Şampiy10
Magazin
Gündem

Tek sorumlu MİT mi?

Hükümet yetkilileri ve Cumhurbaşkanı, darbe girişiminin önlenmesinde ve kendilerinin bilgilendirilmesinde geç kalınmasından “istihbarat zafiyetini” ve “devlet kurumlarındaki ciddi eksikleri” sorumlu tuttuklarını açıkladılar.

Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın olayı “eşten-dosttan öğrendikleri” kendi ifadeleri ile anlaşılmış durumda…

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Burada ciddi bir istihbarat zaafı var. Ancak istihbarat servisleri her şeye dört dörtlük hakim değildir” demişti.

Beş saatlik boşluk…

Dün ise Hürriyet’in manşetinde “MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ‘Süreci yönetemediniz, kötü sınav verdiniz’ diyen Erdoğan’a ‘Gereğini yaparım’ dediği ancak daha sonra ‘göreve devam’ kararı çıktığı” vardı.

Burada mesele “Müsteşar Fidan’ın Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a zamanında bilgi vermemesi” olarak belirtilmiş.

Girişimden saat 23’te haberi olan İçişleri Bakanı Efkan Ala da “İstihbarat zafiyeti affedilir gibi değil” diyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 Haziran 2015’te “Bizim izleme komitemiz var. MİT bütün bilgileri benimle paylaşıyor” dediğine göre MİT acaba neden bu bilgiyi paylaşmadı sorusu ortadadır.

Bununla birlikte, MİT haberi girişimin başladığı saat 21’den 6 saat önce, saat 15’te alıp saat 16’da faksla Genelkurmay Başkanlığına bildirmiş.

Gerçi “darbe girişiminin içinde olan bir havacı albay” tarafından yapılan ihbar her ihtimale karşı “teyit beklenmeden” Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanı’na bildirilmelidir ancak…

Diyelim ki Fidan teyit bekledi, saat 16’da haberi alan Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın veya 2’inci Başkan’ın derhal Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ı bilgilendirmesi gerekmez miydi? Yani Genelkurmay’ın bu ihmaldeki rolü nedir?

Can güvenliği

Tekrar düşünelim; darbe girişimi olacağını saat 16’da haber alıyorlar, saldırının başını Hava Kuvvetlerine ait jetler ve helikopterler çektiği halde Hava Kuvvetleri Komutanı ve üst düzey yönetim kademesi düğüne gidiyor.

İçişleri Bakanı Efkan Ala saldırılar başladıktan çok sonra “telefonu açtığını, Hakan Fidan’ın ‘darbe oluyor bizi bombalıyorlar’ dediğini” anlatıyor (MİT bombalanmadan saatler önce Fidan olaydan haberdardı.)

Başbakan Binali Yıldırım “Darbe girişimi başladıktan 15 dakika sonra” eşten-dosttan öğrenmiş ama hiçbiri Cumhurbaşkanı’nı derhal bulunduğu otelden ayrılması gerektiği konusunda uyarmamış.

Cumhurbaşkanı Erdoğan otelden “daha güvenli bir yere götürülmesi” gerekirken gece saat 24’e kadar otelde kalınmış, hatta Cumhurbaşkanı bina dışına çıkarak gazetecilerle konuşmuş.

Kendisi otelden ayrıldıktan 1.5 saat sonra da darbeci askerler otele saldırı yapmışlar.

(Erdoğan “15 dakika daha kalsaydım ya kaçırılmış veya öldürülmüş olacaktım” dediğine göre verilen saatlerde bir hata mı var bilemiyoruz.)

Kısacası, benzerine ancak ABD Başkanı’nın teröristler tarafından kaçırıldığı “London Has Fallen” türü aksiyon filmlerinde rastlanacak kadar ciddi bir olayda, büyük riskler içeren ve anlaşılması zor eksiklikler, hatalar var.

Bunlar olmasaydı belki de darbe girişimi çok daha az kayıpla bitebilirdi.

Yazının devamı...

Yeni darbe uyarıları!

