Şampiy10
Magazin
Gündem

Türkiye için en büyük tehdit!

Suriye’den Türkiye’ye gelecek olan tehditlere karşı NATO nihayet harekete geçmiş ve İtalya Hava Savunma Sistemi ve İtalyan askerleri Kahramanmaraş’a ulaşmışlar.

“Suriye’den gelecek tehditler” derken artık neyi kast ettikleri anlaşılmıyor. Oradan atılan roket mermileri ve bombalardan söz ediyorlarsa zaten TSK bunlara cevap veriyor.

PYD-PKK’nın “IŞİD’le de dönüşümlü olarak ve dayanışarak Türkiye’de sürdürdükleri terörü önlemeye çalışacaklarsa neden şimdiye kadar beklediler?

NATO’ya “Türkiye için en büyük tehdit”in artık ele geçirecekleri son noktalara ulaştığını acaba biz mi anlatmalıyız yoksa kendileri mi görmelilerdi?

ABD de Türkiye gibi bir NATO üyesi olmasına rağmen, Rusya ile NATO arasında bir “Daimi Konsey” bulunmasına rağmen her ikisi de “IŞİD’i veya Esad muhaliflerini bahane ederek” PYD’nin Türkiye sınırında bir devlet kurmak üzere ilerlemesine her tür desteği verdiler.

Kimi aldatıyorlar?

Geriye “kantonları birleştirmelerine engel olan” ve Türkiye sınırına neredeyse bitişik Minbic, Cerablus, Azaz gibi birkaç nokta ile “petrol bölgesi Rakka” kaldı.

Geçen Cumartesi “ABD ve Rusya hava güçleri ile desteklenen” Suriye ordusu ve YPG (PKK’nın Suriye kolu PYD’nin askeri gücü) IŞİD’in başkent ilan ettiği Rakka’ya girdi.

Aynı anda PYD Minbic ve çevresine 2400 kişilik yeni bir güç gönderdi, böylece sayıları 6 bin’i geçti.

Bu operasyonlar olurken Suriye ordusu arkasındaki ABD ve Rusya desteğiyle Türkmen Dağı’nda “muhaliflerin bulunduğu” köylere top ve füze atışı başlattı.

Dün “IŞİD’in Minbic’ten kaçtığı” haberini duyduk.

ABD ve Rusya’nın bunları yaparken öne sürdüğü “Suriye Demokratik Güçleri’ne yardım ediyoruz” iddiası da yalandır, bu güçlerin başında PYD-YPG vardır.

Almanya’ya misilleme

AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk, Almanya Federal Meclisi’nin “Sözde Ermeni Soykırım Tasarısı”nı kabul etmesine karşılık bir yasa teklifi hazırlamış.

Almanya’nın 1904-1907 yıllarında Namibya’da yerli halka yönelik katliamlarının “soykırım olarak tanınması” için bir yasa çıkarılabilir.

Yalnız bu tür yasalar Almanya’nın “bir kez daha soykırımcı ülke” olarak tanınmasını sağlasa bile “Almanya’dan toprak isteme” gibi bir amacı gerçekleştirmeyecek.

Türkiye için durum farklı… Avrupa’da yaşayan veya oraya seyahat eden Türklere tamamen haksız ve tarihi belgelere aykırı olmasına rağmen “20’inci yüzyılda Ermenilere soykırım yapmış ülkenin vatandaşları” gözüyle bakılacağı, bu tür sorularla karşılaşacakları gibi sonunda “tazminat ve toprak” talepleri var.

Özenli bir tuzak!

Avrupa, ABD, Rusya, Barzani, Esad, PYD’nin özenle hazırlanmış bir planda müttefik olduklarını artık görmek gerekiyor.

Türkiye’nin dikkati, Alman Meclisi’nin kararına, mülteci sorununa veya Kilis’e atılan bombalara, ülke içinde teröre çekilirken diğer tarafta sınırı ötesinde kendisine zarar verecek gelişmeler son noktaya geldi. Suriye Kürdistanı’nı Barzani öncülüğünde ilan ettiler bile…

Hükümet ilgisiz konular yerine bu konuya yoğunlaşmak zorundadır.

