Şampiy10
Magazin
Gündem

Duygusal yöntemle vatandaşlık!

Türkiye 3 konuyu konuşuyor; 1-terör, 2-mültecilere vatandaşlık verilmesi, 3-Başbakan Binali Yıldırım’ın “İnsanlar artık acil servislere tedavi olmaya değil, kız bakmaya gidiyorlar”sözü…

Terör nedeniyle huzuru kaçmış, hangi köşesinde kimlerin, hangi sınırlardan gidip gelerek saldırı hazırlığı yaptığı bilinmeyen bir ortamdayız.

Türkiye “misafirperver bir ülke” olarak bilinse de, savaştan kaçan insanlara yardımcı olmak insanlık görevi sayılsa da, misafir sayısı 3 milyon olunca…

Suriye iç savaşı başladığından bu yana artan terör eylemleri bile sığınmacı olarak ülkeye girmiş olan milyonlarca insana “Türk vatandaşlığı ve bunun yanında Türklerin bile sahip olmadığı imkanlar sunma”nın tepki yaratması için yeterlidir.

Kilis’te Suriyeli nüfusunun Türk nüfusu geçmesi, birçok ilde sınırlı iş alanlarına Suriyelilerin ortak olması, kültür farkından çıkan çatışmalarda şimdiden can kaybı olması da gelecekte yaşanabilecek sıkıntılar, gerginlikler konusunda yeterince ipucu veriyor.

Halk rahatsız mı?

Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli “Bu konuda anketler yapıyoruz, hiç sıkıntı görünmüyor” dedi.

TOKİ’nin aksi yöndeki açıklamasına rağmen “Suriyeliler TOKİ konutlarına yerleştirildiği takdirde iskan kanununa göre bunların ücretsiz olacağını” söyledi.

Yoksulu, açlık sınırında yaşayanı çok olan ülkemizde Suriyeli mültecilere parasız sağlık, eğitim hizmeti, öğrencilerine Türk öğrencilerden fazla burs verilmesi gibi imkanlar zaten tepki yaratmış durumda…

Asker ve şehit aileleri kırık dökük gecekondularda yaşarken, gazilerin “takma bacaklarının parası” bile kendilerinden istenirken mültecilere bir de “parasız konut” sağlanması bu tepkinin büyümesine davetiye çıkarmaktır.

Halkın rahatsız olup olmadığı anketlerle değil ancak “dürüst ve adil şartlarda yapılan” bir referandumla ortaya çıkabilir.

Toplum mühendisliği

Hacettepe Üniversitesi “Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi” Müdürü Doç. Dr. Murat Erdoğan birkaç gün önce CNNTürk’te şunları söyledi:

“Suriyeliler evlerini, vatanlarını kaybettiler ama ikinci büyük kaybeden biz olduk… Bu iş duygusal yöntemlerle çözülemez.

Sosyolojik, siyasi sorunlar çıkar. Türk toplumunun da görüşleri dikkate alınmalıdır. Nitelikli Suriyelilerin çoğu zaten başka ülkelere gitti ayrıca bunların kalması için vatandaşlık gerekmiyor…

Suriyelilere yardım, misafirlik tamam ama ekmeğinize talip birileri çıkınca tepki gösterirsiniz…

Bir sene sonra Suriyeli ‘asker ve öğretmen olduğunda’ ne olacak? Bir süreç ve strateji olmadan, böyle emrivaki gibi vatandaşlık verilmesi yanlıştır.

Birlikte yaşamaya hazır mıyız? Alalım şuraya yerleştirelim diyorlar. En fazla 100-200 bini yerleştirirsiniz. Toplum mühendisliği o kadar kolay değildir.”

Sanıyorum şimdiye kadar duyulan açıklamaların en akla yakını bu.

Hiçbir ülke “Arzu eden, kapımıza gelen herkes vatandaş olabilmelidir. Ülkemiz onların da vatanıdır” demiyor.

Bu konuyu tartışmaya devam edeceğiz. Girişteki, “3’üncü madde”den de söz etmek isterdim ama neden bahsettiğini anlayamadım.

