Şampiy10
Magazin
Gündem

Baskın seçim ihtimali!

Her yaz tatilini Türkiye’de geçiren bir İngiliz arkadaşım aradı, Antalya, Bodrum gibi sahil kentlerinde yıllardır sahilleri böyle bomboş görmediğini üzüntülü bir ses tonuyla anlattı.

Ertesi sabah gazetelerde boş plaj ve şezlong fotoğraflarını da görünce biz doğal olarak İngiliz dostumuzdan çok daha fazla üzüldük.

Bu yıl Türkiye’de gerçekleşen terör olayları, Rusya ile ilişkilerin bozulması, Avrupa ülkelerinin ilk tercihlerinden biri olmasına rağmen terör korkusuyla rezervasyonlarını iptal etmesi, gemi turlarının kaldırılması turizmi ve dolayısıyla ekonomiyi ciddi şekilde etkiledi.

Güneydoğu’da terör sürüyor, dün Şırnak’taki saldırıda bir asker şehit oldu, 2 asker yaralandı.

Bitlis Tatvan’da polis noktasına yapılan saldırıda 1 vatandaş hayatını kaybetti, 3 kişi yaralandı.

AB ile ilişkiler kopma noktasında görünüyor ve başımızda maddi-manevi büyük bir mülteci yükü var.

İç siyasette durum

Birçok konuda sıkıntılı bir süreç yaşarken bir yandan da iç siyasette bitmek bilmeyen “başkanlık sistemi ve yargıda değişiklik” tartışmaları, muhalefet partilerinde değişim hareketleri devam ediyor.

Televizyon tartışmalarında sıkça tekrarlanan “başkanlık sisteminde güçler ayrılığı daha keskin” sözlerinin sistem Türkiye’de uygulandığında, Meclis’te ve yargıdaki mevcut tabloyla nasıl olabileceği açıklanmış değil.

Türkiye devamlı olarak “siyasi partilerin her konuda anlaşmazlık yaşadığı, uzlaşma yerine dayatma yöntemiyle siyaset yapılan bir ülke” görüntüsünde.

Bunun yanında sanki “kısa süre sonra seçim olacakmış gibi” süren bir rekabet ve halka şikayet durumu var.

Oktay Vural’ın istifası

MHP’de 19 Haziran’da yapılan Olağanüstü Kurultay sonrasında gözler 10 Temmuz’da yapılacak “seçimli kongre”ye çevrildi.

Kurultay’dan önce de “Genel Başkan Bahçeli’ye destek bildirisi”ni imzalamayarak dikkat çeken, “Parti kadroları arasında kırılma yaratılmaması gerektiğini” söyleyen MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural da muhaliflerle (büyük ihtimalle Meral Akşener’le) hareket etmek üzere görevinden istifa etti.

Aynı gün MHP genel başkan adaylarından Prof. Ümit Özdağ “baskın seçim”den söz ettiği önemli bir açıklama yaptı. Özdağ;

“MHP’de 10 Temmuz’da değişim olmazsa Türkiye Kasım ayında erken seçime gidecek.

Bunun için her şey hazır, hatta kampanya da Erdoğan’ın 29 Mayıs Fetih Mitingi’yle başladı. O nedenle MHP’de değişim sadece Parti için değil, Türkiye’nin milli ve üniter yapısının korunmasının da ön şartıdır” diyor.

Eğer Özdağ’ın sözleri gerçekleşirse Türkiye yine en sıkıntılı şartlar altında bir seçim daha yaşayacak.

MHP’de birçok kişi bu konuda zaman kaybetmeden yenilenme gerektiğini, demokrasilerde muhalefet partilerinin varlık göstermesinin önemini erken fark etti ama CHP ‘de hala bir hareket yok.

Erken seçim kararı “muhalefet partilerinin oy arttıramaması, hatta gerilemesi”ne bağlı olarak alınacağına göre, erken seçim olduğu takdirde “geçen seçimden farklı ne beklediklerini” düşünmelerinin zamanı hala gelmedi mi?

Yazının devamı...

Türkiye’nin bozulan imajı

Bugüne kadar Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen ülkelerin de artık neredeyse “sonsuza kadar Avrupa Birliği’ne giremeyeceğimizi” söylemesi üzerinde durulması gereken bir konudur.

Dün de bu konuyu düşünmemiz gerektiğini belirtmiştim. Bunun önemli nedenleri açık şekilde ortada.

