Şampiy10
Magazin
Gündem

Ağzımızın tadı bozulmasın...

Türkiye’nin terörle mücadelesini anlık kırılmalarla ve saptamalarla açıklamak oldukça zor. Fakat terör örgütlerinin motivasyonlarını artırabilecek uluslararası gelişmelerle yüzleşiyoruz.

Özellikle Körfez ülkelerinin yaşadığı sorun ve Türkiye’nin bu sorunla uğraşırken hareketsiz kalması ya da belli bir harekete sevk edilmesine yönelik hain emeller devreye sokulabilir. Buradaki olası bir kurgu toplumsal dinamikleri ve etnik/mezhepsel fay hatlarını tetiklemeye yönelik bir amaca yönelebilir.

Ayrıca FETÖ ile mücadele sürerken PKK ve DAEŞ başta olmak üzere terör örgütlerinin Türkiye’nin zayıf anını kolluyor olması gerçeği her an gözetilmeli. Böyle bir kurgu içerisinde terör örgütlerinin uluslararası dinamiklerle olan etkileşimi de düşünüldüğünce metropoller, turizmin ve yatırımların yoğun olduğu bölgelerdeki önleyici mücadele kararlılığı üst seviyeye çıkarılmalı.

İşin belki de en önemli cümlesi korkmak da yok gevşemek de...

Zira yaz aylarında kaos ve korku yaratmak isteyen terör odakları aldıkları vekalet göreviyle de ilişkili biçimde sansasyonel eylemlere yönelebilir. Üstelik terörist grupların muhtemel amaç ortaklıkları daha geçişken ve yüksek teknoloji ile eylem kabiliyetlerini artırıyor. Bu noktada terörle mücadele Türkiye için sınır ötesiyle eklemlenmiş ve hibrid (melez) bir kategoride duruyor.

Mücadeleyi kurgularken Nelson Mandela’nın şu sözüne baksak iyi olur. “Yüksek bir tepeye tırmandıktan sonra, kişinin tırmanılacak pek çok tepe olduğunu anlamasının sırrına erdim”. Gerçekten siyasal/yönetsel problemlerin çözümüne odaklanırken sürekli daha iyiye ulaşmanın yolu , durduğunuz tepenin konumuyla alakalı. `Sorun çıkmadan onu engellemek` ideal bir yönetsel duruş ise terörün acı yüzüyle bir kez daha karşılaşmadan çare üretmek benzer bir yaklaşımın ürünü sayılabilir.

Bu tehdidi asgariye indirmek için ne yapılmalı?

(1) Geniş kesimlerde olabildiğince büyük bir farkındalık ve toplumsal işbirliğinin güçlendirilmesi... Bu konudaki mücadelenin istenilen neticeye ulaşabilmesi için askeri ve siyasi önlemlerin sürece uyum sağlamasının yanı sıra tüm kamu kurumları işbirliği içerisinde ve toplumsal duyarlılık üst seviyede olmalı. Gerçekten Vatandaşların sürece katkısı çok önemli. Örneğin Alo Terör Hattı (140) açıldığı günden itibaren sadece 8 ay içerisinde 266 Bin 518 çağrı aldı ve 187 terör örgütü mensubu ele geçirildi. Kısa bir süre önce Malatya’ya bombalı bir eylem için geldiği anlaşılan terörist yapılan ihbar neticesinde yakalandı.

(2) Terörist/mühimmatı konuşlandırılmadan Türkiye’nin müttefikleri ile istihbarat işbirliği ve servisler arası enformasyon paylaşımı gerekiyor. Son süreçte belki de en çok sorun yaşadığımız etki sahası burası. Bırakın doğru bilgilendirilmeyi, Türkiye’nin bir çok hava saldırısında teröristlerin önceden nasıl bilgi aldıkları hala hafızalarımızda.

