Şampiy10
Magazin
Gündem

Suriye operasyonları ve terör!

Atatürk Havalimanı’nda 44 kişinin ölümüne, 239 kişinin yaralanmasına neden olan saldırıyı gerçekleştiren 3 teröristten ikisinin Rus kimlikli olduğu ortaya çıktı.

Yöneticilerimizin de söylediği gibi “Türkiye’de bir değil, birden çok fazla örgüt var”…

Bu örgütler hücreler-kamplar kurup eğitim alıyor, yüzlerce kilo patlayıcıyı rahatça sınırlardan geçiriyor, bomba üretip patlatıyor.

Yakalandıkları zaman da çoğu kısa süre sonra serbest kalıyor.

Binlerce kaçak!!

Çeçen uyruklu teröristlerden birinin IŞİD Türkiye sorumlularından olduğu ve “Suriye’den İstanbul’a kaçak geldiği” anlaşılmış.

Dün de Suriye sınırından 25 Haziran’da kaçak olarak Türkiye’ye geçmeye çalışan “Suriye uyruklu 2 canlı bomba”nın güvenlik güçlerince vurulduğu haberi medyada yer aldı.

Ankara ve Adana’da eylem yapmayı planlayan canlı bombalardan biri 21 Haziran’da Suriye’nin başkenti Şam’dan Kamışlı’ya uçakla gelmiş.

Haberleri birleştirince, Havaalanı saldırısını yapanların bombaları da Fatih’te kiraladıkları bir dairede hazırladığını öğrenince, Suriyeli, Çeçen, Özbek ya da bir başka kökenden canlı bombaların şans eseri güvenlik güçlerine yakalanmadıkları takdirde ülkemizde ne kadar rahat dolaştıkları ve eylem planladıkları görülüyor.

Neden diğer ülkelere bu kadar rahat girip barınamadıkları, kamplar, hücreler kuramadıkları önemle tartışılmalıdır.

Neden Türkiye?

Daha önce de sorduğum soru tekrar gündeme geliyor.

Suriye’de IŞİD’e operasyon yapan koalisyon güçlerinin başında ve içinde birçok ülke var. Oysa bu ülkelerde Türkiye’ye kıyasla çok daha az IŞİD eylemi oldu. Peki neden Türkiye ilk hedef?

Havalimanı eylemini yapan teröristlerin Rakka bağlantılı olabileceği, Menbic’ten talimat almış olabileceği üzerinde duruluyormuş. Enteresan olan şu ki; Menbic ve Rakka son haftalarda ABD-Rusya-Esad’ın PYD’ye verdiği destekle alınmaya çalışılan iki stratejik kenttir… Rakka ayrıca petrol bölgesidir.

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Blinken kısa süre önce “Menbic’te Türkiye ile beraber çalışıyoruz. Bu çok önemli bir operasyon. DAEŞ’in elindeki Türkiye-Suriye sınırındaki bölgeyi almamız lazım” demişti.

Gazeteciler kendisine Obama’nın “IŞİD’in Menbic’ten atılmasından sonra YPG’nin çekileceği konusunda teminat verdiğini” hatırlattı ama Blinken buna cevap vermedi.

Meclis ne işe yarar?

Bu durumda, acaba Türkiye “sonunda PYD’ye bırakılacak bölgeler için” ABD’yle birlikte hareket ederek kendisini hedef haline mi getiriyor veya mesele “Suriye’de kurulmak istenen devletin Türkiye ile ilişkisi midir” sorusu akla geliyor.

Havalimanı saldırısından sonra muhalefet partileri Meclis’te olayla ilgili konuşmak ve sorular yöneltmek istediklerinde “konuşma hakkı verilmediği için” tartışma çıktı, Meclis Başkanvekili muhalefet milletvekillerini azarladı. Bu kadar önemli konularda siyasi partilere söz ve soru sorma hakkı verilmezse Meclis’in varlığı ne işe yarar?

