Şampiy10
Magazin
Gündem

Bir zamanlar model ülkeydik...

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kazakistan ziyareti içeriğindeki önemli noktalara rağmen çoğunlukla iç siyaset tartışmalarıyla irdelendi. Zira Türkiye’nin uzun zamandır dış politikasında Türk Dünyası belirleyici bir unsur değil. Hal böyleyken bu kaotik dönemde de meselenin boyutları alt sıralarda kalıyor.

Oysa Türkiye’nin son 2 yıllık diplomasi hamlelerine bakıldığında Kazakistan’ın çok önemli bir pozisyonda olduğu görülüyor. Nazarbayev’in arabuluculuğu ile Rusya uçak krizinin aşılması, Suriye’deki ateşkesin Astana süreci ile şekillenmesi, 15 Temmuz sonrasında ilk resmi ziyaretin Kazakistan Liderinden gelmesi kardeş ülkeyi öne çıkaran gündem maddeleriydi.

Bunlar tıpkı 1991 yılında bağımsızlığın elde edilişi ile önümüze çıkan imkanlara benziyor. O gün küresel gelişmelerin ve değişimin meydana getirdiği avantajlar vardı bugün ise yine küresel konumlanmaların ve kaos ortamının birleştirdiği ilişkilerden doğan fırsatlar…

Kazakistan’ın Rusya, Çin, İran, Suriye ve bazı Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerini getirdiği nokta farklı meselelerde inisiyatif alabilmesine zemin hazırlıyor. Belki çok bilinmez ama Kazakistan’ın dış ticaretinin yaklaşık üçte biri Avrupa ülkeleriyle. Hollanda burada öne çıkıyor. Bununla birlikte uluslararası organizasyonlarda üstlenilen görevler Kazakistan’ın bölgesindeki güven seviyesini her geçen gün artırıyor. Düne kadar “totaliter yönetim” iddiası ile yüzleşen Kazakistan yönetim sistemi Süper Başkanlıktan uzaklaşarak parlamento ve hükümetin güçlendirildiği bir dengeye doğru gidiyor.

Bu sebeple Türkiye’nin bir yandan Ortadoğu bataklığından çıkmak isterken bir yandan da kültürel bağları yüksek bu coğrafyadaki imkanlarını harekete geçirmesi gerekiyor. Kazakistan’ın kurucu Cumhurbaşkanı Nazarbayev 26 yıl gibi kısa bir sürede dünyanın farklı coğrafyalarına ve işbirliklerine açık bir ülke meydana getirdi.

Bağımsızlığın ilk yıllarında ülkesindeki nükleer silahlardan kendi kararıyla vazgeçip ABD’nin göreli desteğini alırken Rusya’nın endişe ve korkularını da yönetmeyi bildi. Ülkedeki Rus nüfusu ve Rusya ile 7 bin km sınır uzunluğuna sahip olduğu göz önüne alınırsa hiçte küçümsenemeyecek hamlelerdi bunlar…

İşte böyle bir süreçte Türkiye Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar’daki siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler sistemini olabildiğince güçlendirmeli. Öncelikle büyükelçilikler başta olmak üzere bu bölgelerdeki kamu diplomasisi araçları ve sivil toplum kuruluşları titizlikle irdelenmeli, amaca uygun hale getirilmeli. Maalesef yakın tarih bu ülkelere yapılan bir çok hatalı atama ve görevlendirmelerle örülüdür.

Ve belki de en önemlisi Türkiye’nin söz konusu ülkeler için önem arz eden “Batıyla entegre”, “modern ülke” algısını gerçekçi temellere oturtması...Şuan en çok irdelenen, Türkiye’nin bu kapsamın neresinde olduğu.

Örneğin Nazarbayev’in 1 Aralık 1991’de yeniden devlet başkanı seçildiğinde Cumhuriyet’te yer alan bir haberdeki şu sözleri hatırlanmalı:

“Serbest pazar ekonomisini uygulamak istiyoruz. Bunun için de önümüzdeki tek model Türkiye’dir. Türkiye bizim açımızdan ekonomik umudu oluşturmaktadır.” “…Türkiye’nin laikliği de bizim için modeldir. Buradaki insanların da düşünce yapısı laiktir…” “Latin alfabesi zaten burada vardı. Bunu uygulamak, kullanmak bizi Batı dünyasına daha da yaklaştırır. Türkiye ile bu konuda ortak bir işbirliğine gidiyoruz. Bir alfabe hazırlanıyor.”

Şimdi Kazakistan latin alfabesine geçiyor ama Türkiye’nin model ülke olma iradesi nasıl bir fotoğrafın içerisinde duruyor? Sorgulamalı ve yol haritamızı ona göre çizmeliyiz.

