Şampiy10
Magazin
Gündem

Necmettin öğretmenden Fırat Çakıroğlu’na...

Terörün hain ve kanlı yüzü can almaya devam ediyor. Bu kez de Şanlıurfa’da görev yapan 23 yaşındaki öğretmenimiz Necmettin Yılmaz’ı toprağa verdik. Necmettin öğretmen memleketi Gümüşhane’ye dönerken Tunceli’de PKK’lı teröristler tarafından şehit edildi. Tıpkı 22 yaşında şehit edilen Aybüke öğretmen gibi o da Türk milletinin yüreği, feryadı oldu.

Ailesinin cenazede “hainleri sevindirmeyeceğiz” diyerek haykırması aslında hepimize bir işaretti.

Birlikte yaşamaya, birlikte inşaya ve birlikte Türkiye olmaya tamam ama terörle müzakere değil sonuna kadar mücadele demekti bu...

Bu mücadelede terörü/teröristi meşru kılacak hukuksal boşluklara izin verilmemeli. Geçen hafta gündeme taşıdığımız “Öcalan posteri asmayı” terör propagandası olmaktan çıkaran yasa önemli bir örnek. Toplumun yoğun tepkisine rağmen söz konusu yasanın gözden geçirilme süreci başlamış değil. Oysa böylesi adımlar mücadelenin kararlılığını ortaya koyan bir potansiyel taşıyor.

Toplumdaki beklenti...

Necmettin Yılmaz’ı son yolculuğuna uğurlarken Tunceli’den anlamlı bir ses yükseldi. “Ne istiyorsunuz? Hayatının baharında 23 yaşındaki öğretmenden ne istediniz? Bu işlediğiniz adi cinayetle siz bu coğrafyada sadece gencecik bir insanı değil insanlığı, vicdanı, haysiyeti, onuru da katlettiniz. Munzur Dağları’nın piri pak suyunu bu adi cinayetle kirletmeye utanmadınız mı?” diyordu.

CHP Tunceli İl Başkanı Ali Rıza Güder’in duygulandıran bu konuşması partisine yönelik olumsuz ve etkili bir algının karşısına yeni bir sosyal konumlanma yaratacak yer ve zamanlamaya sahipti. Zira CHP’nin en çok eleştirildiği hususlardan biri de kimi meselelerde HDP ile yürüttüğü diyalektik ve bunun toplumun bir bölümünde meydana getirdiği güçlü kanaatti. Çok geriye gitmeye gerek yok referandum sürecinde bile evet cephesinin kullandığı en önemli argüman “HDP ve PKK da hayır diyor” şeklindeydi.

Üstelik Güder sıradan bir il başkanı değildi. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun memleketi Tunceli’nin temsilcisiydi. Bu sebeple sözleri geniş kesimlerde yankı buldu. İl Başkanı Güder konuyla ilgili görüşmemizde önemli bir noktaya temas etti. “Burada suni bir korku duvarı var. Bunu yıkmak zorundayız” dedi. Aslında devletin terörle mücadelede sağlamaya çalıştığı bir sosyal yönelim bu…Ve özellikle bölgedeki diğer CHP teşkilatları açısından ciddi bir tespit noktası. Bakalım önümüzdeki dönemde CHP kanadında buna benzer çıkışların olup olmayacağını göreceğiz.

Çakıroğlu bir sembol oldu

20 Şubat 2015 tarihinde Ege Üniversitesi’nde yakın tarihimize ışık tutacak olaylarından birisi yaşandı. O dönem sözde çözüm sürecinden faydalanarak üniversitelerde gücünü artıran PKK terör örgütü (alt yapılanması YDG-H üyeleri) ile ülkücü öğrenciler arasında çıkan olayda 1991 doğumlu Fırat Çakıroğlu şehit oldu. Kimi yerlerde “Karşıt görüşlü öğrenciler arasındaki kavga” şeklinde sunulan bu olay kısa zamanda geniş kesimlerin hassas noktası haline geldi. Öyle ki Fırat Çakıroğlu ismi teröristler ile vatanseverler arasındaki mücadelenin simgesi oldu. Ve nihayet mahkeme dün kararını verdi. Çakıroğlu’nun katili ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Öz cümle: Aybüke, Necmettin, Fırat ve diğerleri... Onlar şehitlerimiz ve hepsi artık Türk milletinin gözbebeği.

Yazının devamı...

15 Temmuz’un tarihsel arka planı

15 Temmuz hain darbe girişiminin temel dayanaklarını, paralel devlet yapılanmalarının nasıl meydana geldiğini ve neler yapılması gerektiğini gazetemizin bugünkü özel ekinde ortaya koymaya çalıştım. Anlaşılıyor ki demokrasi ve sivil siyasetteki boşluk, hukukun gölgelenmesi ve “kutsal devlet” modeli altında gizlenen bir takım hedefler böylesi çağdışı yöntemleri besliyor.

Devletin yönetsel unsuru olan siyasal iktidarın ve onunla ilişkili bürokratik mekanizmanın HUKUK-LİYAKAT-DEMOKRATİK SİYASET zemininin dışına çıkması devlet içerisindeki yapılanmalara alan açıyor.

Gelinen aşamada ülkemizi hak ettiği konuma taşımak adına BATAKLIĞIN kurutulması vazgeçilmez bir hedef olarak karşımızda duruyor.

Ancak Türkiye’nin iç ve dış tehditlerle yüzleşmeye devam edeceğini gösteren tarihsel bir arka planla karşı karşıyayız. Tarihin sunduğu gerçekler ilk ve son olmayacak DIŞ DESTEKLİ, sistematik bir saldırının Türk topraklarına yöneltildiğini işaret ediyor.

