Şampiy10
Magazin
Gündem

Kuzey Kore ve uçurumun kenarı oyunu...

Kuzey Kore ile ABD arasında süregelen nükleer füze krizi yalnızca bugünün karşıtlıkları ile açıklanamaz. Her ne kadar sosyalist bir idare ve komünist bir sistemle yönetiliyorsa da uluslararası bir kampanya ile “öcü” haline getirilen Kuzey Kore’nin ABD politikalarının öteki yüzü olduğu söylenebilir.

Soğuk savaş döneminin başlamasıyla Kore yarımadası ikiye bölünmüş ve ABD bu savaşın stratejik ayağı olan Güney Kore’yi kapsamı içerisine almıştır. Böylece K. Kore, Çin ve Rusya arasında denge ve ölçüleri değişen bir ilişki ağına yönelmiştir. 1987’de ABD K.Kore’yi terörü destekleyen ülkeler sınıfına alırken, 11 Eylül sonrasında Irak ve İran ile birlikte terörist ülkeler arasına girmiştir.

Bir asıra yaklaşan bu süreçte K.Kore’nin çabaları kendi toplum algısında emperyalizme/kapitalizme karşı bir mücadele şeklinde seyretmiştir. 3 milyon insanın hayatını kaybettiği savaşta İkinci Dünya Savaşından daha fazla bomba atıldığını hatırlamak lazım. Bu sebeple Kuzey’de halkın yaşam biçimi ve refleksleri olası bir savaşta neler yapılacağına yöneliktir.

1994’te ABD ile yapılan silahsızlanma anlaşmasından 2002’de çekilen K.Kore balistik füze ve buna uygun nükleer başlık geliştirme çalışmalarını hızlandırmıştır. 1994-2011 arasında Kim Yong-il döneminde 44 balistik füze denemesi varken oğlu Kim Jong-un döneminde bu sayı 101’dir.

Geçen yıl Temmuz ayında yapılan bir denemede balistik füze Japon denizine düşmüş ve füzenin en az orta menzilli (10 00-3000 km) olduğu iddia edilmiştir. En önemlisi K.Kore’nin artık nükleer harp başlıkla rına sahip olduğu ileri sürülmüştür.

Son krizin fitilini ateşleyen ise ABD’ye bağlı GUAM adasının vurulacağına yönelik kararın Kim Jong-un onayına sunulduğu haberiydi. Bunun üzerine ABD Başkanı Trump K.Kore’nin “daha önce görülmemiş bir gazapla karşı karşıya kalacağını” açıkladı.

Bugün yaşanan gelişmeler aslında “uçurumun kenarı oyununa” benziyor. Kavramın mucidi Thomas Schelling….ABD-K.Kore krizini böyle bir oyun stratejisi ile incelememizi sağlayan şey ise 1962 Küba füze krizinde ABD Başkanı Kennedy ile SSCB lideri Kruşçef arasındaki mücadele. O dönem Sovyetler Birliği Amerika’dan 90 mil ötedeki Küba’ya nükleer füze yerleştirmeye başlamış, bunun üzerine ABD yoğun tartışmalar eşliğinde Küba’nın deniz kuşatmasına alındığını açıklamıştı. Kennedy bu adımı ile Sovyetler’i nükleer uçurumun kenarına getirmişti. Bu çok tehlikeli bir stratejiydi. ABD Kruşçef’e nükleer uçurumun ötesini göstermişti. Eğer Kruşçef o adımı atsaydı nükleer bir savaş başlayacaktı. Bu arada karşılığında ABD füzelerinin Türkiye’den sökülmesi sağlanmıştı.

Bazı nüanslara rağmen bugün de benzer bir tablo var. Trump “karşı karşıya kalmak” yaklaşımı ile Kim Jong-un uçurumun ne tarafına geçmesi gerektiğini de ifade ediyor. Dün K.Kore’nin GUAM’ı vurma kararını ertelemesi oyunun işlediğini gösteriyor. Zira termo-nükleer bir savaş karşısında sadece iki ülke değil, Rusya, Çin, Japonya sürece katılacak ve asıl kötüsü tüm dünya bir felaketle yüzleşecek. Dünyadaki toplan nükleer bombanın neredeyse tamamı bu güçlerin elinde ve bu bombaların 1/20’si bile insanlığın felaketi demek.

Bununla birlikte 1962’de olduğu gibi ABD ve K.Kore oyunun bir parçası olarak iç siyaseti eklemlemiş gözüküyor. Özellikle Trump’a olan desteğin %36’lara gerilemiş olması buna benzer çıkışları yaptırabilir.

Öz cümle uçurumun kenarındaki bu oyun dik/kaygan bir yokuşa dönüşecek ve kimi zaman aşağı kimi zaman yukarı yürünecek…

Yazının devamı...