Yazının devamı...

Halk tarafından seçilmek!

Parlamenter sistemin “Türk tipi başkanlık” veya “partili cumhurbaşkanı” gibi bir başka sistemle değiştirilmesinin tartışıldığı bir dönemde demokrasi ve hukuk devleti adına açıklamaların üzerinde durmak gerekiyor.

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş’un “Yargı kurum ve kuruluşları da Cumhurbaşkanlığı makamına bağlı” ifadesi “kuvvetler ayrılığı”nı yok sayan bir ifadeydi ve ciddi bir tepkiyle karşılaştı.

Kurtulmuş tepkiler üzerine ifadeyi değiştirdi; “Bağlı sözcüğü doğru olmadı. İlgili demek daha doğru olur. Söylediklerim Anayasa’nın 104’üncü maddesini hatırlatmaktadır. Bu maddeye göre cumhurbaşkanı bütün devletin organlarının ahenk içinde çalışmasını gözetir.

Bütün organların ‘devletin başı’ olmak sebebiyle cumhurbaşkanı ile ilgisi vardır. Benim gibi ‘yasama-yürütme ve yargının birbirinden ayrı ve özellikle yargı bağımsızlığının demokrasinin en temel koşulu olduğunu bilen birini böyle bir şey söylemiş gibi göstermenin doğru olmadığını düşünüyorum”.

Hukukçular ne diyor?

Numan Kurtulmuş’un son cümlesinde sanki söylemediği bir şey söylenmiş gibi gösterilmiş ifadesi var oysa hemkendisinin “düzeltme yapması” hem de önemli hukukçuların eleştirileri hatayı ve “yargı bağımsızlığı”nın önemini gösteriyor.

Anayasa Mahkemesi’nden beklenen açıklama Eski AYM Başkanı Tülay Tuğcu’dan geldi; “Sayın Kurtulmuş’un Anayasa’yı bilmediğini düşünmüyorum... Yargı başkanları ile cumhurbaşkanı arasındaki ilişki ‘devlet nezaketi’ ile sınırlıdır” dedi.

Eski Danıştay Başkanı Hüseyin Karakullukçu “Yargı organlarının başkanları cumhurbaşkanına bağlı değildir. Hiç kimseden talimat almazlar” dedi.

Ak Parti’nin daha önce anayasa taslağı hazırlattığı Prof. Ergun Özbudun “Cumhurbaşkanlığı’nın devlet başkanlığının sembolik bir anlam taşıdığını, bütün diğer kamu kurumlarının, yasamanın veya yargı organının başı olmasının hiçbir şekilde düşünülemeyeceğini” söyledi.

Alışacaklar!

Diğer tarafta Cumhurbaşkanı Erdoğan “Ben şu anda siyasi bir partinin genel başkanı değilim. Halkın yüzde 52’sinin oyunu alarak seçilmiş bir cumhurbaşkanıyım. Yargı organının da, yürütmenin de, yasamanın da cumhurbaşkanıyım” şeklinde konuştu.

Israrla aynı sözü tekrarlaması, yüksek yargı başkanlığı yapmış isimlerin, barolar ve birçok hukukçunun görüşü ile Erdoğan’ın görüşlerinin farklı olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Burada açıklama bekleyen iki soru var; 1- “Halkın sandığa giderek seçtiği cumhurbaşkanı” ile “halkın kendi adına kararvermek üzere Meclis’e yolladığı vekiller tarafından seçilen cumhurbaşkanı” arasında neden bir fark olduğu düşünülüyor?

2- Siyasi parti genel başkanı olmamasına rağmen partisiyle ilgili tüm kararları veren, seçim mitingleri yapanCumhurbaşkanı’nın “yargının da cumhurbaşkanı olması” yargı bağımsızlığı adına ne ifade eder?

Yeni anayasada “güçler ayrılığı” da başka bir anlama dönüşecek gibi görünüyor. Ancak…

Başbakan Binali Yıldırım “Anayasa ne derse desin…” sözlerini rahatça söylediğine göre yeni bir anayasanın ne yararı olacağı ayrı bir soru işaretidir.