(3) Nihayet yazılı ve sözlü basın olmak üzere kamuoyu oluşum sisteminin yüksek bir kamusal sorumluluk ile hareket etmesi gerekli.

Ve malumunuz yarın bayram. Hepimize kutlu olsun. Ağzımızın tadı bozulmasın. Birliğimiz daim olsun...

Yazının devamı...

Zehirlenmeler ve çözüme dair...

Türkiye’nin terörle mücadelesi uzun bir geçmişe dayanıyor. İçinde yer aldığımız coğrafyaya konuşlanan küresel merkezli vekalet görevi teröristleri muhatap aldıkça onun kanlı ve alçak yüzü var olmaya devam ediyor. Aslında süreklilikten öte araçsal bir evriliş söz konusu. Bu evrilişte temel dayanak, yani “topluma korku salmak ve esas gaye için anlaşmaya çekmek” düşüncesi değişmiyorsa da terörün şiddeti ve uyguladığı yöntemler değişiyor. Geriye dönüldüğünde Türkiye’nin bu değişme sürecine bakışının genellikle anlık çözümler ve yeniye adaptasyon şeklinde gerçekleştiği söylenebilir.

Hiç şüphesiz son çeyrekte yaşadığımız hadiseler, atılan yanlış adımlar ve haince örülen kumpaslar Türk ordusunun kurumsal dinamiklerine, motivasyon gücüne zararlar verdi. İdari hizmetlerin sivilleşmesi gerekliliği, askeri mekanizmanın ve ona ilişkin stratejik düşüncenin de aynı potaya atılması gibi bir yanlışlığa büründü. Bunlar bir iki yazılı kural değişikliği ile çözümlenecek şeyler değildi elbette...

Benzer bir konuyla ilgili Richard Pascal ve arkadaşları ABD Kara Kuvvetlerindeki değişim sürecini irdelerken şu temel cümleyi ortaya koyuyorlar : “Yöneticiler örgütsel dayanıklılığın yaşamsal belirtilerini tıpkı doktorların hastaların sağlık durumunu ölçtükleri gibi ölçebilirler.”

Manisa’da son olarak 731 askerimizin zehirlenmesine neden olan gelişmeleri bu bakış açısıyla irdelemek önemli ve katkı sağlayıcıdır. Dahası, bundan da vahim olaylar için önlem alabilme fırsatı sunuyor. Geçtiğimiz gün Kastamonu’da yaşanan benzer bir olay ülkenin farklı yerlerinde de bu tehlikeyle karşılaşabileceğimizi gösteriyor. Düşünsenize siber saldırıların bile sıradanlaştığı bir dönemde birçok terör örgütüyle mücadele ediliyor. Böyle bir mücadelenin asli unsurları olan askerlerimizin nasıl bir güvenlik açığıyla karşı karşıya olduğu acaba şimdi mi aklımıza geliyor?

Son olaylarla ilgili iki açıklama dikkat çekiyor. Birincisi Başbakan Binali Yıldırım’ın “şu anda bazı şüpheler var” demesi ve gıda alımlarında pazarlık usulüne gidilebileceğini vurgulaması. İkincisi ise Manisa Cumhuriyet Başsavcısı Şimşek’in “bazı grupların provokasyon, kaos ortamı oluşturmak amaçlı” bu olayı kullandığına yönelik açıklaması.

Öncelikle bu hizmetin özel sektörden satın alınması 2007 yılındaki yasayla alakalı. Halen “Kazandan besleme” olarak geçen devlet tarafından karşılanan besleme, 2007 tarihli 5668 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Besleme Kanunu ve ilgili yönetmeliklere uygun şekilde yapılıyor. Yasada birim fiyatların belirlenmesinde her gıda maddesinin birliğe maliyetlerinin esas alınacağı belirtiliyor. Bu maddenin özel sektörün üreteceği kalite açısından bir kısıt yaratıp yaratmadığını araştırmak gerek. Ayrıca bunu dışardan değil de öz kaynaklarınızla gerçekleştiriyor olsanız bile matematiksel olarak sabotaj ihtimalini sıfırlamanız için tek yol var. GÜÇLÜ ve ÇAĞDAŞ bir DENETİM...