Henüz 15 Temmuz’daki darbe girişiminin şokunu atlatamayan Türkiye’de “yeni darbe” veya “suikast” haberleri halkın tedirginliğinin devam etmesine neden oluyor.

Televizyonlardan dün bile hala “Halkımız telaşa kapılmasın ama tehlike geçmedi” mesajları veriliyordu.

Bu kadar korkunç bir olayı yaşamış bir halk nasıl telaşa kapılmayacaksa…

Önceki gün AB Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik’in Twitter’dan şu açıklamayı yaparak halkı meydanlara çağırdı.

“Darbeci katiller hala milleti tehdit ediyor. Buna karşı meydanları ve sokakları hınca hınç dolduralım. Üniformasına ihanet etmiş katiller adına konuşan birileri ‘yeni bir darbe yapacağız’ diye haber yayıyor.

Herkes meydanlara! Milletine ihanet eden katiller hala tehdit peşinde, bunlara cevabı meydanlarda verelim.

Tehdit bitene kadar meydanlardayız.”

Ömer Çelik’in açıklamasında özellikle “Ordu içinde FETÖ’cü bir cunta, bir grup” gibi ifadeler geçmediği için sanki tüm TSK zan altında bırakılıyor gibi bir hata var.

Ordu değil, terör örgütü

Öncelikle buna dikkat edilmesi, darbe girişiminin “orduya değil, içindeki bir terör örgütüne ait olduğu”nun vurgulanması gerekiyor. Fethullahçı örgütlenmenin daha yurtlardan, liselerden, harp okullarından öğrencileri seçerek ve sınav soruları vererek nasıl başlatıldığı ve uzun yıllar önlem alınmadığı yakalanan FETÖ’cü subayların anlattıklarıyla da somut şekilde ortadadır.

Yeni darbe haberlerine dönersek; Cumhurbaşkanı Erdoğan da TV’lere, haber ajanslarına yaptığı konuşmalarda “Yeni bir darbe girişimi mümkün ama kolay olmaz” diyor. Dün verilen bir haber;

“Suikast girişimi şüphesi!

Hala Albay rütbesinde FETÖ’cü subayların bulunması nedeniyle darbecilerle mücadele eden üst rütbeli komutanların can güvenliğinden endişe ediliyor.”

Öyle görünüyor ki daha uzun süre bu tür uyarı ve haberler sürecek. Ortada şöyle bir çelişki var, tehlikenin devam ettiği, silahlı darbecilerin tekrar ortaya çıkabileceği, suikastlar yapabileceği belirtilirken aynı anda sivil halk ısrarla sokaklara çağrılıyor.

Terör tehlikelerinin yanında “yeni bir darbe veya suikast” tehlikesi de varsa vatandaşları sokaklara çağırmanın, mitingler yapmanın içerdiği büyük risk de ortadadır.

Anlaşılmayanlar!

Uzun yıllar TSK’da görev yapmış olan Güvenlik Uzmanı Mete Yarar “MİT’e darbe girişimi olacağı haberinin saat 15’te darbe planı içinde yer alan bir havacı albaydan geldiğini, bunun üzerine hemen saat 16’da Genelkurmay’a bildirildiğini, Hakan Fidan’ın Genelkurmay’a gittiğini ve orada toplantı yapıldığını” anlattı. Türkiye’nin yaşadıklarından sonra böyle bir durumda “iddianın teyit edilmesi için zaman kaybetmeden” İçişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın haberdar edilmesi gerekir. Oysa İçişleri Bakanı Efkan Ala saat 21.30’da Erzurum’dan uçağa binerken bile olaydan haberdar değil. Saat 23’te Ankara’ya indiğinde öğrenmiş.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan da çok geç haberdar olmuşlar. Güvenlikleri ve görevleri nedeniyle olayı ilk duyması gereken kişilerin halktan bile sonra duyma nedenleri, ihmali yapanlar anlaşılmalıdır.

Yazının devamı...

OHAL ilanı ve endişeler!

