleri tarafından günlük olarak takip edilmektedir.

Yapılan analizlerde vaka sayılarının mevsim normalleri içerisinde olduğu, dolayısı ile salgın niteliği taşımadığı tespit edilmiştir.

Ankara ilimizde Halk Sağlığı Müdürlüğü’nün Ankara şehir şebeke suyu kontrollerinde mikrobiyolojik herhangi bir kirliliğe rastlanmamıştır.

Çiğ sebzelerden alınan numunelerin bazılarında Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Laboratuvarı’nda mikrobiyolojik üreme tespit edilmiştir. Çiğ sebze ve meyvelerdeki mikrobiyolojik kirliliği azaltmak amacıyla, yerel yönetimlerce pazar yerlerinde kullanılan suların klorlanmasına yönelik alınan tedbirlerin yanı sıra vatandaşlarımızın tüketim öncesinde hijyene dikkat etmeleri, sebze ve meyveleri temiz kullanım suyu ile iyice yıkadıktan sonra tüketmeleri büyük önem arz etmektedir.

Mevsim geçişlerinde sıkça görülen üst solunum yolu enfeksiyonlarından korunmak içinse kapalı ortamların havalandırılması, hasta kişilerin kalabalık ortamlara girmemesi, hapşırık ve öksürük esnasında ağzın kağıt mendille kapatılması, kağıt mendil yok ise kol içine hapşırılması, ellerin yıkanması gibi tedbirlerin alınması gerekmektedir.

Saygılarımızla bilgilerinize sunulur.



Çiğ meyve - sebzeye dikkat

Sağlık Bakanlığı önceki günkü yazıma yanıt olarak gönderdiği (yukarıdaki) açıklamada diyor ki;

“Teşhis ve tedavisi yapılan enfeksiyon kaynaklı bulantı, kusma ve ishal vakaları, mevsim normalleri içerisinde. Dolayısı ile salgın niteliği taşımıyor.”

Bu iyi haber.

Aynı açıklamada,

“Ankara şehir şebeke suyu kontrollerinde mikrobiyolojik herhangi bir kirliliğe rastlanmamıştır” bilgisi de var.

Bu da iyi haber.

Fakat bakanlığın açıklamasında,

“Çiğ sebzelerden alınan numunelerin bazılarında Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Laboratuvarı’nda mikrobiyolojik üreme tespit edilmiştir” deniliyor.

İşte bu kötü haber.

Bakanlık bana yolladığı açıklamada, bu konuda ve mevsim itibariyle sıkça görülen ‘üst solunum yolu enfeksiyonları’na karşı alınacak önlemleri de sıralamış.

İyi de etmiş.

Ama keşke yetkililer ön alsaydı. Keşke bir gazetecinin “Ne oluyor?” diye sormasına gerek kalmadan, Sağlık Bakanlığı, (görevi gereği, önleyici sağlık hizmeti olarak) ‘çiğ sebzelerdeki tehlike’yi duyurup halkı uyarsaydı.

En rahatsız edici insan tipleri

- Peşin hükümlüler.

- Her şeyi bildiğini iddia edenler.

- Yemek yemeyi salt karın doyurmak sananlar.

- Sırf konuşmuş olmak için konuşanlar.

- Hayatı ‘çifte standart’ olmuş olanlar.

- Söyledikleri ile uygulamaları taban tabana zıt olanlar.

- Çocuk sevmeyenler.

- Samimiyetsizler.

- Bilgi sahibi olmadan (her konuda) fikir sahibi olanlar.

- Asansöre, içeridekilerin inmesini beklemeden binenler.

- Sokakta yere tükürenler.

- Benciller.

- Verdiği sözü tutmayan ve bundan da hiç rahatsız olmayanlar.

- Kusuru hep başkalarında arayanlar.

- Ateşe değil, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” sözüne tapanlar.



KEŞKE...

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımızı da, Kurban Bayramımız gibi tartışmasız, gerginlikten uzak kutlayabilsek.

Yazının devamı...

Ankara’da herkes hasta

Başkent’te insanlar hastalıktan kırılıyor.

