Şampiy10
Magazin
Gündem

Terör, üst akıl ve seçim!

Perşembe günü terör örgütü PKK’nın polis ve askeri araçlara yaptığı hain saldırılar 12 can kaybına ve 76 kişinin yaralanmasına yol açtı.

Şırnak’ta “Habur’daki üsse asker taşıyan araca” saldırdılar, 4 askerimiz şehit oldu, 9 askerimiz yaralandı.

Mardin Kızıltepe’de polis servis minibüsüne bombalı saldırı yaptılar; 1 polis şehit, 2 sivil hayatını kaybetti, 5’i polis 54 kişi yaralandı.

Diyarbakır Sur ilçesinde polis aracına bombalı saldırıda 5 sivil hayatını kaybetti, 5’i polis 20 kişi yaralandı.

Bu saldırıların “sadece biri” Batı ülkelerinde olsaydı şu anda dünya bu haberle çalkalanıyor olurdu.

Türkiye’yi “şiddetle-terörle özdeşleşen Ortadoğu ülkeleri” arasına katmak için gayret gösteren kanlı örgütler dünyayı da bu haberlere duyarsız hale getirdiler.

“Üst akıl” her kim ise…

15 Temmuz FETÖ darbe girişiminde de söylendi, PKK veya IŞİD’in bombalı terör eylemlerinde de siyasetçilerimiz sık sık bunları bir “üst akıl”ın yönettiğinden söz ederler.

Artık anlaşıldı ki bu “üst akıl” bir tek ülke değil, ortada “çoklu bir proje” var ve bu çoklu proje çok da acımasız.

Dün Menbic Mahalli Meclis Başkanı’nın “IŞİD’le PYD birlikte çalışıyor, IŞİD kentleri savaşmadan terk ediyor” sözlerini aktarmıştım.

Bugüne kadar defalarca ve detaylarıyla yazdığım “Suriye gerçekleri”ni, benim gördüğüm sinsi gelişmeleri ve ilişkileri sanırım siyasetçiler de görüyordur, o zaman neden hala susuyoruz?

“Üst akıl” her kim ise –nedeni anlaşılmaz şekilde- 15 Temmuz darbe girişiminden sonra terörü yavaşlattı.

Milyonların katıldığı mitinglerde endişe edilen eylemler olmadı ve son mitingle beraber terör bir gün içinde şehirlerde bombalı-silahlı saldırılarla yükseltildi.

Daha fazla can kaybı olmasını önlemek için oturup düşünmek bir an önce bu planı kuran ülkeler ve kişilerle masaya oturmak gerekiyor. Kaybedecek zaman kalmadı.

Bugün seçim olsaydı

ORC Araştırma Şirketi, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin 2’inci yıldönümü için telefonla bir anket yapmış.

8-9 Ağustos’ta yapılan anketin sonucuna göre; yüzde 52 oy oranıyla seçilen Erdoğan, bugün seçim olsa yüzde 66 oy alacak.

Peki ya “genel seçim” olsa? Ya Ak Parti “Şimdi seçim zamanıdır, erken seçim yapılırsa başkanlık için gerekli sandalye gerçekleşebilir” diye düşünürse?

Bu olasılık artmış görünüyor. Muhalefet partileri de hazır mı dersiniz?

CHP ve MHP genel başkanları da anket yaptırıyor veya bu konuyu düşünüyorlar mı?

Darbe girişimi MHP içindeki genel başkanlık yarışını da, olağanüstü kongre ihtimalini de erteletti ama bu parti için bir kayıp mı olacak, kazanç mı?

Bahçeli, olağanüstü kongre talebini terörden farksız gördü, en güçlü rakibi Meral Akşener’le Gülen bağlantısı kurmaya çalıştı olmadı.

Kendisi Gülen’le bağlantılı olup hesap vermesi gereken, insanlıktan uzak biri TV’ye çıkıp Akşener’e bir kez daha iftira atmaya kalktı o da uymadı.