Güneydoğu sınırının uzun süre açık tutulması ve bugün de tam olarak güvenli hale gelmemesi nedeniyle Türkiye terör olaylarını çok sık yaşayan bir ülke halinde…

İçinde terör örgütlerinin rahatça hücreler kurup eylem planladığı, yakalanan örgüt üyelerinin bir kısmının serbest bırakıldığı gazete ve televizyon haberlerimizde bile veriliyor.

AB’ye girmemiz ve hatta girmesek bile “vizesiz geçiş hakkı verilmesi” halinde vatandaşlık verilmiş mülteciler dahil 80 milyona yakın insanın Avrupa’ya yayılması artık açıkça istenmeyen bir durum olarak ortaya konuyor.

Meclis’teki kavga

Dış politikada yaptığımız hatalar, diplomasiyle yürütülmesi gereken uluslar arası ilişkileri inatlaşma veya tehdit boyutuna vardırmamız, Suriye sınırımızın ötesindeki gelişmeleri en başta durdurmamamız bugün bizi köşeye sıkıştıran nedenlerdir.

Perşembe günü AB’den ayrılma veya ayrılmama kararı vermek üzere referanduma gidecek olan İngiltere’de AB karşıtlarının en önemli propaganda olarak “Türkiye’nin AB’ye girme ihtimalini” kullandığını biliyoruz.

Son olarak “TBMM’de Dokunulmazlık Komisyonu’nda partiler arasında çıkan büyük kavga” görüntüleri ayrılık yanlıları tarafından gündeme getirilmiş.

Doğal olarak bu kampanyalara kızıyoruz ama biraz özeleştiri yapmamızın da zamanıdır.

Bir ülkenin parlamentosu o ülkenin vatandaşlarını, toplumunu temsil eder. Partiler birbirlerine saygı göstermek, şiddet görüntülerine izin vermemek zorundadır.

Bizde ise her konu ve her konuşma, tartışma adeta bir şiddet gösterisi, “rakiplere, hatta kendi partisinden olmayan kitlelere nefret söylemi” halinde yürür oldu.

Şiddet baştan yayılıyor

Meclis’i ve diğer üst düzey görevlileri bu şekilde davranan bir toplum şiddetten korunamayacağı gibi medeni ülkeler tarafından dışlanmaya, tepki görmeye mahkumdur.

İngiliz Parlamentosu’nda “İngiltere IŞİD’e karşı operasyonlarda aktif rol alsın mı, almasın mı” konusu tartışılırken muhalefet partisi Başbakan Cameron’u soru yağmuruna tutmuştu. Ülke için doğabilecek tüm tehlikeleri, sonuçları saatlerce o küçücük salonda omuz omuza oturarak tartıştılar.

Cameron muhalefetin tüm sorularını sabırla yanıtladı. Onlara hakaret etmedi, “biz karar veririz” demedi, kavga çıkmadı.

Demokratik ülkelerde parlamentolar bunun için vardır, halkın temsilcileri önemli konuları tartışıp anlaşmak zorundadır. Bunun yerine her komisyonda, toplantıda birbirinin boğazına sarılan milletvekilleri o meclisin de, ülkenin de imajına zarar verirler.

Şiddet de bu görüntülerle baştan başlayıp tüm topluma yayılır.

Bir ülkeyi yönetmek çok ciddi bir sorumluluktur ve bu sorumluluğu taşıyan herkes “toplumu şiddete, kutuplaşmaya itecek söylem ve davranışlardan” sakınmak zorundadır.

Yazının devamı...

AB hayali bitiyor mu?

Onlarca yıldır Avrupa Birliği’ne dahil olmak ve “Evrensel demokrasi değerlerini sağladığımıza” inanmak için bekledik.

Yüzünü Batı medeniyetine dönmüş, Ortadoğu çıkmazından kurtulmuş bir Türkiye hayal ettik ama öyle görünüyor ki çoğumuzun bu konudaki endişeleri gerçekleşti.

Son gelişmelere bakılırsa AB’ye girişimiz (arada bir oyalayıcı açıklamalar yapılsa da) neredeyse imkansız görünüyor.

Yükü Türkiye’ye yıktılar

Bir süredir Avrupa medyasında ve siyasetçileri arasında Türkiye ile yapılan “Avrupa’da istenmeyen mültecileri Geri Kabul Anlaşması” ciddi tepkilere yol açmıştı.

AB’nin önemli özelliklerinden biri olan Shengen Vizesi gerekmeden Türk vatandaşlarının Avrupa ülkelerine girişine izin verilmesi karşılığında Türkiye hem Ege’den mülteci geçişini engelleyecek hem de geri gönderilen mültecileri alacaktı.