Bu yıl hangi bölümler çıkışta hangileri inişte?

Bir ülkenin en önemli kaynağı olan insan kaynağını üreten ve geliştiren yegane güç üniversitelerdir. Üniversiteler misyonlarını yerine getirdiğinde alttan yukarıya doğru tüm eğitim sistemi kendisini ona uygun hale getirir. Yeterli bulmadığımız bir il ya da okuldan üniversite sınav birincileri çıkması ise bu kaidenin görünür istisnalarıdır.

Çünkü insan kaynağınızı yeterli seviyeye getiremiyor, onu gereken yerlerde değerlendiremiyorsanız ve üniversite öğrenimini sadece bir sembol, bir istatistik aracı olarak görüyorsanız ne sanayide ilerleyebilir ne de bilgi toplumu haline gelebilirsiniz.

Görünen o ki ister kamu isterse özel olsun üreticiler veya istihdam yaratan kurumlar her geçen gün daha fazla aradığını bulamamakta, çalışanlar ise aranılan olamamaktadır. Türkiye dünden bugüne yapısal temelleri olan ve sahada giderek etkisini hissettiren bir istihdam problemiyle karşı karşıyayız.

“Millet iş beğenmiyor.”

“Gençler asgari ücretle çalışmak istemiyor.”

“Yarının garantisi yok” şeklindeki serzenişlerinizi duyar gibiyim.

Aslında hepsi bahsettiğimiz yapısal, sistemsel bozukluğun ya da eksikliğin pratikteki yansımaları.

Neye göre tercih

Aileler ve öğrencilerin bölüm tercihlerinde en önemli etkileyicinin ülkenin sosyo-ekonomik durumu ve/veya gelecek beklentisi olduğu söylenebilir.

Nasıl olmasın ki...

2017 itibariyle Türkiye’deki işgücünün %54.3’ü hizmet sektöründe, %19,1’i endüstride yer alıyor. Dolayısıyla katma değere sahip ve sürdürülebilir istihdam meydana getiren alanlarda yeni işgücüne ihtiyaç daha fazla. Buna karşın ülkedeki genç işsizlik oranı 3,8 puanlık artışla %20’e dayanıyor. Burada yükseköğretim mezunu olanlar %32’i oluşturuyor. İlaveten çalışmadığı halde eğitimde olmayan gençlerin oranı da %22,1 seviyesinde.

Öne çıkan bölümler

Bu yılın gözde bölümleri olarak Tıp, Hukuk, Mühendislik (özellikle elektronik, yazılım ve makine mühendisliği), Sosyal Hizmetler, Çocuk Gelişimi, Mütercim-Tercümanlık sayılabilir. Bu bölümlerin ücretli programlarında bile çok yüksek yerleşim oranları var. Adayların olabildiğince iş güvencesi olan bölümlere yöneldiği, “diplomalı işsiz” şeklinde değerlendirilen ve birbirinin benzeri olan bölümlerden uzaklaştığı anlaşılıyor.

Ayrıca yukarıdaki bölümler dışında tercihlerin büyükşehirlerde, daha kurumsallaşmış üniversitelerde yoğunlaştığı görülüyor.

Bir örnek vermek gerekirse İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinin Türkiye’nin dört bir yanına hızla yayıldığı bir süreçte işletme ve iktisat bölümlerinden uzaklaşma dikkat çekici.

Büyükşehir olmayan 30 ilde toplam 30 devlet üniversitesinde iktisat ve işletme bölümünü tercih eden ve yerleşen adayların dağılımı ilginç. Özellikle ikinci öğretim bulunan yerlerde ortaya çıkan veriler üniversitelerin coğrafi yapılanması hakkında yeniden ciddi analizler yapılmasını gerekli kılıyor. Örneğin il merkezlerinde bulunan (büyükşehir olmayan) 30 devlet üniversitesinde iktisat bölümü ikinci öğretim kontenjanı 2548, yerleşen öğrenci sayısı 574 olmuş. Yani yaklaşık %22’si dolmuş. Yine bu 30 üniversite baz alındığında 8’nde sadece 1 öğrenci, ikisinde de hiç yerleşen olmamış. İşletme Bölümü için de benzer bir tablo var. 30 devlet üniversitesinin işletme ikinci öğretimde toplam 2568 kontenjanına yerleşen aday sayısı 360. Burada da %14’lük bir doluluk söz konusu.

Bu tespitler ışığında anaok ulundan başlayarak üniversiteye kadar uzanan eğitim-öğretim yaşamı artık birlikte ele alınmak ve insan kaynağı haritası çıkarılmak mecburiyetindedir.