Yazının devamı...

Irak’ta Türkmenlere ‘Osmosis’ tuzağı...

Rum lider Papadopulos vaktiyle BM Genel Kurulunda konuşmuş ve Kıbrıs sorununun “Osmosis” yöntemiyle çözüleceğini, bunun tek çözüm olduğunu ifade etmişti. Osmosis “çözülme, erime, geçişme, karışma” anlamlarında kullanılan bir terim. Sosyal bilim açısından uyarladığımızda bir kitlenin diğer bir kitle içinde eritilmesi denilebilir. Aslında bugün Irak’ta Türkmenlerin yaşadığı tehlikenin basit bir fotoğrafı bu...

Öyle ki Rum tarafının amacı işi zamana yayıp karşı tarafın uluslararası haklarını hiçe sayarak yavaş yavaş diğer kesimi ezmek, parçalamak ve sonra yutmaktır.

Acaba şu soru hiç mi gelmiyor aklımıza: Dünya Kıbrıs konusunda her fırsatta aman ayrılmayın birleşin derken Irak’ın parçalanmasına neden göz yumuyor?

İşte Türkmenler 2003’ten bu yana Osmosis gibi eriyor, yurtlarından ediliyor ve adım adım yutuluyor.

Barzani ve arkasındaki güçler çok iyi biliyor ki bölgenin dizaynı için Türkiye olmamalı...Onun bir aşaması da Türkmenlerin sahadaki etki ve varlığı olabildiğince kırılmalı. Bu hak ve yetki Türkiye’nin belleğinden söküp atılmalı.

Bakınız...

25 Eylül’de Irak’ta yapılacak referanduma sayılı günler kaldı. Sandıkların oluşturulması, görevlilerin belirlenmesi neredeyse tamamlandı. Dikkat çektiğimiz gibi “Bağımsızlık için evet mi? Hayır mı?” oylaması sadece Bölgesel Yönetimin anayasal sınırları içerisinde değil anayasada hakkı olmayan Kerkük, Musul, Süleymaniye gibi tartışmalı yerlerde de yapılıyor. Süreçle ilgili bugün ya da 25 Eylül sonrası Anayasa Mahkemesine başvurmanın da bir anlamı yok. Eğer olsaydı Kerkük’teki bayrak asma kararını iptal eden mahkeme kararlarını uygularlardı.

Peki bunun adı nedir?

En hafif tabiriyle bir oldu bittiyle karşı karşıyayken Türkiye’nin 1926 Ankara Anlaşmasından kaynaklanan kazanımları hiçe sayılıyor. Tarihçiler bu konuda farklı açıklamalar yapsalar da gerek bu metin gerekse BM’nin konuya ilişkin deklarasyonu Türkiye açısından belirli ölçülerde uluslararası dayanaklar yaratıyor.(Bunu başka bir yazıda izah edeceğim )

Fakat 17 gün kala bu referandumu durdurmak dışında her seçenek Türkiye’yi oldukça sıkıntıya sokacaktır.

Öncelikle “Durmazlarsa Türkiye buraya müdahale hakkı elde ediyor” yaklaşımı ülkemizin şuan ki koşulları gereği irdelenmeye muhtaç gözüküyor. Sonrasında buradaki paylaşım ve enerji kaynaklarının transferiyle ilgili düzenlemelerin Türkiye’nin çıkarına gelişeceği hususunda bir güvenceye sahip değiliz.

Bununla birlikte oylamanın ardından “geçerli değildir ” şeklinde sürdürülecek politikanın da bölge gerçekleri açısından “geçmiş olsun” dedirteceğinin altını çizmek lazım.

İşin bir de psikolojik yönü var. Her gün birçok soydaşımızla konuşuyorum. Türkiye’nin referandum konusundaki tavrı büyük bölümü tarafından özetle “temkinli çekimserlik ” olarak değerlendiriliyor. Bu tavır sahada Barzani’yi cesaretlendiriyor. Dün Ankara’daki bir toplantıda bu problem gündeme geldi. Türkmen temsilciler “Cumhurbaşkanı düzeyinde en sert duruş ve yaptırımları bekliyoruz” dediler.

Derhal Habur sınır kapısının kapatılması gibi öncü müeyyidelerin başlatılması mevcut durumu Türkmenler lehine etkileyebilir.

Belli ki ok yaydan çıkmış geliyor. Yaya değil artık oka odaklanmak zorundayız.

Düşünün ki Türkmenlerden oluşan Haşdi Şabi’nin bir bölümünün Kerkük’te bu gidişi öyle ya da böyle durduracağı ihtimali seslendiriliyor.

Ne vakit bu algıya gelindi?

Başta Türkiye düşünmeli bunu...

Yazının devamı...