Şu an zehirlenme hadiselerinin arkasında bir kasıt olup olmadığını savcılık araştırıyor. Haliyle ülkemizdeki denetim süreçlerinin genel olarak standartlardan sapma ihtimali burada da herkesi kuşku ve endişe içerisinde bırakıyor. Nereden bakarsanız bakın ciddi bir yönetsel ihmal/eksiklik olduğu ortada. Gıdaların temizliği, uygunluğu ve kalitesi acaba nasıl bir mekanizma ile denetleniyor? Yalnızca yazılı prosedürlerin yerine getirilmesi denetlemenin kalitesi için yeterli mi?

Bunlar konuşulmalı, tartışılmalı ve en doğru yöntem bulunmalı...

Yazının devamı...

Uçaklar satıldı gelsin şimdi Dünya Kupası

Katar’a uygulanan ablukanın/yaşanan gerginliğin kısa sürede ve kontrollü biçimde azaltılacağını ifade etmiştik. Zira tarafların bu yönde yaptıkları açıklamalar bir yana, bölgedeki küresel mücadelenin böyle bir konumlanmayı uzun süre taşıması zor görünüyor. Uzağa gitmeye gerek yok. Katar’ın Ankara Büyükelçisi El Şafi’nin “Suudi Arabistan Kralı Selman’ın 2 ay önce Katar’ı ziyaret ettiğini ama bugün tartışılan konularla ilgili hiçbir şey söylemediğini” aktarması krizin temelinde Trump’ın Ortadoğu ziyareti olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Ancak ne hikmetse Katar’ı “teröristlere destek ” suçlamasıyla cezalandıran ABD (ve bölge konsorsiyumu) üç gün önce 12 Milyar dolarlık F-15 savaş uçağını (36 adet) Katar’a satma kararını onaylıyor. Aynı gün askeri tatbikat yapmak üzere ABD’ye ait 2 savaş gemisinin Katar’daki Hamad limanına ulaştığı bilgisi veriliyor. Her ne kadar uçak anlaşmasının geçmişi Obama dönemine rastlıyor ve o gün kararlaştırılan üst satış sınırının (72 adet) yarısına denk geliyorsa da bu anlaşma “yeniden büyük Amerika” için neler yapılabileceğini gösteriyor.

Yani bir yandan Beyaz Saray “teröriste destek veren Katar” diyor; diğer yandan Pentagon teröriste en etkili savaş uçaklarından birini satıyor. Gerçi çok da şaşırmamak lazım. Bugün Rakka’da DEAŞ terör örgütünü yok etmek için bir başka terör örgütünü, YPG’yi, araç olarak kullanan farklı bir bakış açısı değil.

Üstelik Türkiye’ye yansımayan bazı açıklamalar abluka sonrası Katar ve ABD arasındaki diyaloğun giderek hızlandığını gösteriyor. The New York Times’ta yer alan bir haberde Katar’daki üst düzey bir yetkilinin şu sözleri aktarılıyor: “Bu anlaşma ABD’nin bizimle olduğunun kanıtı. Bundan şüphe duymadık. Askerlerimiz kardeş. ABD’nin bize olan desteği değişikliklerden etkilenmez.” Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert’in “Bu anlaşmayı ABD’ye olan bağlılıklarının ve bizim savunma ilişkimize somut bir destek olarak görüyoru” açıklaması “bölgenin problem ülkesi” Katar’ın kaynakları ile diyalog zeminine çekilmekte olduğunu gösteriyor. Katarlı yetkililerin 2022 Dünya Kupası hazırlıklarının engellenmediğini, inşaat malzemelerinin temin edildiğini vurgulaması ise 200 milyar dolarlık projelerin masada olduğunu işaret ediyor.