Yazının devamı...

Kerkük’te referandum yapılacak mı?

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi önce referandum sonra da bağımsız bir devlet kurabilmek için son hamlelerini yapıyor. Bölgesel parlamentoyu toplamak isteyen Barzani, referanduma bu haliyle sıcak bakmayan Goran Hareketini de iknaya çalışıyor.

Kürt yönetiminin diğer bir önceliği 25 Eylül olarak ilan edilen referanduma az bir zaman kala “karar ertelensin” görüşünü zayıflatmak. Bu amaçla ABD başta olmaz üzere Avrupa’da temaslar yürütülüyor ve “Irak’ın toprak bütünlüğü korunacak” iddiası ile kamuoyları rahatlatılmaya çalışılıyor.

Yerel kaynaklardan edinilen bilgiye göre ABD’nin referandumu bir yıl ERTELETMEK istediği ve bunu Barzani’ye ilettiği belirtiliyor. Türkiye ile nasıl bir bağlantısı olduğu da sorgulanıyor. Hatta Türkiye’nin süreci etkileyebilme potansiyeline rağmen sesini neden yükseltmediği sorulan sorular arasında...

Anlaşılan o ki 25 Eylül’de referandum gerçekleşirse çıkacak netice belli...

Nasıl olmasın ki 2003’ten bu yana demografik yapıyı değiştirdiler, tapu kayıtlarıyla oynadılar ve halkı göçe zorlayarak nüfusu adım adım istedikleri seviyeye getirdiler. Böylece Araplar ve Türkmenlerin etki sahaları giderek sınırlandı. Kerkük, Musul ve Telafer ağırlıklı olmak üzere DEAŞ üzerinden yürütülen operasyonlar K.Irak yönetiminin güç alanını pekiştirdi.

Sadece Kerkük’te 2004 nüfusu 750 Bin iken, 12 yıl sonra 1.5 milyon seviyesine ulaştı.

Türkmenlerin kendi içinde bölünmüşlüğü ve askeri anlamda gerekli desteği bulamayışı da demografik değişimde katalizör görevi gördü.

Türkiye’den bakınca...

Gelinen aşamada bu referandumun Türkiye açısından önemi tartışılmaz.

Tartışmaya kalkıldığında ise “Kürtlerin komşunuz olmasında ne gibi bir sakınca var?” şeklinde kullanılan söylemlerin gerek Türkiye’nin güvenliği gerekse Irak’ın toprak bütünlüğü açısından belirleyiciliği yok.

Burada bir devletin kurulması çokça seslendirilen “beka sorununun” tam merkezinde yer alıyor. Ciddi bir kesim açısından hem bir psikolojik eşik hem de bölgesel işbirliği seçeneklerinde yer alma imkanı sunuyor.

Dolayısıyla kuzeyde kurulacak sözde devletin Türkiye’deki ayağının nasıl şekilleneceği ve bu yapının Türkiye’deki etnik temelli çatışma alanına nasıl bir etkisi olabileceği ciddi biçimde sorgulanmalı... Barzani’nin daha önce sözde çözüm süreci ve 16 Nisan referandumunda olduğu gibi iç politikanın parçası haline gelebildiği unutulmamalı.

Kerkük’te petrol savaşı

Geçtiğimiz gün Irak Merkezi Hükümeti, Kerkük’te 5 petrol kuyusuna sahip Kuzey Şirketine Kürt Bölgesel Yönetimi ve Ceyhan hattına akan petrolü durdurması talimatı verdi. Yaklaşık 1 saatlik kesintinin ardından sevkiyat yeniden başladı. Çok açık ki Kerkük’ün referanduma dahil edilmesi ile buradaki enerji kaynakları arasında birebir ilişki söz konusu. Barzani bir yönüyle geniş kesimlere Kerkük’ün zengin kaynaklarını vaat ediyor.

Bakıldığında Irak’ta petrol üretiminin %40’ı ve kanıtlanmış petrol rezervlerinin % 6’sı Kerkük’te.

Türkmenler ve Araplar Kerkük gibi tartışmalı bölgelerde referanduma karşı çıkıyorlar. Ancak “birlikte yönetimin” sağlanması durumunda bazı gruplar kararlarını değiştirebilir. Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihi Kerkük’te referandumun yapılmasına izin vermeyeceklerini daha önce söylemişti. Kerkük’ün Sesi Gazetesi’nden Güngör Yavuzaslan’a göre referandumdan dönülmezse Türkmenler Kerkük’te büyük bir eylem yapabilir.

Bu değerlendirmelere rağmen Barzani yönetimi Kerkük’teki merkezi seçim komisyonunu pasifleştirerek Erbil’den gelecek bir komisyonla silahların gölgesinde bu referandumu yapmak istiyor.