Yazının devamı...

MHP’yi itibarsızlaştıran kim?

Bir ülkede “yalan” siyasette geçerli hale getirilmişse, halkın seçtiği siyasetçiler “değerlere saygı göstermiyorsa” o ülkede ahlaki değerlerin korunması beklenemez.

Bebeklere bile değerler eğitimi verilsin gibi olmayacak işlere girişilse bile bunun sonucu olamaz. Büyüklerin değerleri istismar ettiği ortamda bebeğe, çocuğa eğitim verseniz ne olacak? Yaşı ilerledikçe içinde olduğu ortamdaki bozulmadan nasibini almayacak mı?

Bir demokraside muhalefet partilerinin “iktidardaki parti kadar önemli” olduğunu demokrasinin anlamını özümsemiş olan herkes bilir.

Muhalefet boşluğu

Ülkenin geleceğini ilgilendiren önemli konularda muhalefet partileri “halkın verdiği tepkiyi” bile veremiyorsa “muhalefet boşluğu” olduğu şüphesizdir.

Nitekim iktidar partili siyasilerin “Bu muhalefet varken biz sonsuza kadar iktidarda kalırız” benzeri sözleri duyulmuştur.

Batı ülkelerinde, hatta demokrasiden söz edilemeyecek bazı Ortadoğu ülkelerinde bile önemli olaylarda ciddi bir ihmal, sorumluluk eksikliği görüldüğünde bakanların, genel başkanların, başbakanların istifa ettiğini duyuyoruz. Bizde ise benzeri görülmemiş olaylar, yıllar süren başarısızlıklar hiçbir siyasiyi etkilemez oldu. “Geçiştirme, unutturarak yola devam etme veya en olmayacak şekilde rakiplerini suçlama” en uygun yöntem (!) halinde…

Görünmeyen nedenler

Suçlu karşıdaki parti veya partiler de olabilir, bir “üst akıl” da olabilir, devlete sızmış cemaatler de olabilir ama “devleti koruyup kollamak üzere seçilmiş” siyasi partiler sorumlu değildir. Seçimlere “kazanmak” üzere girilmesi gerekirken Türkiye’de muhalefet partileri CHP ve MHP yıllardır seçimlerden “kazanmadan hatta esaslı şekilde kaybederek” çıkıyorlar. Buna rağmen ve her seçimde “Bu kez liderler istifa eder” beklentisi ortaya çıkarken bakıyorsunuz onlar hiçbir şey olmamış gibi “başarılı olduklarını da iddia ederek” koltuklarında oturuyorlar.

İngiliz Başbakanı David Cameron’un “Referandumda savunduğu sonuç çıkmadığı için” anında istifa etmesi bile onlarda bir rahatsızlık yaratmadı. Her iki partinin genel başkanları da “Değişim gerçekten gerekli, kısa sürede bir erken seçim daha olursa biz aynı sonuçları alırsak seçmene nasıl hesap veririz” demedi.

Kongreyi önlemek…

Düşünelim; Devlet Bahçeli önce “10 Temmuz’da seçimli olağanüstü kongre yapılacağını” kendisi açıkladı.

Sonra “MHP Genel Merkezi’nin YSK’ya başvurarak bundan vazgeçtiği” ortaya çıktı.

Kongreden vazgeçildiği “Genel Sekreter imzasıyla” bildirilmesine rağmen “Biz istedik ama muhalifler engelledi” dediler.

Arkasından Bahçeli’ye muhalefet ederek genel başkan adayı olan Meral Akşener’le birlikte 20’ye yakın isim hakkında “partiden ihraç süreci” başlatacakları haberi geldi.

Bahçeli “MHP’yi itibarsızlaştıran, korsan toplantılar yapanlar Merkez Disiplin Kurulu’na sevk edilecek” diyor. İki lider de bir düşünsünler bakalım; “ortada bir itibarsızlaşma varsa gerçek sorumlu kim”?

Yazının devamı...

Teröristin “iyi hal”i!