Anadolu’da var olma mücadelesi

Anadolu’nun verimli arazileri, doğal kaynakları, geçiş yollarındaki üstünlüğü ve meydana getirdiği medeniyet havzası tarih boyunca paylaşım mücadelelerinin hedefi olmuştur. Her ne kadar Hristiyan-Müslüman karşıtlığı öne çıksa da Türklerin Anadolu’ya hakim olmasından önce de Katolik Batı ile Ortodoks Bizans arasında “Kim hükmedecek?” savaşları yaşanmıştır. Yani bu topraklar üzerindeki emeller yeni olmadığı gibi son da bulmayacaktır.

Bilhassa Türklerin Anadolu’nun kapılarını aralayışı ve Rumeli/Avrupa topraklarına yaklaşması “Batı” bloğunun bin yıllık planlar zincirini gün yüzüne çıkarmıştır. Bu süreçte Batı’nın Anadolu’ya, başka bir ifadeyle bugünkü Türkiye topraklarına yönelik saldırıları iki dönem halinde cereyan etmiştir. 17.Yüzyıla kadar Türklerin Anadolu’ya girmesini ve Avrupa’ya geçerek Hristiyanlara hükmetmesini önlemek; 17.Yüzyıldan bugüne kadar da Türkleri ANADOLU’DAN ÇIKARMAK veya devleti zayıf düşürebilmek için farklı parçalama yöntemlerini hayata geçirmek. Dolayısıyla bir değil farklı görünümde pek çok HAÇLI SEFERİNDEN söz edilebilir.

Son yüzyıla gelindiğinde ise saldırıların temel aracı Anadolu toprakları üzerindeki azınlıklar ve etnik unsurların kaşınması olmuştur. Başta İngiltere, Rusya, Fransa, Yunanistan ve diğerleri BÖL-PARÇALA-YÖNET siyasetinin farklı zamanlarda farklı yüzleri olarak tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır.

Bu açıdan 15 Temmuz’un önünü arkasını irdelerken yalnızca bir çıkar çatışmasına odaklamak BÜYÜK FOTOĞRAFTAN uzak kalmamıza sebep olacaktır.

Askeri olmazsa ekonomik savaş

Atatürk Araştırma Merkezi’nin “Arşiv Belgeleri Işığında Pontus Meselesi ” adlı çalışmasında bugüne ışık tutacak kimi yöntemler dikkat çeker. Örneğin Yunanlılar 1922’de Anadolu’daki Rumların kurtarılması bahanesini dünyaya yaymak isterken savaş malzemelerinin bir yerde toplanmasını istemiş fakat bu amaçla halka yaptığı çağrı süresine uymayarak öncesinde bombardımana başlamıştır. Hedeflenen şey bombalamada Rumların da ölmesini sağlamak ve olayı dünyaya duyurarak KURTARICI ROLÜNE soyunmaktır. Bunu yaparken bugün olduğu gibi Türk coğrafyasında vücut bulan ORDU-MİLLET anlayışı tahrip edilmek istenmiştir. Aynı tarihlerde bir başka hedefleri ise TBMM’nin ekonomik olarak çökertilmesidir. Bu sebeple çalışabilir nüfusa yönelik ciddi faaliyetler yürütülmüştür.

Tüm bunlar göz önüne alındığında 15 Temmuz’u hazırlayan koşulları ve sonrasındaki artçı saldırıları bir bütün halinde irdelemek lazımdır. Özellikle güneyimizde inşa edilmek istenen sözde devlete ve KKTC’ye yönelik OYUN PLANLARI bu fotoğraftan ayrı düşünülemez.

Yazının devamı...

Türkiye’de toplumsal dönüşüm ve Adalet Yürüyüşü

Pazar günü sona eren “Adalet Yürüyüşü”nün siyasal sistemimiz açısından sebep ve sonuçlarını tahlil edebilmek için öncelikle ülkemizde yaşanan TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜ ve bunun kitlesel hareketler üzerindeki olası etkilerini irdelemek gerekiyor. Herşeyden önce organizasyonun kavgasız, gürültüsüz bir süreçle neticelenmesi ülkedeki DEMOKRASİ ikliminin normalleşmesi açısından bir katkı olarak değerlendirilmeli.

Yürüyüşü doğuran saikler kadar önemli olan husus ise iti ci unsurların nasıl bir siyasal/sosyal dönüşümden beslendiği.. .

Zira 15 Temmuz DARBE GİRİŞİMİ ve sonrasında medyana gelen olaylar/aksaklıklar/adaletsizlikler dünden daha farklı bir birey ve onunla örülen başka bir toplumsal kurguyu işaret ediyor. Bunu iyi tahlil edemeyen siyasal partilerin birer ihtiyaç olmaktan uzaklaşacağını tahmin etmek zor değil.

Geçmişten günümüze toplumsal hareketlerin, kitlesel eylemlerin başlangıçta olmasa bile bir süre sonra belli bir bilinç dışılıkla gelişim kazandığı gözlenir. İşçi sınıfından orta sınıfa, merkezi ve katı hiyerarşik düzenden benzer düşünen BENZEMEYENLERİN birlikteliğine doğru bir evrilmedir bu aslında…

Bunun öncü sinyalleri için referandum oylarındaki BİLİNÇLİ/BİLİNÇ DIŞI BİRLİKTELİKLERİN dağılımına bakılabilir.