Öyle görülüyor ki önümüzdeki günler çok ısınacak ve Türkmen yurdu Kerkük tartışmaların merkezi olacak.

Yazının devamı...

Doğu Türkistan İslami Hareketi terör listesine mi alındı?

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Çin ziyaretinde mevkidaşı Wang Yi ile görüşmesi sonrası Doğu Türkistan meselesi gündeme geldi. Çinli bakanın açıklamasında “Doğu Türkistan İslami Hareketini TERÖR ÖRGÜTÜ LİSTESİNE aldığınız için teşekkürler” dediği dakikalarda Reuters Haber Ajansı bu açıklamayı “Türkiye...terör örgütü listesine dahil etme kararı aldı” şeklinde paylaştı.

Tabi konu Doğu Türkistan olunca özellikle sosyal medyada giderek yayıldı. İşin aslını öğrenmek için hemen Türk Dışişleri’nin YETKİLİ İSMİNE ulaştım. Meselenin iç yüzü biraz farklı. Ancak iyi anlaşılabilmesi için önce Doğu Türkistan’a etraflıca bakalım.

Türk dünyasının parçası

Doğu Türkistan Çin’in “Sincan Uygur Özerk Bölgesi” adıyla kullandığı, tarihte büyük Türkistan coğrafyasının doğusunda kalan kısımdır. Batıda ise Kazakistan ve Kırgızistan’dan başlayan diğer Türk coğrafyası yer alır. Dolayısıyla “Doğu Türkistan” salt bir coğrafi ayrım dışında tarih, kültür ve dil bütünlüğünü ortaya koyar. Kaşgarlı Mahmud’un yurdu, Kutadgu Bilig’in doğduğu yerdir. Rus General Kuropatkin’in yazdığı Kaşgarya adlı eserde de görüleceği üzere Asya’da Osmanlı Devleti ile alakası olan güçlü bir Türk devletinin varlığı o dönem (1876) Çin ve Rusya’nın işbirliği ile yıkılmıştır.

Doğu Türkistan uzakdoğu ile orta ve yakın doğuyu birleştiren tarihi yolları barındırır. Bu önemli kavşak noktası petrol, uranyum, demir, kömür gibi YER ALTI KAYNAKLARI açısından zengindir.

Turizm beklentisi

Dışişleri Bakanlığının Doğu Türkistan konusu gündeme geldiğinde ortaya koyduğu temel ilkeler Çin’in toprak bütünlüğü, istikrarı, huzur ve güvenliğine saygılı olmak şeklindedir. Ekonomik boyutuna bakıldığında 2016 yılında Çin’e ihracatımız 2.3 milyar dolarken ithalatımız 25.4 milyar dolardır. Ayrıca Çin’in ülkemize 2 milyar doları aşan bir yatırımı var.

Belki de kısa vadede en önemlisi turizm ayağı... Halen Türkiye’ye gelen Çinli turist sayısı 200 bin dolayında... 2018 yılında Çin’de Türkiye Turizm Yılı etkinlikleri kutlanacak. Bakan Çavuşoğlu “Her yıl yurtdışına çıkan 100 milyon turistin 3 milyonunun Türkiye’ye gelmesini bekliyoruz ” diyerek aslında Rusya’dan kaynaklanan olumsuz durumun bu yolla kapatılabileceği yönünde bir beklentiyi de ortaya koymuş oldu.

Nasıl bir diplomasi

Görüldüğü gibi Türkiye açısından Çin’le ilişkiler son derece kırılgan... Bu sebeple Türkiye, Doğu Türkistan meselesinde DEAŞ’a katıldığı belirtilen Uygurlar ile UYGURLARA YURTLUK EDEN YERLERİ ve koskoca bir halkı birbirinden ayırarak ince bir diplomasi yürütmek zorunda. Zira Çin yönetimi bu meseleyi farklı noktalara çekme konusunda hazırlıklıdır.

Örnek vermek gerekirse 2007 yılında bölgede meydana gelen olaylar sebebiyle Çin’in Ankara Büyükelçiliğini aramış ve ilgili diplomattan şu cevabı almıştım: “Biz sizin GÜNEYDOĞU meselenize karışıyor muyuz?” Yine Çin Büyükelçisi’nin katıldığı bir toplantıda kendisine bu konuyu sormuş olmama rağmen oturumu yöneten Müsteşar Yardımcısı cevaplamasına izin vermeyerek oturumu sonlandırmıştı.

Anlayacağınız ilmi olduğu kadar taktiksel adımlar atabilen bir diplomasiye gerek var.