Çarşamba akşamı MGK ve Bakanlar Kurulu toplantılarından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan “Darbe girişiminde bulunan Cemaatçi terör örgütünün tüm unsurlarıyla ve süratle bertaraf edilmesi için Anayasa’nın 120’inci maddesi uyarınca 3 ay süreyle OHAL ilan edildiğini” açıkladı.

Hemen arkasından CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel’den “OHAL’in Meclis’e vefasızlık, nankörlük ve sivil darbe olduğunu” bildiren bir ifade duyuldu.

Dün ise “Olağanüstü Hal” kararı Meclis’in onayına sunuldu ve 115 red oyuna karşılık 346 oyla kabul edildi.

Tedirginlik neden?

OHAL en fazla 6 ay için uygulanabiliyor ve yarattığı en büyük endişe “Meclis’in devre dışı bırakılarak anti demokratik kararlar alınabilmesi”…

Ceza Hukukçusu Prof. Dr. Ersan Şen kararın alınmasından hamen sonra CNNTürk’te “OHAL’in en büyük tehlikesi ‘olağanüstü kararname çıkarma yetkisi’dir. Cumhurbaşkanı başkanlığında Bakanlar Kurulu çıkarır. Meclis’in onayına sunar” dedikten sonra ekledi:

“Meclis’te iktidar partisi çoğunluğu olduğuna göre kararnameler zorlanmadan geçer”.

Örnek verdi; Mesela Ceza Kanunu’nda değişiklik yapılabilir. Gözaltı süreleri 4 günden daha uzun sürelere çıkarılabilir”.

Avukat Celal Ülgen de bu görüşü destekleyen bir yorum yaptı. OHAL kararının dün Meclis’ten 346 oyla geçmesi de bu endişeyi bir anlamda doğruluyor.

Aihs askıda!

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Paris’teki IŞİD saldırısından sonra Fransa’da başlatılan OHAL kararının uzatılmasını örnek gösterdi, umalım da Türkiye’de de “demokrasi ve hukuk sınırlarını aşmayan” bir OHAL süreci yaşansın. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş dün “Sokağa çıkma yasağı olmayacağını, Meclis’in devre dışı kalmayacağını, kararları Meclis’in vereceğini” söylediği konuşmasında;

“Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin askıya alınacağını” bildirdi.

15’inci madde sözleşmeci tarafların AİHS’ni olağanüstü hallerde askıya alabileceğini söylüyor ama “Uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek” koşulunu getiriyor. Hukukçuların hatırlattığı gibi, kararları verecek Meclis’te tek parti çoğunluğu olduğunu göz önüne alırsak, bu çoğunluğun “insan haklarına saygı ve evrensel hukuk” çerçevesine dikkat etmesi gerekecek.

İstihbarat açığı

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Darbeyi önce saat 8 sıralarında eniştesinden öğrendiğini” söyledi ve:

“Açık ki burada istihbarat zafiyeti var. Doğru bir istihbarat olsaydı bu girişimin önüne geçilebilirdi. Kimse dünyadaki istihbarat birimlerinin eksiği olmadığını söyleyemez” dedi.

Genelkurmay’ın dün son yaptığı açıklamada ise “Saat 16’da MİT’ten Genelkurmay Başkanı’na bilgi geldiği, tüm uçuşların durdurulmasıyla ilgili işlemlerin 19.26’da tamamlandığı” belirtiliyor. Bu durumda Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal ve tüm Hava Kuvvetleri üst düzey komuta kademesinin “göreve koşacak yerde düğüne gitmesi”, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın, Meclis’in derhal haberdar edilmemesi anlaşılır bir durum değildir.

Edilselerdi, ülkeye çok hasar veren bu olay belki de baştan önlenebilirdi.

Zafiyet bu kez istihbaratta değil, başkalarında gibi görünüyor. Düşündürücüdür!

Yazının devamı...

Darbe girişimi öncesi, sonrası!