Demokrasiden nasıl söz edilir?

Yazının devamı...

Terörde hatalarımız var mı?

Türkiye sadece IŞİD ve benzeri terör örgütlerinin saldırılarıyla değil, eş zamanlı PKK saldırılarıyla karşı karşıya…

O zaman bu olayların analizi yapılırken “Acaba birbirleriyle bağlantısı var mı” sorusunun da sormamız gerekiyor.

Yazımı yazdığım dakikalarda Atatürk Havalimanı’ndaki kanlı saldırıda ölenlerin sayısı 44’e yükselmişti. 100’ün üstünde yaralı var ama kaçının ağır durumda olduğu ve başka can kaybı yaşanıp yaşanmayacağı belli değil.

Bu kadar büyük saldırılarda “ölenlerin şehit sayılması veya sayılmaması” akla gelecek en son şeydir.

Her saldırıdan sonra hemen “güvenlik zafiyeti” olmadığı açıklamaları yapılsa da Başbakan Yıldırım’ın kendisi “Havaalanlarında X ray kontrolü ve fiziki kontrol yetmez, dışardan yapılacak müdahalelere karşı ilave tedbirler almak gerekiyor” dedi.

Girişlerde özel eğitilmiş elemanların sayısını arttıracaklarını söyledi.

İstifa mekanizması

Havaalanları ve alışveriş merkezleri gibi yerler en çok risk taşıyan mekanlar olduğuna göre “bu tedbirlerin neden alınmadığını” İçişleri Bakanı, Vali ve Emniyet açıklamalıdır.

Atatürk Havalimanı saldırısı ile Brüksel Zavetem Havalimanı’nda 22 Mart’taki “IŞİD’in üstlendiği ve 32 kişinin hayatını kaybettiği” saldırının benzerliğine dikkat çekiliyor.

Saldırıdan hemen sonra Çarşamba günü sosyal medyada ise çok sayıda vatandaş Brüksel saldırısından sonra “İçişleri, Adalet ve Ulaştırma Bakanları’nın istifa ettiğini, bizde yaşanan çok sayıda saldırıda hiç istifa olmadığını” yazıyordu.

Başbakan “Havaalanlarında yapılan kontrolün yetersiz olduğunu” söylüyorsa ilgili bakanlar ve onlara bağlı kurumlar sorumludur, doğal olarak istifa beklenir.

Önerge reddedildi!

Çarşamba günü Mardin’de PKK’nın yola döşediği bomba ile patlattığı askeri araçta yine 2 askerimiz şehit oldu, 3’ü yaralandı.

Dün Van’da yine PKK Karayolları 11’inci Bölge Müdürlüğü’ne ait 23 aracı yaktı, 25 personelin olduğu şantiyeyi bastı.

IŞİD’in durup dururken yaptığı Suruç katliamından sonra 9 canlı bomba saldırısında 250’den fazla insanımız öldü, 1000’den fazla yaralandı.

Daha önce de değindiğimiz gibi, bu saldırıların “PKK ve IŞİD tarafından adeta sıra ile yapılması” dikkat çekicidir. Bu bağlantılar ve hangi devletlerle ilişkileri olduğu ortaya çıkarılmadan saldırılar önlenemez.

Temmuz 2015’te “Terör olaylarının araştırılması” için verilen önerge MHP ve AK Parti oylarıyla reddedilmiş, bunun nedeni anlaşılamamıştı.

Atatürk Havalimanı’ndaki saldırının araştırılması için bu kez 3 muhalefet partisi tarafından verilen önerge Ak Parti çoğunluğu tarafından reddedildi.

Arka arkaya bombalı saldırılarla cehennem benzeri bir ortamda yaşayan ve artık korku, panik ve acı içinde olan toplumun haklı olarak üzerinde durduğu bu gelişmelerin açıklanması gerekir.

Özellikle Türkiye’deki tüm terör saldırılarının “Suriye politikamızla ilişkisi” son derece önemlidir!