Bir dayanak noktası olarak Le Bon’un 1895’te yayımladığı “The Crowd ” adlı eserinde fikirlerin, duyguların ve inançların geniş insan kitlelerinde nasıl yayıldığı ortaya konulur. Ne ifade ettiklerinden bağımsız olarak semboller, söz ve kavramlar kalabalıklarda çağrıştırdığı anlam ve kabul ölçüsünde yayılır. Bu kabul çizgisini iyi koklayan, hisseden ve SUNABİLEN SİYASETÇİLER kitlelere yön verebilmeyi, kendi siyasal mecralarına konumlamayı başarabiliyor.

Çünkü ağır yaşam koşulları ve işbölümü günümüz toplumunu karmaşık bağımlılıklara iterken devlet sistemlerindeki tıkanıklıklar bireyleri kitleselliğe yöneltiyor. Konumunu kaybeden insanlar/memnuniyetsizler büyüyor ve İMKANSIZ DENİLEN GRUPLAR bir takım ortak değerlerle bir araya gelebiliyor. Pazar günü tamamlanan yürüyüşte adalet kavramının büyüsü kendisini hissettirse de gelecekteki bilinçli/bilinç dışı benzemeyenlerin olası birlikteliği siyaset sosyolojisi bakımından ciddi bir inceleme alanı meydana getiriyor

Gelinen aşamada artık gelir dağılımı, servetin paylaşımı, maaşların seviyesi vb konuların kapitalist sistemin yoğurduğu toplum için yeni bir dünya görüşünü beraberinde getirdiği görülüyor.

Diğer yandan modern toplumu anlatan toplumsal hareketler sadece devlet sistemindeki aksaklık ve bireylerin konum kaybıyla açıklanamaz. Klaus Eder yeni dönem toplumsal hareketlerin içinde kültürel değişimi de barındıran kimi emareler olduğundan söz ediyor. Bu haliyle bireyler yaşam tarzları, değerleri ve kimlikleri üzerine kendilerini ifade edebildikleri bir KOLEKTİF EYLEM RUHU kazanıyor.

Böylelikle devlet sisteminin dışında kalan ya da böyle bir algı oluşturan SİYASAL PARTİLER bu toplumsal birleşmeyi siyasal yarışa eklemleyebiliyor.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gerçekleştirdiği Adalet Yürüyüşü belki de CHP’nin yakın tarihte sosyal ağlara ulaşabildiği EN ETKİLİ ADIM olarak karşımızda duruyor. Buna rağmen eleştirilecek yanları bulunuyor. Örneğin Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının 10.maddesindeki “Türkiye coğrafyasındaki tüm halklara, tüm kimliklere kardeşçe….yaklaşan bir dış politikaya dönüş yapmalıdır. ” cümlesinde Barzani’nin sözde Kürt Devleti hedefi nasıl bir muhtevaya sahip? Ya da 9. Maddede antidemokratik uygulamaların gerekçesi gösterilen “eşit yurttaşlık ” kavramı anayasada nasıl vücut bulacak?

İşte bu adımın sınanması için TEK GEÇERLİ YOL demokratik bir seçim yarışından başkası değil. Ülkedeki tüm siyasi paydaşlar buna hazırlanmalı ve bunun dışındaki her yöntem elimizin tersiyle itilmeli.

Yazının devamı...

Öcalan posteri asmak ‘ifade özgürlüğü’ öyle mi?

Birkaç gün önce bazı haber sitelerinde “Öcalan posteri ifade özgürlüğüdür.” başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde bu cümleyi vurgulayan bir mahkeme kararından söz ediliyordu. İddia edilen karar Diyarbakır Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’ne aitti.

Haberi okuyunca sosyal medya hesaplarımdan doğruluğunun araştırılmasını, eğer doğruysa temyiz edilmesini değilse kamuoyuna gerçeğin açıklanmasını önerdim.

Öyle ya...

Neredeyse her gün şehit haberlerinin/bombalı saldırıların geldiği, yüreğimizin yandığı günlerde böylesi kararların alınması ne şehit yakınları ne de toplum vicdanı açısından kabul edilebilir değil.

Elbette olayın hukuki ve teknik boyutu var.

Bu sebeple Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı ile görüştüm. Ciddi bir tahkikat yapıldı. Başsavcılığın nazik üslubu ve ilgisi önemliydi. Haberin asıl kaynağı Diyarbakır’da bir haber ajansıydı. Siteler bu haberi aslında oradan almışlardı.

İşin arka planında ise şu gerçek ortaya çıktı. Böyle bir karar gerçekten var. Ancak yeni alınmış bir karar değil. Haberde konu edilen mahkeme kararı 06/12/2016 tarihine ait.

Kararın özü şu: 31 Temmuz 2016’da Diyarbakır’da yapılan “Darbeye Hayır Demokrasi Hemen Şimdi” isimli miting dağılmaya başladığında bir grup, PKK/KCK TERÖR ÖRGÜTÜ ELEBAŞISI Öcalan’ın resmini sallıyor ve emniyet görevlileri tarafından yakalanıyor. İçlerinde 1999 doğumlu birisi bulunuyor. Propaganda suçu anlaşıldığından Terörle Mücadele Kanununun ilgili maddeleri gereği cezalandırılması yönünde kamu davası açılıyor. Cumhuriyet savcılığı mütaalasında Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 2015 tarihli ilamına dayanarak “Çocuğun poster taşıma eyleminde cebir şiddet ve tehdit içeren eylemleri meşru gösterecek övecek nitelikte başkaca davranışlarının bulunmadığından terör örgütü propagandası yapma suçundan beraatini ” istiyor.

Mahkeme incelemesinde Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 2015/2742-2316 esas ve karar sayılı kararını emsal alıyor. O kararın özeti de şöyle. Nevruz etkinlikleri sırasında araç camından dışarıya sarkarak terör örgütü lehine sloganlar atan bir kişinin propaganda suçundan aldığı mahkumiyet hükmü “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek, teşvik edecek nitelikte olmadığı ” gerekçesiyle ifade özgürlüğü sayılıp karar bozuluyor.