Bu konuda sırtımızı sıvazlamaya devam ettiler, AB son Komisyon Raporu “Geri döndürme operasyonlarının devam ettiğini” bildiriyor.

Türkiye’de ise 3 milyon sığınmacının yanında “AB’den daha kaç mültecinin geri alındığı” konusunda yapılan bir açıklama yok.

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye donör ülke olarak milli gelire bakıldığında birinci sırada” diyor. Sık sık 3 milyon mülteciye kapımızı açtığımızı söylüyor.

Aynı zamanda “Batı’nın bu konuda yardım yapmadığını” vurguluyor.

Türkiye karşıtlığı had safhada

Mültecilerin arasına karışarak veya iyi korunmayan sınırlardan geçen terör örgütlerinin İstanbul, Ankara gibi en büyük ve önemli şehirlerimizde bile hücreler kurdukları, buralardan terör saldırılarını organize ettikleri biliniyor.

Milyonlarca sığınmacıya verdiğimiz parasız eğitim, bakım, sağlık hizmetleri ülkenin üzerinde yeterince yük oluşturmuşken ve ekonomide tehlike çanları çalarken diğer ülkelere yardım yapacağız diye bütçemizi daha da zorladık.

Bunların Batı tarafından takdir göreceğini ümit etmek yanlıştır. Tam aksine Batı kendisine sıkıntı yaratacak sığınmacıları Türkiye’ye aktarırken diğer tarafta Türkiye karşıtlığını had safhaya çıkarmış bulunuyor.

Gelecek 30 yılda…

İngiltere’nin AB’den çıkmasını isteyen siyasetçiler ve grupların en önemli propagandası “80 milyonluk Türkiye Avrupa kapısına dayanacak ve Başbakan Cameron bunu destekliyor”…

Bu baskılar karşısında Cameron “Türkiye’nin AB üyeliği gelecek birkaç yıl içinde gerçekleşecek olsa bunu desteklemezdim ama zaten bu on yıllarca olmayacak. Türkiye’nin üyeliğini destekledik çünkü Batı eğilimli bir ülke olmasını istiyorduk.

Hukukun üstünlüğü, demokrasi olsun, gazeteciler tutuklanmasın istiyorduk. Açıkçası şu an pek iyi gitmiyor” dedi.

“Şu anda İngiltere veya Avrupa’da Türkiye’nin gelecek 30 yılda AB’ye katılabileceğini söyleyecek tek uzman bulamazsınız” demeyi de unutmadı.

Almanya’da da “Türkiye ile AB üyelik müzakereleri derhal durdurulsun” diyen partiler var.

Geç oldu ama yine de bu noktada oturup “Neden bugüne kadar destekleyen ülkeler bile Türkiye asla AB’ye girmeyecek demeye başladı” sorusunu, yargıyla devamlı oynamanın ve hukuki sorunların etkisini düşünsek iyi olur.

Yazının devamı...

‘Normal’in ölçüsü şaştı!

Şiddet olayları ve ciddi tartışma yaratacak konuşmalar, açıklamalar, o kadar arttı ki sanıyorum «normal» ölçüsünü iyice kaybetmeye başladık.

Ana Muhalefet Partisi CHP Genel Başkanı’nın veya bırakın bir genel başkanı herhangi bir siyasetçinin ya da sıradan bir vatandaşın önüne “mermi” bırakılması hiçbir medeni ülkede “doğal” kabul edilemez.

Bu açık bir “ölüm tehtidi”dir, suçtur ve cezaya tabidir.

Şikayet olmasa bile böyle bir olay “kamu davası” olarak soruşturulur, yapan kişiye hukuki yaptırım uygulanır.

Bu olay günlerdir her ortamda tartışılıyor, medyada ve sosyal medyada büyük tepki gösteriliyor.

Herkesin kendi yöntemi...

Basında yer alan; Ak Parti Grup başkan vekili Bülent Turan’ın Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı için “doğal tepki” demesi doğrusu şok yaratacak bir değerlendirmeydi.

“Bir şehit yakını, kardeşinin, yeğeninin öldürülmesinden yola çıkarak elindeki kurşunu ‘bu kurşunla öldürüldü benim kardeşim’ deyip acısını paylaştı. Herkesin tepki gösterme yöntemi farklı” diyor.