Türkiye bunu durdurmak zorunda

Barzani liderliğindeki Kuzey Irak Bölgesel Yönetiminin (IKBY) tek taraflı kararı ile yapılacak referanduma 19 gün kaldı. Irak Merkezi Hükümeti’nin ve Türkiye, İran gibi bazı ülkelerin karşı duruşlarına rağmen süreç işlemeye devam ediyor. Tercihte kullanılacak mürekkep ve pusulalar hazır. Pusulada şu cümleye “evet” ya da “hayır” denilmesi isteniyor. “Kürdistan Bölgesi ve bölge idaresinin dışında kalan Kürdistanlı yörelerin bağımsız devlet olmasını istiyor musunuz?”

Bu referandumun Türkiye açısından hayati bir önemi var. Gelinen noktada kınama mesajlarının bir önemi kalmadı. Devleti yönetenlerin tüm dikkatlerini buraya verip en sert duruşu göstermesi gerekiyor.

Peki bu süreç neden bu kadar önemli? Bunu temel olarak 3 boyutta toplamak mümkün:

BİRİNCİSİ Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerde de sandık konulacak olması. Eğer Kerkük’te referandum yapılır ve “evet” oyu çıkarsa TÜRKMENLER için geri dönüşü olmayan bir yok olma süreci başlayacaktır. Musul’da, Kerkük’te, Selahaddin ve Diyala’da bazı yerlerin oylamaya dahil edilmesinin sebebi bir devlet aşamasına gelindiğinde buraları da içine almak. Böylelikle bölgedeki petrol sahalarının da önemli bir kısmı sözde devletin kapsamı içerisinde kalacak. Ayrıca 25 Eylül’ün hemen ardından IKBY’de yapılacak başkanlık ve parlamento seçimlerinde bu bölgelerin de oy kullanmasının önünde görünür bir engel yok.

İKİNCİSİ Türkiye başından bu yana buraya “Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi” diyor. Geçen hafta MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin eleştirileri üzerine Başbakan Binali Yıldırım “biz burayı devlet olarak görmüyoruz ki savaş açalım” dese de Türkiye’deki resmi görüşmelerde söz konusu yerin bayrağının kullanılması fiili bir bakış açısı meydana getiriyor. “Önce referandum sonra devlet kuracağız” diyerek dünyayı dolaşan bir yönetimden söz ediyoruz. Bırakın bayrak asılmasını Türkiye’nin söz ve eylemlerini keskinleştirmemesi bölgesel yönetimin koşusunu hızlandırıyor. MHP’nin bu tavrı iç siyasette yeni konumlanmalar meydana getirecek bir potansiyele sahip.

ÜÇÜNCÜ boyut PKK-Barzani etkileşiminin Türkiye’de meydana getireceği kırılma…Her ne kadar PKK’nın üst yönetiminden yapılan açıklamalarda referanduma karşı oldukları belirtiliyorsa da satır aralarındaki sorun Barzani odaklı bir sürecin PKK’yı ikinci plana atmasında yatıyor. Özellikle 1999’da teröristbaşının Türkiye’ye iadesinden sonra bağımsız bir devlet yerine “demokratik özerk yönetim” fikrine yönelen terör örgütünün Barzani tarafından yazılan bir öykünün içerisinde yer almama iradesi önde gözüküyor. 2007’de yürürlüğe konan KCK sözleşmesinde sınırları değiştirmeden Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de 4 parçalı özerk yönetim oluşturulması hedefleniyor. Ancak bu tavır Türkiye’yi “PKK’ya karşı Barzani’yi kullanırım” düşüncesinde durdurmamalı. Zira PKK’nın öteden beri en önemli gücü bu bölgede konuşlanmıştır. 2011’de başlatılan sözde çözüm süreci ile ABD’nin PKK meselesini müzakere yoluyla halletme yönündeki telkinleri DEAŞ’ın ortaya çıkışı ve YPG=PKK ile yürütülen operasyonların ardından yeni bir yaklaşıma evriliyor.

Dolayısıyla Türkiye buradaki enerji kaynaklarının Barzani kontrolündeki bir yapı üzerinden transfer edilmesi ve karmaşık/illegal yapılar yerine daha sistematik bir mekanizma ile muhataplık yaşama politikasını uzun vadeli irdelemek durumundadır. PKK için nihai hedef Barzani’yle ya da onu saf dışı bırakarak 4 parçadan oluşan bütünleşik bir Kürdistan’a ilerlemektir. Küçük bir ayrım dışında yıllardır aynı toprakları kullanan bu iki odağın gelecekte nasıl bir işbirliğine varabilecekleri Türkiye açısından karmaşıktır.

Yazının devamı...

Polemik dünyasına hoşgeldiniz...