Yazının devamı...

Kınama ve lanetleme!

Atatürk Havalimanı’nda Salı akşamı yaşanan ve 36 kişinin hayatını kaybettiği, 197 kişinin yaralandığı saldırıyı IŞİD terör örgütünün yapmış olduğu düşünülüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu saldırıdan sonra yaptığı açıklamada; saldırıyı şiddetle kınadı, hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarına ve millete başsağlığı diledi.

“Dünyanın, özellikle de Batı ülkelerinin yönetimleriyle, parlamentolarıyla, medyasıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla terör örgütlerinin bu oyununa karşı kararlı bir duruş sergilemesini istiyoruz… Terör örgütleri aynı eylemleri Avrupa, Amerika şehirlerinde de yapabilirler” dedi. Oysa “görünüşe göre” ABD ve AB ülkeleri IŞİD’e karşı bir koalisyon şeklinde mücadele veriyorlar. Koalisyonun başında ABD var.

Buna rağmen Türkiye’de ABD ve Avrupa ülkelerinden çok daha fazla saldırı yaşanıyor. Erdoğan’ın sözleri, hala Batı’ya karşı bu konuda güven duymadığımızın kanıtıdır ki duymamakta hiç de haksız değiliz.

Serbest bırakılıyorlar

Obama Atatürk Havalimanı saldırısından sonra Erdoğan’a taziyelerini iletmiş. Daha sonra Beyaz Saray Sözcüsü “Türkiye’ye soruşturmada destek ve yardım teklifi” yapmış. Aslına bakarsanız 11 Eylül saldırısının bile kim tarafından organize edildiğinin hala tartışıldığı bir ortamda bu saldırılarda kimlerin, hangi ülkelerin parmağı olduğunu bulmak zordur.

Bununla birlikte “Türkiye’de de yakalanan, hatta tutuklanan IŞİD’lilerin serbest bırakıldığı” haberlerini bir kez daha hatırlamak ve vurgulamak zorundayız.

Başbakan Binali Yıldırım olaydan sonra TV’de “Saldırının komşularımızla ilişkiler normalleşme aşamasındayken olması manidardır” dedi. Bu tür ilgisiz bağlantılarla olayın sorumluluğu, istihbarat ve güvenlik tartışmaları geçiştirilemez.

VATAN haber sitesinde havaalanında kendini patlatan canlı bombalardan birinin olay öncesi “Havalimanı içinde yürürken” fotoğrafı yayınlandı. Sosyal medyada binlerce kişi “Biz kemerimize, saatimize, ayakkabımıza kadar kontrol edilirken 3 terörist bombalarla nasıl kolayca içeri giriyor” sorusunu sordu. (Bu soruyu Twit atarak Burhan Kuzu da sordu).

ABD’nin istihbaratı

Toplum bu soruların cevabını isteme ve alma hakkına sahiptir. Valiler ve İçişleri Bakanlığı olaylardan sonra “kaç ölü, kaç yaralı olduğu” bilgisi vermekle değil, o olayların önlemini almakla görevlidir.

ABD yine bu saldırıdan önce de vatandaşlarına uyarı yapmış, nasıl oluyor da her IŞİD veya PKK saldırısını onlar daha önce haber alıp kendi vatandaşlarını uyarıyorlar?

Neden ve nasıl sorulmayacak mı?

Donald Trump saldırıdan sonra “Korkunç terörün Amerika’ya sıçramaması için mümkün olan herşeyi yapmak zorundayız” dedi. Avrupa ülkeleri de bugünden sonra sınır kontrollerini daha da sıklaştıracak, mülteci konusunda daha dikkatli olacaktır.

Terör uzmanları Türkiye’nin açık kapı politikasının, sınırlarının sıkı kontrol edilmemesinin terördeki rolünü vurguluyor. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un dediği gibi “Kınayalım ama kınayarak terörle mücadele edilmez. Somut önlemler almak gerekir.”

Yazının devamı...