Yazının devamı...

Almanların zamanlaması!

Alman Meclisi’nde kabul edilen “sözde ermeni soykırımı” tasarısının burada kalmayacağını, daha önce kabul eden ülkelerin sayısı arttıkça ortaya “tazminat ve toprak” talebi çıkacağını unutmamalıyız. Almanya’nın tam şimdi, Türkiye’nin aylardır azgın PKK ve IŞİD terörüyle mücadele ettiğibilinirken sözde Ermeni soykırımı tasarısını meclise getirmesi dikkat çekicidir.

Yani ortak çalışan PKK-PYD Suriye ve Türkiye’de Kürdistan hevesiyle plan yaparken diğer tarafta “Ermeni taleplerinin de geleceği” Türkiye’ye anlatılıyor.

Zamanlamada dikkat çekici olan diğer nokta da zaten 3 milyon Suriyeli’yi almış ve 10 milyar dolar harcamış olan Türkiye’yi “AB’deki mültecileri geri göndermek” için anlaşmaya razı etmeye çalışırken bir yandan bunu yapmalarıdır.

Neden şimdi?

Çünkü dış politikada zayıflık, içeride bitirilemeyen terör ve siyasi karmaşa diğer ülkelere istediklerini yapacak kaos ortamını sağlıyor.

Bunun yanında daha önce de söz ettiğim gibi bizim bu konuya yeterince eğilmemiş olmamız,ancak tasarı ülke meclislerine geleceği günlerde ortaya çıkmamız da kaybımızın nedenlerinden biri…

Tarihe ihanet!

1915 sürecini anlatmaya çalışanlara “Ermeni ırkçılığı yapıyormuş gibi” tepkilerle yüklenenlere konunun “100 yıldan da önce yaşanan olaylar ve tarihi gerçeklerin saptırılmaması” olduğunu… Ermeni lobilerinin Türkiye aleyhine, kendi tezleri için aralıksız çalıştığını anlatmak gerekiyor.

Tabii bunları yaparken onlara destek veren Türk yazarları, ABD ve Avrupa’da yazılarla, konferanslarla onların tezini destekleyen akademisyenleri unutmamalıyız. Aynen bugün Alman Federal Meclisi’nde sözde soykırım oylamasına katılıp “evet” oyu veren 11 Türk kökenli milletvekili gibi…

Daha önce “Buna parlamentolar karar veremez” diyen ama şimdi yakasında Ermeni rozetiyleçıkıp sevinç nidalarıyla konuşan Cem Özdemir gibi bu yazar ve akademisyenler kökenlerine ve tarihe ihanet ettiler, yıllarca dünyaya “tarihin yazmadığı yalanları” anlattılar.

Alman kaynaklarına göre…

Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de bulunan birçok Alman, komutanlar, konsoloslar Ermeni olaylarını ve tehciri yakından izlediler.

Van’da çıkarılan büyük ayaklanmalar, bunlarda İngilizlerin ve Rusya’nın rolü, Van’ın işgalinde bölgedeki Ermeniler’in Ruslarla birleşerek Müslümanları katlettiği, konsolosluk raporlarında, Wolfgang Gust gibi yazarların kitaplarında hatta Alman Büyükelçisi Wangenhein’in telgraf ve raporlarında anlatılıyor.

“Alman Kaynaklarına Göre Ermeni Olayları”nın anlatıldığı kitapları, bu raporları bile incelemeden Alman Meclisi ve özellikle Türk kökenli milletvekilleri nasıl ve hangi hakla “soykırım” kararı verebiliyor?

AB’ye açık kapı…

Türkiye hala “Müttefikiz, ilişkiler bozulmaz” diyor ama olay çok ciddidir ve bu konunun geleceği, bugününden önemlidir.

Merkel’in oylamaya katılmaması bir anlam ifade etmez. Burası toplama kampı olmadığına göre, mültecileri AB’ye geçmekte serbest bırakacak şekilde sınırları açmak” bile düşünülebilir. Açık kapı politikası” Edirne’de de uygulanabilir.