Şimdi Türkiye’nin karşısında ilke ve değerler sistemi tanımayan ve çıkar odaklı oluşturulmuş bir diplomasi sarmalı bulunuyor. Onlar yeniden anlaşmaya ve işbirliğine yönelirken acaba Türkiye bu sarmalın neresinde durmayı başaracak?

Ülkücülere hakaretin perde arkası...

Bölgemizde kaotik günler yaşanırken ülke içerisinde farklı kesimleri karşı karşıya getirmeye dönük çabalara şahit oluyoruz. Türkiye geçmişte bu tür ayrışmalardan çok zarar gördü. Hele ki birlik-beraberliğe ihtiyaç duyulan bugünlerde Konya’daki şehit cenazesinin ardından bir internet sitesinin Ülkücülere yönelik iftira ve provokasyon dolu sözleri önemli. Zira böyle hassas bir konu üzerinden Konya gibi bir şehrin Müftüsü ile ülkenin en köklü teşkilatlarından Ülkü Ocakları karşı karşıya getirilmek isteniyor. Özellikle Ülkü Ocakları Genel Başkanı Olcay Kılavuz’un açıklamaları ve iddiaları hafife alınmamalı. Bir defa Ülkücülerin zor dönemlerde üstlendiği sorumlulukla vatan sevgisini, iman gücünü sorgulamak kimsenin haddine olmasa gerek. O halde il müftülüğü çıkan ifadeleri resmi olarak yalanladığına göre ülkücüleri hedef alan bu provokatif sözlerin sahipleri kimler?

Yazının devamı...

Katar kıskacında iki yaklaşım iki çözüm...

Vaktiyle yönetimimiz altındaki (Osmanlı) “Katar’ın yanında olmak zorunluluktur.” ya da “Ülkenin çıkarları için bu kavgada yer almamak ” şeklinde özetlenebilecek iki yaklaşım…

Katar krizi başladığından bu yana kamuoyunda ki karşıtlığın en çok bu cümlelerde yoğunlaştığını görüyoruz. Belki de asıl görülmeyen bu iki karşıt yaklaşımın bir arada irdelendiğinde sorunun çözümüne katkı sağlayabileceği ortak alanların bulunması.

Şöyle ki…

Türkiye Katar’ın gıda ihtiyacını gidermek için kargo uçaklarıyla malzeme taşırken, hızla öne çektiği eğitim amaçlı asker gönderme kararı ile “Yanındayım” vurgusunu net bir şekilde ortaya koydu.

Gelinen aşamada belki de Türkiye’yi en çok zorlayacak fotoğraf salt “Katar’la birlikte olmak” şeklindeki bir çerçevenin ortasında kalmaktır. Çünkü ablukayla başlayan gelişmeler daha büyük bir alanda cereyan eden kaynak ve güç mücadelesinin öncü adımlarıdır. İddia edildiği gibi eğer bu sürecin bir yerinde Türkiye hedefleniyorsa böyle bir kutuplaşmanın arasında hapsolması bazı riskleri de beraberinde getirecektir. Katar dışındaki Körfez ülkelerinin Türkiye’yi bu konumlanma ile belli bir hareket alanına sevk etmek isteyeceğini güçlü bir ihtimal olarak seslendirmek gerekiyor. Daha şimdiden Türkiye’yi de bu KISKAÇTA tutmaya yönelik bazı paylaşımların servis edildiğine şahit oluyoruz.

Kaldı ki sorunun çözümü için diplomasi kanalları tamamen kapalı değil. Katar Dışişleri Bakanı Al-Thani Paris ziyaretinde “kesin/net delillere dayalı diyalog” önerisi ile kısa vadede tarafların bir araya gelerek kontrollü bir şekilde gerginliği azaltabileceğine dönük işaretler veriyor. Dolayısıyla bizim açımızdan sergilenecek ilkesel tutumun aşırı duygusallıkla karıştırılması meselenin provoke edilmesi kadar tehlikeli olabilir.