Rusya özürle de açıklayamaz!

Biz hatamızı düzelttik ama acaba Rusya Suriye’ye tepeden inerek yaptığı saldırıları, Türkiye aleyhine gelişen “Suriye rejimine ve PYD’ye verdiği destekleri” nasıl geri çevirecek?

Suriye sınırımızı ihlal ettiği için düşürülen Rus savaş uçağı olayından sonra Rusya ile yaşanan ve büyük mali kayba neden olan kriz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’e yazdığı mektupla birlikte düzelecek gibi görünüyor. Ancak… Rus Parlamentosu’nun üst kanadı olan Federasyon Konseyi Uluslar arası İlişkiler Komitesi Başkanı Konstantin Kosaçev “Türkiye’den özür dışında, Suriye ve Irak’a yönelik politikalarını da değiştirmelerini beklediklerini” açıkladı.

Plajlarda Rus olmaması…

“Türkiye’den yalnızca Rusya’yla olan ilişkilerinin kötüleşmesine değil, aynı zamanda terörist yapılarla doğrudan işbirliği yaparak Suriye ve Irak’taki durumun kötüye gitmesine neden olan yaklaşımlarını yeniden değerlendirmesini bekleyeceğiz” dedi. Konuşmasının iyice küstahlaşan ve Türkiye’yi aşağılayan bölümü şöyleydi: “Bana göre özür dilenmesinde en etkili olan Türkiye’nin aldığı ekonomik darbe oldu. Türkiye’deki plajlarda Rus olmaması, Rusya’daki inşaatlarda Türklerin olmaması her türlü askeri ve politik tehditten daha etkili oldu”.

Rusya Türk tarafının uçak olayında en başta yaptığı hatalı açıklamalarla bozulan ilişkileri düzeltmeye çalışırken Rusya’nın adeta sütten çıkmış ak kaşık rolü oynaması kabul edilemez. Her türlü desteği vererek Suriye haritasını değiştirmeye yardımcı olduğu süreçte uçak olayından sonra Rusya’nın yaptığı tehditlerle bizim elimiz kolumuz iyice bağlandı.

Gizli değil açıkça

Geçen Cumartesi, 25 Haziran haberi şöyleydi: Rusya hava gücü saldırılarıyla Suriye ordusu ve ABD hava gücü desteğindeki YPG, IŞİD’in başkent ilan ettiği Rakka’ya girdi. Başında PYD’nin olduğu Suriye Demokratik Güçleri Türkiye sınırındaki Menbiç’e de aynı sıralarda saldırı başlatmıştı. Yine aynı sıralarda Rusya destekli Suriye ordusu Türkmendağı’na top ve füze atışlarıyla saldırıyordu.

Suriye sınırımızın ötesinde Kobani’den başlayarak hep “IŞİD’den alıyoruz” bahanesiyle PYD’ye alan kazandırıldı. Bu saldırılar olurken Rusya, ABD, PYD ve Suriye Rejimi aynı saflarda hareket ettiler.

PYD’ye ortak destek

Yani Rusya’nın aniden Suriye’ye inmeye karar vermesindeki tek neden muhaliflerin aldığı bölgeleri geri almak veya IŞİD’le savaşmak değil. Öyle olsaydı Türkmenlerin “Burada muhalifler yok ama yine de saldırıyorlar” dedikleri, köylerinin, evlerinin yerle bir olduğu Türkmendağı da hedef alınmazdı. Şam Cephesi Sözcüsü Muhammed Ahmet olayı net şekilde anlattı:

“ABD’nin hedefi Azez-Cerablus bağlantısını sağlamak ve bu bölgeyi PYD’ye teslim etmek. Önce muhaliflerin ve IŞİD’in olduğu Mare Hattı’nda şimdi PYD var. PYD, ABD ve Rusya’nın desteğiyle Afrin’in doğusunda 6 köy ve Tel Rıfat kasabasını ele geçirdi.” Hepsi bu kadar değil, devam edeceğim ama bu kadarı bile Rusya’nın sınır ötemizdeki PYD-PKK devleti hedefine verdiği desteği yeterince anlatmıyor mu?