Yazının devamı...

Almanlar belgeleri unuttu

Alman Parlamentosu’nda 1915 olaylarının “soykırım’ olarak tanımlanmasının ardından Türkiye Berlin Büyükelçisi’ni Ankara’ya çağırdı.

Almanya’nın Ankara Büyükelçisi de Türk Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı. Dışişleri Bakanlığı Almanya’da “Federal Parlamento’nun aldığı karar anılan kurumun itibarı bakımından utanç vericidir” şeklinde sert bir tepki gösterdi.

Aslına bakarsanız Avrupa içinde ve dışında; Avusturya, Fransa, Belçika, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Kanada’nın bulunduğu (hatta Suriye, Uruguay bile) çok sayıda ülke 1915 Ermeni olaylarının “soykırım” olarak tanımış durumda... ABD’de birkaç eyalet hariç hemen tüm eyaletler tanıdı.

Bizim hatamız neydi?

Bunda Türkiye’nin de yıllar boyu “gerçekleri, arşivler ve belgeleri” dünyanın önüne sürmekte geç kalmasının rolü olduğunu unutmamak gerekiyor.

Ermeni lobileri ABD’de, Avrupa’da ve diğer ülkelerde faaliyetlerini aralıksız sürdürürken Türkiye bu konuda gereken ilgiyi göstermedi.

Tam aksine dünyanın en ünlü tarihçileri “Türkiye soykırım yapmamıştır” diyen konferanslar verirken, bazı Türk yazar ve tarihçiler uluslararası konuşmalarda, makalelerde bunun aksini söylediler, yazdılar.

Masadan kaçtılar!

Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, bu konuda yazdığı kusursuz, olayları belgelerle açıklayan kitapları yanında, TTK Başkanlığı döneminde Ermeni tarihçileri ve dünya tarihçilerine “Arşivlerimiz açık, gelin masada bunları da, diğer bilgi ve belgeleri de inceleyelim” çağrısını yaptı, gelmediler.

Ermeni tarihçileri “Önce soykırımı kabul edin, sonra masaya oturalım” şeklinde skandal cevaplar verdi. Bunların hiçbirini dünyaya yeterince duyuramadık.

Ermenistan’ın ilk Başbakanı Yohannes Kaçaznuni’nin “Emperyalist ülkelerin vaatlerine kandık, Osmanlı’ya karşı yanlış yaptık. Olayları biz başlattık” diyen konuşmasını bile önlerine koyup anlatamadık.

1915 olaylarını “soykırım” olarak değerlendiren bir mahkeme kararı olmadığını, İngilizlerin Malta’da yaptığı yargılamanın sonucunu, Osmanlı’nın İmparatorluk içinde kurduğu Divan-ı Harp mahkemelerini, kısacası olaylara kesinlikle “soykırım” denemeyeceğini kanıtlamadık.

Bunları yapmak yerine daha çok iç politikaya önem verdik ve bir ülke parlamentosunda oylama olacağı zamanlarda ortaya çıkıp telaşlı tepkilerle önlemeye çalıştık.

Almanya’nın farkı

Yalnız burada Almanya’nın diğer ülkelerden farklı bir durumu var. Almanya, İngiltere, ABD ve Rusya “1915 olaylarının soykırım olmadığını” diğer ülkelerden çok daha iyi, kendi arşivleriyle ve belgeleriyle biliyorlar. ABD’li Protestan misyonerlerin 1820’den başlayarak Türkiye’ye gelip Ermenileri kışkırttıkları, Rusya’nın isyana teşvikleri, Almanya’nın “Ermeni saldırılarını açıkça anlattığı” bu belgelerle ortada.

Bize “onlara hatırlatmak” kalıyordu. Mahkeme kararı olmadan, araştırma-belge-bilgi olmadan parlamentoların karar veremeyeceğini yıllar önce anlatmak kalıyordu.

AB’yi mülteci zahmetinden kurtarmak için Türkiye’yi “geri kabul anlaşması”na zorlayan Almanya, kendi arşivlerine bir bakmalıydı. Onlara bu baskıyı vermekte geç kaldık.