Yargıtay’ın bu eylemi ifade özgürlüğü saymasının sebebi 2013’te Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan bir değişiklik. Hatırlarsanız sözde çözüm sürecinin olduğu dönem. Değişikliğin gerekçesi ise kanunların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uyumlu hale getirilmesi.

Böylelikle ister bir çocuk ister bir yetişkin tarafından işlensin terör örgütü propagandası yapmak suçu ancak cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri meşru gösterdiği veya övüp, teşvik ettiği tespit edildiğinde gerçekleşmiş oluyor. Ama sadece terörist başının resmini asınca olmuyor.

Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi de işte bu temel dayanaklarla “ifade özgürlüğü” sayıp çocuğun beraatine karar veriyor.

Şimdi asıl mesele veya soru şudur:

Madem ki terör örgütleriyle amansız bir mücadele veriliyor ve hatta idam cezası geri getirilmek isteniyor; o halde mahkemenin kendi kararında TERÖR ÖRGÜTÜ ELEBAŞISI dediği birisinin posterini asmanın ya da taşımanın “ifade özgürlüğü”ne sokulmasını nasıl değerlendireceğiz?

Yoksa farkında değil miyiz?

Bu karar PKK-YPG ortaklığının unsurlarından biri olan Öcalan’ın uluslararası anlamda meşruiyet arayışlarına su taşıyor.

Lütfen olanları ve olabilecekleri iyi sorgulayın.

Yazının devamı...

‘Referanduma dur denilmezse artık Türkmen diye bir şey yok’

Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin Kerkük’ü oldu bittiyle kendilerine katmak istediğini söyleyen Irak Türkmen Cephesi Başkanı Salihi: “Referanduma dur denilmezse artık Türkmen diye bir şey yok. Irak Türkmenlerinin huzura kavuşması Kerkük caddelerinden başlar”

Geçtiğimiz gün Irak’ın petrol rezervinin yarısına yakınını barındıran Kerkük’ün Erbil girişinden bir foto kamuoyuna yansıdı. Basında fazla yer bulmasa da Türkmen şehri Kerkük’e dev bir Peşmerge heykeli dikiliyordu. Mart ayında Kerkük İl Meclisi’nin kararı ile kamu kurumlarına Kürt Bölgesel Yönetimi bayrağının asılması ve bunun Irak parlamentosunun karşı duruşuna rağmen uygulanması 4 Nisan’daki Kerkük’ün referanduma dahil edilme kararının adeta habercisi oldu. Zaten 7 Haziran’da Barzani tarafından 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu yapılacağı duyuruldu. Türkiye tüm bu kararlara karşı olduğunu açıklasa da sürecin ilerleyişi durdurulamadı. Gelinen aşamada son dönemde Türkiye ile yoğun diplomasi trafiği yaşayan Barzani ve Kürt Bölgesi için artık bağımsızlık hedefinin hiç de uzak görülmediği söylenebilir.

Hiç şüphesiz bu kaotik süreçte Türkiye’yi de yakından ilgilendiren konuların başında Türkmenler geliyor. Bölgedeki Türkmenler bir varlık yokluk mücadelesi verirken Türkiye’nin omuzlarında tarihi bir sorumluluk duruyor. Özellikle Türkiye’de sosyal medyada yankı uyandıran heykel olayından sonra Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihi ile görüştük. Son olayları, Referandumu, PKK’nın varlığını, Kerkük’teki güncel demografik durumu ve Türkiye’den beklentilerini sorduk. İşte Salihi’nin çok özel açıklamaları:

‘Bağdat bunu reddediyor’

“Kerkük’ün referanduma katılması konusu hayati bir önem taşıyor. Kürtler bir oldu bittiyle Kerkük’ü kendilerine katmak istiyorlar. Üzülerek ifade edeyim ki bunun önlemini önceden almalıydık. 100 yıllık bir süreçte terk edilen bir Kerkük var. 100 yıldır bağırdık çağırdık ama sesimizi duyuramadık. Bir gün içerisinde hem bizim hem Ankara tarafından bu gidişi durdurmak nasıl mümkün olacak bilinmez! Ancak Kerkük’ün yasal olarak referanduma katılması mümkün değil. Bir defa anayasaya aykırı... Kürt parlamentosundan bir yasa çıkmamıştır. Mutlaka parlamento kararı gerekir bu konuda. Demek ki bu karar iki partinin kararıdır. Bununla ayrı bir Kürt devleti için Bağdat’a baskı aracı olarak kullanılıyor.

Demografiyi değiştirdiler

Bağdat hükümetinden bugün aldığımız bilgiler bu yönde bize müspettir. Bağdat bunu reddediyor. Komşu ülkeler reddediyor. Bizim bu hususta şartımız tabi ki sonuna kadar Kerkük’tür. Referanduma dur denilmezse artık Türkmen diye bir şey yok.”

“Irak Türkmenlerinin huzura kavuşması Kerkük caddelerinden başlar. Kerkük’ün nüfusu 2003’ten 1 ay önce 850 bin civarındaydı. Bunun aşağı yukarı 400 bine yakını Türkmenlerden oluşuyordu. Diğer yarısı Kürtler ve Araplardan oluşuyordu.

Bugün ise son nüfus kayıtlarında 1 milyon 600 bin civarında olan nüfusun yarısı Kürtlerden diğer yarısı Türkmen ve Araplardan oluşuyor. Türkmenlerden göç edenler artıyor. Bugünlerde çetelerin ve kaçırılma olaylarının artması sebebiyle önemli bir kısmı Türkiye’ye gitmektedir.”