Bugün dış dünyanın baş döndürücü gündeminden ve iç politikanın teknik mevzularından sıyrılıp hepimizi yakından ilgilendiren bir konuya değinmek istiyorum...

Öyle bir tehdit ki cezbedici görünümüyle sinsice yaklaşıyor, önce bireyleri sonra onların temsilcisi olan kurumları, siyasal örgütleri bir bir ele geçiriyor.

“Hayır ben başardım, teslim olmadım” diyenler ise sosyal yaşantıda, iş dünyasında silinmeye varan bir zemin kaybına uğruyor. Çünkü onun sunduklarına karşı gelmek ya da onu terk etmek birçoklarının ondan beslenerek tattığı hazzı ve kattığı dünyalığı tehlikeye sokmak demek.

Neden bahsettiğimi az çok anladınız sanırım...

Karşı karşıya olduğumuz tehdidin adı: POLEMİK

Hedefi: İNSAN

MİSYONU: Karşı tarafı alt etmek

Beslendiği kaynaklar: Sonu olmayan MENFAATLER ve körlük derecesine varan İDEOLOJİLER...

Asırlardır toplum yaşamında var olan ve değişerek günümüze intikal eden polemik kavramı Türk Dil Kurumu sözlüğünde “söz dalaşı”, “kalem kavgası” olarak geçer. Ama günümüz kültür yapısı dikkate alındığında ne dalaşmanın ne de kavga etmenin bu kavramı açıklaması mümkün.

Fransız yazar Leon Daulet “düşünceyi ayakta tutan insanlardır; insanları yıkmadan hedefteki düşünceyi yıkmanız mümkün olmaz.” diyor.

Şöyle bir bakın etrafınıza, ekranlardaki tartışmalara, karşıtlıklara ve seviyeye dikkat kesilin.

Fikirlerin, inanç ve değerlerin, ihtiyaç ve yeniliklerin mi yoksa günü kurtaran metaların ve kişiliklerin mi çarpıştırıldığını göreceksiniz.

Gerçekten Daulet haksız değildi.

Gelinen noktada insanı yıkmak için hakaret, iftira hatta kaba kuvvet bile polemikte kullanılan acımasız araçlar karşısında donuk kalıyor.

Aslında polemiğin bugün ki yansıması teknolojinin mahrem yönlerini keşfeden insanların yine insan-ı kamil düşüncesini yerle bir eden sığlığa yürümesidir.

“Efenim zekalar savaşıyor”, “zeki olan kazanıyor”...

Cemil Meriç böyle söyleyenlere diyor ki: “Zekalar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşıdır bu. Eski bir inancı yok etmek isteyen yeni bir düşüncesinin savaşı. Ve her savaşçı kendi cephesinde muzaffer.”

Üstelik polemik dünyasının ele geçirdiği mekanlar kent-kırsal, zengin-fakir ayrımı yapmaksızın tüm ekonomik ayrışmaları kuşatıyor. Sınırlar kalkıyor. Yerköy’ün ücra kahvesindeki tartışma ile süslü mekanların ekranda döndüğü polemikler giderek örtüşüyor.

Maalesef “konuşulan şey iyidir, iyi olan şey konuşulur” mantığı polemik dünyasının yayılma hızını artırıyor.

Bir de ideolojilerin amansız hastalığı var.

Eğer bir ideoloji şuur çizgisinden çıkıp maddileşmişse orada insanların şuurlu davranması beklenemez. Bunu sadece siyasal merkezli düşünmemeliyiz. Zira bir siyasi görüşü hayat biçimi haline getirme hedefi burada kendisini gösterir. Çoğu zaman hayata uyarladığımız şey uzak durmamız gereken maddileşmiş ideolojidir.

Amacından ve mecrasında saptırılmış ideolojiler düşünceyi, düşünmeyi ve sözcükleri böyle sergilemeyi kısıtlıyor. Çok açık ki ideolojiler de maddileştikçe köyde, kentte, medyada polemik kavramının pençesine düşüyor.

Anlaşılıyor ki etrafımızı kuşatan polemikler dünyası menfaatlerin ve maddileşmiş ideolojilerin kendilerini gizledikleri perdeye dönüşüyor.

En kötüsü de her geçen gün tartışma programlarından uzaklaşmanız ve siyaset dışı mecralara yönelmeniz polemik dünyasından kurtulmanız için yeterli olmayabilir...

Hiçbir polemiğe girmeden BAYRAMINIZI kutluyor, mutlu tatil günleri diliyorum.

Yazının devamı...

Türkmen bayrağı yeniden Telafer’de ama büyük bir tehlike var...