BAŞTAKİ MESELEYE tekrar dönersek, Türkiye tarafında terör örgütüne alma kararı diye bir şey yok. BM’nin 2002 yılındaki kararında Doğu Türkistan İslami Hareketi terör listesine alındığından Türkiye bu kararları mecburen tanıyor ve böyle değerlendiriyor. Açıklamada sanki yeni bir kararmış gibi gündeme getirilmesi ise bahsettiğim gibi Çin’in taktiklerinden birisi...

Yazının devamı...

Türkmenler için geri sayım...

Dün ABD’nin YPG’ye yaptığı silah/mühimmat yardımının görüntüleri kamuoyuna yansıdı. Şu ana kadar 909 TIR hacmine ulaşan yardımlardaki silah, mayın temizleme araçları, tam donanımlı 4x4 jipler ve dahası YPG-PKK terör örgütünün ne ölçüde destek bulduğunu gözler önüne seriyordu.

Doğrusu ABD’nin bu konudaki güvenceleri çoktan güvenilir olmaktan çıktı.

Haziran ayında ABD Savunma Bakanı James Mattis tarafından dönemin Milli Savunma Bakanı Fikri Işık’a yazılan mektupta “YPG’ye verilen silahların düzenli olarak envanterinin gönderileceği ve DEAŞ operasyonlarının ardından geri alınacağı” belirtiliyordu. ABD daha önce de YPG-PKK’nın Menbiç’ten çekileceği taahhütünde bulunmuş hatta sonradan gerçek olmadığı anlaşılan çekilme görüntüleri yayınlamıştı.

Aslında vahim tablonun tam ortasında ÖYLE BİR GERÇEK VAR Kİ terör örgütünün beslendiği cesaret alanını açıkça ortaya koyuyor.

Hemen hatırlayalım o gerçeği…

Açıklamanın sahibi ABD Özel Kuvvetler Komutanı Orgeneral Raymond Thomas.

Geçtiğimiz ay bir düşünce kuruluşunun açılışına katılan Thomas şöyle diyordu:

“Onlar kendilerine resmi olarak YPG diyorlardı ki Türkler, bunun PKK ile aynı olduğunu söylüyor ve “benim terörist düşmanımla muhatap oluyorsunuz” diyerek müttefikliğimizi sorguluyorlar. Biz de bunun üzerine onlara isimlerini değiştirmeleri gerektiğini söyledik. Bir gün sonra adlarının Suriye Demokratik Güçleri olduğunu ilan ettiler. Bu zekiceydi. Onlara itibar sağladı.”

Demek ki neymiş…

Bugün PKK ile bütünleşik olan YPG terör örgütünün ve sonradan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adıyla faaliyetlerine devam etmesinin ARKASINDA ABD varmış. Üstelik müttefikimiz gerçeği böyle açıklarken bir de Türkiye’ye SDG’nin çoğunluğunun Araplardan oluştuğu tesellisinde bulunuyor.

İş bununla da kalmıyor.

Birkaç ay önce Irak’taki Peşmerge Bakanlığı’nın açıklamasına göre öncülüğünü ABD’nin yaptığı bazı ülkelerce sözde devlet üzerinde DÜZENLİ BİR ORDU oluşturuluyor. Şuan 40 Bin’i aşan eğitimli peşmerge sayısının bu yolla 160 Bin’e ulaşması hedefleniyor. Bir de Suriye’nin kuzeyinde sayıları 50 Bini geçen YPG/PKK varlığı söz konusu. Düzenli bir ordu demek tam tamları çalınan Kürt Devletinin hazırlıklarından sadece birisi. Devlet varsa ordu, ordu var ise devlet yolda demektir.

Daha bitmedi…Her fırsatta Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduğunu açıklayan ABD Washington’da “Kürdistan’ın” BİLMEM NESİ konulu bir çok toplantı gerçekleştiriyor. Daha geçen hafta bunlardan birinde hukukçular toprak bütünlüğünün Irak Anayasasında genel geçer kural olmadığına yönelik sunumlar yaptılar. Yani Kuzey’deki sözde devlet hedefine KILIF hazırlıyorlar.

Bir de Barzani’nin haber portalında yer alan doğru yanlış haberler var. Arkalarında duran dış desteğin akademik ya da medyatik yüzlerini “referandum” ve “bağımsızlık” hedefine ortak ediyorlar. Bir kısmı da yönlendirme haberler. En son Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihi’nin yaptığı açıklamaları sanki TÜRKMENLER de referanduma karşı değilmiş gibi verdiler.

Ve Türkmenler şu vahim açıklamayı yapmak zorunda kaldılar.

“Rudaw Tv’ye, Kürt partilerine güvenimiz kalmadı, 1959 Katliamını yaşayabiliriz.”