Siyasi rakiplerini yok etmek için onları ve hatta kongre kararı veren hakimleri suçlu gösterebilen bir liderin gelecek için ümit vermesi zordur. Muhalefet liderlerinin özeleştiri zamanı geçmektedir.

Yazının devamı...

Rusya ile barışma ve geleceğimiz!

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Putin’in St. Petersburg’da yaptıkları görüşmeden Türkiye ekonomisi ile ilgili çok olumlu kararlar çıktı.

Görüşmede her iki taraf da hedefin “İlişkilerde ‘uçak krizi öncesi’ni yakalamak hatta bunun da ötesine geçmek” olduğunu vurguladılar. Bu görüşmede Putin “İki ülkenin çok iyi olan ilişkilerinin “2015 Kasım’ında Rus uçağının vurulması ve askerlerinin hayatını kaybetmesi ile bozulduğunu” ama ilişkilerin normalleşeceğini söylerken “Suriye krizinin çözümüne yönelik görüş ayrılıkları” olduğundan söz etti. Erdoğan ise “Rusya-Türkiye arasındaki diyalogdan sadece ülkelerin halklarının değil, tüm bölgenin önemli beklentileri olduğunu” söyledi.

Görüşmenin en önemli konularından biri “Askerlerin hayatını kaybetmesi ve Suriye krizi”dir ve gerçekten de tüm bölgenin beklentileri vardır. Rusya, sınırımızı ihlal ettiği için düşürülen uçaktaki bir pilotun ölmesi nedeniyle aylar süren bir kriz yaşanmasına neden olmuştu. Oysa… Türkiye 7 Haziran 2015 seçiminden bu yana 500’ün üstünde asker ve polisini PKK terörü nedeniyle şehit verdi.

Suriye meselesi!

Güneydoğu’da her gün şehitler vermeye devam ettiğimiz terörün Suriye’nin kuzeyinde kurulması planlanan, Rusya ve ABD’nin de Esad’la birlikte bugüne kadar desteklediği “PKK-PYD devleti”, “Kürdistan projesi”yle ilgisi olduğu bilinen bir gerçektir.

Suriye’de PYD’nin askeri gücü YPG’ye verilen her destek Güneydoğu’ya “daha fazla PKK terörü” olarak dönmektedir.

Bilindiği gibi Suriye’de “IŞİD’le savaşıyoruz, IŞİD’in elinden alıyoruz” meşru mazereti öne sürülerek alınan bölgeler PYD tarafından kanton ilan edildi, özerk bölgeye katıldı.

Tel Abyad gibi bazı kentleri IŞİD hiç savaşmadan PYD’ye bıraktı.

Son olarak alınan Menbic’in Mahalli Meclis Başkanı Münzir Ebu Sellel “Halkın evleri elinden alınacak ve Tel Abyad örneği tekrarlanacak. Bölge sözde Kürdistan projesine dahil edilecek” dedi.

Kuzey Halep’te muhaliflere karşı vahşet sergileyen IŞİD’in “PYD’ye karşı savaşmadığını, 3 günde 46 köyden savaşmadan çekildiğini, PYD’nin IŞİD’le birlikte çalıştığını” söyledi.

Kaç şehit acaba?

Putin acaba böylesine büyük bir planın içinde yer aldıktan sonra “Türkiye’yle barıştık” diyerek Esad’ın yanından geri çekilir mi?

Çekilse bile bugüne kadar PYD’ye verdiği destekle ilerleyen bu proje Türkiye için kaç şehide mal olmuştur ve olacaktır?

Türkiye-Rusya görüşmelerinde Putin bu soruları cevaplamalıydı. İşe bakın ki, konuşulan tüm konularda sonuç açıklanırken 2,5 saat süren ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da katıldığı “Suriye krizi görüşmesi” sonucun açıklanmadığı tek görüşme oldu. Rus uçağı düşürüldü diye düşüren pilotlar “FETÖ’cü oldukları söylenerek” tutuklandılar.

Oysa olay Başbakan Davutoğlu’nun bilgisi dahilinde gelişmiş, kendisi de bunu TV’lerden bildirmişti. Pilotların suçlanmaları hukuki açıdan yanlış görünmesine rağmen cezalandırılıyorlar.