Sınır ötemizde, Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın kolu PYD’ye verilen dış destekler, onlara Kobani’den bu yana devamlı alan kazandırılması Türkiye’deki terörün bitmeme nedenlerinden biridir.

IŞİD’le mücadele adı altında yapılan hava, silah ve para destekleri PYD’nin büyüyüp “PKK için güç kaynağı” olmasına yol açtı.

PKK terör örgütü; PYD’ye verilen silahlardan yararlanarak, patlayıcıları “uzun süre iyi korunmayan” Suriye, Irak sınırlarından rahatça geçirerek Türkiye’de her tür terör saldırısını organize edebildi, ilçeleri harabeye çevirdiler.

PYD’nin silahlı gücü YPG militanlarıyla birlikte hareket eden ABD askerlerinin “PKK ile YPG-PYD arasında fark yok, ikisi aynı örgüt” açıklamalarını ve YPG’lilerin kollarındaki ABD armalarını unutmamak lazım.

Bu nedenle, Türkiye’nin kuzey Suriye’deki gelişmelere yeterince tepki göstermemesi şaşırtıcıdır.

Asker selamıyla…

Güneydoğu’nun birçok ilçesinde, köyünde PKK terör örgütü askerimize, polisimize, sivil halka saldırıyor, her günümüz şehit, gazi haberlerine, şehit babalarını “asker selamıyla” ebediyete uğurlayan çocuklarına üzülerek geçiyor.

Terör örgütü ya “askerlerin, polislerin geçeceği yollara bomba döşüyor” veya askeri üslere, Emniyet müdürlüklerine saldırı uzun namlulu silahlarla saldırı yapıyor.

Bugüne kadar çoğumuz “PKK asker ve polisin geçeceği yolları bu kadar iyi bilir ve bomba döşerken, biz nasıl oluyor da önceden kontrol ederek, helikopterlerle gözleyerek bu alçak, arkadan vuran eylemleri önleyemiyoruz” diye merak ettik.

Dün “Mardin’de karakola yapılan PKK saldırısına “içerden, devlet görevlileri tarafından yapılan yardımlar” nedeniyle gözaltına alınanların haberi geldi.

Vatan borcu

Mardin Büyükşehir Belediyesi Sağlık İşleri Daire Başkanı’ndan, İlaçlama Şube Müdürü’ne, 3 ayrı Belediye çalışanına kadar 11 şüpheli gözaltına alınmış.

Güneydoğu’da bazı belediyelerin terör örgütüne destek verdiği biliniyor.

Diğer ülkelerden dış destek alan PKK’nın bir de içerde “istihbarat kurması” ile sonsuza kadar mücadele edilse baş etmek imkansızdır.

Gencecik şehitlerimizi, acılı ailelerini, evlatlarının asker selamlarını aklımızdan hiç çıkarmayarak devlet kurumlarını ve sınırlarımızı sıkı denetimde tutmak, sınır ötemizde olanlara da kayıtsız kalmamak vatan borcudur.

Yakala, bırak!

Suriye kamplarında bomba eğitimi almış, kardeşi Gaziantep’te bombalı saldırı yapmış Ahmet Güneş isimli IŞİD’li bir terörist tutuklanmış ama “yargı sürecinde iyi hal” nedeniyle indirim yapılmış.

Adam sonunda bırakılıyor ve tekrar (kolayca) Suriye’ye geçerek IŞİD’e katılıyor.

Dün “47 IŞİD’linin arandığı” haberi VATAN’ın manşetindeydi. Adıyaman Dokumacılar Hücresi’nin Başı’ndan, yeni “Türkiye emiri”ne kadar çok sayıda terörist Türkiye içinde aranıyor.

Aralarında yukarda söz ettiğim Ahmet Güneş ve onunla birlikte bırakılan Mustafa Delibaşlar da var.

Yani; tutukla, indirim ver, bırak ve tekrar arama emri çıkart.

Türkiye fahiş yanlışlarına son vermezse bu terör bitmeyecek!

Yazının devamı...

Din eğitimi ve imamlar!