Gerçekten 1959’da da buna benzer bir süreç vardı. Türkmenler yok sayılıyordu. Neticesinde de katliama uğradılar.

Şimdi Türkiye’ye büyük görev düşüyor. Kaybedilen zaman bir tarafa acil adımlar atılmazsa Türkmenler ezilecek. Silahlı mücadele her zaman masada durması gerekirken aynı zamanda Ankara’da akademisyenler, uzmanlar ve ulusal/uluslararası kuruluşların katılacağı büyük bir toplantı yapılmalı. “Türkmenlerin geleceği” konulu bu toplantıda Türkiye EN ÜST DÜZEYDE temsil edilerek dünyaya gerekli mesaj verilmeli.

Yazının devamı...

Küresel köyün vatandaşları size sesleniyorum...

1990’lı yıllarda gündemimize giren Küreselleşme kavramı ülke ekonomilerini ve milli birliktelikleri tehdit ediyor. Hepimiz giderek birbirine eklemlenen ve acımasız rekabete dayalı büyük bir köyün kentsel görünümlü üyeleri haline geliyoruz.

Belirli tüketim alışkanlıklarımızın nasıl yönlendirildiğini ve hergün defalarca tıkladığımız bilgisayar sistemlerinin her birimizi nasıl kuşattığını bir düşünün...

Afganistan’da su kuyusunun olmadığı yere “Cola” ve benzeri içeceklerin nasıl ulaştığını sorgulayın.

Küreselleşme gerçeği ile hemen yüzleşeceksiniz...

Böyle bakıldığında bugün dev şirketlerin fayda sağladığı, ülkeleri sömürdüğü küreselleşme makinesinin bir emperyalist icat olduğu kanaatine kapılmayın sakın. Soğuk savaş sonrasındaki dengeler bu süreci başlattı ve en zengin 200 kişinin serveti dünyanın yarısının gelirinden fazla artık...

Küreselleşmenin neticeleri öylesine bir üyelik getiriyor ki giriş ve çıkış kararı sizin elinizde değil. Ancak bu küresel sistem içinde mücadelenin yeni yöntemlerini geliştirmek size düşüyor. Özellikle son dönemde dile getirilen “küresel düşünüp yerelde uygulamak” yaklaşımı Mevlana’nın pergeline benziyor. “Bir ayağımızla asla bırakmamız gereken yerde durmak, bir ayağımızla 72 Milleti dolaşmak”...

Hatta kimi araştırmacılar bu tehdidi en aza indirmek için “küresel vatandaşlık” kavramını dile getiriyorlar. Burada insanlığın dikkat edeceği 3 şey var. Güçlü ahlak, şeffaf/kurumsal bir yönetim ve dünyadaki muhataplarımızla derin bağlantılar kurmak...

Yani bizler her gün işe giderken ya da sıradan gördüğümüz yaşamımızda rutin adımlar atarken böyle bir küresel iklimde nefes alıp veriyoruz.

Elbette bizden önce devlet bu tehditle karşı karşıya ve siyasetin çareler üretmesi önemli.

Küresel bir yatırım bankası olan Goldman’ın yöneticilerinden Robert Hormats’a göre politikacılar için oldukça ürkütücü bir durum bu... Çünkü küreselleşmeden fayda sağlamak ve yarattığı depremden korunmak tam bir meydan okuma.

Takdir edersiniz ki böyle bir siyaset kadrosu her ülkeye adaletli dağılmıyor.

Biliyorum...

Bunları irdelerken kendi içimizdeki siyaset yarışı hemen aklımıza geliyor. Oysa o yarışın üyesi olan siyasi partiler de çoğu zaman bu küresel yönlendirmenin etkisinde kalıyor.

Eğer büyük resme bakarsak yeteneklerini kullanıp fayda sağlayanların dışında geniş kesimlerin güvence altına alınmasının birçok ülke gibi bizim de temel sorunumuz olduğunu görürüz. Bunun diğer adı açlık, yoksulluk ve gelir adaletsizliğidir.

Bu konuda ABD ve Lincoln dönemi iyi bir örnektir. Amerika iç savaşının ortasında ulusal kurumların şemsiyesi altında güçlü bir ekonomi ve geniş tabanlı bir orta sınıf meydana getirildi. ABD onun iktidara geldiği 1861’den sonra belki de tarihindeki en büyük reformlar sürecini gerçekleştirdi.

Gelin bu ilkeleri ülkemizi yönetenlerin bilgisine sunalım.