Yazının devamı...

Doğuma aile karar verir!

Siyasi konuşmalar veya televizyonlardaki tartışmalarda doğruların yanında “yanlış mesajlar ve açıklamalar”ın sonuç olarak topluma zarar vereceği şüphesizdir.

Ne yazık ki bu konuşmalarda “bir doğru, bir yanlışı götürmüyor”, yanlış olan sözler insanların beyninde yer ediyor.

Örneğin Cumhurbaşkanı büyük kalabalıkların önünde “Müslümanlıkta doğum kontrolü yoktur” dediği zaman böyle bir sözün din bilimciler ve tıp bilimciler tarafından uzun uzun tartışılması ve açıklığa kavuşması gerekir.

Bu tartışma Müslüman toplumlarda yüzyıllar önce bile yapılmış, ne tür korunma yöntemlerinin mümkün olabileceği araştırılmıştır.

Batı engelliyor mu?

Doğum kontrolü istemeyenler bunu dine, hadislere, neslin korunması ve nüfusun çoğaltılmasına bağlıyor.

Nüfusu 80 milyona dayanan ve yakında Türk vatandaşı olacak milyonlarca mültecinin de doğum yapmaya devam ettiği bir ülkede “nüfusun çoğaltılması” gibi bir sorundan söz etmek zordur.

Geliştirilen teknolojik imkanlar ve ilaçlarla “hamileliği baştan önlemek” mümkündür.

Binlerce hadis arasında “hangisinin doğru, hangisinin sonradan ilave edilmiş olduğunun anlaşılmadığını, bunların dikkatle incelenerek ayrılması gerektiğini” ise bizzat Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez “başkan yardımcısı” olduğu dönemde televizyonda açıklamıştır.

Bu konuda kısa bir araştırma yaptığınızda İnternette bazı sitelerde “Batı’nın doğudaki nüfus artışını engellemek istediği” şeklinde yorumlara bile rastlıyorsunuz.

Oysa Doğu’daki nüfus artışı Batı’nın umurunda bile değildir, insan nüfusu arttıkça dünya kaynaklarının yetmeyeceği ise bilimsel bir gerçektir.

Tarihe karışmadı

Neslin türemesi zorunludur, bunu engellemek insani ve İslami değildir deniyor.

Neyse ki daha gerçekçi din adamı yorumları da var. Örneğin “Mazeretli azil” başlığı altında fıkıhçılar;

“Kocanın gelirinin az olması, eğitimin yetersiz kalması ve çocuğun iyi yetiştirilememesi, çocuk doğurma haklarının kadına ait olması” ve daha bir dizi nedenle bu şekilde doğum kontrolünün yapılabileceğini bildirmişler.

Doğum kontrol ilaçlarının “spermin yumurtayı aşılamasına mani olduğu” için kullanılabileceği, spiral kullanımının “aşılamayı engellediği” ortaya çıkınca fetvalarını değiştirerek “bu caizdir” dedikleri anlatılıyor.

Kısacası, hamilelik “zararsız şekilde önlenebiliyorsa” dinen bir sakınca olduğu söylenemez. Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın “Doğum kontrolü lafı tarihe karışmıştır” sözü de geçerli değildir.

Medeni ülkelerde doğum kontrolü onlarca yıldır yapıldı ve hala her yöntemle yapılıyor.

Bakan Akdağ “doğum kontrolünün ayakta durması gerektiğini” söyleyen tıp doktorlarını cehaletle suçladıktan sonra kendisi de; “Buna aileler karar verir. Zorla kimseye sen çocuk doğur veya doğurma telkini yapılmamalıdır” demiş.

Doğru olan; Bakan’ın son cümleleridir, karar ailelere aittir. Bu konuda cami fetvalarıyla veya siyasi konuşmalarla baskı yapılması kabul edilemez.

Daha çok çocuk isteyeceğimize, mevcut çocukları “tehlikelerden, tecavüzlerden, yoksulluktan kurtarmaya” çalışmamız gerekiyor!