Peki Vladimir Putin “Kuzey Suriye’deki faaliyetlerinin Türkiye’ye verdiği maddi-manevi zararı, can kayıplarını” nasıl açıklayacak?

Yazının devamı...

Türkiye için yeni tehlike!

Darbe girişiminden bu yana doğal olarak tüm dikkatimizi bu konuya verdik.

“15 Temmuz darbe girişimi”, nedenleri ve sonuçları daha haftalarca, aylarca ve hatta yıllarca konuşulup tartışılacak, anlaşılmayan noktalar, soru işaretleri ortaya konacak ve tarihteki yerini alacaktır.

Bugüne kadar “idam cezasının geri getirilmesi”nin bize ağır faturaları olabileceğini zaman zaman vurguladım.

Pazartesi günü Alman Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü “İdam cezasının olduğu bir ülkenin AB’de yeri olmadığını” söyledi.

Almanya’nın AB içindeki en etkili iki ülkeden biri olduğunu düşünecek olursak bu açıklamanın Türkiye için onlarca yıllık bir beklentinin sonu olacağı görülüyor.

AB’nin “Suriyeli göçmenleri Türkiye’nin alması, bu göçmenlerle ilgili büyük korkusu” nedeniyle bu kararı vermeyeceğini düşünüyorsak, bence bunda da yanılabiliriz.

Vermeyecek olsalar bunu defalarca tekrarlamazlardı.

“Yıkıcı sonuç”…

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Vizesiz seyahat talebimiz karşılanmazsa AB ile göçmen anlaşması mümkün olmayacak” dedikten sonra Almanya’dan “idam cezası” uyarısı geldi.

Bu açıklamayla aynı gün bir başka ürkütücü açıklamayı da İtalya İçişleri Bakanı yaptı:

“Türkiye ile AB arasında imzalanan sığınmacı anlaşmasının Ankara tarafından geri çekilmesi tüm Avrupa için yıkıcı olur. Uluslar arası dikkat ve endişe yüksek olmalı!

Demek ki “Avrupa’ya yasadışı yollardan girmiş olan sığınmacıları da Türkiye almazsa” koca Avrupa kıt’ası için “yıkıcı bir sonuç” ortaya çıkacak, durum bu kadar dehşet verici…

Peki, zaten bugüne kadar 3 milyon mülteciyi almış, maddi manevi yıkım denecek bir yükün altına girmiş olan Türkiye onları da alırsa “yıkıcı bir sonuç” olmayacak mı?

AB’ye sırtımızı dönmeden bu konuları akılcı politikalarla çözerek ilerlememiz gerekiyor.

Kırmızı çizgi!

Diğer tarafta Güneydoğu’da PKK terörü ve operasyonlar artarak sürüyor. Diyarbakır’ın 13 köyünde operasyonlar nedeniyle “sokağa çıkma yasağı” ilan edildi.

PKK Türkiye’de terörünü sürdürürken aynı sıralarda; PKK’nın Suriye kolu ve gücünü arttırmasının bir nedeni olan PYD “Halep’in en büyük ilçesi”, 200 binden fazla (çoğu) Arap nüfuslu Menbic’i de “ABD desteğiyle” IŞİD’den aldı.

ABD daha önce “Menbic alındıktan sonra PYD-YPG bölgede kalmayacak, Suriyeli Araplara verilecek” demişti.

“Araplara verilecekse neden ‘ABD desteğiyle PYD’ yerine ‘Rusya desteğiyle Suriye rejim güçleri’ Menbic’i kuşatmadı” sorusunu ABD’ye sormadık.

“Hani siz başlangıçta muhalifleri destekleyeceğinizi söylemiştiniz, sadece PYD’yi desteklediniz” demedik.

“Fırat’ın Batısı PYD için kırmızı çizgimizdi” hatırlatmasını yapmadık.

Menbic’in kontrolünün Araplara bırakılacağı sözüne inandık ve hatta kuşatmaya destek verdik.