‘Biz yıkılırsak başarırlar’

“Kerkük’ün demografi değişimi 1927-1930’larda petrol keşfedildikten sonra Kürt akımı başlamıştır. 2003’ten sonra ise en etkili nüfus değişiklikleri yapılmıştır.

Herkese söylüyoruz HEYKELLERLE falan Kerkük değiştirilemez. Ama Irak Türkmenlerinin acilen kalkınması, ayakları üzerinde durması sağlanmazsa yani biz ayakta kalmayı başaramazsak Kerkük bir oldu bittiyle başka bölgelere ilhak edilir. Gerçekten çok daha zor günlerin bizi beklediğini söylüyoruz ve göreceğiz.”

‘YPG’nin, Müslim’in ne işi var?’

“Kerkük’te bir başka tehlike olan PKK varlığı son 2 yıl içinde ciddi miktarda arttırılmıştı. Biz bunu defalarca söyledik. Irak hükümetinin de bu hususta bir suçu vardır. Ayrıca İran ve Talabani’nin partisi KYB de aynı suça sahiptir. Kerkük ve Tuzhurmatu’da PKK karargahlarına müsaade etmeleri büyük bir tablonun gösterimidir. Ne yazık ki bu tabloda Ankara uzak kaldı. Sadece Kerkük üzerinde değil Ankara Amirli Diyala ve Tuzhurmatu gibi bölgelerden de uzak kaldı. Üstelik biz bunları söylediğimiz zaman suçlandık. Bize türlü türlü suçlar isnat edildi Ankara’dan bazı yetkililerden... Ama biz milli varlığımızı ispat etmek için bazı adımları istedik, ne yazık ki olmadı. YPG’nin Kerkük’te ne işi var. Benim dışımda Salih Müslim’in Kerkük ziyaretini kınayan olmadı.”

‘Tahran-Ankara-Bağdat mutabakatı gerek’

PKK’nın Kerkük bölgesinden uzanacak şeritin üzerinden Telafer ve Sincar gibi bölgelere de gitmeleri öyle sıradan bir olay değildir. Çok ciddi bir sorundur. Bunu çözmek için mutlaka Ankara, Tahran ve Bağdat mutabakatı gerekir. İran’ın da bir PKK sorunu vardır. Onlar da bu süreçten mutlaka etkilenecektir. Özellikle Irak’ta KYB’lilerin de buna fırsat vermeyeceğini düşünüyorum.

Yazının devamı...

Eğer bu iddia doğruysa...

Suriye’de iç savaşın başladığı 2011 yılından bu yana Türk dış politikasının belirleyici unsuru Ortadoğu ve özellikle de Suriye’de, Irak’taki gelişmeler oldu. Bu durum kimi zaman iç siyasetin sebep ve sonuçları şeklinde karşımıza çıktı. “Fırat’ın Batısı”, “Şam’da bayram namazı” gibi yaklaşımlar meseleyi daha kaotik ve sembolik bir mecraya taşıdı.

Ancak DEAŞ’ın eylem ve propaganda alanının meşruiyeti YALNIZCA IRAK ve SURİYE ile sınırlı değil. Bölgede toprak kayıpları %60’ı geçmiş olsa da batıda süregelen İslam KARŞITLIĞI ve kimi ülkelerin YOKSULLUK/gelir adaletsizliği DEAŞ yöneliminin dayanakları haline geliyor. Özellikle internet ağındaki propaganda gücü birçok ülkenin katı yasaklarını aşarak istediği insan kaynağına ulaşmasını sağlıyor. “Yabancı terörist savaşçılar” şeklinde tanımlanan 50 Bine yakın insan geldikleri 100’den fazla ülke için tehdit oluşturuyor.

Dolayısıyla DEAŞ ve Rakka sonrası meydana gelecek kırılma ve dalgalanmalar Avrasya coğrafyasını bütünüyle ilgilendiriyor. Bu bütünsellik odak noktası Orta Asya’yı öne çıkarıyor.

DEAŞ ihraç mı ediliyor?

İddianın sahibi Bağımsız Devletler Topluluğu Anti-Terörizm Merkezi Başkanı General Andrey Novikov… Novikov’a göre Suriye ve Irak’ta etki sınırlarını daraltan DEAŞ, Orta Asya merkezli yeni bir savaş alanı meydana getirmeye çalışıyor. DEAŞ’ın bu yeni etki alanında Afganistan’ın kuzeyinde nüfuzunu artırmak istediği ve özellikle Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Çin’in batısını (Doğu Türkistan) çevreleyen sınırlar arasında eylem kabiliyetini artırmayı hedeflediği ileri sürülüyor.

İşin daha ilginç tarafı Global Research’ta Stephen Lendman imzasıyla yayınlanan “ABD Orta Asya’ya DEAŞ İhraç Ediyor” başlıklı yazıda bu yönelimin arkasında bizzat ABD’nin olduğu ifade ediliyor. Başka bir makalede ise yine ABD ve YPG eliyle bazı üst düzey yabancı terörist savaşçıların transfer edildiği bilgisi yer alıyor. Elbette kanıtlanmaya muhtaç gözüküyor. Eğer böyleyse soğuk savaş sonrası doğu-batı bloğunda yeni güç mücadelesinde DEAŞ kozu daha etkili şekilde harekete geçirilebilir.

