Bu krizden bir fırsat çıkar mı?
.
Türk dış politikası belki de en kırılgan ve en riskli dönemlerinden birisini yaşıyor. Ebedi müttefikler ya da “asla sırtımızı dönemeyiz ” dediğimiz hasımlar…
Bölgemizde terör, insan hakları ve özgürleşme gibi evrensel kavramlar üzerinden kartlar yeniden karılıyor. Irak ve Suriye’deki gelişmelerle birlikte ikili ve çoklu ittifaklar mesafe tanımaksızın vekaletlerle, maşalarla iş yürüten bir ilişki ağına evriliyor.
Bu süreç Türkiye açısından küresel/bölgesel neticeleri ağır olabilecek tehditlerle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bir yandan ülke içerisinde ihanet ve terör şebekelerinin üzerine gidilirken bir yandan da onların arkasındaki güçlerle sınır ötesinde amansız bir mücadele veriliyor.
Son olarak Körfez ülkeleri arasında cereyan eden gerilim ve KATAR’a yönelik abluka kararı Türkiye’nin bu mücadelesinden ayrı düşünülmemeli. Basra Körfezindeki karşıtlıklar ve Ortadoğu’daki faylardan kaynaklanan kırılma Türk dış politikasına ve ekonomisine etki edebilecek son derece stratejik bir gelişme. Ayrıca ABD Başkanı Trump’ın seyahatinin hemen ardından uygulanan bu karar olası gelişmelere kuşkuyla bakılmasını gerekli kılıyor.
Özellikle 2014’ten itibaren artan ekonomik ilişkilerimiz ve 15 Temmuz darbe girişimine karşı Türkiye’nin yanında duran tavrıyla KATAR, çok önemli bir güç ve sosyolojik etki sahasında bulunuyor. Türkiye’nin Ortadoğu’da en çok iş aldığı 3.ülke ve karşılıklı askeri üs açılmasına imkan tanıyan ortak bir güvenlik algısına sahip. Ülkede önümüzdeki yıllar için planlanan 200’e yakın projenin toplam tutarı 200 milyar dolar ve Türkiye ile dı ticaret hacmi henüz 710 milyon dolar (2016) seviyesinde. Şimdi bu abluka ile ikili dış ticaretin unsurları ve yatırımlarda Türkiye ağırlığı beklenmedik şekilde artabilir.
Dolayısıyla önce (1) krizi doğru saptamak, (2) başarabiliyorsak kendi açımızdan çözmek ve (3) yarar sağlamak durumundayız. Böylesi krizler aynı zamanda ülkeler için biçimlendirici deneyimler ve dönüm noktalarıdır. Durumu her şartta kötü görme ve daha da kötüleştirme eğilimi ise doğru bir yaklaşım değildir. Katar özelindeki gelişmeleri Türkiye içerisindeki güç mücadelesine yönlendirmek yerine bütünsel anlamda bu süreçten nasıl bir fayda elde edileceğini sorgulamak herkes için daha katkı sağlayıcı olabilir.
Şimdi önümüzde iki aşamalı ve iki seçenekli bir yol gözüküyor. Birinci aşamada hızlı biçimde diplomasi kanallarını kullanmak ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi ortak kuruluşları da harekete geçirerek krizin derinleşmesini önlemek. İkinci aşamada Türkiye’nin siyasal/ekonomik çıkarları noktasında denklemin bir parçası haline gelmek. Her ne kadar Kuveyt öne çıkıyor olsa da Türkiye bu duruş ve kararlılığı samimi bir şekilde göstermeli.
Hiç şüphesiz bu yol ayrımını etkileyecek hususlar, İran ile ilişkilerimizden yansıyacak kısa vadeli görünüm ve Suriye’deki gelişmeler olacak. Çünkü Türkiye Katar’la ilişkilerini sürdürme gayesinin yanı sıra daha üst perdede devam eden ABD-PYD ve Rusya-İran-Rejim arasındaki güçler savaşında nasıl bir pozisyon alacağını iyi belirlemek zorunda.
Doğrusu bu tarz bir ikilem karşısında Will Rogers’in şu sözünü hatırlatmak gerekiyor: “Doğru şeritte olsanız bile, orada durup beklerseniz ezilirsiniz.” İşte bu bakımdan Türkiye için doğru yolda bulunmak zorunluluğu kadar önemli olan o yolda ilerlemeyi ve manevra yapabilme yeteneğini koruyabilmek...