PYD Menbic’i aldıktan sonra ilçenin adını “Mabuk” olarak değiştirmiş ve özerklik ilan etmeye hazırlanıyormuş.

Buradan ve Halep’ten gelebilecek yüz binlerce yeni mülteciye de “kapıları açacağımızı” söylediğimize göre yakında yeni ve büyük sorunlara hazır olalım.

Sınırımızda PYD-PKK devleti için son adımlar tamamlanıyor.

Yazının devamı...

Yeni Türkiye nasıl olacak?

Acılardan, üzüntülerden, kavgalardan sıyrılıp güzel günlere kavuşma umutları yeşeriyor.

Geçen Pazar günü Yenikapı’da her kesimden milyonlarca vatandaşın, “iktidar ve muhalefet partili siyasetçiler”le, medya temsilcileri ve Genelkurmay Başkanı’yla, denize yayılmış teknelerle verdiği birlik ve beraberlik mesajı tüm ülkeye bir huzur havası yayılmasını sağladı.

Bundan sonra da aynı havanın devam ettirilmesi, ülkenin önemli sorunlarına Meclis’te de bu birlik havası içinde çözüm aranması, muhalefetin dışlanmaması önemlidir.

Hukuk ve Demokrasi

“Hukuk devleti” olmadan, evrensel hukuk-adalet kuralları dışlanarak demokrasinin var olamayacağı unutulmamalıdır.

Türkiye bu güne kadar şiddetten, kanlı terör örgütlerinin saldırılarından, bitmeyen siyasi kavgalar nedeniyle oluşan istikrarsızlıktan ve hukuk devletinin korunamamasından çok çekti.

Eğer “Yeni Türkiye”den kastımız “daha mutlu, daha özgür ve demokratik bir ülke” ise Yenikapı mitinginin barış, huzur ve güçlü birlik görüntüsünü devam ettirmek öncelikle ülkeyi yöneten partinin görevidir.

Paralel yapı yerleşirken…

Şunu gözardı edemeyiz ki; yakın tarihimizde, Balyoz-Ergenekon kumpas sürecinde ve darbe girişiminde yaşadıklarımızda “medya ve olayların mağdurlarının zamanında yaptığı uyarıların hiç dikkate alınmaması” ciddi bir rol oynamıştır.

Onlar paralel yapının en önemli devlet kurumlarında, yargı, TSK ve Emniyet’in içinde yerleştiğini, Balyoz-Ergenekon sürecinde özel yetkili mahkemelerin yaptığı hukuksuzlukları…

TSK’da ve askeri okullarda FETÖ’cülerin kendilerinden olmayan askerlere, öğrencilere yaptıklarını defalarca dile getirdiler.

Önemli hatalar

Bugün “askeri okulların kapatılması”, harp okullarına düz liselerden öğrenci alınması, bu okulların ve kuvvet komutanlıklarının “Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması”, idam cezasının geri getirilmesi gibi çok önemli konularda uzmanların uyarılarının dikkate alınmaması yine geri dönüşü zor hatalara neden olabilir.

AKP İstanbul Milletvekili Burhan Kuzu bir TV programında çok önemli şeyler söyledi.

“2013’e kadar CHP’nin verdiği önergeler var. 2005 ve 2010’da ‘F Tipi Yapılanmanın araştırılması’na ait iki önerge. Düzgün önergeler. AKP bunları reddetti, yanlış yaptı” dedi.

Neden reddettiği sorulduğunda ise;

“Tamam 2013’e kadar biz yanlış yaptık. Bakın Cumhurbaşkanı ‘ne istediler de vermedik’ diyor. Sıkışmış bir hükümet, her an kapatılma riski var. Bürokrasideki ekip bunlardan (FETÖ) oluşmuş, ne yapacak hükümet” cevabını verdi.

2013’e kadar kendilerinin bu önergelere karşı çıktığını, 2013 sonrasında FETÖ’nün ne olduğu anlaşıldığında da CHP’nin karşı çıktığını söyledi.