Yazının devamı...

Özür dilemek yada dilememek!

Dün “dış ilişkiler” açısından önemli bir gündü, Türkiye için de ciddi olumsuzluklar yaratan “Rusya ve İsrail’le kavgalı” olma halimizde olumlu adımlar atıldı.

İsrail’le önce Gazze saldırısı ve Erdoğan’ın Davos’ta “one minute” diyerek başlayan Netanyahu ile tartışması, sonra 2010 yılında “ambargo olmasına rağmen” Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisini İsrailli komandoların basması ve Türkleri öldürmesi nedeniyle 6-7 yıldır kavgalıydık.

Bu arada Netanyahu “Mavi Marmara için özür dilemeyeceklerini ama üzüntü bildireceklerini” söylemiş, sonra da Erdoğan’la yaptığı konuşmada bu sözünü tutmuştu.

Daha sonra diplomatik görüşmeler devam etti ve dün İsrail ile Türkiye’nin anlaşma sağladığı Başbakan Yıldırım ve İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından açıklandı.

İlişkiler düzelmeli

İsrail’le ve Rusya ile büyük ticari ilişkimiz, anlaşmalarımız var. Komşularla kavgalı olmak, karşılıklı tehditler, hakaretler bu ilişkileri bozarken tamir edilemez maddi zararlara neden oldu.

Neyse ki Rusya ile de “sınırımızda düşürülen Rus askeri uçağı” nedeniyle çıkan kriz, dün Erdoğan’ın Putin’e gönderdiği mektuptan sonra düzelecek gibi görünüyor.

Rus medyası ve Associated Press gibi önemli haber ajansları olayı “Erdoğan Putin’den özür diledi veya “Türkiye özür diledi” şeklinde verdi.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın bu haberlerden sonra bir açıklama yaptı: “Cumhurbaşkanı Erdoğan üzüntü ve taziyelerini bildirdi, kusura bakmasınlar dedi”…

Elbette “özür dilemek” bir ülkenin onurunu zedeler, işin buralara vardırılmaması için diplomasi, fevrilikten özellikle tehditlerden kaçınma, uzmanların, büyükelçilerin görüşlerinin alınması gereklidir.

Bununla birlikte kayıpların önlenmesi için önemli olan da sonuçtur.

Kayıp büyük

Türk turizminin can damarı iki ülke Almanya ve Rusya. Her ikisiyle bozulan ilişkiler ve terör nedeniyle Rusya’dan gelen turistler yüzde 98 oranında, Almanya’dan gelenler yüzde 59 oranında azaldı.

Yalnızca Putin’in Rus turistlere “Türkiye’ye gitmeyin” çağrısı turizmi, ekonomiyi milyonlarca dolar zarara soktu.

Rusya’nın ambargo koymasıyla Türkiye’nin sadece domatesten 65 milyon dolar zarar ettiği bildirildi.

Türkiye’nin politik hatalarla kaybı sadece “maddi” değil, son haftalarda Batı’daki prestij ve imaj kaybımızı, Birleşik Krallık’tan sonra AB’deki (Avusturya gibi)diğer bazı ülkelerin de “AB’den çıkmak için neden Türkiye’nin alınması olabilir” demesini uzun uzadıya tartışmamız gerekiyor.

İskoçya “AB’den çıkmamak için her yola başvuracağını” açıklıyorsa, genç vatandaşları “AB’den çıkarak geleceğimizi elimizden almayın” diyorsa bizim hemen bu hedeften vazgeçmemiz çok yanlış olacaktır.

Daha kabul edilmeden, yıllarca uğraşmışken “Biz de AB için referanduma gidelim” demek sonradan pişman olacağımız bir başka büyük hata olabilir.