O halde ŞU 2 TEMEL ÇÖZÜM yöntemi riskleri en aza indirmek için önerilebilir:

(1) Türkiye’nin durduğu pozisyon itibariyle geri adım atmasına ya da böyle bir algı oluşmasına mahal vermeyecek manevralara yönelmesi gerekiyor. Bunu yapmak için tehlikeleri, sorunları ve sorunun içindeki değişkenleri bir bütün olarak neticelendirmek yerine PARÇALARA AYIRARAK üzerine gitmek ve ÇÖZÜMLEMEK yolu tercih edilmeli. Siyasal, ekonomik, güvenlik ve diğerleri…

Zira kazanılacak veya kaybedileceklerin tüm taraflar için büyük olduğu dikkat alınırsa baştan herşeyi fotoğrafın içine yerleştirmenin güçlüğü ortada. Bu yöntem Türkiye gibi bölgesinin önemli ve dengeleyici güçlerinden birisi için sürdürülebilir olmadığı gibi kaygan politikalara sahip bölge ülkeleri karşında taktiksel manevralar yapabilme yeteneğini sınırlayabilir.

(2) Bununla ilişkili biçimde bir devletin başka bir devletin hamlelerini öngörebilmesinin yolu karşılıklı olarak ortak risklere sahip olduklarına yönelik bir diplomatik ağ meydana gelmesidir. Bu sebeple krizin çözümü için UZLAŞMA süreçlerini harekete geçiren, olabildiğince gündemde tutan ve bunu da dünyaya anlatabilen bir tavrın sergilenmesi kaçınılmaz adım olarak gözüküyor. Böyle bir gayretin ilkesel zeminini ortak kaybedişler ve ortak kazançlar üzerine kurmak uzun zamandır birliktelikten yoksun İSLAM DÜNYASI için pekiştirici bir güç olabilir. Bugün Ortadoğu’nun karşı karşıya olduğu risk alanı, etnik/mezhepsel farklılık tanımaksızın bölgenin kaynakları ve ulaşım güzergahları adına tanzim edilmesidir. Bu açıdan farkındalığı ve ortaklaşmayı artıracak güçlü seslere ve yönlendirmelere ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır.

Yazının devamı...

Katar krizine Avrasya’dan bakmak

İlk kez 1996 yılında “Şanghay Beşlisi” şeklinde kurulan ve 2001 yılında Özbekistan’ın katılımıyla “örgüt” unvanı alan Şanghay İşbirliği Örgütü Devlet Başkanları zirvesi Kazakistan’ın Başkenti Astana’da gerçekleştirildi. Dünya nüfusunun neredeyse yarısını teşkil eden organizasyon yapısı farklı bölgesel güçleri ve coğrafyaları bir araya getiren yönüyle dikkat çekiyor. Örgütün tam üyeleri Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan…

Dün Astana’da onaylanan kararla Hindistan ve Pakistan’da bu statüyü kazandı. Bir de gözlemci statüsü ile bulunan Moğolistan, İran, Afganistan ve Beyaz Rusya ile Türkiye’nin içinde yer aldığı diyalog partnerleri var.

Bu açıdan Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Çin, Rusya, İran, Hindistan ve Orta Asya bloğunu ortak bir güvenlik algısında konuşlandırmaya yönelik en önemli üst kuruluş olduğu söylenebilir. Tam anlamıyla bir karşılaştırma yapmak doğru olmaz ama NATO’nun bir tür antitezi olarak kabul edilmesi temelsiz değil. Zira bahsi geçen ülke ve bölgelerin olası tehditler karşısında ortaklaşması ancak böyle bir çatının sembolik, kimliksel ve diplomatik motivasyonu ile pekiştirilebilir. Fiili durum itibariyle gerçekleşmesi mümkün olmasa da zaman zaman Türkiye’nin de örgüte üyelik ihtimalinin seslendirilmesi bu sembolik/kimliksel vurgunun güçlendirilmesi hedefi ile ilişkili…