CHP Grup Başkanvekili Levent Gök ise “Bu konuşmanın 2013 sonrası ile ilgili kısmının doğru olmadığını, CHP’nin ‘devlet içinde cemaat yapılanmasına’ her zaman karşı çıktığını” söylüyor.

Sonuç şu ki; bir dini cemaatin siyasete bulaştırılmasının, devlette yapılanmasına izin verilmesinin felaketle bittiği görülmüştür. Bundan sonra atılacak adımlarda bu hiç aklımızdan çıkmamalıdır.

Yazının devamı...

Gülen’e ABD ziyaretleri!

FETÖ örgütünün “devletin birçok kurumuna” bir virüs gibi sızdığı ve bunu görmesi gereken birçok kişinin zamanında “anlamadığı” ya da “ihtimal vermediği” gibi açıklamalar yapılıyor.

15 Temmuz darbe girişiminin daha erken bastırılması mümkünken bunun olamamasının da “istihbarat eksikliği”nden kaynaklandığı söylendi ama bu eksikliğin sorumluları yerlerinde kaldı.

Kısacası en önemli olaylarda mazeretimiz hep bir takım eksiklikler veya aldatılmalar oluyor. Oysa bu “eksiklik ve yanılmalar”ın acısını çekenler için durumun açıklaması herhalde o kadar basit değil.

Genelkurmay Eski Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ 5 Ağustos 2013’te “Hükümeti yıkmaya teşebbüs ve terör örgütü yöneticiliği” gibi akıl almaz bir suçlamayla ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edilmişti.

Bu tarihin yıldönümü olan 5 Ağustos 2016 Cuma günü Twitter’da:

“2013’te Türk milleti adına yargılama yaptığını utanmadan söyleyen bir ‘Cemaat mahkemesi’ TSK’ne iki yıl komuta eden bir komutana müebbet hapis cezası verdi…

Mahkeme Başkanı, üyeleri ve savcısı şimdi cezaevinde. Yaptıklarının hesabını verecekler”diye yazdı.

Daha önce söylenmişti

Enteresandır, bu davalarda kumpasla hapsedilen birçok kişi o günlerde “Bize bu tuzakları kuranlar bir gün bizim yerimizde oturup yargılanacaklar” demişti.

İlker Başbuğ’la aynı tarihte yine Ergenekon davasından “ağırlaştırılmış müebbet hapse” mahkum edilen, bitmek bilmez “ıslak imza” ve “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” iddialarının mağduru Dursun Çiçek için de adalet yerini buldu.

Bu kumpasların tek mağduru haksız yere cezaevine atılanlar değildi, işlerini doğru yaptıkları halde görevden uzaklaştırılan adeta sürgüne tabi tutulan yargı mensupları da vardı.

Mesela; Ergenekon davasına baktığı dönemde “sanıkların tahliyesi yönünde oy kullanan” İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin o dönem başkanı Emekli Hakim Köksal Şengün.

Her şey kurgu…

Kısa süre sonra mahkeme başkanlığı görevinden alınmış, HSYK kararıyla Bolu’ya ‘düz hakim’ olarak atanmış, oradan da Düzce’ye tayin edilince emekliye ayrılmıştı.

Ergenekon davası için “Biz tamamen kurgulanmış belgelerle insanları yargıladık. O belgeler boştu. Bu olayların üzüntüsü beni kanser etti” dedi.

Bu kadar dehşet verici kurguları duydukça ve o günlerde bu iddialara verilen siyasi destekler akla gelince insan “Nasıl olur da FETÖ’nün bu boyuttaki çağdışı faaliyetleri, hukuk katliamları hiç değilse iktidarın hukukçu milletvekilleri, bakanları tarafından fark edilmez” diye düşünüyor.

Özellikle de polisin, ordunun, eğitim sisteminin içindeki FETÖ’cüler defalarca köşe yazılarında, kitaplarda dile getirilmişken…

Dürüst subaylar; Fethullah Gülen’i ABD’de ziyaret eden, Cemaat üyesi olan albayların amiral yapıldığını anlatmışken…

Balyoz ve Ergenekon sürecini unutmamak, bundan sonra benzer haksızlıkların, kumpasların yaşanmaması açısından çok önemlidir.