(1) Düşük ve orta gelir gruplarının yukarı hareketliliğini kolaylaştırmak, (2) Ülke ekonomisinin önemini bölgesel meselelerin üzerine çıkarmak, (3) Sağlam devlet kurumları ile ezilenleri ölçülü şekilde desteklemek, (4) Şuanki ulusal durumumuza göre politikalarımızı uyarlamak, (5) Ve belki en önemlisi darbe girişiminin ardından krizi eşsiz bir reform fırsatına çevirmek.

Peki kim yapacak bunu? Kaosun kendisi reformu nasıl gerçekleştirecek?

Yönetenler ve yönetime talip olanlar ne düşünüyor?

İşte ona da siz karar veriyorsunuz...

Yazının devamı...

Tıkanan siyaset ve sandık tiyatrosu

Bizlerin siyaset için ne ifade ettiği ve hayatımızı derinden etkileyen siyasete nasıl yön verebildiğimizi sorgulamak günümüz koşullarında bir gereklilik haline geliyor. Çünkü sosyal meseleler derinleşiyor ve buna çözüm üretmesi gereken siyaset giderek tıkanıyor. Bizler bu tıkanmayı hissediyor ve yön verebilme imkanı bulamadığımız için ancak bize sunulan fotoğraf üzerinden anlık kararlar alabiliyoruz.

Acaba sabahtan akşama kadar konuştuğumuz ve eleştirdiğimiz bu meselelerin neresinde duruyoruz? Bir türlü kopamadığımız siyaset gerçeğinin bizle buluştuğu mecra neresi?

Bu açıdan bakıldığında bizim gibi toplumların siyasetle olan etkileşiminde kurumsallık, çoğulculuk ve fırsat adaleti yoktur. Aslında azınlık bir elit topluluğun istek ve çıkarları daha mühimdir. Bunun için uzağa gitmeye gerek yok partilere şöyle bir bakın. Bir kişinin seçtikleri sonra o kişiyi seçiyor, o da seçim zamanı bize seçmemiz gerekenleri listeliyor.

Oysa bir siyasal-sosyal sistemde bulunan farklı partiler ülkenin doğru istikamete varma hedefine giden farklı yollardan ibarettir. Türkiye’de bu yolları tıkayan bariyerler ve yol kazaları eksik olmaz.

İşte bu yavaşlama anlarında ideolojilerin ülke bekasından üstün hale geldiği, birey mutluluğunun parti taassubuna kurban edildiği ve darbelerin reçete görüldüğü bir toplumsal ruh hali belirir.

Üstelik bu yeni bir durum değil. Siyasal kurumlarını, siyasal kültürünü yenileyemeyen Türk siyasal yaşamı artık bir yol ayrımına giriyor .

Konuyla ilgili filozof Rousseau 1862’de şu sözü söylüyor: “En güçlü olan, gücün kendisi olmazsa ve itaat görev sayılmazsa yeterince güçlü değildir.” Bu anlamda tarihsel olarak bir ülkedeki siyasal kültür (1) Katılımcı, (2) İtaatkar ve (3) Cemaat (grup) bağlılığı şeklinde olabilir. Bazen bunların bir karışımı söz konusudur. Bir yandan siyasi iktidarı belirleyebileceğimizi düşünürken bir yandan ona itaat etmeye hazır olduğumuzu gösterebiliriz. Ya da bir cemaatin güdümüne giren insanlar bir süre sonra ülkenin yurttaşı olmak yerine o grubun bir üyesi kalmayı yeterli görebilir.

Türkiye, çok partili yaşama geçtikten sonra bu üç seçmen davranışını da birlikte görmüştür. Ülke siyasetini değiştirebileceğimize yönelik inanış ise hiçbir zaman çoğunluğun iradesi olmamıştır.

Farklı partilere oy veriyor olmamız da günümüz siyaseti açısından yarış, rekabet ve çoğulculuk gibi kavramları işletmeye yetmiyor. Belki çoğulculuk (farklı düşünce ve eğilimlerin yönetime yansıması ) işlemiyor ama çoğunluğumuz bir tür demokrasi sosuna batırılarak seçimlerde oy kullanan seçmen çoğunluğu haline geliyoruz. Bunun adına da milli irade diyoruz.

Siyasetteki tıkanman ın bir sebebi de buradadır. Gerçekten siyasete yansıyan milletin iradesi mi yoksa güçler savaşında galip gelenler in mi? Yozgat’ın, Kırşehir’in ya da Artvin’in köyündeki vatandaşın oy kullanma kararı alternatifler arasından doğru bir seçim yapmak mı yoksa doğal hele gelen “şuan en iyisi bu” kanaatinin sonucu mu?

Şimdi etrafımızdaki siyasal gelişmelere, ekranlarda izlediğimiz ve duyduğumuz siyasal değerlendirmelere bir de bu gözle bakalım.

Biz sahiden milli irade miyiz?