Telafer 20 Ağustos’ta başlayan etkili bir operasyonla DEAŞ’ten geri alındı. Şimdi daha zor bir süreç geliyor. Özellikle Türkiye’yi ve sınır ötesi güvenlik tehdidini yakından ilgilendiren bu süreçte ivedilikle atılması gereken adımlar var.

Neden mi?

Kamuoyu genelde Telafer’in DEAŞ’tan kurtarılması hedefine odaklandığı için oradaki Türkmen gerçeği yeterince anlaşılamıyor. Oysa işgalden önce Telafer’in 550 Bine varan nüfusunun 400 Binden fazlası Türkmenlerden meydana geliyordu. Merkezin ise neredeyse tamamı Türkmenlerdi.

Yani yıllar boyu burada Türkmenler yaşamış ve şehrin dokusu, nüfus yapısı Türkmenlerin ezici üstünlüğü ile şekillenmiş. Şehir büyük ölçüde Türkçe konuşuyor. Kültürü, mimarisi bununla uyumlu.

Böyle bir gerçeği yok kabul etmek Kerkük’teki gibi oldu bittiye getirilmek demektir. Sorumluluğun ciddiyeti ortadadır.

Bu sorumluluk en başta Türkiye’nin.

Ve yanımızda olmalarının sürpriz kabul edileceği kimi İslam ülkelerinin...

‘Kerkük Valisi laftan anlamıyor’

Dün Telafer’e giderek Türkmen bayrağını asan IRAK TÜRKMEN CEPHESİ BAŞKANI ERŞAT SALİHİ ile konuştuk. Önemli şeyler söyledi. “Şehir merkezi bomboş, temizlenmiş. Artık oraya Türkmenlerin dönmesi lazım. Sincar’da PKK’ya yaptıkları gibi olmamalı. Burada güvenliğin sağlanmasında Telaferli Türkmenlere görev verilmeli. 143.madde Anayasa’da Kürt Bölgesinin topraklarını belirlemiştir. Kerkük ve Telafer yoktur. Herkes bilmeli ki burada 3 proje işletilmiştir. (1)El-Kaide, (2)DEAŞ, (3)Irak’ın parçalanması. Bağdat yönetimi diye bir şey kalmaz. Kerkük valisi artık laftan anlamıyor. Daha sert tedbirler gerekli. Kerkük’te Türkmenler bu işe karşı duracaktır, durmalıdır. ”

İki büyük tehlike

BİRİNCİSİ işgal sonrası kentteki Şii Türkmenlerin önemli kısmı katliam endişesiyle göç ettiler. Suni Türkmenler de adım adım terk ettiler. Irak’ın güney ve kuzey bölgesine, Türkiye’ye, Haşdi Şabi’ye katıldılar. Öncelikle şehrin mezhepçilik üzerinden ayrışan demografisi olabildiğince kontrol altına alınmalı.

Eğer Haşdi Şabi ve Irak ordusu içindeki radikal grupların yönelimleri şehir yönetiminde etkili olursa Türkmenler Şii-Sunni ayrışması üzerinden açık/örtülü savaşa sürüklenebilir. Bu Türkiye ve Türkmenlerin güvenliği için en kötü senaryodur. Bu yolla Menbiç, Kerkük, Sincar’da yaptıkları gibi PKK ya da onun farklı görünümlerini yerleştirebilirler. Öyle ki Telafer şehri stratejik konumuyla Sincar’daki PKK hattının güneye açılmasını sağlayacak bir konumda duruyor. Geçtiğimiz günlerde ABD’nin Telafer-Sincar arasındaki Zumar’da kalıcı bir üs kurduğunu da hatırlatmak lazım.

İKİNCİSİ, uzun süredir çatışmalarla yerle bir olan şehrin yeniden imarı için Türkiye’nin öncü rol üstlenmesi ve Türkmenlerin yönetimin etkili bir parçası olmasının sağlanması. Değilse Türkmenlerin geri dönüşleri sıkıntıya girecektir.

Kınamak, nota vermek vb. yöntemler muhakkak ki belli başlı adımları oluşturuyor. Ancak bunların pratikte bir karşılığı olmadığını referandum konusunda gördük. Bu kez Türkiye kararlı ve keskin bir duruş göstermeli.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile Başbakan Binali Yıldırım arasındaki “Savaş sebebi” tartışması Telafer söz konusu olduğunda daha anlamlı bir noktaya taşınıyor. Çok açık ki 400 bin soydaşımızın kazanılmış hakları söz konusu. Bu haklar Kerkük’ten sonra Telafer’de de gasp edilirse karşımızda bir Devlet mi? Terör örgütü mü? Başka bir şey mi olup olmadığının bir önemi kalmıyor.

Yazının devamı...

Dar bölge seçim sistemi partileri nasıl etkiler?