Zirvenin resmi gündemindeki bölgesel konuların yanı sıra özellikle Katar’a başlatılan abluka ve Çin’in İpekyolu Programı konuşulanlar arasındaydı. Gerçekten birbiriyle çok ilişkili meseleler. Örgütün öncü ülkelerine dikkatle bakılırsa ABD destekli olduğu neredeyse kesinleşen Katar karşıtı sistemin sadece suni-şii ayrışması veya taht kavgaları ile açıklanması imkansız. Böyle bir imkan ancak yakın gelecekte yönünü kesinleştirecek enerji ve ulaşım güzergahları üzerinde bulunabilir. Bu güzergahları elinde tutanlar bölgesine hakim olur.

Bu noktada belki de en önemlisi Orta Asya ve Hazar’ın enerji denklemini değiştirmeye muktedir olan Çin’in “Tek Kuşak Tek Yol” projesi…İran’ı, Türkiye’yi, Körfez’i ve elbette Katar’ı da yakından ilgilendiriyor.

Bu projenin kuzey istikametinde Kazakistan güneyinde ise İran kilit faktör. Çin öncelikle İran üzerinden tüm Ortadoğu’ya kendi mallarını ihraç etmek ve bölgeden enerji ithal etmek için çok büyük bir bütçeyi seferber ediyor. İki gün önce Rusya Devlet Başkan Yardımcısı Y.Uşako’nun “İran’ın artık Şanghay’a tam üyelik zamanı geldi” açıklaması sıradan bir çıkış değil.

Üstelik bu hat Türkiye için de o kadar önemli ki Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan geçtiğimiz ay Türkiye ile Çin’i Hazar Denizi üzerinden bağlamayı ve Ç in’den Avrupa’ya kesintisiz demiryolu hattı oluşturulmasını önermişti.

Kazakistan’ın Katar Yaklaşımı

Bölge ülkelerinin Orta Asya’ya ilgilerinin arttığı bir dönemde Kazakistan Dışişleri Bakanı Kayrat Abdurrahmanov Körfez’deki krizle ilgili ülkesinin tavrını “bölge için, hepimiz için diplomasi ve uzlaşma temelinde çözülmesi kararlılığı” ile açıkladı. Yani bir tür tarafsızlık içerisinde olacaklarını vurguladı. Katar Emiri, Astana şehrinde Orta Asya’nın en büyük camisi olan Nur Astana camisini yaptırmıştı. Kazakların, Birleşik Arap Emirlikleri ile dış ticaretinin 200 Milyon Dolar, İran’la ise yaklaşık 700 milyon dolar olduğunu da belirtelim.

Yazının devamı...

Bu krizden bir fırsat çıkar mı?

Türk dış politikası belki de en kırılgan ve en riskli dönemlerinden birisini yaşıyor. Ebedi müttefikler ya da “asla sırtımızı dönemeyiz ” dediğimiz hasımlar…

Bölgemizde terör, insan hakları ve özgürleşme gibi evrensel kavramlar üzerinden kartlar yeniden karılıyor. Irak ve Suriye’deki gelişmelerle birlikte ikili ve çoklu ittifaklar mesafe tanımaksızın vekaletlerle, maşalarla iş yürüten bir ilişki ağına evriliyor.

Bu süreç Türkiye açısından küresel/bölgesel neticeleri ağır olabilecek tehditlerle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bir yandan ülke içerisinde ihanet ve terör şebekelerinin üzerine gidilirken bir yandan da onların arkasındaki güçlerle sınır ötesinde amansız bir mücadele veriliyor.