Darbe girişiminden sonra dün MGK toplantısı sonrası ilk açıklamayı akşam saatlerinde İstanbul Valisi Vasip Şahin yaptı ve “Paralel örgütle ilgili bugüne kadar yapılan muameleler devam edecek” dedi.

Burada öncelikle MGK toplantılarına Ana Muhalefet Partisi liderinin de katılması gerektiğini vurgulayalım.

Türkiye gibi başı sıkıntıdan, entrikadan, terörden kurtulmayan bir ülkede milli iradenin yarısını temsil eden diğer partiler ülke güvenliğiyle ilgili konuları duymamakta, paylaşamamaktadır.

Ülkenin 2’inci büyük partisinin genel başkanının da bu konuları birinci ağızlardan dinleme imkanı olması gerekir.

MGK sonrası Vali’nin konuşmasından konuşmasından kısa süre önce “FETÖ ile bağlantılı kamu personeli ile ilgili operasyon kapsamında Milli Eğitim Bakanlığı’nda 6538 kişiye daha işten el çektirildiği ve görevden el çektirilen personel sayısının 21 bin 738’e ulaştığı” haberi verildi.

Devlet elden gitmiş

Batı medyasında çıkan başyazılar, köşe yazıları, yorumlar ve AB’den gelen bazı tepkilerde “Darbe girişiminin hemen arkasından binlerce kamu görevlisi, hakim ve savcının suçlu veya ortak olduğu nasıl tespit edildi? Önceden belli miydi” soruları var.

Örneğin; NewYork Times “Ertesi gün 2745 hakim ve savcı açığa alındı. 1500 dekan, 21 bin öğretmen, 35 bin ordu mensubu-polis-yargı mensubuna işten el çektirildi, bunların aynı örgütle bağlantılı olduğu nasıl kolayca anlaşıldı” sorusunu irdeliyor.

Aynı soruların Türkiye televizyonlarında da tartışıldığını görüyoruz.

Gerçekten de ülkenin en önemli kurumlarından, devletin can damarı merkezlerden 50 binin çok üstünde kamu personeli “terör örgütü planlarıyla çalışan bir dini cemaatin üyesi ise veya bu cemaatle bağlantılı” ise ve yıllardır faaliyetlerini rahatça sürdürmüşlerse devlet çoktan elden gitmiş demektir.

Paralel yapı mensuplarının Genelkurmay Başkanı’nın veya Cumhurbaşkanı’nın en yakınındaki görevlere nasıl geldiği daha da çok merak konusudur.

Yanlışlar, ihmaller

“FETÖ mensubu on binlerce kişinin bu kurumlara, görevlere girmeyi nasıl başardığı, TSK’nın yanında silahsız bürokraside de nasıl kolayca yapılandığı” konusu Meclis’te ciddi şekilde tartışılmalı, bu konuda bir araştırma komisyonu kurularak sonuç toplumla paylaşılmalıdır.

TSK’nın da yaptığı açıklamaya göre 15 Temmuz’da saat 16’da MİT tarafından verilen “Hava Kuvvetleri’nde olağandışı hareketlilik olduğu, bir darbe girişimi olabileceği” bilgisi Genelkurmay Başkanı, 2’inci Başkanı ve K.K Komutanı ile paylaşılmış.

Sosyal medyada günler öncesinden “bir darbe olacağını” yazanlar olmuş. Bu bilgilerin nasıl olup da anında Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile paylaşılmadığı (teyit edilmesi beklenmeden), önceden gereken tüm önlemlerin alınmadığı, girişimin ilk anda durdurulmadığı konuları da tartışılan gariplikler arasında…

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in TV’den “darbe girişimi ve detaylarıyla ilgili konuşması”na laik bir devlette neden gerek duyulduğu ise cevap beklenecek bir başka soru gibi görünüyor!

Yazının devamı...

Darbeciler ve silahlanma!