Bu tartışmanın temeli iktidar partisinin mevcut seçim sistemine alternatif sistemleri telaffuz etmesi ve kulislerde konuşulan “çalışma yapılıyor” bilgisi… Ayrıca Anayasa değişikliği ile 550 olan milletvekili sayısının 600’e çıkarılması işaret niteliğinde.

Gündemde iki başlık yer alıyor.

Dar bölge veya daraltılmış bölge sistemi.

Bununla birlikte %10’luk ülke barajı uygulamasının aşağı çekilmesi.

Bugün itibariyle AKP-MHP mutabakatı göz önüne alınırsa barajın aşağı çekilme ihtimalinin AKP’nin isteyeceği seçim sistemi ile iç içe değerlendirilme zorunluluğu var. Çünkü %50+1 alan kişinin cumhurbaşkanı seçilecek olması yarışı İTTİFAKSIZ kazanmayı imkansızlaştırıyor.

Nedir bu sistem?

Türkiye kabaca 600 milletvekili kadar seçim çevresine bölünecek ve her bir seçim çevresinde en çok oyu alan kişilerle PARLAMANETO oluşacak. DARALTILMIŞ bölgede ise 4-6 arasında milletvekili sayısı seçim çevrelerine yerleştirilecek. Bazı iller, ilçeler ve hatta mahalleler birleşip ayrılabilecek.

Bu sistem aday ile seçmen arasında doğrudan etkileşimi esas aldığından ülkede/seçim çevresinde tanınan, bilinen adaylar öne çıkacak ve siyasi parti liderlerinin tek belirleyici olması sekteye uğrayacak. Sistemin hala kesinleştirilememiş olmasının bir sebebi de burada yatıyor. Partiler milletvekilleri üzerinde BASKI ARACINI kaybetmek istemiyor.

Dar bölgenin belki de en büyük dezavantajı mecliste oransal temsiliyeti zedelemesidir. İstanbul’un bir seçim çevresinden gelen tek bir milletvekili ile Yozgat’tan gelen bir milletvekilinin aldıkları oylar sayısal olarak farklı olacaktır . Bu sistem genellikle EN ÇOK OY ALAN PARTİYE mecliste aldığı oydan daha fazla temsil sağlayabiliyor . Seçim çevresi büyüklüğü daraldıkça, yani her bir milletvekili daha geniş bir alanı temsil ettikçe seçmenler partisi %10’u aşacak ve kazanacak adaya doğru yöneliyor.

Etkinin belirleyicisi

Sistemin en kırılgan yanı seçim haritasını, yani seçim çevrelerini HAZIRLAYANLARIN çoğunlukla iktidar partileri olması. Hazırlayıcılar seçimde yürütülecek büyük kampanyalardan daha fazla sonuçları etkileyebiliyor.

Muhalefetin YIĞMA yöntemi ile tek bir alanda sınırlandırılması kalan diğer kısımda iktidar partisinin çıkaracağı milletvekili sayısını hayli artırabilir. Aynı şekilde muhalefet partisi oylarının seçim çevrelerine BÖLÜNEREK küçültülmesi de benzer bir etki meydana getirecektir. Bu yöntem ile %40 ve %37 oy alan iki partiden birisi toplam 5 milletvekilinin 4’nü çıkarabilir.

Örneğin Yozgat’ın 6 ilçesi arasında şöyle bir dağılım yapalım. Birbirine coğrafi olarak bitişik sayılabilecek (1)Sorgun-Saraykent-Akdağmadeni bir bütün olurken (2)Yerköy-Şefaatli-Yenifakılı diğer bütün olsun. 1 Kasım’da birinci bölgede AKP %70.8, MHP %19.4 oy alırken, 2.bölgede AKP 52.2, MHP %37.6 oy oranındadır. 4 milletvekilinin 3’ü ilk bölgede biri ise 2.bölgeyle birleşecek başka dilimde yer alırsa dağılımın 4-0 AKP lehine olma ihtimali çok yüksektir.

Ancak böyle bir düzenlemede ülke ya da o bölgedeki seçmenlerin oy verme davranışının bir seçimden diğerine değişme ihtimalinin düşük olması GEREKİR. Üstelik öyle iller var ki gerek ilçe ve mahallelerinin sınırları gerekse muhalefet partilerinin oy yoğunluğunun BÖLÜNEMEYİŞİ bir fırsat yaratılmasına imkan tanımayabilir.

Bu tespitler ışığında dar bölge ve ülke barajı uygulaması zaten dar seçim çevrelerinde etkin olduğu gözlenen MHP’yi olumsuz etkileyebilirken HDP’yi Güneydoğu’da yeniden hareketlendirebilir. Özellikle kutuplaşan İKİ PARTİ arasındaki milletvekili dağılımı karşılıklı artıracağından KÜÇÜK PARTİLER kutupların çekimine girecektir.