Bu iddianın başka bir yerinde Rusya’nın yeniden yayılma hedefleri de sorgulanmalı. Zira yangın çıktığında gerek duyulan itfaiyecinin ABD değil de Rusya’nın olmak isteyeceği çok açık. Muhakkak ki bu süreç Rusya açısından büyük bir risk. İslam ile diyalektiğini belli bir dengede tutmayı başaramazsa sadece Orta Asya değil, kendi toprakları da bu radikalleşmenin kıskacında kalabilir.

Ayrıca Afganistan’ın Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve İran’la sınır komşusu olması terörizmin acı ve kanlı yüzünü Şanghay İşbirliği’nin çevrelediği ülkelere sürükleyebilmesine imkan tanıyor. Rusya Federal Servisinden Alexander Bortkinov Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinden DEAŞ’a olan katılımın 7 bini bulduğunu (2016 itibariyle) ve tehdidin giderek arttığı söyleyerek uyarmıştı. Uluslararası Kriz Grubunun raporuna göre geçen yıl sonunda yaklaşık olarak Tacikistan’dan 1300, Özbekistan’dan 1500, Türkmenistan’dan 400, Kazakistan’dan 400 ve Kırgızistan’dan 500 kadar yabancı terörist savaşçı bölgede bulunuyordu. İsmini açıklamak istemeyen bir yetkili buradan Orta Asya’ya geri dönenlerin oranının üçte bire yaklaştığını belirtiyor.

O halde Türkiye ivedilikle bu konuyu gündemine almak ve ilgili ülkelerle işbirliğine yönelmek zorunda. Çünkü yangın çıkarsa Türkiye’nin omuzlarındaki sorumluluk daha da ağırlaşacak.

Yazının devamı...

DEAŞ tehdidinde ikinci dalga...

Bayramın hemen öncesinde kamuoyuna yansıyan bir haber dikkatinizi çekmiş olmalı...

Hatırlamak gerekirse Suriye’deki çatışmasızlık bölgelerine Kazakistan ve Kırgızistan’ın asker göndereceğine yönelik bir iddia yer alıyordu. Bu konuya çok önce dikkat çekmiştik. Hatta Rusya henüz bölgenin dışındayken katıldığımız bir programda “IŞİD dalgasının ikinci hedef alanı Orta Asya olacak ve Rusya müdahale edecek” diyerek uyarmıştık. Zira Orta Asyalı radikal gruplar bugün DEAŞ’ı ortaya çıkaran insan kaynağına özellikle Afganistan ve Suriye’de katılmaya başlamıştı. O günlerde ortak tehdit alanında bulunan Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan bu süreci kaygılı bir eksende konuşmayı sürdürüyordu.

Bölgenin “demir yumruk” ülkesi olarak bilinen Özbekistan, başka saikler olsa da bu güvenlik açığına karşı sert tedbirler uygulamaktan kaçınmıyordu. Üstelik bu girişimlerden birisi karşısında BM’de kullandığımız oyun rengi dost Özbekistan’la ilişkilerimizde derin yaralar açmıştı.

Elbette ne Orta Asyalı ülkeler ne de bölgeyi kendi güvenliğinin kildi gören Rusya bu duruma sessiz kalmayacaktı.

Asırlar ötesine dayanan hedefleri bir tarafa Rusya’nın 2015’te bölgeye gelişi, Astana zirvesinin oluşumu ve sahayı birinci elden kontrol altına alma isteği Avrasya’nın merkezinde DEAŞ vb ağların engellenmesinin de bir gereği olarak kabul ediliyordu.

Peki Orta Asyalı ülkelerin Suriye’deki varlığı asker açıdan ete kemiğe bürünürse ne olur?

İşte bu sorunun cevabı dünyanın yeni savaş alanının nereye kaydırılmak istendiğinin de bir işareti. 1900’lü yılların başında Mackinder’in ortaya koyduğu “Kara Hakimiyet Teorisi”nden bu yana söz konusu bölge önemini koruyor. Bu ve benzeri yaklaşımlara göre dünyaya hakim olmak isteyenin Avrasya’nın merkezine uzak kalması mümkün değil. Soğuk savaş boyunda SSCB yönetim düşüncesinin ve sonrasında dünyanın farklı merkezlerinde oluşturulan politikaların jeopolitik ağırlığı bölgedeki enerji kaynaklarıyla ilgili.

Dolayısıyla enerji ve kaynak mücadelesinde Ortadoğu ile eklemlenmeye çalışılan bir Orta Asya söz konusu...

Kazaklar inisiyatif almaya devam ediyor

Başkent Astana’daki temaslarımız sırasında Kazakistan Dışişleri Bakanı Kayrat Abdurahmanov ile bir görüşmemiz oldu. Suriye’ye asker göndermeyeceklerini bir gün önce açıklamıştı... Yukarıdaki detaylar da Kazak Bakanın gerekçeleriyle uyumluydu. Astana görüşmelerinin 4-5 Temmuz’da devam edeceğini ifade etti. Sayın Abdurahmanov’a çok önemli bulduğum başka bir konuyu da sordum. Avrasya’nın kilit ülkelerinden Özbekistan Türk Konseyi adlı kuruluşa üye olacak mıydı? Türkiye ile ilişkileri nasıl bir seyir izleyecekti?

Kazakistan lideri Nazarbayev ile Türkiye’deki görüşmemizde bizzat bana yönelerek söylediği “kardeşim artık Türkiye- Özbekistan arasının düzelme vakti geldi. Bunu acilen başarmalıyız” sözleri Rusya krizinde olduğu gibi bu konuda da Kazakistan’ın neler yapabileceğini ortaya koyuyordu. Bakan Abdurrahmanov, yakın gelecek için çok iyimserdi. Kültürel alanda bazı temas ve ortaklıkların olduğunu belirtti. Özbekistan’daki yeni yönetimin kendi iç süreçlerini tamamlamasının ardından Türk Dünyasının çatı kuruluşuna üye olacağını vurguladı. 2018 imkansız gözükmüyor.