Cumhurbaşkanı Erdoğan “olay gecesinin ilk saatlerinden bu yana hepsinin FETÖ’ye mensup olduğu tekrarlanan” darbeci askerlere verilmesi istenen idam cezası için; “Meclis’ten bu karar çıkarsa imzalayacağını” söyledi.

Darbecilerin hepsinin Gülen’ci olmadığı, 3 ayrı gruptan oluştuğu söyleniyor.

Güvenlik Uzmanı Metin Gürcan “Darbecilerin içinde Fethullah Gülen Örgütü üyesi subaylar da vardır…

Aşırı laiklik hassasiyeti olan Hükümet karşıtı subaylar da vardır, ikbal beklentisiyle kişisel çıkar için cuntaya katılanlar da vardır” diye yazdı.

Bu iddia Genelkurmay eski İstihbarat Daire Başkanı Emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’e sorulduğunda onayladı;

“Doğru, bu darbeyi yapanların tamamı Fethullahçı değil. Bir kısmı Fethullahçı, bir kısmı da Atatürk’ten bahseden bildiri hazırlamışlar. ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ten, Cumhuriyetin felsefesinden bahsediyor. ”

Balyoz’da olsaydı…

Bir darbe girişimine katılanların hangi örgüte ait veya hangi görüşe sahip olduğu önemli değildir. Bununla birlikte “gerçek suçlularla masumların ayrılması” çok önemlidir.

Burada Ceza Hukukçusu Prof. Dr. Ersan Şen’in söyledikleri son derece önemli; “Ergenekon-Balyoz sürecinde idam olsaydı hapisteki insanları asmış olacaklardı. Oysa sonra ‘kumpas’ dendi. Kanunlarla bağlıysak devlet Anayasa’nın gereğini yapmalıdır.”

Gerçekten de Balyoz-Ergenekon sürecinde her gün akla hayale gelmeyecek senaryolar, sahte deliller, iddialar duyuldu. İnsanlara yüzlerce yıl hapis cezaları verildi ve sonra birden bunların gerçek olmadığı açıklandı.

O nedenle, idam cezası yüzlerce, binlerce insanın karıştığı böyle bir olayda büyük hatalar doğurabilir.

Meşru müdafaa mı?

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Şeref Malkoç’un “Darbeye karşı halkın silahlanması sağlanacak. Meşru müdafaa için ruhsatlı silah alımının önü açılacak” sözleri de bir başka hatanın başlangıcı gibi görünüyor.

Bir hukuk devletinde “suçlular yakalanır, yargı önüne çıkarılır, hakkındaki tüm deliller incelenip kanıtlandıktan sonra yasadaki uygun ceza verilir”.

15 Temmuz darbe girişiminde yaşanan “askerleri linç olayları”nı aklımızdan çıkarmamalıyız.

O askerlerin sadece “komutan emrini” mi yerine getirdiği, yoksa kendi iradesiyle mi suç işlediği belli değil. Birçoğuna “tatbikata” veya “terör eylemi ihbarı yapıldı” denerek polise yardıma gidildiği söylenmiş.

Özellikle infial halindeki halkın bir de üstüne “silahlı olması” sadece kendisine ateş edenin değil, diğer insanların da hedef haline gelmesini sağlar.

Bugüne kadar düğünlerde eğlence diye etrafa ateş edenlerin kurşunlarıyla kaç can kaybı oldu. Kadın ve çocuklara karşı şiddeti bile önleyememişken “kısıtlanmayan silah kullanma hakkı” doğru karar mı olacak?

Yoksa ABD’deki gibi bireysel saldırıları mı arttıracak?

Avrupa’da terör saldırılarından sonra bireysel silahlanmanın artmasının “silah ticareti yapanların işine yaradığı, silah şirketlerinin silahlanmayı teşvik edici lobi yaptığı” bildiriliyor.

Kısacası, bu kararların öyle tek cümleyle geçiştirilecek kadar önemsiz olmadığını fark edelim.

Yazının devamı...

İdam ve hukuk devleti!

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın imzalaması istenen bildiriyi “zor kullanılmasına rağmen imzalamaması” takdir edilecek bir cesaret ve demokrasiye bağlılık örneğidir.