Yazının devamı...

Seçim sistemi değişecek mi?

Türkiye parlamenter sistemden çıkıp adına “Cumhurbaşkanlığı” dedikleri bir sisteme geçtiği için seçmenler olarak aynı gün iki farklı tercih yapacağız. Öncelikle Cumhurbaşkanı adaylarından tercih ettiğimizi en fazla ikinci turda seçerek hükümeti kurma görevi vereceğiz. Eğer ilk turda oyların %50’sinden bir fazlasına kimse ulaşamazsa en yüksek oyu almış iki aday arasından birini seçeceğiz.

Milletvekilliği seçiminde ise uyum yasaları ile bazı değişiklikler olabilir. Eskiden parlamenter sistemde oy verdiğimiz parti/aday mecliste yeterli çoğunluğu elde ederse hükümet kurma görevini alıyor veya koalisyonun bir parçası olabiliyordu.

Mevcut sistemde Cumhurbaşkanı tercihimiz ile parlamentoda görmek istediğimiz parti ya da adayın farklı olma ihtimali var. Çünkü seçtiğimiz Cumhurbaşkanı dışardan veya milletvekilleri arasından bakanları belirleyecek.

Böylelikle parlamentonun asli görevi kanun yapmak ve hükümeti denetlemek olacaktır ki yapılan Anayasa değişikliğinde bu görevi baypas eden ÖNEMLİ HÜKÜMLER mevcuttur.

Önümüzdeki günlerde belki de en çok tartışacağımız mesele uyum yasaları ile şekilleneceği düşünülen seçim sisteminin ne olacağıdır... AKP’nin özellikle 2011’den bu yana kafasındaki model dar bölge veya onun farklı bir türü olan daraltılmış bölge sistemidir.

Halen uygulanan nispi temsile dayalı seçim sisteminde ve ülke barajı uygulamasında bir değişiklik olursa parlamentodaki dağılım ve hatta cumhurbaşkanlığı seçimi derinden etkilenebilir.

Örneğin İngiltere ve ABD’de olduğu gibi bu sistem iki büyük partiyi mi karşımıza getirecek yoksa seçim ittifakları ile çok partili veya ikiden fazla partinin olduğu bir sistem mi meydana gelecek?

Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kaldığında parlamentoda da temsil yarışı yapan partiler arasında nasıl bir seçim ittifakı olacak? Ya da ilk turda kazanmak için önceden ittifaklar mı açıklanacak?

Nasıl bir süreç işledi?

Temel olarak bir seçim sisteminden beklenen iki önemli fayda ve adalet alanı vardır. Birincisi hükümetin istikrarlı olabileceği bir sandalye dağılımı. Buna “yönetimde istikrar” ilkesi deniliyor. İkincisi ise “temsilde adalet” dediğimiz, demokrasinin çoğulculuk ve katılımcılık ilkelerini esas alan ve ülkedeki tüm kesimlerin temsil edilebildiği bir yelpazenin varlığıdır. Bunlar bir seçim sistemini diğerinden farklı kılan terazi gibidir. Hangisine ağırlık verirseniz farklı bir ölçü elde edersiniz.

Ülkemizde 1946-1960 arasında Liste Usulü Çoğunluk sistemi uygulanmış ve her seçim çevresinde en yüksek oyu alan liste seçimi kazanmıştır. 1960 sonrasında Nispi Temsil Sistemine geçilerek bunun farklı türleri uygulanmıştır. Ayrıca %10’luk ülke barajı 12 Eylül sonrasında 1983 seçimleriyle getirilen bir yöntemdir. Hatta o dönem ülke barajı dışında bir de seçim çevresi barajı vardı. 1995’den bu yana d’Hondt sisteminin %10 ülke barajı ile birlikte uygulandığı görülmektedir.

Bakıldığında 1980 sonrası genel eğilim yönetimde istikrar ilkesine ağırlık vermek şeklindedir. Buna rağmen 90’lı yıllar koalisyonlara sahne olmuştur. 2002’den sonra temsilde adalet ilkesinin aşındığı bir dönemdir. Nitekim kimi partiler aldıkları oy oranına rağmen ülke barajı sebebiyle meclise girememiş kimi partiler de aldıkları oydan daha yüksek ve orantısız bir sandalye sayısına sahip olmuştur.

İşte tartışacağımız dar bölge/daraltılmış bölge sistemi bu bakımdan hayatidir.

Bunu da bir sonraki yazımıza bırakalım.

Yazının devamı...

İspanya saldırısı ve Türkiye’deki izdüşümü...

Terörün kanlı ve acımasız yüzü bu kez İspanya’da, Barselona’da kendisini gösterdi.