Suriye iç savaşına ilk bizim müdahale etmemizin sonuçları da büyük kayıplara neden oldu. Acaba Rusya Güney sınırlarımızda yaptıklarını “özür”le telafi edebilir mi, bunu da yarın tartışalım.

Yazının devamı...

Dürüst siyasete özlem!

Türkiye bir yanda terör ve dış politika sorunları, diğer yanda iç politikada dengesiz iniş çıkışlar, devamlı seçim atmosferinde yaşatılmak gibi nedenlerle yorgun düşmüş durumda.

Rakiplerini asılsız iddialarla karalamak…

Siyasette kazanmak için ahlaki olmayan yolları da geçerli saymak…

Yalan ve yanlışlarla dolu konuşmalar yapıp düzeltmeye çalışmak… Seçimlerde ortaya çıkan hile iddiaları ve endişeleri…

Liderlerin, bakanların başarısız olmaları halinde istifa mekanizmasının işletilmemesi, yapıştıkları koltuklardan kopmamak için herşeyi göze alması ve daha birçok sorumsuzluk örneğiyle karşılaşıyoruz.

Bu nedenle Batı demokrasilerinde yapılan ve kimsenin hileden şüphe etmeyi aklına bile getirmediği seçimler, referandumlar, başarısız olduğu sonucu çıkan liderin o anda istifa etmesi bizde hayranlık uyandırıyor.

Moraller bozuldu

Konuştuğum hemen herkes milli maçta Fatih Terim’e, hatta kızına ve doğmamış bebeğine, Arda Turan’a yapılan saygısız hatta insanlık dışı müdahalelerin “son nokta” olduğunu söylüyor.

Türk insanı kısa süre öncesine kadar saygı sınırını bu ölçüde kaçırmamış, şiddet her alana böylesine yayılmamıştı.

Siyasette artan şiddet ve tahammülsüzlük havası, neredeyse nefret içeren söylemler bırakın başkalarına saygıyı, büyük kitlelerde “kendine saygı”nın kalmamasına neden oldu.

Bunu kabul etmediğimiz ve özeleştiri yaparak doğru yola dönmediğimiz takdirde geri dönülmez şekilde ciddi bir toplumsal ahlaki çöküşle karşılaşacağımız kesindir.

Diğer tarafta, şiddet havasının, partilerin aralıksız çekişmelerinin ve bitmeyen seçim-referandum ihtimallerinin moralleri bozduğunu da görmek zorundayız.

Demokrasi dersi

MHP’de uzun süredir bir değişim hareketi yaşanıyor. Seçim başarısızlıklarından sonra yeni genel başkan adayları çıktı, olağanüstü kurultay için gerekli sayıda imza toplandı.

Grup Başkanvekilliği görevinden istifa eden Oktay Vural dahil olmak üzere Bahçeli’nin en yakınındaki isimler, birçok il ve ilçe başkanı “değişimin şart olduğu” konusunda birleştiler.

Bu durumda normal olan nedir, kurultayı bile beklemeden istifa etmektir değil mi?

En azından İngiltere Başbakanı David Cameron’un “referandumda kendi desteklediği sonuç çıkmadığı için” derhal istifa etmesinden (Thatcher’ın istifasını da hatırlayabilirler) biraz ders alınmalı değil mi?

Akşener’e iftira

Hayır, bizde hiçbir olumlu örnek koltuk sevdasını etkilemiyor. Onun yerine Bahçeli ve Genel Merkez hala mahkeme kararları aldırarak 10 Temmuz’da yapılacak “genel başkan seçimli” kongreyi engellemeye çalışıyor.

Aynı anda en kuvvetli aday durumundaki Meral Akşener’e daha önceki çirkin iftirayı aratmayacak yeni bir iftira atılıyor; “Onu Çiller’e Fethullah Gülen önermişti”.

Rakiplerini “PKK ve HDP’ye ya da Fethullah Gülen’e yakın göstererek yıpratma” modası da ilkesiz siyasetin bir başka örneği olmaktan öteye gidemez.