Yoksa sahnelenen yeni oyunların, yeni güç paylaşımlarının sandık sorumluları mı?

Yazının devamı...

Kavramlar Savaşı ve “Kürdistan” Hedefi

Cemil Meriç her kültürün ve dilin kendisine özgü kavramlarıyla ifade bulmasından söz eder. Bu bahiste sosyal ilişkileri gözeterek “kavramlar dünyasındaki savaşın” önemine vurgu yapar. Yani bireyler, gruplar ve en üstte toplumun kullandığı kavramlar önce onların anlam dünyasına oradan algılarına ve nihayet genel kabullerine etki eder.

Bu süreç bir toplumda bilinçli ve bilinçsiz şekilde gerçekleşir. Milyonlarca insanı istediğiniz görüşe yönlendirmek ve bunu yaparken farklı kesimlerin reaksiyonlarını kontrol etmek sistemli bir algı yönetiminin ürünüdür. Özellikle 2003’ten bu yana Ortadoğu’da operasyonlar yürüten ABD’nin askeri olarak yöneldiği yerleri “özgürlük mücadelesi”, “yaşama hakkının verilmesi” vb. kavramlarla kuşatması geçici/günlük bir algı süreciyle açıklanamaz. Zira büyük bütçeler ayrılmakta, sivil toplum kuruluşları yönlendirilmekte ve sinema gibi araçlar sahaya sürülmektedir.

Bir kavram toplumun direnç merkezlerinden geçerek sosyal ağlar içerisine yerleştiğinde oradan çevreye doğru yönelip toplumun bilinçli/bilinçsizce kullandığı bir doğal durum haline gelir. Belirtilmeli ki o toplumun aydınları böyle bir sürecin dışında kalamaz. Bir kültür diğer bir kültürü etkisi altına almak istediğinde önce o toplumun sınır karakolu olan aydınlarına bulaşır. Onlar ilk ele geçirilmesi gereken direnç unsurlarıdır. Örneğin farklı mecralarda “Rojava”, “Kobani” gibi kavramların rahatlıkla kullanılışı böylesine bir direnç kaybının adım adım gerçekleşmesiyle açıklanabilir.

Bir başka örnek ise bugün Barzani’nin yönettiği yerin adı Türk Dışişleri Bakanlığının resmi açıklamasına göre Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’dir. Türkiye ile ilişkileri gerçekçi bir zeminde ayrıca değerlendirilebilir. Buraya “Kürdistan”, ya da “Güney Kürdistan” demenin manası kuzeyinde “Türkiye Kürdistanı” olan bir sisteme ışık yakmaktır. Bilinçsizce kullananların varlığı bir tarafa topluma yön veren kişilerin bunu bilinçli bir şekilde kullanması gerektiği ortadadır.

İşte terörle mücadele bu yaklaşımdan soyutlanarak yapılırsa yapılan şey aslında bir mücadele değil mevcudu kurtarabilme meselesine dönüşür. Çünkü terörü besleyen iki temel sosyal dinamik vardır. (1) Önde duran insan kaynağının neye inandırıldığı ve (2) Bu kaynağın beslendiği toplumsal sistemin nasıl bir anlamla yoğrulduğudur.

Ülkeyi yönetenler, siyasi parti liderleri, milletvekilleri, topluma yön verenler anlatmak istedikleri kadar kullandıkları kavramlardan da sorumludurlar. “Bunu kastetmedim” şeklinde verilecek cevaplar siyaset dünyamızın alışkanlığı haline gelmemelidir.

Konuyla ilgili olarak TBMM’de yapılan içtüzük değişikliğine değinmek yerinde olur. Değişikliğin katkı sağlayan yönü kadar düşündürücü yanları da vardır. Konuşma sürelerinde yapılan değişiklikler zaten medyada yeterince temsil edilemeyen muhalefet için olumsuzdur.

Gelelim 161. Maddeye…

“Türk Milletinin tarihine ve ortak geçmişine, Anayasanın ilk 4 maddesinde çizilen Anayasal düzene hakaret eden ve söven, Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında idari yapıya aykırı tanımlar yapan” milletvekili geçici çıkarma cezası alacak.

Bu değişikliği bireysel açıdan destekliyorum. Ancak burada vahim bir durum da var.

Düşünebiliyor musunuz? Geçmiş ve gelecek kuşakları da kapsayan Türk Milli İradesini temsil edenlerin bu utanç verici şeyleri yapabileceği öngörülüyor.

Bu utanç vesilesi dün de gerçeğimizdi öyle görülüyor ki yarınlarda da varlığını sürdürecek. Dolayısıyla temsilcilerimizi seçerken özen gösterme vazifemiz bir kat daha önem kazanacak.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.