Onun ve siyasetçilerin en yakınlarında, kendi seçtikleri ve güvendikleri görevlilerin de girişimin içinde olma ihtimali ise akıl almayacak kadar şaşırtıcı…

Meydanlara çağrılan ve Ankara, İstanbul, İzmir gibi illerde gece boyunca toplanarak darbe girişimini protesto eden halk arasında, cenaze törenlerine katılanlar arasında “darbecilere idam” ve “Gülen’in iadesi” için slogan atanlar vardı.

Topluluk halinde ve tepki içinde olan ya da yakınlarını kaybetmiş insanların “suçlular idam edilsin” demesi Türkiye’de ilk değildir.

On binlerce kişinin ölümünden sorumlu Öcalan’ın, yüzlerce masum insanımızı bombalarla katleden teröristlerin, kadınlara çocuklara tecavüz eden ve hunharca öldüren canilerin de idam edilmesi bu ülkede birçok kez gündeme geldi.

Halk kesimleri tarafından talep edildi ama uygulanmadı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan darbe yapanlar için atılan bu sloganlar konusunda “Demokrasilerde halkın talebi bir kenara konamaz. Bu sizin hakkınız” derken Başbakan Yıldırım “Gereken yapılacak” diyor.

AB ilişkisi kopacak mı?

Avrupa Birliği bunun üzerine “Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi olduğunu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin altında imzası olduğunu” hatırlattı ve…

“Darbe teşebbüsü Türkiye’nin hukukun üstünlüğü ilkesinden sapmasına bahane olamaz. İdam cezası uygulayan hiçbir ülke AB üyesi olamaz” dedi.

Abdullah Gül’ün “Ben Türkiye’yi Müslüman nüfuslu Avrupa tipi bir ülke olarak görüyorum. Böyle bir ülkede bunların yaşanmasını kabullenemiyorum” dedikten sonra “ceza” konusunda söyledikleri hukuk devletini yeterince hatırlatıyor.

“Bunu yapanlar şüphesiz ki Anayasa’nın, kanunların emrettiği şekilde, yine açık ve şeffaf, hukuk nizamı içinde cezalarını görmelidir… Demokrasi ve hukuk dediğimde ‘evrensel anlamda, gelişmiş ülkelerdeki demokratik standartlar’dan bahsediyorum”.

Türkiye “hukuk devleti sınırları” içinde kalmaya dikkat etmelidir.

İdam cezası kararını alan bir cunta da olsa, karar bir parlamentoda da alınsa sonuç değişmez.

Orduya mal edilemez!

Başbakan Binali Yıldırım “Olay ordumuza mal edilemez. Silahlı kuvvetler güvencemiz. Zarar verecek bir davranış içinde olmayalım” sözlerinde çok haklıdır.

Generaller, amiraller düzeyinde bir girişimde “komutanlarının emirlerini, üstelik bir tatbikat yapıldığına inandırılarak yerine getiren askerleri” diğer darbecilerle bir tutmak yanlıştır.

Aynı nedenle; yakalanıp yargıya gönderilmeleri gereken askerlere yapılan linç eylemleri de mutlaka cezalandırılmalıdır.

“Asker darbe yaptı, asker halka ateş etti” benzeri ifadeler Güneydoğu’da ve diğer illerde terörle mücadele için canını veren askerlere haksızlık olduğu gibi, en zor şartlar altında vatan savunmasında olanların moraline ciddi olumsuz etki yapabilir.

Son olarak, Türkiye’de terör tehlikesi sürerken halkın günlerce toplu şekilde sokaklara çağrılmasının yaratacağı riskini de göz ardı etmemek gerekiyor.

Yazının devamı...

Darbeye geçit yok!

Fransa’da ve kendi ülkemizdeki kanlı terör saldırılarının stresi altındaki Türkiye “benzersiz karanlıkta” bir gecenin daha şokunu yaşıyor.