İmam hatip okullarının kapasitesini arttırma çalışmaları sürdüren Milli Eğitim Bakanlığı Tokat’ta “Din Öğretiminde Nitelik Geliştirme” çalıştayı yapmış.

Bu çalıştaydan çıkan bazı kararlar şöyle:

İlkokul öğretmenleri “yetenekli, zeki öğrencileri imam hatip okullarına gönderme” çalışması yapmalı…

Öğrenciler okul dışında da takip edilmeli ve din görevlileri buna katkı vermeli…

0-6 yaş arası çocuklara “değerler eğitimi” verilmeli... Din eğitimi 2-6 yaş arasında, okul öncesi başlamalı…

Liselerde öncelikli olarak “temel dini bilgiler” dersi alınmalı, diğer dersler bundan sonra gelmeli.

Bakanlığın görevi

Bu habere bakınca ilk akla gelen soru; acaba “din eğitiminin anne karnında başlamasından da söz edildi mi” oluyor.

İkinci soru; Din ve devlet işlerinin ayrı tutulması gereken laik bir devlette Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevleri arasında “zeki öğrencileri din merkezli okullara yöneltmek” veya “öğrenciyi okul dışında imamlara-din adamlarına takip ettirmek” var mı?

Mevcut Anayasa’da Türk devletinin tarifi “laik, demokratik, hukuk devleti” olarak yapılmış.

Balyoz-Ergenekon sürecinde yargının bağımsız olmaması nedeniyle unutulması güç, büyük bir felaket yaşandı, hukuk devleti ortadan kalktı.

Şimdi üst mahkemelerin, Yargıtay ve Danıştay’ın yapısı yeniden değiştiriliyor, “istinaf mahkemeleri” getiriliyor. Bundan sonra “mahkemelerin ne kadar bağımsız olacağı” hala tartışmalı. Kabul edilen kanun bu nedenle; “iktidar partisi kendi istediği hakimleri yüksek yargıya atayacak ve yargıyı kendi siyasal görüşüne göre tanzim edecek” iddiasıyla Ana Muhalefet Partisi tarafından “İptali istenerek” AYM’ye taşındı.

İlk 4 madde ve Laiklik!

Deneyimli hukukçular, örneğin İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal; Mevcut Anayasa’nın üçte ikisinin bugüne kadar değiştiğini, istendiği takdirde “ilk 4 madde hariç” diğer maddelerin de geçmişte olduğu gibi değiştirilebileceğini açıkladılar.

Burada asıl önemli olan ve kastedilen Türkiye’nin “laik-demokratik-hukuk devleti” tanımının korunmasıdır.

Son yıllarda “laikliğin tanımı” oldukça esnetildi ama ne kadar esnetilirse esnetilsin sonunda: “Din ve devlet işlerinin ayrı tutulmasıdır”… “Kişinin din ve inancında özgür bırakılmasıdır”…

“Devletin tüm dinlere ve her dinden vatandaşlarına eşit mesafede olmasıdır” gibi en az 3 temel tanımdan vazgeçilemez.

Eğer vazgeçiliyorsa “hangi tanımın tercih edildiği” açıklanmalıdır.

Anayasa değişmeden…

Unutmayalım ki radikal dinci terör örgütlerinin “din bahanesiyle yaptığı vahşet”i, Ortadoğu ülkelerinde “mezhep savaşları”yla dökülen kanı gören herkes laikliğin ne kadar önemli bir özellik olduğunu anlamaktadır.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın çalıştayından çıkan; “Sünni Müslümanlık” eğitimini neredeyse anne karnındaki bebeklere verme, başarılı öğrencileri imam hatiplere yönlendirme, öğrencileri imamlara okul dışında takip ettirme gibi kararlar laik bir ülkede uygulanamaz. Uygulanması “Anayasa’yı değiştirmeden laiklik maddesini fiilen kaldırmak” olacaktır.

Yazının devamı...

Suriye, Irak ve muhalefet!

Kısa süre önce “Rusya ile ABD’nin Suriye’de daha fazla işbirliğine gidecekleri” haberleri çıktı.