Son olarak Körfez ülkeleri arasında cereyan eden gerilim ve KATAR’a yönelik abluka kararı Türkiye’nin bu mücadelesinden ayrı düşünülmemeli. Basra Körfezindeki karşıtlıklar ve Ortadoğu’daki faylardan kaynaklanan kırılma Türk dış politikasına ve ekonomisine etki edebilecek son derece stratejik bir gelişme. Ayrıca ABD Başkanı Trump’ın seyahatinin hemen ardından uygulanan bu karar olası gelişmelere kuşkuyla bakılmasını gerekli kılıyor.

Özellikle 2014’ten itibaren artan ekonomik ilişkilerimiz ve 15 Temmuz darbe girişimine karşı Türkiye’nin yanında duran tavrıyla KATAR, çok önemli bir güç ve sosyolojik etki sahasında bulunuyor. Türkiye’nin Ortadoğu’da en çok iş aldığı 3.ülke ve karşılıklı askeri üs açılmasına imkan tanıyan ortak bir güvenlik algısına sahip. Ülkede önümüzdeki yıllar için planlanan 200’e yakın projenin toplam tutarı 200 milyar dolar ve Türkiye ile dı ticaret hacmi henüz 710 milyon dolar (2016) seviyesinde. Şimdi bu abluka ile ikili dış ticaretin unsurları ve yatırımlarda Türkiye ağırlığı beklenmedik şekilde artabilir.

Dolayısıyla önce (1) krizi doğru saptamak, (2) başarabiliyorsak kendi açımızdan çözmek ve (3) yarar sağlamak durumundayız. Böylesi krizler aynı zamanda ülkeler için biçimlendirici deneyimler ve dönüm noktalarıdır. Durumu her şartta kötü görme ve daha da kötüleştirme eğilimi ise doğru bir yaklaşım değildir. Katar özelindeki gelişmeleri Türkiye içerisindeki güç mücadelesine yönlendirmek yerine bütünsel anlamda bu süreçten nasıl bir fayda elde edileceğini sorgulamak herkes için daha katkı sağlayıcı olabilir.

Şimdi önümüzde iki aşamalı ve iki seçenekli bir yol gözüküyor. Birinci aşamada hızlı biçimde diplomasi kanallarını kullanmak ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi ortak kuruluşları da harekete geçirerek krizin derinleşmesini önlemek. İkinci aşamada Türkiye’nin siyasal/ekonomik çıkarları noktasında denklemin bir parçası haline gelmek. Her ne kadar Kuveyt öne çıkıyor olsa da Türkiye bu duruş ve kararlılığı samimi bir şekilde göstermeli.

Hiç şüphesiz bu yol ayrımını etkileyecek hususlar, İran ile ilişkilerimizden yansıyacak kısa vadeli görünüm ve Suriye’deki gelişmeler olacak. Çünkü Türkiye Katar’la ilişkilerini sürdürme gayesinin yanı sıra daha üst perdede devam eden ABD-PYD ve Rusya-İran-Rejim arasındaki güçler savaşında nasıl bir pozisyon alacağını iyi belirlemek zorunda.

Doğrusu bu tarz bir ikilem karşısında Will Rogers’in şu sözünü hatırlatmak gerekiyor: “Doğru şeritte olsanız bile, orada durup beklerseniz ezilirsiniz.” İşte bu bakımdan Türkiye için doğru yolda bulunmak zorunluluğu kadar önemli olan o yolda ilerlemeyi ve manevra yapabilme yeteneğini koruyabilmek...

Yazının devamı...

Başlarken...

Yeni başlangıçlar bütünüyle bir yenilenme değildir elbette...

Zira yeniliğin inşası geçmişin kodları ve kökleri üzerinde yükselir.

Başlangıç yapmanın belki de en katkı sağlayıcı ifadesi bireyin duygu ve düşünce dünyasında öze dönüşü gerçekleştirebilmesidir. Aslında Kutadgu Bilig’den bu yana “gerçek bilgiye ulaşma” ideali böylesine başlangıçları gerekli kılmaktadır.