Yazının devamı...

Yargı Cumhurbaşkanlığı’na bağlı mıdır?

Yargıtay ve Danıştay Başkanları’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gezilerine katılması deneyimli hukukçular ve diğer siyasi partiler tarafından sert şekilde eleştirildi.

Barolar, hukukçular “İki başkanın da görevden ayrılmaları gerektiğini” de söylediler.

Yargıtay Başkanı İsmail Cirit ise “Asılsız haberlerde bahse konun edilen gezi ve toplantılara katılmam temsil ettiğim makam nedeniyle ‘devlet protokolünün gereği olarak’ şahsıma yapılan davetlere icabet etmektir” dedi.

Yargıya güven; yüzde 30

Acaba kim haklı; “yargıya güvenin yeniden tesis edilmesi”, Hükümet’in önündeki meseleler arasında sayıldığına, Başbakan Yıldırım tarafından da dile getirildiğine göre…

Yargıtay Başkanı İsmail Cirit’in bizzat kendisi “Yargıya güven yüzde 70’lerdeydi, şimdi yüzde 30” dediğine göre bu meselenin açıklaması nedir?

Önce Eski Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in söylediklerine bakalım (Hürriyet 31 Mayıs, Salı);

“ Yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı, ‘kuvvetler ayrılığı ilkesinin vazgeçilmez temel ilkeleri’dir. Yasama, yargı, yürütme bunların birbirlerine üstünlüğü yoktur. Bu güçler arasında ‘hiyerarşik bir bağ’ söz konusu olamaz”.

Gerçeker kendi Yargıtay başkanlığı döneminde çok yerden davet geldiğini, ama ‘tarafsızlık ilkesine gölge düşmesin ve toplum yanlış algılamasın’ diye hassasiyet gösterdiğini, katılmadığını da vurguluyor.

Kurtulmuş’un sözleri

Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş ise bu konuda:

“Yargı kurum ve kuruluşları nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı makamına bağlıdır” dedi.

Numan Kurtulmuş “Olayın niye bu kadar siyasallaştırıldığını anlamanın mümkün olmadığını da söylüyor.

Oysa tepkiler siyasi değil, yoğun olarak hukuki… Mevcut Anayasa’nın 9’uncu maddesi de, 138’inci maddesi de “yargıçların, mahkemelerin bağımsız olduğunu, kimsenin denetiminde olmadığını” söylüyor.

Konu karışık olduğu ve yanılmaların olabileceğini düşünerek en deneyimli anayasa hukukçularının görüşünü aldım.

Güçler ayrılığı… Nasıl?

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un bunu Anayasa’nın hangi maddesine dayanarak söylediğini anlamadıklarını, “Yargı en üst makama, cumhurbaşkanına bağlı” dediğiniz anda bir hiyerarşiden söz edildiğini, ortaya “emir ve talimatla hareket edecek bir yargı imajı” çıktığını anlattılar.

Venedik Komisyonu kararlarında “Yargıçların sadece bağımsız ve tarafsız olması da yetmez, toplumda bu algının oluşturulması, güven gerekir. Bunu yargıçlar ve yürütme organı sağlar” dendiğini hatırlattılar.

Yargının, özellikle yüksek yargının “yürütmeyle veya cumhurbaşkanıyla arasında bir uyum”dan söz edilemez, örneğin Anayasa Mahkemesi “Yüce Divan” olarak siyasetçiler hakkında karar veriyor, bu nedenle yargıçlar kendini “devletle özdeşleştiremez” dediler.

Yüksek mahkeme yargıcı “protokol adamı” değildir dediler. Buna bir de “partili, taraflı cumhurbaşkanı” uygulamasının filen başlamış durumda olduğunu eklersek “yargı cumhurbaşkanına bağlıdır” sözünün yanlışlığı ve güçler ayrılığını tümüyle ortadan kaldıracağı daha kolay görülecektir.

Yazının devamı...

Türkiye kritik dönemeçte!

Olaylar öyle bir yöne doğru gelişiyor ki Türkiye yalnızca ABD değil, AB tarafından da “yalanlarla oyalanma” dönemi içinde.