Eğer suç sayılacak eylemler için ülkeyi yöneten iktidar partisi adına konuşan bir siyasetçi “herkesin tepki gösterme yöntemi farklı olabilir şeklinde görüş bildiriyorsa bu sözü suç sayılan her eylem” için kullananlar mutlaka çıkacaktır.

Örneğin trafik nedeniyle bir kavga esnasında ya da bir kahvede çıkan tartışmada öfkelenen tarafın “silah çekerek, öldürerek» tepki göstermesine o şahsın “kendine ait tepki yöntemi” mi diyeceksiniz?

Hukuk devletine gerek yok!

Bu durumda “hukuk devletine,” yasalara, yargıya, güvenlik güçlerine, hiç gerek kalmamış olur.

Türkiye’nin de “vahşi batı’dan” iyice farkı kalmaz.

Kılıçdaroğlu’na daha önce de şehit cenazelerinde anlaşılmaz şekilde yumurtalı saldırı oldu, gönderdiği çelenklerdeki bantlar yırtıldı.

“Şehit yakının tepkisi” varsa, bu tepkilerin adresinin neden CHP Lideri olduğu da ayrı bir sorudur.

Vatandaşların can güvenliğini sağlamak, bir yıldır yalnız PKK da değil çok sayıda terör örgütünün yaptığı terör saldırılarını önlemek ve durdurmak, kaosa yol açmamak hükümetlerin görevidir.

Kadınlara ve çocuklara karşı şiddetin, saldırıların bile önlenemediği, hatta hızla arttığı bir dönemde Bülent Turan’ın bu açıklamasının ne kadar yanlış anlaşılabileceği ve kötü sonuçlar doğuracağı açıkça ortadadır ve düzeltilmelidir.

Başta ülkeyi yönetenler ve diğer siyasetçiler olmak üzere hepimiz hukuk devletini korumak zorundayız.

Kısa bir ayrılık

Sevgili okurlarım, bildiğiniz gibi ülke gündeminin yoğunluğu ve üzücü olayların arka arkaya gelmesi, dinlenmemize izin vermiyor.

Bununla birlikte hepimizin zaman zaman tatile ihtiyacı var.

Ben de yarından itibaren kısa bir tatil için yazılarıma ara veriyorum.

Tekrar görüşmek üzere...

Yazının devamı...

Bizi ilgilendirmeyen gelişmeler!

Televizyon haberlerimizde Suriye sınırımızdaki Menbic’in “PYD tarafından kuşatılması”, alınacağının da belli olması bizim için sevindirici bir habermiş gibi veriliyor.

Bazen merak ediyorum, acaba biz Suriye’nin kuzeyinde neler olduğunu ve bu olanların “Türkiye’de her gün şehitler verdiren, sivillerin hayatına mal olan terör belası” ile…

Kilis’e şimdi de Suriye’den atılan çok sayıda roketatar mermisi ile yakından ilişkisini anlamıyor muyuz yoksa anlamak mı istemiyoruz.

IŞİD’in kontrolündeki bölgelerin PYD-PKK’nın eline geçmesi tercihen daha iyidir diyorsak mesele yok, aksi takdirde sınırımız boyunca, “Fırat’ın batısı-doğusu demeden” bir PYD devleti kurulmasına çok az kaldığını görmek iyi olur.

Menbic, Fırat’ın batısındaki Cerablus’un biraz güneyinde… Orayı alırken aynı zamanda Cerablus ve Rakka alınmaya çalışılıyor. Mare Hattı dedikleri alanı tamamlamak için geriye “muhaliflerin kontrolündeki Azez” kalacak.

Hızla ilerliyorlar

‘Bir Kürt kaynak’ Reuters’a yaptığı açıklamada “IŞİD savunmasının YPG güçlerine karşı hızlı şekilde göçtüğünü” söylemiş.

ABD öncülüğündeki koalisyon uçaklarının da Menbic’i havadan bombardımana tuttuğu biliniyor.

Bu arada Fransa da ilk kez “Bölgede özel kuvvetlerinin ve PYD’ye danışmanlık yapan güçlerinin olduğunu” açıklamış.

Kısacası hep birlikte “PYD’ye bu bölgeyi kazandırmak üzere” çalışıyorlar.

Tabii burada akla gelen şey, benim zaman zaman hatırlattığım; IŞİD’in Tel Abyad için aynı kuşatma yapıldığında “tek kurşun atılmadan” kenti PYD’ye bıraktığı…

PYD 24 saatte ABD desteğiyle 640 kilometrelik alanda 30’dan fazla köy ve kasaba ele geçiriyor.