Vatan ailesi de çıkacağımız bu yolculukta bizim için yeni bir başlangıç.

Bundan böyle sizlerle bu köşede özden geleceğe yürüyeceğiz. Ülkemizin sorunlarına çözüm önerileri sunma ve bizi biz yapan değerlere sahip çıkma gayreti içinde olacağız.

Çünkü artan ve derinleşen sorunlarla hayli zor günlerden geçiyoruz. Toplumun tahammül sınırlarına dayandığı ve sorun tespitinden ziyade çözümlerin konuşulması gerektiği bu günler dünyanın da kaotik gelişmelerle örüldüğü bir dönem...

Küresel düzlemde yaşanan istem ve çıkar çatışması, gücün dağılımını ve dengesini değiştiriyor. Tüketim yönelimi, üretim tekniği ve farklı coğrafyalarda yaşayan toplumlar bu dengenin içinde yoğruluyor, örseleniyor. Devletler arasındaki çekişmeler giderek daha çok hissedilirken, savaş çığırtkanlığı yükselmeye devam ediyor.

Nihai barış mümkün mü?

Türkiye’nin de odağında yer aldığı yeni bölüşüm alanında bu tarz bir hedefe ulaşılması teorisyenlerin de üzerinde anlaşamadığı bir mesele. Bir yanda karşılıklı ekonomik çıkarların ve menfaat ortaklığının savaşları önleyeceği iddiası; diğer yanda anlaşmazlıkların tamamıyla çözüme kavuşturulduğu bir barış ihtimalinin gerçek dışı bulunması...

Ne olursa olsun diplomatik/siyasi etkileşimin ve karşılıklı ekonomik bağımlılığın barış ve huzurun sağlanabilmesi adına motive edici yönü inkar edilemez. Mesela İran gazını ya da Kazakistan petrolünü Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşımayı başarırsanız sadece bu 3 alanı değil, onlarla etkileşim kuranları da bağımlılığın parçası olmaya zorlayabilirsiniz.

Ayrıca demokrasi yolculuğunuzun da sürüyor olması beklenir.

Bakınız... Kapsamlı bir araştırmada ekonomik bağımlılığın savaş ihtimalini %43 oranında düşürdüğü ve iki demokratik devlet arasında bu ihtimalin %83 daha az olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla bugün kendi iç barışımızın dipsiz mecralara sürüklenmesi kadar küresel savaş çığırtkanlığının da tehdidi altındayız.

Türkiye’nin yönelimi

Gelinen noktada dünya düzeninin ya da düzensizliğinin birkaç devletin hegemonyasıyla şekillenmesi meşru bir barış ortamı için büyük sorundur. Özellikle bölgeler arası etkinliği olan devletlerin uluslararası teşkilatlar vasıtasıyla çabalarını ortaklaştırması gerekirken “yeniden büyük Amerika “ ve “yeniden post-Sovyet hakimiyeti ” gibi hedefler süper güçlerin dili haline gelmektedir. Öyle ki BM’de reform yapılması barış adına bir zorunluluk iken daimi üyelerin buna yanaşmaması kaynakların sömürülmesi ve yönetimlerin dönüştürülmesi gibi çıkarsal amaçlarla iç içedir. Bu açıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür.” sözü haksız bir karşı duruş değildir. Fakat Türkiye pek çok hususta etkili ve hızlı adımlar atmak mecburiyetindedir. Böylelikle terör örgütleriyle mücadelesinde taviz vermeden, bölgesinde ve hatta küresel barış hedefinde öncü rol üstlenebilir. Yeter ki (1) Sürdürülebilir bir iç barış, (2) Bölgesel entegrasyon projelerinin hayata geçirilmesi ve (3) Gerekli demokrasi iklimine doğru yol alma kararlığı ortaya konulsun...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.