Artık bu kötü huylardan vazgeçelim.

Koltuğa yapışmak ve tüm toplum değerlerini de bu uğurda feda etmek başarısız siyasetçileri kurtarmayacak!

Yazının devamı...

İngiltere referandumu ve biz!

Gelişmeler karşısında bir “referandum tartışması” yapmak kaçınılmaz görünüyor.

Acaba parlamentolar varken her önemli konuyu referanduma götürmek, böylece meclisleri devre dışı bırakmak “demokrasiye ve hukuka en uygun çözüm” mü?

Her referandum o ülkenin yararına mıdır, yoksa halkın temsilcilerinin, milletvekillerinin karar vermesi gereken konularda “verilecek kararın sonuçlarını tam olarak bilmeyen, incelemeyen halkın” oyuna başvurmak hata olabilir mi?

Bunlar tartışılmalıdır ama eğitimsiz kitleleri çoğunlukta olan toplumlarda referandumun daha da riskli duruma geleceği, bu konuda uzmanlar tartışmadan hemen karar vermenin siyasi hata olduğu açık ve nettir.

Yargı reformu yapılacak denerek gidilen 2010 referandumu sonunda yargının sorunlarının çözülmediği, bu nedenle şimdi yeni yargı yasası çıkarılmasının gündemde olduğu ortadadır.

Hatanın sonu

İngiltere’nin “AB’de kalalım mı, çıkalım mı” referandumu sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye’de de AB’ye üyelik için referanduma gidilebileceği” açıklamasına AB Komisyonu “Karar sizin” cevabını verdi.

“Öfkeyle kalkan zararla oturur” atasözü biz Türklere aittir. Bunun deneyimleri ve sonuçları geçmişte yeterince yaşanmamış olsaydı böyle bir söz de herhalde çıkmazdı.

Öncelikle unutmamak gerekir ki son yıllarda öfkeyle yaptığımız açıklamaların arkasından çok pişmanlıklar yaşadık.

Dış ve iç politikamız çok daha sakin ve doğru çizgide yürüyebilecekken bu olmadı.

Hatırlamamız gereken ikinci nokta Türkiye için AB’nin önemi, dünyanın en zengin 8 ülkesinden biri olan ve bizim sorunlarımızı yaşamayan İngiltere için öneminden çok daha fazladır.

Buna rağmen dün tüm İngiliz medyası “AB’den çıkma” yönünde sonuç alınan referandumun arkasından bu kararın ne büyük sorunlara sebep olacağını yazdı.

The Times; “Cameron’un referandum kararı almakla hata ettiğini, referandum yüzünden İngiltere’nin ilk kez bu kadar bölündüğünü” vurgularken, Daily Telegraph “David Cameron’un tarihe İngiltere’nin Avrupa’daki geleceği üzerine kumar oynayan ve kaybeden İngiltere Başbakanı olarak geçeceğini” yazdı. En önemli yorumlardan biri dünya çapında en çok okunan gazetelerden biri olan Financial Times’a ait;

“Modern demokrasiler mantık çerçevesinde hareket etmek zorundadır. Bunu ortadan kaldırırsanız yerini önyargı doldurmaya başlar. Margaret Thatcher referandumları ‘diktatörler ve demagogların tercih ettiği mekanizma’ olarak nitelerdi.

Ulusal kurumlara güvenin olmadığı, azınlıklara garantilerin sağlanmadığı bir ortamda kaba çoğunlukçularla karşı karşıya kalırsınız”.

Cameron’un istifası

Kredi değerlendirme kuruluşları şimdiden İngiltere’nin kredi derecesini korumasının imkansız olduğunu söylüyor.

Bu arada… “İngiltere’nin AB ile daha güçlü olduğunu” savunan Başbakanı David Cameron referandum sonucundan sonra “İstifa edeceğini” açıkladı. Çağdaş bir demokraside “kaybedenin istifayı olgunlukla kabul etmesi” nasıl da hayranlık verici değil mi?