Neredeyse herkes hasta.

Üstelik birkaç haftadır. Yaklaşık bir aydır.

Ve üstelik herkes aynı dertten muzdarip:

Karın ağrısı, mide bulantısı, kusma, yüksek ateş, ishal...

Millet perişan.

Örneğin bizim ailede; 77 yaşındaki babam da yatak - döşek vaziyette, 11 yaşındaki oğlum da.



Hastanelerin acil servisleri dolup taşıyor.

Bazı hastanelerin, ‘gaita (dışkı) testi’ için gereken steril kap stokları tükenmiş.

Doktorlar neredeyse şikayet sahibini muayene etmeden teşhis koyacak noktaya gelmiş durumda. Hemen herkes aynı yakınmalarla dayanıyor çünkü kapılarına.

“Gelenlerin yüzde 80’i aynı durumda” diyor ve ‘viral’, yani virüsten kaynaklanan bir enfeksiyonun, neredeyse ‘salgın’ boyutuna ulaştığını söylüyor hekimler. Şikayetlerin yaklaşık bir hafta sürdüğünü de ekliyorlar.

Şiddetli istifra ve yoğun ishalden kaynaklı su kaybını telafi etmekte en etkin yöntem olan ‘serum tedavisi’ni son dönemde yaşamayan yok gibi.

Ancak ‘serum desteği’ bir tedavi değil, ‘palyatif’, yani sözlükteki karşılığıyla, “Hastalık belirtilerini iyileştirmeksizin geçici olarak hafifleten veya ortadan kaldıran” bir çözüm.



Okullarda devamsızlık oranı tavan yapmış durumda.

Çocuklar okula, çalışan yetişkinler işe gidemiyor.

Kime sorsanız ‘hasta’.

Durum böyle olunca, kaçınılmaz olarak, söylentinin de bini bir para Ankara’da.

Kimi “Mevsim değişimi ve hava durumunun anormalliğinden” diyor, kimi “kentin şebeke suyundan” kaynaklı olduğunu iddia ediyor, ‘salgın’ değilse de ‘yaygın’ hastalığın.

Bazıları her zamanki gibi bilgi sahibi olmadan fikir sahibi...

“Aslında Ankara’da bir ‘dizanteri salgını’ var ama halktan gizliyorlar” diye felaket tellallığı yapan dolu etrafta.



Hastalık neden kaynaklanıyor?

Bulaşıcı mı?

Bulaşıcı ise nasıl bulaşıyor?

Yaşanan gerçekten, halk sağlığını tehdit eder boyutta bir ‘salgın’ niteliğinde mi?

Meçhul...



Bazı özel şirketlerin, hatta bazı kamu kurumlarının şehir şebekesinden aldıkları su numunelerini, tetkik için, özel laboratuvarlara gönderdiğini öğreniyoruz.

Somut bir sonuç, kesin bir bilgi ise yok henüz ortada.

Resmi bir açıklama yapan da...

Ne Sağlık Bakanlığı’ndan bir ses var, ne Büyükşehir Belediyesi’nden.

Ama vatandaş hastalıktan kırılıyor.

Durum böyle olunca da, söylentinin önü alınamıyor.

‘Ankaralı hasta’ ne olduğunu bilmek istiyor.



‘Saygı ölçer’ manzaralar

Trafikte:

- Otomobillerin, park yerlerindeki iki çizginin arasında bırakılmasına riayet oranı.

- Sürücülerin yayalara yol verme ortalaması.

- Yüzlerce araç iki şerit halinde kırmızı ışıkta beklerken; yüzlerce metre geriden, en dıştan kopup gelen ve kavşağa birkaç metre kala aradan girenlerin mütecavizlik seviyesi.

- Trafik lambası kırmızıdan (yeşilden önceki) sarıya henüz dönerken klakson çalanların yaygınlığı.

- Tek sıra parka izin verilen bir caddede, ikinci, hatta üçüncü sıraya otomobilini bırakıp gidenlerin pervasızlık düzeyi.