Son haftalarda her ikisine karşı gösterdiğimiz tepkiler durumun gözden kaçmayacak kadar ciddi olduğunu, bu yalanların farkında olduğumuzu anlatıyor.

ABD’nin “IŞİD saldırılarını bahane ederek PKK’nın Suriye kolu PYD’yi Fırat’ın Batısı’nda kalan bölgeye geçirme planını” gördük.

Türkiye her ne kadar “sınırının neredeyse içinde”, 6 km mesafedeki Azez ile Cerablus arasındaki bölgeyi “kırmızı çizgisi” olarak belirlediyse de bunu dinlemeden her ikisini de, onların yanında “petrol şehri Rakka”yı da alıp PYD’ye sınırımız boyunca devlet kurduracakları açıkça ortada.

‘Washington’un ihaneti’

Bu şehirlerin IŞİD’in veya Esad muhaliflerinin elinde olması önem taşımıyor. Kimin elinde olursa olsun sonunda ondan alınıp PYD’ye verilecek ve bunu Suriyeliler de, Esad da biliyor.

Hatta dünya biliyor. Dün Rus gazeteci-TV programcısı Valdimir Solovyov’un konuğu ABD’li gazeteciye “ABD’li askerlerin Suriye’de YPG üniforması giymesi Washington’un Türkiye’ye ihanetidir” demesi haber oldu.

Rus gazeteci “ABD’nin kendi müttefiki Türkiye’ye, Suriye’de ihanet etmesinin kendisini çok şaşırttığını” söylüyor.

Baştan beri bu plan ortadaydı, birçok kez yazdım ama Hükümet nedense durumun ciddiyetine, o bölgede olanlarla Güneydoğu’da ve diğer illerimizde yaratılan terörün yakın ilişkisine rağmen aylardır bu konuya iç politika kadar önem vermiyor.

Şimdi, Mare ve Azez de ellerine geçerse “Türkiye’ye yeni bir göç dalgası” olmasından endişe ediliyor.

İşin üzücü tarafı şu ki, ABD’yi kınamamızın sonucu değiştirmeyeceği noktaya varıldı.

Endişe duyuyormuş

Kilis’e, sınır karakollarımıza roketler yağarken TSK’nın verdiği karşılığa koalisyon güçlerinin de katılması bizi yanıltmasın.

ABD öncülüğündeki koalisyon ancak “sonuç PYD’nin işine yarayacaksa” Türkiye’nin yanında yer alıyor, aksi takdirde şu açıklamayla geçiştiriyor;

“IŞİD’in Suriye’den Kilis’e, Türk topraklarına düzenlediği saldırılardan büyük endişe duyuyoruz”.

PYD’nin Suriye’nin kuzeyini ele geçirmesini sağlayan ABD’nin, Türkiye’ye atılan roketleri “istese önlemeyeceğine” inanacak kadar saf olduğumuzu düşünmesi hakarettir ama ne yazık ki buna karşılık kınamaktan başka yapacağımız bir şey yok.

Çok geç kalındı.

Mülteci trajedisi

Türkiye yeni bir göç dalgasıyla karşılaşabilir.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği üç gün içinde Akdeniz’de 700 sığınmacının 3 ayrı botta ölmüş olabileceğini açıkladı. Dile kolay, aralarında çocukların da olduğu 700 insandan söz ediliyor.

Haberi duyan İtalya Başbakanı Renzi “üzüldüğünü” açıklamak yerine “Avrupa’nın düzensiz göç konusunda Afrika’ya yönelik strateji geliştirmesini” istedi.

AB ise Türkiye’den çıkacak mülteci botlarını önlediği için seviniyor, Afrika’dan yola çıkıp ölenler gündeminde değil.

İçindeki tüm ülkelere Türkiye’den her yıl sadece 250 bin göçmen almayı düşünüyor.

Mülteci sorunu ve “Suriye ile Güneydoğu’da PKK saldırılarının bağlantısı” en önemli gündemimiz olmalıdır.

Yazının devamı...

Uygunsuz eylemler!