IŞİD’e karşı daha fazla işbirliğinden söz ediyor olsalar mesele yok ama bugüne kadar daha çok “PKK’nın Suriye kolu olan PYD ve Esad güçlerinin Türkiye sınırı boyunca alan kazanması” için işbirliği yaptılar.

Bunu yaparken Türkmenleri ve muhalifleri bombaladılar. Türkiye sınırına daha çok mülteci yığılmasına yol açtıkları gibi güneyimizde bir PYD-PKK devleti kurulması için alınacak küçük bir alan kaldı.

Bizim IŞİD ve mülteciler konusunda yaptığımız hataları ayrı düşünürsek, PKK’nın Suriye’deki bu destekten aldığı moral, militan ve silah takviyesinin bugün içinde bulunduğumuz tehditlerin, bombalı saldırıların artmasında rolü çoktur.

Pişman olmayalım

O nedenle “Rusya-ABD’nin (elbette Esad’ın da) daha fazla işbirliği” yapması sevindirici haber değildir.

Aynı şekilde Hürriyet’ten Tolga Taniş’in Irak’a giderek yaptığı incelemeden çıkan “Başika bilgileri” de endişe vericidir.

Başika’da Türk askeri “Musul bölgesindeki Sünni güçleri eğitmek” için bulunuyor ve “IŞİD’in kontrolündeki bölgede sınıra sıfır, peşmerge mevzilerinde görev yapmaları” tehlike oluşturuyormuş.

Taniş “Başika’daki Türk yetkililerin Türk gazetecilere bile bilgi vermediğini, içeri kimseyi almadıklarını, böylece Başika’da ne yaptıkları hakkında Türk halkının bilgilenemediğini” yazıyor.

Irak Hükümeti’nin tepkisine ve Suriye’deki sıkıntılı durumumuza rağmen “mezhep kavgalarında taraf tutarak” Irak’ta bulunmaktaki ısrarımız umalım da “ABD ile Tony Blair’in sonradan itiraf ettikleri Irak hatası” gibi kötü bir sonuç doğurmasın.

CHP-MHP, değişim

Bayram’da MHP genel başkanlığına güçlü aday isimlerden olan Meral Akşener’in partililerle bayramlaştığı otele Bahçeli lehine slogan atan bir grup girmiş ve Akşener taraftarlarına palalarla saldırmıştı.

Saldırganlardan birinin “ülkücü bir vakfın yöneticisi” olduğunu duyunca “Konu koltuk olunca Bahçeli’nin ülkücüleri şiddetten uzak tutma süresi bitti mi” diye düşünüyor insan.

Şimdi Meral Akşener’in bağımsız hareket etmesi nedeniyle “MHP’den ihraç edilmesi” konusunu gündeme getirmişler. Bir parti yönetimi için acziyet ve korku ifadesi davranışlardır, hele de ‘pala’ konusu bağışlanamaz, benzersiz bir suçtur.

Akşener yerine bir başka isim de olsa “bu değişimi engellemenin mazereti” kalmamıştır.

Aynı şekilde CHP’de muhalif isimlerden Muharrem İnce ve Gürsel Tekin’in birlikte hareket etme kararı aldıkları duyuldu.

Eski Genel Başkan Deniz Baykal’ın muhalefet başlatması, ön seçimle gelmiş bazı milletvekillerinin insiyatif alması CHP ‘de de MHP benzeri ısrarlı bir “değişim süreci” başlayacağını gösteriyor.

Ancak… Eğer MHP’deki muhalifler gibi “Bizim amacımız Kasım’da yapılacak bir erken seçime hazırlıksız yakalanmamak” diyerek, haklı bir taleple yola çıkıyorlarsa bu değişimi “yeni ve yıpranmamış” isimlerle gerçekleştirebileceklerini hatırlatmak gerekiyor.

Milletvekili olan veya olmayan, toplum kesimlerini etkileyebilecek isimlerin ortaya çıkması sağlanmalıdır!

Yazının devamı...

Önce can, sonra canan!