- Ambulans, itfaiye ya da polis araçlarına; sırf hemen arkalarına geçip hızlı ilerlemek maksadıyla yol verenlerin bencilliği.

- Emniyet şeridi ihlalini bir trafik suçu değil, kendine hak görenlerin rahatlığı.

- Park yeri, kaldırım veya apartman kapı girişlerini ya da tekerlekli sandalyeler için hazırlanmış rampaları kapatacak şekilde park etme vurdumduymazlığı.

- Kırmızı ışıkta geçme alışkanlığı.

Bunlar, toplum hayatında birbirimize (ama asıl öncelikle kendimize) gösterdiğimiz, daha doğrusu göstermediğimiz saygıyı ölçebileceğiniz sahneler.

Üstelik sadece ‘trafik’ başlığındakiler.

Bir sonraki karşılaşmanızda bakabilirsiniz ‘saygıölçer’in göstergesine.

Bu arada, unutmadan...

Saygıölçer, ‘ayna’dır aynı zamanda.



KEŞKE...

‘Ufuk’ sözcüğünün, “Düz arazide veya açık denizde gökle yerin birleşir gibi göründüğü yer”den başka bir anlamı daha olduğunun bilincinde olsak.

Yazının devamı...

Teknik direktör egosu

Milli Takımlar Teknik Direktörü Abdullah Avcı‘nın, yıldız oyuncu Selçuk İnan ile yaşadığı ortada.

Fenerbahçe’nin teknik patronu Aykut Kocaman‘ın, takımın yıldızı Alex De Souza ile macerası da.

Keza, Beşiktaş’ın hocası Samet Aybaba‘nın Portekizli yıldız Ricardo Quaresma serüveni.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Üstelik sadece Türkiye’den değil, dünyadan da onlarca, yüzlerce benzer vaka bulabiliriz kolayca.

John Benjamin Toshack‘ın Beşiktaş’ı çalıştırdığı dönemde Ayhan Akman ile ilgili takıntılı ruh hali geldi mesela şimdi aklıma.



İşin özü, mevzunun özeti ‘ego’dur.

Her meslekte olan ama sanat, spor ve medya alanlarında ‘tavan’ yapan ego.

‘Ego’ sözcüğünün lügattaki tek kelimelik karşılığı vaziyeti anlatmaya yetiyor aslında: Ego = Ben !

Günlerce tartışmanın, sayfalarca yazmanın mânâsı yok.

Futbolda belli bir seviyeye gelen teknik adam, başına geçtiği takımın en ‘pırıltılı’ oyuncusu ile karşı karşıya gelir çoğunlukla.

Çünkü o ‘yıldız’ın da egosu boyundan büyüktür aynı teknik direktörü gibi.

‘Ego’lar çatışır. ‘Ben’ler çarpışır.

Kısa vadede, ‘patron’ konumundaki teknik direktördür kazanan ama zaman içinde iki tarafı da örseleyen bir çatışmadır bu.



Her dönem istisnalar vardır elbet. Çok az sayıda da olsa, egosunu dizginlemeyi başaran çıkar.

Ama o istisnalar kaideyi bozmaz.

İsimler değişir, gelenek değişmez.

İsimlerin değişip, geleneğin sürdüğünün en somut örneğini aktarayım:



1960’ların ilk yarısı...

Avrupa futbolunun en başarılı takımlarından ikisi İspanyol Real Madrid ve Portekiz’den Benfica.

Arjantin asıllı Fransız Teknik Direktör Helenio Herrera, İtalya’nın FC Internazionale Milano yani bilinen adıyla İnter takımının başında.

Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en iyi teknik direktörleri arasında sayılan Herrera’nın İnter’i, üst üste iki yıl Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonu oluyor.

1964 finalinde Real Madrid’i 3 - 1; bir yıl sonra, 1965’te de Benfica’yı 1 - 0 mağlup ediyor Herrera yönetimindeki İnter.



Real Madrid’i yenerek aldıkları kupa sonrası, bir gazeteci Helenio Herrera’ya sorar:

- Sizin için dünyanın bir numaralı hocası diyorlar. Sizce de öyle misiniz?