Her şeyden önemlisi yukarıdaki tehditleri bertaraf etmek için Türk Dünyasının birlikte hareket etme imkanı gelecekte çok değerli olacak.

Yazının devamı...

Bozkırda yeşeren başarı öyküsü…

25 yıl gibi kısa bir zamanda büyük işler başaran Kazakistan uluslararası arenada önemli işlere imza atıyor. Kazakistan artık sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da yakından takip ettiği bir ülke haline geliyor. Ülkenin bu ilerleyişinde Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in büyük payı bulunuyor.

Avrasya Medya Forumuna katılmak üzere Kazakistan’dayız… Ülkenin önemli isimlerinden Dariga Nazarbayev düzenliyor bu etkinliği. Dünyanın farklı yerlerinden 300’den fazla basın mensubu dünyanın meselelerini konuşuyor. Dariga Hanım bir Türkiye dostu ayak üstü görüşürken “Türkiye bizim en önemli ortaklarımızda, zor zamanlarımızda bizim yanımızda oldu” diyor. Bilmeyenler için Türkiye-Rusya uçak krizinde de aracılık rolünü bizzat Kazakistan’ın Devlet Başkanı Nazarbayev yerine getirmişti.

Kazakistan artık sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da yakından takip ettiği bir ülke haline geliyor.

2 milyon 727 bin kilometrekare yüzölçümü ile dünyanın dokuzuncu toprak büyüklüğüne sahip ülkesi.

Hunlardan, Sakalar’a, Göktürklerden, Karahanlılara kadar pek çok medeniyetin köklü destanı bu topraklarda hüküm sürüyor.

”Ata toprakları” denmesini haklı çıkaracak nice eserler günümüze ışık tutuyor. Kazakistan’ın simgesi haline gelen ve altın parçalarıyla örülmüş kıyafeti ile bir Hakan olduğu anlaşılan “Altın Elbiseli Adam” buluntusu tarihimizi M.Ö.500 yıllarına götürüyor.

Cesur, gözü pek anlamındaki Kazak sözünün Türkiye’de “Kazak erkek” şeklinde de kullanımı tesadüf değil. Sert mizaçlı ve yeri geldiğinde zor insanlar Kazaklar…

Türkçe ve Kazakça birbirine uzak değil

Buna rağmen konukseverlikleri, dilleri ve kültürleriyle Türk Dil ailesinin vazgeçilmez parçası onlar. Konuk ettiklerinin uzun süre kalabilmesi için sofraya en son getirilen “Beş Parmak” yemeği gerçekten beş parmağınızla yediğinizde başka bir makbul oluyor. Koyun ve at etinden yapılabilen üzerinde ince hamur parçaları bulunan beş parmak önünüze gelmediyse henüz misafirliğiniz bitmemiş demektir. Dillerimiz de uzak değil. Türkçe ve Kazakça bilen bir kişinin 200 milyona yakın insanla anlaşabileceği söyleniyor. Böyle bir potansiyel Türkiye’nin medeniyet havzasının nerelere kadar gidebileceğinin işareti.

100’den fazla topluluk yaşıyor

Kazakistan aynı zamanda 100’den fazla etnik topluluğu barındırıyor. Bunca etnik guruba karşın ekonomideki ilerleme ve siyasi istikrar Kazakların barış ve huzurlu yaşaması için bir motivasyon aracı oluyor. Hızla ilerleyen Kazakistan’da yer altında da muazzam bir enerji zenginliğini var. 120’nin üzerinde mineralden bahsediliyor. Petrol, doğalgaz, çinko, bakır, uranyum ve diğerleri… Bize biraz garip gelebilir ama benzinin litre fiyatı 1.6 TL düzeyinde. Nüfusu 18 milyon ve kişi başına milli geliri 12 bin dolar. Kazakların nüfusa oranı 1991’de yüzde 40’larda iken bugün yüzde 65’i geçmiş durumda. Rusça’nın hala etkinliği koruduğu ülkede Kazakça konuşma oranı giderek artıyor. Bir de Türkiye’den gelen birisi Kazakça konuştuğunda inanılmaz mutlu oluyorlar. Astana’da kurulu olan Yunus Emre Enstitüsü'nün sorumlusu Almagül İsina’nın söylediğine göre yüzden fazla kişi Türkçe kursuna gidiyor. Sırada ise 400’den fazla başvuru varmış. Şimdilerde başka ülkelerin diplomatları da Türkçe öğrenme sırasındaymış. İsveç’in Kazakistan Büyükelçisi bunlardan sadece birisi. Kazakistan’dakiler Türkçe yeterlilik sınavına giren adaylar arasında ilk üç sıradalar. Enstitü aracılığıyla her ay Türk filmleri gösteriliyor. 2005 yılında Kazakistan’ın “Habar” kanalında gösterilen Kenan İmirzalıoğlu’nun oynadığı “Deli Yürek” dizisinden sonra Türk dizileri ilk sıralarda yer alıyor. Kurtlar Vadisi, Muhteşem Yüzyıl, Yaprak Dökümü, Diriliş ve bir çoğu Türkiye’ye olan ilgiyi artırıyor. Tarkan müzik konusunda tartışmasız hala yerini koruyor.

Cumhurbaşkanı Nazarbayev, Atatürk hayranı

Vaktiyle SSCB’nin en önemli kaynak sağlayıcısı olan Kazakistan bu birliğin kimi kalıntılarını da topraklarında bulunduruyor. Bunlardan en önemlisi Baykonur Uzay Üssü… Şimdi ise kendi uzay üslerini yapıyorlar.