15 Temmuz Cuma gecesi “TSK içindeki paralel yapı”nın adamları olduğu belirtilen bir grubun darbe girişimi ülkeyi ayağa kaldırdı.

Önce Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinin trafiğe kapatıldığı, tankların geçtiği, Genelkurmay’ın üstünde uçak ve helikopterlerin uçtuğu haberi yayıldı.

Başbakan Binali Yıldırım sakin bir şekilde “Kalkışma girişimi var, cevap verilecek” açıklaması yaptı. Sonra TRT’nin bir grup asker tarafından ele geçirildiği haberinin hemen arkasından TRT’de “Yurtta Sulh Konseyi Bildirisi” adı altında bir bildiri, zorla okutulduğu açıkça belli şekilde yayınlandı.

Panik ve aklıselim…

Duyanların kanını donduracak “Genelkurmay Başkanı’nı ve Kara Kuvvetleri Komutanı’nı rehin alma” haberi, MİT ve TBMM’nin bombalandığı, CNN Türk ve Kanal D’de yayınların kesildiği haberleriyle halk panik içine girdi.

Benzin istasyonları, ATM’ler ve benzincilerin önünde kilometrelerce uzun kuyruklar oluştu. Türkiye 27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleriyle, muhtıralarla yıllarca geriye gitti, halen bugün o yanlışların bedelini ödemektedir.

15 Temmuz’da ise Türk Silahlı Kuvvetleri, medya, siyasi partiler aklıselimle hareket ederek, darbe girişimine topluca karşı çıkarak “iyi bir kriz yönetimi sınavı” vermiştir.

Halkın büyük bir kesimi kışkırtıcı bazı mesajlara rağmen duyarlı ve sakin davranmayı başarmış, darbe girişimlerine geçit vermeyeceğini göstermiştir.

Ülkelerde korku

Buna rağmen, 161 şehit, 1440 yaralı ve 2839 gözaltı ile biten kanlı olayın Türkiye tarihine önemli dönüm noktalarından biri olarak geçeceğine şüphe yok.

Yurt içinde her ne kadar “darbe girişimi önlendi” desek de; askerle askerin, askerle polisin, askerle halkın karşı karşıya geldiği ve kanlı çatışmaların, bombalamaların yaşandığı bu olay diğer ülkelerin gözünde Türkiye için son derece olumsuz bir başka gelişme algısı yarattı.

Rusya, ABD, İngiltere gibi ülkeler Türkiye uçuşlarını hemen iptal etti. Türkiye’den ABD’ye “aktarmalı” giden uçaklar bile ABD’ye indirilmedi.

Darbe girişimi yaşanırken “Diyanet’in isteğiyle tüm camilerden ezan okunması ve halkın sokağa çağrılması” bence doğru bir karar değildi. Dün Hükümet üyeleri de bir gece önce olduğu gibi Cumartesi gecesi için de halkı sokağa çıkmaya ve demokrasiye sahip çıkmaya çağırdı.

Halkın demokrasiye sahip çıkması iyidir ama dün verilen haberlerde görüldüğü gibi “üstlerinden gelen emirle hareket eden erlerin, rütbesiz askerlerin kafasını kesmeye varan olayların yaşandığı da göz ardı edilmemelidir. Üstleri emrettiği takdirde “ölüme gitmeye” şartlandırılmış rütbesiz askerler (yargıya götürülmeleri gerekirken) bunu hak etti mi tartışılmalı, IŞİD’den farksız bu eylemleri yapanlar cezalandırılmalıdır.

Türk askerinin kendi halkına ateş etmesini akıl almadığı gibi, Türk vatandaşlarının “askerleri linç etmesi”ni de akıl almıyor.

İnşallah bu son üzüntümüz olur ve Türkiye’de hiç kimse demokrasiden ayrılmayı asla düşünmez!

Yazının devamı...

Fransa’da OHAL olmasaydı…

Perşembe akşamı Fransa’nın Nice kentinde Ulusal “Bastille Günü” kutlamaları yapılırken kalabalığın arasına hızla dalan bir dev kamyon, çoğu çocuk 84 kişinin ölümüne, 100’den fazla insanın yaralanmasına neden oldu.