Hâlâ tek tutuklu olarak cezaevinde bulunan Murat Eren de en kısa zamanda tahliye edilmelidir.

Yazının devamı...

Batı darbeyi neden kınamıyor?

NewYork Times Türkiye’yi ağır şekilde eleştiren ve Türk Dışişleri Bakanlığı’nın da tepki gösterdiği bir yazı yayınlamış.

Bu yazıya göre ABD’li yetkililer, Erdoğan’ın ABD’ye baskısının “daha birkaç yıl öncesine kadar müttefik olduğu Gülen’in iadesini” sağlamak için olduğu düşüncesindeymiş.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “Darbeyle ilişkileri olduğu ve Gülen’in iadesi” konusundaki sert açıklamaları, AB Komisyonu açıklamaları da Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinin bozulabileceği ihtimalini ortaya koyuyor.

Asıl mesele!

Burada çok dikkat edilmesi gereken nokta OHAL ilanından ve AİH Sözleşmesini “askıya alma” kararından sonra Türkiye’nin “dünya standartlarında demokratik değerler ve hukuk devleti sınırları”ndan uzaklaşmamasıdır.

Takdir etmek gerekir ki Türkiye’de şu anda hakim olan kaos ortamı, arka arkaya gelen itiraflar, ihraçlar, akıl erdirilmeyen bazı gözaltı kararları Türk halkı tarafından bile güçlükle anlaşılır durumda…

Bazı kişiler “yazdıkları twitler nedeniyle” tutuklanırken, 15 Temmuz darbesini MİT’e gelerek ihbar eden ve zamanında önlem alınsa “darbe girişimini önleyebilecek” uyarıyı yapan Binbaşı da TSK’dan ihraç edilmiş.

Oysa bu Binbaşı’nın “zaman zaman MİT’le ilişki içinde olan isimlerden” olduğu bildiriliyor. Bu çelişkiyi anlamak kolay mı?

Örneğin Gülen’in “KPSS sorularının sınavdan önce kendisine gösterildiğini ve ezberlemesinin sağlandığını” anlatan akrabası “etkin pişmanlıktan yararlanarak” itirafçı olmuş.

İade-i itibar!

O KPSS sınavlarında, askeri okul ve diğer okul sınavlarında çalınan ve “Cemaat taraftarlarına verilen” sorular yüzünden yıllarca mağdur olan, hakkını kaybeden, Cemaatçiler tarafından okullarından atılan öğrenciler ne olacak?

Sivil-asker yüzlerce onurlu ve masum insana yıllar boyu cezaevlerinde yaşatılan işkence, orada olduğu için kanser olarak veya kalp krizinden ölen, bu nedenle intihar eden subaylar için şimdi “iade-i itibar” neye yarayacak?

Onların mağduriyetinin baş nedeni de FETÖ olduğuna göre hayatını kaybeden masum insanlar “demokrasi şehidi” sayılacak mı? Çıkabilenlere tazminat ödenecek mi?

“Abd-Cemaat-biz”

Geçenlerde bir ara TV’de 23’üncü dönem Ak Parti Milletvekili Abdurrahman Kurt’un 2014 yılında Tarafsız Bölge programında yaptığı konuşma verildi ki Google’da da bulmak mümkün.

Kurt bu konuşmada altını çizerek:

“Doğrudur, Cemaatle biz de ittifak yaptık. Askeri vesayete karşı mücadele verirken ABD’yle beraber Cemaat de bizim yanımızda yer aldı. ABD askeri vesayeti yıkmak için Cemaat’i görevlendirmişti” demiş. Bunun anlamı nedir? “Cemaat Kumpası” olduğu açıklanan ve “askeri vesayet” masalıyla yüzlerce kişinin cezaevlerinde kaldığı, müebbet hapis cezaları aldığı Ergenekon-Balyoz süreci örneğin bu sözlerle nasıl bir tabloya dönüşmektedir?