“Suriyeli mültecilere Türk vatandaşlığı verilmesi”yle ilgili açıklama toplumda ciddi bir tepkiye yol açtı.

Avrupa medyası ise “Türkiye vatandaşlık verirse orada kalırlar, Avrupa göçten kurtulur” düşüncesiyle bu girişimi kendi çıkarına destekliyor.

Hükümetin ve bu kararı veren tüm yetkililerin öncelikle “Türk vatandaşlarının mülteciler arasına karışarak ülkeye giren ve bombalı, kanlı eylemler düzenleyen terör örgütleri nedeniyle huzursuzluk ve korku içinde olduğunu” görmeleri gerekiyor.

Mültecilerin hepsinin terörle ilişkili olacağını elbette düşünemeyiz ama medyada yer alan haberler “binlerce IŞİD’li teröristin de Türkiye sınırlarından onlar gibi rahatça girip çıktığını” anlatıyor.

İstanbul Atatürk Havalimanı saldırısını yapan teröristlerin İstanbul’da, Hatay Reyhanlı’da bomba hazırlarken patlamada ölenlerin de orada rahatça evlere yerleşip eylem hazırlığı yapmaları bu haberlerin kanıtı gibi…

Suriye iç savaşı başladıktan ve milyonlarca mülteci sorgusuz sualsiz alındıktan sonra “PKK dışındaki bombalı terör eylemlerinin” had safhaya çıkması da öyle!

Kalifiye olanlar…

İngiliz Financial Times gazetesi yaptığı haberde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kalifikasyonu çok yüksek insanlar var” açıklamasına atıfta bulunmuş.

Türkiye’nin Kanada ve Avustralya’da uygulanan “puanlama sistemi” benzeri bir sistemle mültecileri alabileceğini…

Bilgisayar mühendisi, tıp gibi üniversite dereceleriyle, konuştukları dillerle, temiz adli sicil kaydıyla ve iş deneyimleriyle puan kazanıp belli bir puanı geçenlerin vatandaşlığa geçebileceğini yazmış.

Oysa Türkiye’de daha önce yapılan açıklama “Ülkede kalma süresi 5 yılı geçenlerin vatandaşlığa alınacağı, böylece 2011’de gelmiş olanlar için sürenin tamamlandığı” şeklindeydi.

Zaten kalifiye olan mültecilerin çoğunun başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri tarafından kabul edilmiş olduğu da bilinmektedir.

Bereket meselesi!

Konu Orman ve Su İşleri Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu’na da sorulmuş, cevabı şöyle:

“Mültecilerin Türk vatandaşlığına alınması için belli kriterler olacak. Avrupa erken davrandı, yetişmiş uzman ve akademisyen olanları kaptı. Bu Avrupa uyanıklığıdır.

Şimdi 3 milyon Suriyeli’ye biz bakıyoruz, sözde yardım edeceklerdi, o da gelmedi. Ama Türkiye mültecilerin duası ve bereketiyle yüzde 5 büyüme oranına geldi. Cenab_ı Allah onların bereketini veriyor.”

Sayın Bakan’a bu açıklamanın pek bilimsel olmadığını ve bu nedenle “AB’ye girme şansımızı neredeyse tümüyle kaybettiğimizi” hatırlatmak isterim.

Bir de İstanbul’un göbeğinde, Florya plajında 300 Suriyeli erkeğin “Suriye, Suriye” diye bağırarak yaptıkları gösteriyi izlemesini öneriyorum.

“Önce can, sonra canan” sözü biz Türklere aittir.

Bu konunun ırkçılıkla değil, güvenlikle ve gelecek sorunlarıyla ilişkisi olduğu da kesindir!

Bayram ziyareti için kuyruklar halinde Suriye’ye gidebilen mültecilerin “neden orada kalamadığı” da Meclis’te tartışılmalı, tüm toplumun geleceğini ilgilendiren böyle önemli kararlar “tek parti tarafından” alınmamalıdır.

Yazının devamı...

Suriyeliler’e vatandaşlık… Doğru mu?