Bizde siyasetçiler nüfus artışını teşvik ederken, bunun üstüne bir de 3 milyon mülteci nüfusa eklenmişken AB safında Türkiye nüfusu ciddi sorun olmaya başladı.

Avrupa Birliği için “Müslüman çoğunluklu bir ülke” olarak Türkiye’nin nüfusu zaten baştan beri, bu noktaya gelmeden önce de olumsuz yaklaşımlarının ana nedenlerinden biriydi.

Şimdi daha çok karşı çıkmaları için “mülteciler ve onların arasına karışmış terör örgütü militanları” nedeni de var.

Geri kabul anlaşması ile “Avrupa topraklarına geçmiş olan sığınmacıları” da almanın kaosu arttıracağını ve AB şansımızı iyice azaltacağını görmek zorundayız.

Türkiye, vize muafiyeti uğruna bunu yapacağına tam aksini yapmalı ve 3 milyon mültecinin en az yarısını AB ve ABD’nin alması yönünde çalışmalıydı.

Terörist gibi…

Kısa süre önce “Türkiye’nin AB’ye girişi 3000 yılından önce olmaz. En azından onlarca yıl alır. O zaman bile ‘hayır’ deme hakkına sahibiz” diyen İngiltere Başbakanı bile Türkiye aleyhine yapılan tepki gösterilerine dayanamadı.

David Cameron, İngiltere’nin AB’den ayrılmasını isteyen ve referandum öncesi propaganda için “76 milyonluk Türkiye AB kapısında” sloganını seçen grupların “Türk halkını terörist gibi gösteren resimler kullanmasının” korkunç olduğunu söyledi.

Türkiye bugüne kadar “halkının terörist gösterilmesi” gibi bir durumla hiç karşılaşmamıştı, Hükümet bunun nedenlerini ve böyle bir imajın nasıl ortadan kaldırılacağını düşünmelidir.

Bunu yutmuyoruz!

Daha önce de yazdım; ABD’nin son Şam Büyükelçisi Robert Ford kısa süre önce Brookings ve ABD Barış Enstitüsü başkanlarının da bulunduğu ve onunla aynı görüşte oldukları bir toplantıda:

“ABD’nin desteklediği YPG-PYD’nin PKK ile kesin bağı var, kuzeyde kendi devletlerini kurmak istiyorlar” dedi.

Ford 2015 yılında da “PYD’nin PKK olmadığı söylemi bir safsata” demişti.(Aynı şeyi Barzani de, YPG içindeki ABD askerleri de açıkladılar.)

Suriye’nin kuzeyini boydan boya PYD’nin kazanması için her desteği veren, şimdi de “Fırat’ın Batısı”ndaki Cerablus, Azez ve biraz güneydeki Rakka’yı almaları için çalışan ABD’nin “IŞİD’le savaş” yalanını daha ne kadar yutacağız?

PYD’ye “Suriye Demokratik Güçleri”, ABD’ye “IŞİD’e karşı uluslar arası koalisyonun başı” demekle bu yalan örtülemez.

Doğrudan PKK’ya…

Son olarak Rakka’yı almaları için PYD’yle ortak çalışan ABD askerlerinin “YPG simgesi” taşıyan uniformalarla fotoğrafları çıktı.

ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlığı sözcüleri önce “yorum yapmıyoruz” dedi, tepkiler sürünce “IŞİD karşıtı –sözde- koalisyonun sözcüsü Albay Warren “armaların izinsiz ve uygunsuz olduğunu” açıkladı.

Bu neyi değiştirir? Önemli olan lafları değil, sınır ötemizdeki planları ve aynı zamanda “PKK terörünü destekliyor” olmalarıdır.

Türkiye’de güvenlik kaynakları “ABD askerlerinin PYD’ye verdiği her türlü destek kısa zamanda doğrudan PKK’ya aktarılacaktır” dediğine göre…

Dışişleri Bakanlığımızın “Müttefikimiz olan bir ülkenin YPG arması kullanması kabul edemez” tepkisi yerine büyük resme bakarak duruma acilen müdahale etmesi gerekiyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.