Teröristlerce bir minibüsün yayaların üzerine sürülmesi sonucu 13 kişi hayatını kaybederken 100’den fazlası yaralandı. Saldırıyı DAEŞ’in üstlenmesi sürpriz olmadı. Zira İspanya’nın 2 yıldan bu yana artan biçimde örgütün ilgi ve eylem alanı içerisinde olduğu görülüyor.

Biz de bu saldırıyı lanetlerken DAEŞ’in nasıl bir stratejiyle davrandığını hatırlamamız gerekiyor.

BİRİNCİSİ örgütün Irak ve Suriye’de kaybettiği topraklar hem küresel düşünme ve eylem kabiliyetini özendiriyor hem de güçlendiriyor. Bu sebeple örgütün saldırılarını taktiksel olarak irdelerken onun propaganda sistemini göz ardı etmek imkansız. Artık bölge ve ülke bazında doğrudan mesajlar küresel ölçekli materyaller içerisinde konuşlandırılıyor. Bununla birlikte dergi, kitap, kılavuz derken sosyal medyada da etki sahası genişliyor.

İKİNCİSİ insan kaynağı ve lojistik hareketliliği bakımından gelene ksel güzergahları tıkanan DAEŞ, yeni üyeler kazanmak yerine Ortadoğu’daki mücadelesine katkı için sempatizanlarını bulundukları yerlerde eyleme çağırıyor. Bu yöntem Avrupa’dan Çin’e kadar geniş bir coğrafyayı tehdit altına alıyor.

Böyle bakıldığında 1 yıllık dönem içerisinde Fransa, İngiltere, Almanya ve İspanya’da önceden konuşlanmış ya da intihar eylemcisi şeklinde donanmış bombalar yerine araçların sivillerin üzerine gönderilmesi dağınık bir merkezin ürünü olamaz. Çok açık ki örgüt bölgede uğradığı zararlara rağmen hala sistemli ve belirli bir mantıkla yönlendirilen mekanizmaya sahip.

ÜÇÜNCÜSÜ Barselona saldırısı için DAEŞ’le mücadelede İspanya’nın saha katkısına bakılmalı. İspanya özellikle Irak’ta DAEŞ’a karşı koalisyonun önemli ortaklarından kabul ediliyor. 300 civarında askeriyle DAEŞ karşıtı güçlerin askeri eğitiminde görev üstlenen İspanya, operasyonların başlamasından bu yana 900 askerini işbirliği süreçlerinde kullandı. İspanya yabancı terörist savaşçılar denilen katılımlar konusunda da batı bloğunda sayıca düşük olan ülkelerden.

Öte yandan İspanya’nın güneyinde bir özerk bölge olan ENDÜLÜS, DAEŞ tarafından yayınlanan HARİTANIN içinde gösterilmişti. Burası İslam’ın hüküm sürdüğü geniş toprakların sembolik bir yansıması olarak değerlendiriliyor.

Tüm bunlar bir araya getirildiğinde İspanya’daki saldırı (1) DAEŞ’in yeni eylem ve yöntem paradigmasının bir tezahürü, (2) Musul ve Rakka’da çatışan örgüt üyelerine bir moral aracı ve (3) Odaklandığı batı sahasında Irak/Suriye’ye gelmeden örgüte katkı sunmak isteyen sempatizanlara bir çağrıdır.

Şimdi bu süreç ve yönelimin Türkiye’deki olası yansımaları için hazırlıklı olmalıyız. Örgütün materyalleri içerisinde Türkiye hassas ve ayrıcalıklı önceliğini korumaktadır. Bazı rakamlar vererek karşı karşıya olduğumuz tehlikeyi dikkatlerinize sunalım.

DAEŞ’in Türkiye’deki faaliyetlerine bakıldığında 2016 yılının Ocak-Ağustos döneminde 4 bombalı saldırı, 2 suikast ve 30’dan fazla roket/havan saldırısı vb gerçekleştirmiş. 2017 yılının aynı döneminde ise Ocak başındaki Reina saldırısı dışında eylem yok. 2016’da 1588 kişi DAEŞ’le mücadele kapsamında gözaltına alınırken bunların 841’i Suriye’ye giriş çıkış yapmaktan tutulmuş. Yani ülke içerisindeki doğrudan operasyonda gözaltı sayısı 747. 2017’de ise 2712 gözaltı ve bunun 2362’si doğrudan ülke içerisindeki operasyonlardan oluşuyor. Belli ki birçok saldırı güvenlik güçlerince önlenmiş.

Fakat örgütün tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de psikolojik seviye değişimine ihtiyaç duyduğu göz önüne alınırsa düne göre daha fazla teyakkuzda olmamız gereken bir dönemden geçtiğimiz anlaşılacaktır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.