Öncelikle tüm okurlarımızın Ramazan Bayramı’nı kutluyor, huzurlu bir bayram geçirmelerini diliyorum. Ne yazık ki Müslümanlar için mübarek bir ay olan Ramazan’da bile ülkemiz terör ve şiddetin en ağır örneklerini yaşadı, masum insanlar öldü, hemen her gün çok sayıda şehit verdik.

Yalnızca Güneydoğu veya büyük şehirler değil, sahil kentleri de Suriye’den ve birçok ülkeden gelip mülteci olarak Türkiye’ye yayılan binlerce yabancı ile dolu.

Onları İstanbul’da veya bir sahil beldesinde otoyolların kenarında, en tehlikeli noktalarda kucaklarında küçük çocuklarıyla dilenirken görmek mümkün.

Sadece Suriye iç savaşından kaçarak “açılmış sınırlardan” geçen milyonlarca Suriyeli sığınmacı bile kendi maddi, manevi sorunlarını halledememiş, açlık sınırında yaşayan on binlerce vatandaşı olan bir ülke için yeterince ağır bir sorumluluktur.

Bugün kucaklarında taşıdıkları bebekler 10-12 yıl içinde işsiz güçsüz, sıkıntı içinde ve kolayca tehlikeli yollara sapacak gençler olarak ortaya çıkacaktır.

Kulak vermeli!

Devlet Bahçeli’nin “partisi için gerekli olan ve bu nedenle ortaya çıkan” değişim ihtiyacına, kendisine muhalif MHP’li siyasetçilere karşı olan yanlış tutumu eleştirilebilir.

“10 Temmuz’da seçimli kongre yapılacağını” kendisi açıklamışken, kongreyi önleyebileceği umudu görülünce vazgeçmesinin ve artık “bu değişimin gerçekten bir ülke sorunu haline gelmesini gözardı etmesi”nin bir lidere yakışmayacağı söylenebilir.

Ancak… Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilmesi konusundaki görüşlerinde haklıdır.

Bahçeli konuşmasında özetle şöyle diyor;

“Türkiye’nin yeterince sorunu varken sırf siyasi gayelerle Suriyeliler’e vatandaşlık hakkı tanımak hazmedilemez.

Yardım edelim tamam ama milyonlarca kişi kontrolsüz olarak sınırlara koştu ve Türkiye’ye girdi.

Türkiye’ye mülteciler arasında suçluların da dolmasıyla asayişsizlik ve terör olayları keskin bir yükseliş göstermiştir.

Irak ve Suriyeli sığınmacıların ‘sağlıklı bir şekilde vatanlarına kavuşturulması’ gerekirken Türk vatandaşlığına alınma düşüncesi bu zamana kadar yapılan tarihi yanlışlara yeni ilevelerden başka bir anlam taşımaz”.

Neden dönmesinler?

Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir ara Suriyeli mültecilerin “memleketlerine dönebilecekleri ortama kavuşulduğunda döneceklerini” söylemişti. Sınırın diğer tarafında bir güvenli bölge oluşturulup oraya aktarılmaları veya onlar için özel kentler kurulması” gibi konular gündeme gelmişti.

Türkiye’nin bu konuyla tek başına “bugün ve bundan sonra başa çıkmasının” imkansız olduğu dış politika konusu yapılarak, savaşın sona ermesi için geyret gösterilerek Suriye’ye dönmeleri için bir çözüm aranabilir.

Sosyal medyada mültecilere karşı yayılan tepkinin Türkiye çapında oluşacağı göz önüne alınmalı, terörün yanında bir de “Suriyeli-Türk” karmaşası yaşanabileceği hesaplanmalıdır.

“Biz şehit olalım, biz vergi verelim, Suriyeliler rahat konsun” veya “Suriyelilerle beraber IŞİD’e de vatandaşlık verilecek mi” gibi tepkiler düşünmeyi şart kılıyor.

Yazının devamı...

Düşünce karmaşası ve gerçekler!