Herrera cevap verir:

- Hayır. Ben iki numarayım.

Gazeteci duraksar... Şaşkınlık içinde, beklenen soruyu sorar:

- Pekiyi bir numara kim?

Tecrübeli futbol adamından sadece üç kelimelik bir yanıt gelir:

- Öyle biri yok !

...

Bilmem anlatabildim mi?..



Kadavra dünyaları

Ankara’da ‘çok farklı’ bir sergiyi ziyaret ettik geçen hafta sonu.

Body Worlds...

Türkçe adı, “Orijinal Vücut Dünyası Sergisi”.

Serginin teması, “Yaşam Döngüsü.”

Alman anatomist Dr. Gunther van Hagens, mucidi olduğu ‘plastinasyon’ (anatomik numuneleri bozulmadan muhafaza etme) yöntemiyle koruyup şekil verdiği kadavraları sergiliyor.

İnsan yaşam döngüsünü sergileyen çalışma, bedenin hayattaki safhalarını gözlerimizin önüne seriyor.

İnsan vücudunun kemik, kas, sinir ve damar yapısını olanca çıplaklık ve netliğiyle ortaya koyan çalışma, fazlasıyla çarpıcı.

Organların kesitlerini, kanserli dokuları, sigara içen bir insanınki ile içmeyen bir başkasının akciğerlerini yan yana görmek gerçekten tam bir anatomi dersi niteliğinde.

Hagens’in sergilerinde kullanılan - ceninden yaşlıya kadar - bütün bedenler, yerleşik bir kadavra bağış programından sağlanmış.

Tutucu bazı kesimlerin tepkileri ile sergilenen kadavraların sadece genital bölgelerine bakan gözlerin sahiplerini bir yana bırakıyorum; yaratıcı ve etkileyici olduğu kadar, öğretici bir sergi Body Worlds.

Ne kitaplar, ne anatomi atlasları... İnsanın kendi bedenini tanımasının en doğrudan ve en başarılı yolu bu sergi.



KEŞKE...

‘Bilge’ ile ‘bilmiş’ sözcüklerinin eş anlamlı olmadığının farkına varabilsek.

Yazının devamı...

Modern toplu konutlar kendi enerjilerini de üretemez mi?

Televizyon ekranları reklamlarından, gazete sayfaları ilanlarından geçilmiyor.

İstanbul’dan başlayıp, yurdun dört bir yanına hızla yayılan ‘modern toplu konut’ projeleri birbirleri ile yarışıyor.



Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, ayrı mesele...

Sonuçta bu ‘akıllı yaşam alanları’ - bir anlamda - memleketin ‘yeni kent kültürü’nü temsil ediyor.

Mimari ve mühendislik harikası binalardan oluşan farklı konseptlerdeki ‘kentçik’lerin çoğunun tabelasında, küresel dünya gerçeğinin kaçınılmaz sonucu olan ‘yabancı isimler’ yer alıyor.

Zaman zaman ‘özenti’ boyutuna varsa da, batı dünyasından birçok medeni ve faydalı ‘esinlenme’ ya da ‘alıntı’ gözleniyor bu devasa sitelerde.

O devasa yaşam alanlarında tüketilen / tüketilecek enerji de dev boyutta.

Ve Türkiye’nin enerji açığı ortada.

Merak ettiğim nokta da bu işte...



Her birinde binlerce insanın yaşadığı / yaşayacağı, yeni şehircilik anlayışının ürünü bu merkezler, neden ihtiyaç duydukları / duyacakları enerjiyi de kendileri üretmezler?

Örneğin, güneş enerjisi panelleri ile...

Örneğin, binlerce yaşayanının yarattığı / yaratacağı çöp ve atıklar ile...

Ya da konumunun uygun olması halinde kurulabilecek rüzgar santralleri ile...

Özel sektör için mevcut bu merakımdan, TOKİ’nin göğe yükselttiği projeler de muaf değil elbette.

‘Modern dünya’ olarak sunulan konut projelerinde, o dünyanın gerçeği olan ‘yenilenebilir enerji’ konusu neden kimsenin aklına gelmez?