Bu konuların açıklanması, her terör örgütü davasında olduğu gibi “yargıya hesap verilmesi”gerekmeyecek mi?

Batı’nın beklediğimiz desteği vermemesine kızarken önce bu olaylardaki karmaşayı kendimiz çözmeli, soruların cevabını kendimiz bulmalıyız!

Yazının devamı...

Adalet, kararlar ve riskler!

Milli Savunma Bakanı Fikri Işık askeri okulların kapatılmasından doğacak açığı “sivil kaynaktan sözleşmeli teğmen alarak karşılayacaklarını” ve hızlı bir hamleyle “bu yapıyı değiştireceklerini” açıkladı.

Aynı zamanda “tezkere bırakmak isteyen asteğmenler” için daha yoğun bir uygulama yapmayı planlıyorlar.

Söylemek ve uyarmak zorundayız ki “geçmişte yapılan ve ülke olarak çok acısını çektiğimiz hataların farklı versiyonları” yeniden yaşanmasın.

Askeri okullardaki başarılı ve FETÖ’yle bağlantılı olmayan çok sayıda öğrenci zaten “Gülen Cemaati’nin siyaseten korunup kollandığı” yıllarda FETÖ’cü askerler tarafından mağdur edilmiş.

Şimdi sanki kusur sadece askeri okullardaymış gibi “Problem, okulların yönetimlerinin bu örgüt tarafından ele geçirilmiş olması” denerek, Türkiye’nin en çok terör-savaş riski içinde olduğu bir dönemde askeri okulların kapatılması ve “ordunun sivilleştirilmesi” çalışması yapılıyor.

Bu okullarda kusuru olmayan ve asker olma hayaliyle yaşayan binlerce öğrenci bir kez daha mağdur ediliyor.

Ya diğer kurumlar?

Diğer tarafta, ülkenin her köşesine yayılmış azılı terör örgütleriyle, canlı ve arabalı bomba eylemleriyle mücadele edebilmek için askerliği alfabesinden başlayarak ve tüm tatbikatlarıyla öğrenmiş deneyimli askerlere ihtiyaç vardır.

Eğer bu adımın nedeni “okul yönetimlerinin FETÖ tarafından ele geçirilmiş olması” ise bunun hesabını yıllardır TSK’ya komuta etmiş ve örgütü ortaya çıkarıp bertaraf etmemiş generallerin ve TSK’nın bağlı olduğu kurumların vermesi gerekir.

15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra bakanlıklardan, yargıdan, polisten, diğer devlet kurumlarından on binlerce kişi görevden uzaklaştırıldı, gözaltına alındı, tutuklandı.

Uzun yıllar Gülen örgütlenmesine göz yumulmuş olan bu kurumların hepsi kapatılacak mı? Veya tümüyle temizlendiği söylenebilir mi?

MİT ve komutanlar!

Genelkurmay eski Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ “2002-2010 yılları arasında TSK’dan atmaların hep MİT raporlarına göre yapıldığını ve o yıllarda atılan 1 kişinin bile FETÖ’cü olmadığını” söyledi.

“Daha önce Gülencileri MİT’in verdiği istihbarata göre ihraç ederdik, 2002’den sonra bize bir kişi için bile rapor gelmedi” dedi. Silahlı Kuvvetler’e sızmalardan MİT’in sorumlu olduğunu vurguladı.

Başbuğ “2012’den 2016’ya kadar olan dönem sorgulanmalıdır. 2016 terfi listesini koyuyorsun, tutuklamalar yüzde 60-70… Hesap sorulmayacak mı?

Hesap sormak yerine okullar kapatılıyor.

Bu Cemaat listeleri verilmiş, neden dikkate alınmadı? İşlem yapmayanlar, dikkate almayanlar açıklasın, ortada somut bir olay var” da diyor ama bu konularda bir gelişme görmüyoruz.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın da “bir dönem destek verdiklerini” açıkladığı, hatta Arınç, Çelik gibi bazı eski bakanlar hakkında “FETÖ yöneticiliği” suçlamasının yapıldığı günlerde TSK’yla, askeri okullarla ilgili çözümün tekrar gözden geçirilmesi doğru olacaktır. Bu tür hataların ülkeye ve topluma bedeli ağır oluyor, aceleye gelmemeli!