Farklı konularda ama hayati önem taşıyan olaylar artık öyle hızlı gelişiyor ki doğru ileyanlış, gerçek ile algı operasyonları birbirine karışıyor.

Türkiye’de dış kaynaklı terör ve buna bağlantılı olarak, aynı anda süren PKK terörüsöz konusu.

Atatürk Havalimanı saldırısını gerçekleştiren canlı bombalardan ikisinin, daha önce başka bazı saldırılarda olduğu gibi “Çeçen kökenli olduğu” açıklanmıştı.

İngiliz gazetesi Guardian 1 Temmuz’da “Suriye’de IŞİD içinde savaşan 2 bin Çeçen olduğunu” yazdı.

Times ise “İstanbul’daki saldırının beyninin bir Çeçen olduğu” ile ilgili analizde;

“Uluslar arası Kriz Grubu Şubat raporunda ‘Moskova Çeçen savaşçıların Suriye’ye gitmesini hoş karşılıyor hatta kolaylaştırıyor, bu yolla onları Rusya’dan uzaklaştırmış oluyor’ dendiğini” yazdı.

Öyle anlaşılıyor ki Rusya’nın tercih ettiği yöntem en çok Türkiye’ye zarar veriyor.

Rusya’dan Suriye’ye gidip IŞİD’e katılanlar daha sonra Türkiye’ye geçerek (bu kadar kolay neasıl geçtikleri ayrı bir konu) bombalı eylemleri planlıyor ve gerçekleştiriyorlar.

Muhalifler desteklendi mi?

Dün Fatih’te oturan bir okurum dehşet içinde “Kadir gecesi Fatih Camii’ne yakın bir yerde seyyar satıcı kılığında bir teröristin 70 kilo bomba ile yakalandığını, bulunduğu noktanın ise kendilerine çok yakın olduğunu” anlattı.

Bugün Türkiye’de PKK terörü dışında yaşanan tüm terör olaylarının baş kaynağıSuriye’deki savaş ve bizim bu konuda izlediğimiz politikadır.

Birleşmiş Milletler hala “Türkiye ve Rusya’nın Suriye krizinin çözülmesinde birlikte çalışmasından memnunluk duyulacağını” söylüyor.

Oysa Rusya’nın amacı “Esad ve ABD ile birlikte PYD’ye alan kazandırmak”…

Türkmenleri yok etmek de planın içinde, Türkiye ise bunların karşısında.

IŞİD’in ne zaman kime hizmet ettiği belli değil. ABD’nin baştaki “muhalifleri destekleme” sözü ise (Türkiye olayın içine itildikten sonra) tamamen unutuldu.

Uydu bir devlet

Birkaç gün önce söz ettiğim “Şam Cephesi Sözcüsü Muhammed Ahmet”in anlattıklarından farklı bir bölüm alalım.

“PYD 1.5 yıl öncesine kadar küçük bir grup iken IŞİD’in Kobani saldırısı sonrası ABD eliyle düzenli bir ordu haline getirildi.

Esas hedef Türkiye sınır hattını kontrol eden ‘uydu bir devlet’ oluşturmak.

PYD istenen seviyeye gelince ABD bir sonraki planı devreye soktu.

IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerden çıkarılması için ABD-PYD birlikte saldırı başlattı. Şurası ilginç ki, IŞİD’in tüm hareketliliği ‘ABD üzerinden PYD’ye alan açma’ amaçlıgerçekleşiyor ve sonrasında kurulacak etnik Kürt devletinin alt yapısı oluşturuluyor”.

Şam Cephesi Sözcüsü “Afrin-Cerablus bağlantısının sağlanması ABD-PYD’nin tek motivasyonu, bölge yakında PYD’ye teslim edilecek” diyor.

Menbic saldırısının “aynı amaca; Azez’e daha fazla yaklaşmaya hizmet ettiğini, ”söylüyor. Bunun arkasından 6 ay içinde kuzeyde federal bölge adı altında devlet ilan edilecek diye uyarıyor.

Saldırılarda detay incelemeden önce bu gelişmelerle ilgilenelim, asıl mesele budur çünkü!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.