İlgililere, yetkililere naçizane bir önerim var.

İZ TV’den, Coşkun Aral’ın “Güneş Başkenti Freiburg” belgeselini isteyip bir izleyin.

‘Temiz enerjinin başkenti’ olarak anılan Almanya’nın Freiburg kentinde yıllardır nasıl bir ‘yerel enerji üretimi’ gerçeği yaşanıyor bir görün.

“Türkiye’de bu tür lokal enerji üretimine mevzuat el vermiyor” diyecek olanlarınıza karşı cevabım hazır.

Gerekli görüldüğünde, istendiğinde; istenen mevzuatın yenisi ile değiştirilme hızını hepimiz biliyoruz.

İstendiğinde...



Çanakkale 1915

“Çanakkale 1915” bugün vizyona giriyor.

Biz de Ankara’da, büyük usta Turgut Özakman ve bu prodüksiyonun mimarları ile birlikte izleyeceğiz filmi, bu akşamki özel gösterimde.

‘Çılgın Türkler’, ‘Diriliş’ ve ‘Cumhuriyet’ kitaplarına imza atan Özakman’ın kaleminden çıkan bir eser “Çanakkale 1915”. O yüzden, bir sinema filminden fazlası...

Projenin yapımcılığını iki önemli ‘marka’, birlikte üstlendi: Fida Film (Murat Akdilek) ve Örümcek Yapım (Serkan Balbal).

Yönetmenliğini Yeşim Sezgin’in yaptığı filmde İlker Kızmaz, Şevket Çoruh, Barış Çakmak, Celil Nalçakan gibi tanınmış oyuncular rol aldı.

Görsel efektlerini EPICS (Serkan Zelzele), müziklerini ise Can Atilla’nın hazırladığı film, alınan özel izinlerle, Çanakkale Savaşları’nın yaşandığı ve o günlerde tarihi kararların alındığı gerçek mekanlarda, iki ayda çekildi.

Çok büyük emeklerle ve titizlikle beyaz perdeye taşınan “Çanakkale 1915”i izlemeye giderken, Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Kendi tarihini bilmeyen milletler” hakkındaki tespitini hatırlamak gerekiyor.

Biliyorsunuz değil mi Atatürk’ün o sözünü?..



DÜZELTME

Önceki günkü yazımın, “Behzat Ç.’deki o cümle” başlıklı kısmında fenomen televizyon dizisinin son bölümünde yer alan bir repliği alıntılamıştım.



Ardından da, o cümleleri yazan kişiyi anarken, “Behzat Ç.’nin yazarı Emrah Serbes” demiştim.

Evet, Emrah Serbes Behzat Ç.’nin yazarı. Ama televizyon dizisine uyarlanan eserin yazarı.

Yazıya konu repliği yazan ise o değil; dizinin senaristi. Yani Ercan Mehmet Erdem.

Hem bu başarılı dizinin hem de bu köşenin hassas müdavimlerine teşekkür ederim. Onlardan gelen uyarı mesajları sayesinde bu hatayı düzeltir, özür dilerim.

KEŞKE...

Örneğin “mesela” ya da “henüz daha” gibi Türkçe hatalarını ‘rutin’leştiren meslektaşlarımıza, çalıştıkları haber merkezinin duvar dibinde tek ayak üzerinde durma cezası verebilsek.

Yazının devamı...

Behzat Ç.’deki o cümle

Behzat Ç.’nin bu haftaki bölümünden bir repliği not aldım.

Şöyle...

Polis Müdürü Tahsin, Emniyet’e cinayet zanlısı olarak getirilen iki kişi ile koridorda karşılaşıyor.

İki kişiden biri, eski müsteşarın eşi.

Kadın üste çıkıyor. “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diye çıkışıyor Müdür’e ve “Bunun hesabını sizden soracağım” diye bağırıyor.

Tahsin’in yanıtı kısa ve net:

“Suçsuzluğunuz ispatlansın, hesabını da sorarsınız.”

...

“Suçsuzluğunuz ispatlansın” diyor Polis Müdürü.