Yazının devamı...

İtiraf suçu affettirir mi?

Darbe soruşturmasında “tanık” olarak ifade veren eski Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya dün itiraflarına devam etti.

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı olan Yaşar Büyükanıt’ı “Şemdinli’deki kitabevi bombalama olayıyla bağlantılı gösteren iddianameyi” yazan Sarıkaya “bazı bölümleri kendisinin yazmadığını” söyledi. İfadesine göre “ bu bağlantıyı kurmasını” söz konusu dönemde Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olan İlhan Kaya istemiş ve iddianamenin bazı bölümlerini de o yazmış.

Böylece Yaşar Büyükanıt “çete kurarak terör yapmak”la suçlanmış.

Ferhat Sarıkaya kendisine ait iddianameyi başkasının yazmasına izin vermek gibi bir suçu açıklarken mazeret olarak “O zamanlar İlhan Kaya’nın Cemaatçi olduğunu bilmediğini” söylüyor.

Arınç iş teklif etmiş

Bu olay nedeniyle ihraç edildikten sonra dönemin TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın kendisine “Meclis’te hukuk danışmanı olmasını” teklif ettiğini ve kabul etmediğini de anlatıyor. Bu itiraflarla giderek, geçmişte bu ülkeye yaşatılan birçok terör olayının, masum ve Cumhuriyet’e bağlı askerlere darbe iddiasıyla kurulan kumpasların ne kadar kolay ve korkunç şekilde yürütüldüğü görülüyor.

Hiçbir olayın aslında “göründüğü gibi olmadığını” anlamak bundan sonra “görünene inanma” konusunda büyük kitleleri şüpheye düşüreceği gibi, masumların nasıl “sahte iddianamelerle suçlanabileceğini” de bir kez daha gözler önüne seriyor. Bu olayda çoğunluğun aklına ilk gelecek iki soru şudur: ?1- Ferhat Sarıkaya gibi görevini bağışlanmaz şekilde kötüye kullanan ve sonunda “aldandım” diyen bir savcı nasıl olur da hala Ankara Cumhuriyet Savcısı olmaya devam eder?

2- Dönemin TBMM Başkanı Arınç nasıl olur da “ihraç edildikten sonra” o savcıya Meclis’te hukuk danışmanlığı teklif eder?

Örgütün gerçek yüzü

Cumhurbaşkanı Erdoğan dün “15 Temmuz Darbe Girişimi ve Din İstismarına Karşı Birlik, dayanışma ve Gelecek Perspektifi” gündemiyle toplanan Olağanüstü Din Şurası açılışında konuştu.

“Bu hain yapının 40 yıldır kanserli bir hücre yaşayabilmesi ve sürekli büyümesi ‘dini değerleri öne çıkaran kimliği’ sayesinde olmuştur” dedi.

“Herşeye rağmen, bu hain örgütün gerçek yüzünü ‘çok daha önceden ortaya dökmemiş olmanın’ üzüntüsü içindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize, hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de, milletim de bizi affetsin” vurgusu yaptı ki bunlar son derece önemli ve zamanında açıklamalardır.

Örneğin “dinin siyasete karıştırılmasının ve dini değerleri istismar eden siyasi grupların” halk açısından ne kadar yanıltıcı, devlet açısından ne kadar tehlikeli olabileceği görülmektedir. FETÖ’nün gerçek yüzünün “daha önce ortaya dökülmemiş olması”nın bu örgüt tarafından devletin bir ağ gibi sarılmasında rolü olduğu söylenmekte, “bir hesap borcu” vurgulanmaktadır. Yaşadıklarımız, bir kez daha “şeffaf bir devlet” yapısı eksikliğinin sıkıntılarını açıkça gösteriyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.