25 yıl gibi kısa bir zamanda önemli işler başaran Kazakistan uluslararası arenada önemli işlere imza atıyor. Şanghay İşbirliği Örgütü'nün kurucuları arasında yer alan Kazaklar, AGİT Dönem Başkanlığı, İslam İşbirliği Dönem Başkanlığı gibi organizasyonlarda başarılı görevler üstleniyor.

Ülkenin bu ilerleyişinde Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in büyük payı bulunuyor. Türkiye’ye özel bir önem veren Nazarbayev 15 Temmuz sonrası Türkiye’yi ziyaret eden ilk devlet başkanı olmuştu. "Aksakal" unvanı ile bilgeliğini kanıtlayan Nazarbayev, özellikle bir Atatürk hayranı. Başkentin en merkezi yerinde Atatürk anıtı yaptırarak açılışına bizzat kendisi katılmış.

Astana EXPO 2017'ye ev sahipliği yapıyor

Bugünlerde tarihinin en büyük uluslararası etkinliğine ev sahipliği yapıyor.

Başkent Astana’da gerçekleşmekte olan EXPO 2017… Bir çok eleştiriler yapılsa da meydana gelen işin büyüklüğü bu inisiyatifin ülkenin vizyonu ve tanıtımı açısından bir dönem noktası olduğunu kanıtlıyor. EXPO alanındaki inşaatların çevre düzenlemesinin yüzde 50’den fazlasını Türk firmaları üstlenmiş.

2 milyar dolar'dan fazla yatırımın yapıldığı fuar kapsamında yükselen oteller ve iş merkezleri ekonomiye de canlılık kazandırıyor. Organizasyonun açılışına 17 ülkeden devlet ve hükümet başkanı düzeyinde katılım olmuş. Türkiye’den henüz hükümet düzeyinde bir katılım bulunmuyor.

EXPO çerçevesinde 5 milyon kişinin ziyaret etmesi hedefleniyor. Bilet fiyatları hafta sonu 7 bin Tenge yani yaklaşık

75 TL…

Eylül sonuna kadar açık kalacak fuarda Türkiye’nin pavilyonu büyük ilgi görüyor. 970 metre karelik alanı ile 115 ülke arasında 8'inci sırada. “Sürdürülebilir enerji için küresel sinerji”, “Barış için paylaş” ve Mevlana’nın “Gel ne olursan yine gel” sözü verilen üç önemli mesaj. Semazenler animasyonda tekrar tekrar veriliyor. Yerlerde Türkiye’den getirilen maden örnekleri ve yürütülen boru hatları görsel olarak yerleştirilmiş. Piri Reis haritası üç boyutlu animasyon ile konuklara sunuluyor. Özellikle Türk dizilerinin ardından bu tip şeyler büyük ilgi uyandırıyor. Türkiye’nin Ticaret Müşaviri ve EXPO Komiser Yardımcısı Sertaç Güner alanı gezdirirken pek çok Kazak misafirin “Hürrem Sultan, Sultan Süleyman” zamanında mı çizilmiş? diye sorduğunu aktarıyor.

Hoca Ahmet Yesevi'nin izinde...

Astana şehri 1998 yılında başkent olan bir şehir. Neredeyse sıfırdan kurulan bu şehir bozkırın ortasında nasıl bir büyük bir iş başarıldığını kanıtlıyor. Eşsiz yapıtlar, mimariler ve modern ile gelenekseli buluşturan mekanlar… Geniş caddeler, düzenli trafik ve büyük binalar arasında tam bir dönüşüm harikası. Türk ve İslam Dünyası’nın kuzeydeki başkenti diyorlar Astana’ya… 105 metre yüksekliğindeki Bayterek kulesi turistlerin uğrak yerlerinden. Şehri panoramik olarak izleyebileceğiniz bu eser bir efsaneden yola çıkarak inşa edilmiş.

Orta Asya’nın en büyük ve en modern cami, Hazret Sultan Camii bu şehirde.

Hazret Sultan denilince akla hemen Hoca Ahmet Yesevi geliyor. 13'üncü yüzyılda Türkçe’nin Arapça ve Farsça karşısında sönmek üzere olduğu bir dönemde Türk dilini yeniden ayağa kaldıran Ahmet Yesevi, aynı zamanda Hacı Bektaşi Veli, Ahi Evran, Yunus Emre gibi önemli şahsiyetlerin merkezi sayılıyor.

Türbeyi TİKA restore etti

Ahmet Yesevi’nin Emir Timur tarafından yapılan görkemli türbesi Güney Kazakistan bölgesinde bağlı Türkistan şehrinde bulunuyor. Kazaklar gelenekleri gereği önce Türkistan’a çok yakın olan ve Ahmet Yesevi’nin hocası Arslan Baba’yı ziyaret etmeye özen gösteriyorlar. Türkiye TİKA aracılığıyla türbenin restorasyonunu gerçekleştirmiş…

Türkiye’den Kazakistan’a gitmek isteyenler için uçak bilet fiyatları biraz pahalı olsa da çok önceden almanın avantajları var. Başkent Astana ya da Almatı şehrine iniyorsunuz. Ayrıca özel bir havayolu ile Güney Kazakistan’a uçma imkanı da var. Burası Türkistan şehrine çok yakın. Ahmet Yesevi’yi ziyaret etmek isteyenler için önemli bir güzergah. Görkemli Astana şehri, eşsiz doğası ve lezzetleri, geleneksel Gökbörü oyunu ve daha pek çok güzellikleriyle görülmesi gereken bir ülke Kazakistan…

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.