Olayın ilk anından başlayarak hem Türk televizyonlarından, hem CNN World’den izledim ve görgü tanıklarının, polis şeflerinin, terör uzmanlarının konuşmalarını dinledim.

Şu ana kadar “bir terör örgütü” üstlenmiş olmasa da tüm uzmanlar olayın IŞİD terörü olduğu konusunda birleştiler, nitekim kamyon sürücüsünün “Müslüman bir Tunus vatandaşı” olduğu ve “Nice’de oturma izni”ne sahip olduğu anlaşıldı.

Terör kaydı yok

Polis tarafından vurularak öldürülen fail “sabıkalı” ama “terörle ilgili bir kaydı yok”muş.

Öncelikle ilk akla geleni vurgulayalım;

Bugüne kadar dünyada benzeri görülmemiş terör eylemlerinin yaşandığı, sokakta dolaşan veya bir kutlama yapan insanların bile teröristlerin hedefi olabildiği bir dönemde…

Demek ki “bir ülkeye giren ve kalmasına izin verilen (özellikle Ortadoğu kökenli) yabancılar” konusunda eskisi kadar rahat olunamaz.

“Daha önce terör konusunda kaydı yok, öyleyse bundan zarar gelmez” düşüncesi bile artık yeterli güvence sayılamaz.

Suriye’yle anlaşma

Türk Hükümeti son günlerde “Suriye ile anlaşma” konusunda farklı açıklamalar yapıyor. Başbakan Yıldırım “Önce Esed gitmeli” derken, Yardımcısı Numan Kurtulmuş “Suriye’de çözümden yana bir umut doğduğu kanaatindeyim” diyor.

Biz “Esed gitmeli” ısrarından vazgeçsek, devamlı tekrarlamasak “belki mültecilerin vatanlarına dönmesi için” de bir kapı aralanabilir.

Batı’nın da desteğiyle Suriye’de Esad’la anlaşarak, ondan “Suriye vatandaşlarına karşı şiddeti bitirme sözü” alarak Türkiye’deki mültecilerin ülkelerine dönmesi sağlanabilir.

“Herkes istediği yerde yaşamalıdır, bu ülke herkesin ülkesi olsun” anlayışıyla yabancıların kontrolsüz şekilde dolduğu, teröristlerin yakalanıp bırakıldığı, sınırlardan geçişin hala sıkı kontrol edilmediği bir ülke, bugünün şartlarında “ciddi tehlike altında” demektir.

Ülkemizin güvenliği açısından “vatandaşlık konusu” bir yana bırakılıp doğru çözüm iyi düşünülmelidir..

Paris’te Türkiye bilgileri

13 Kasım 2015’teki Paris saldırısından sonra Fransa’da “OHAL” ilan edilmiş olmasa…

Nice’deki gösterilerde 11.500’ün üzerinde silahlı polis ve jandarma görev yapıyor olmasa…

Gösteri alanı büyük barikatlarla çevrilmiş olmasa Nice saldırısı çok daha büyük can kaybıyla bitebilirdi.

Polisin henüz kamyon insanların arasına dalmadan fark ederek şoföre ateş açması araçtaki bombaların patlatılamamasını sağladı. Uzmanlar “patlasaydı binlerce kişi ölebilirdi” dediler.

-Demek ki en azından “kritik bölgelerde OHAL yarar sağlayan bir önlem” oluyor.

-AB ve ABD “IŞİD’e karşı” olurken PKK-PYD gibi terör örgütleriyle sıkı ilişkide olarak terörde önemli bir çifte standart yaratıyor.

- Son olarak “Fransa’nın Paris’te IŞİD hücresi baskınında ele geçirilen bilgiler sonucu Türkiye’deki misyonlarını kapatması” ciddi bir durumdur.

Önceden gerekli her önlem alınmalıdır!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.