‘Suçunuz, suçlu olduğunuz’ değil, ‘suçsuzluğunuz, masum olduğunuz’ ispatlansın!

Evrensel kaidenin aksi yani.

Genel kural, “Bir insan, suçu kesin olarak kanıtlanıp, suçlu olduğu kesinleşmiş yargı kararıyla sabit görülünceye kadar masumdur” şeklinde malum.

Türkiye’de ise durum tersine yaşanıyor.

Bir suç ile itham ediliyorsunuz; ardından iddia sahibi iddiasını kanıtlamak ile yükümlü olmasına karşın, siz ‘suçsuz’ olduğunuzu ispat etmeye çalışıyorsunuz.

Behzat Ç.’nin yazarı Emrah Serbes, ülkedeki bu sıkıntılı duruma vurgu maksadıyla yazdıysa o repliği; ‘satır arası mesaj’ olarak çok ama çok başarılı.

Yok eğer yazdığı o cümlenin ciddiyetinin farkında değilse, o zaman durum vahim demektir. Türkiye’ye özgü tersliğin ne derece sıradanlaştığının, ne ölçüde kanıksandığının göstergesi olur böyle bir farkında olmama hâli.

Tabii daha da önemlisi...

Asıl ‘vahim mesele’, ekran başındaki milyonlarca izleyenden kaçının, o repliğin ardındaki bu büyük gerçeği fark ettiği.



Ertuğrul Günay’ı kutlamak lazım

Geçen hafta okumuşsunuzdur... Türkiye, ‘turizm’ alanında, uluslararası sektörel ödülleri adeta sildi süpürdü.

Bir bölgesinde yoğun terörist saldırıların yaşandığı, metropollerinde bombaların patladığı, neredeyse ‘toplumsal cinnet’i andıran şiddet eylemlerinin yoğun olduğu...

(Neyse; listeyi uzatıp can sıkmaya gerek yok.)

Hasılı, ilk bakışta aslında -özellikle de yabancı- turisti tedirgin edecek bir fotoğraf yansıyor Türkiye’den.

Buna rağmen, turizm sektörünü demek ki iyi yönettik ki, (sadece ödüller değil) sonuçlar gayet olumlu.

Dolayısı ile...

Genel ‘siyasetçi performansı’ sebebiyle zaman zaman çok sert eleştirdiğim Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ı, ‘bakanlık performansı’ndan ötürü tebrik etmek boynumun borcu.

Mevcut koşullarda böyle bir sonuç, ancak kutlanabilir.

Malum; marifet iltifata tabidir, iltifatsız marifet zayidir.



Yurdum insanının kapaklarla imtihanı

Buradan açıkça ilan ediyorum:

Önümüzdeki genel seçimlerde, vaatleri arasında, “Ülkenin ambalaj sanayii ile özel olarak ilgilenmek” olan bir siyasi parti çıkarsa karşıma; o partiye oy verebilirim.

Hatta tek vaadi, “Daha kolay açılan kapak, paket vs” olan partinin logosunun altına basar geçerim “Evet” mührünü.

O derece yani!

Üniversitelerin endüstriyel tasarım mühendisliği bölümlerinde, ‘kullanıcı dostu kapak / paket’ tasarlama dersi mecburi olmalı bu ülkede.

Başbakan’ın insan hakları ve demokrasi başlıklarındaki örneklemelerinden yola çıkarsak...

Helga süt şişesini kolayca açabiliyorsa, Ayşe de açabilmeli.

Hans yoğurt kabını zorlanmadan açabiliyorsa, Hasan da açabilmeli.

Michael ilaç kutusunun kapağını meşakkatsiz açabaliyorsa, Murat de açabilmeli.

Jane’in sorunsuz açtığı paketleri, kapakları, Jale de aynı şekilde açabilmeli.

Yurdum insanının ‘ambalaj imtihanı’ bitmeli artık.



KEŞKE...

“Keşke” sözcüğü bu köşedeki kadarıyla kalsa ve onu günlük hayatımızda pek fazla telaffuz etmek zorunda kalmasak.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.