Yazının devamı...

Yüksek yargı ve referandum!

Yargıtay ve Danıştay gibi iki önemli yüksek mahkemenin işleyişi ve üye seçimi, üyelik süresi gibi konularda ciddi değişiklikler yapacak yasa tasarısı baroların tepkisiyle karşılaştı.

Yargıtay, adliye mahkemelerinde verilen kararların son incelemesini yapan, denetleyen ve son kararı veren temyiz mahkemesidir. Danıştay ise “yönetimin yargı yoluyla denetlenmesini” sağlayan, uyuşmazlık davalarına bakan ve yürütme organı için adeta bir danışma kurulu gibi çalışan üst mahkemedir.

Yargıçların özgürce karar vermesi “ömür boyu üyelik”lerine bağlıdır.

Neler olacak?

Ak Parti’nin yasalaştırmak istediği tasarıya göre 516 Yargıtay ve 195 Danıştay üyesinin görevi sona erdirilecek.

Bundan sonra üyeler 12 yıl için seçileceğinden verecekleri kararlar da “12 yıl sonrasını düşünerek” verilmiş olacak.

Aynı zamanda her iki yüksek mahkemede “daire sayıları arttırılacak”.

Daire başkan ve üyelerinin daireleri “zorunlu hallerde” değiştirilebilecek.

Bir dairenin görev alanındaki davaya bakmak üzere “başka daireler” görevlendirilebilecek.

AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ “Yargının içinde çok net şekilde Pensilvanya ile irtibatlı kişiler var. Anayasa ve yasaya aykırı hareket etmek onlar için önemli değil” açıklaması yapmıştı.

Başvuracak son merci

Bekir Bozdağ “Yargıtay ve Danıştay’da daire sayısını arttıran yasa tasarısı görüşmelerinin ertelenmeyeceğini” söylerken daha önceki “Pensilvanya bağlantılı kişiler var” vurgusundan farklı bir açıklama yaptı.

“Yüksek yargıda dosyalara kısa sürede bakıldığını, bunun ancak daire sayısını arttırmakla düzeltilebileceğini” söyledi.

Yargıda Cemaatçi bir yapılanma olmaması gerekir ama şunu unutmayalım ki yargıya, Emniyet’e ve tüm kurumlara sızdığı söylenen, yerleşen Cemaat bundan yıllar önce durdurulmalıydı.

Özellikle yüksek mahkemeler (son karar mercileri olmaları nedeniyle) bir ülkede “demokrasinin ve insan haklarının korunması” açısından büyük önem taşır.

Bu ülkede “Cemaat’in kumpası” olduğu söylenerek masum insanlara yıllarca hapis cezaları verildi, telefonları dinlendi, en temel özgürlük hakları ellerinden alındı.

Uzlaşma olmalı!

Şimdi doğal olarak önce hukukçular, sonra vatandaşlar yapısı değiştirilecek olan yüksek mahkemelerin “bu kez ne derece bağımsız olabileceği” endişesi taşıyorlar.

İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’nun yaptığı basın toplantısında Baro Başkanı Ümit Kocasakal “2010 referandumuyla yargı bağımsızlığının büyük ölçüde yok edildiğini, atılacak adımın son darbe olacağını” söyledi.

Türkiye Barolar Birliği “Cemaatçi yapılanma istemiyoruz ama Reisçi bir yapılanma da istemiyoruz. HSYK üyeleri uzlaşma ile değiştirilerek 78 milyona güvence verir hale gelmelidir” diyor.

Yeni anayasa, başkanlık sistemi, yüksek yargı değişiklikleri veya “AB’den vazgeçme” gibi ülke geleceğini yakından ilgilendiren konularda hemen referandum kararı vermek yerine, önde gelen hukukçu ve siyaset bilimcilerin görüşlerinin alınması, uzlaşma sağlanması son derece önemlidir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.