Menbiç’le birlikte Cerablus’a doğru yaptıkları operasyonda Türkiye’ye doğru yaklaşıyorlar ve IŞİD’in Cerablus’dan da çekilmekte olduğu bildiriliyor.

Türkiye’nin kaybı

Arada bizim bilmediğimiz “önce (Kobani ve Tel Abyad’da olduğu gibi) IŞİD alacak, sonra kuşatılıyor havasında IŞİD’den kolayca PYD’ye geçecek” gibi bir plan olup olmadığı bugüne kadar anlaşılmadı.

Bir günde 1700 kişiyi kılıçtan geçiren, Avrupa’da, Amerika’da, Türkiye’de kitlesel terör yapan (Türkiye’de PKK ile dönüşümlü olarak yaptı, PKK’nın eylemlerini başlatmasına yardım eden de onlardı) bu kadar kanlı ve saldırgan bir örgütün, ele geçirdiği bölgeleri böyle kolayca terk etmesi garip değil mi?

İngiliz gazetesi Financial Times 2 gün önce “Vezneciler’deki bombalı saldırının bu yıl içinde İstanbul’daki 4’üncü büyük saldırı olduğunu, ülkenin geri kalanında ise son birkaç ayda onlarca benzer saldırı yapıldığını” yazdı.

Türkiye’nin şiddet olayları nedeniyle geçen yılki kaybının “129 milyar dolar” olduğunu bildirdi.

En büyük yabancı turizm şirketleri diğer ülkelerde medyaya “bu yıl Türkiye’ye gelen turist sayısının yüzde 50 ile yüzde 85 oranında düştüğünü” anlatıyor.

Can ve toprak güvenliği açısından, ekonomik açıdan çok ciddi riskli bir süreçteyiz ama Türkiye hala seyahatlerle, iç kavgalarla ve entrikalarla meşgul. Ne denebilir ki?

Kendi düşen ağlamazmış!

Yazının devamı...

Merkel’in ‘elinden gelen’ ne?

Alman Federal Meclisi’nin 1915 olaylarını “soykırım” kabul eden kararı aramızdaki ilişkileri nasıl etkileyecek merak ediyoruz.

Oylamadan önce Avrupa ülkelerinin, eğer tasarı kabul edilirse “Türkiye mülteci anlaşmasını bozar mı” endişesini taşıdıklarını büyükelçilerinin ağzından veren haberler çıkmıştı. Tasarı kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan “Almanya’nın 1915 olaylarına ilişkin attığı yanlış adımdan dönmediği takdirde atılacak adımların farklı olacağını” söyledi.

‘Siyasi karar’ın iptali

Alman Başbakanı Merkel ise oylamadan sonra “Türkiye- Ermenistan arasındaki sorunun giderilmesi için ‘tarihçilerden oluşacak bir komisyon kurulması’ndan yana olduğunu” belirtti.

Söylediği “yeni bir çözüm buluşu” değildir. Yusuf Halaçoğlu TTK Başkanı olduğu dönemde “Masaya oturarak Türkiye ve diğer ülkelerin arşivlerini incelemelerini” tüm tarihçilere teklif etmiş ve davet etmişti.

Bu teklifi kabul etmediler.

Eğer Merkel bunu sağlayacaksa, bu takdirde Alman Meclis’inin ve diğer ülke meclislerinin “tarihi belgeleri incelemeden verdiği siyasi kararlar yok hükmünde” sayılmak zorundadır.

Yapılması gereken budur. Yapılmadığı takdirde etkili (ve Türkiye’nin de yararına) olacak tek yaptırım “Geri Kabul Anlaşması”nın iptali, hatta Türkiye’deki 3 milyon mültecinin bir kısmının da sadece AB değil, ABD tarafından alınmasıdır.

Özgür milletvekilleri

Cumhurbaşkanı Erdoğan oylamadan önce Angela Merkel ile görüştüğünü, onun “ellerinden geleni yapacaklarını” söylediğini öne sürerek “Senin elinden gelen oylamaya katılmamak mı” sözleriyle Merkel’i eleştirdi.

Oysa unuttuğu bir nokta vardı, bunu oylamada “çekimser oy” kullanan, karara destek vermeyen Hristiyan Demokrat Birlik Partisi Milletvekili Oliver Wittke’nin sözleri açıklıyor: Başbakan Merkel’in ve hükümetinin bu tasarıyı engelleyebilecek durumda olmadığını söyleyen Wittke “Seçilmiş milletvekilleriyiz, ne karar alacağımıza kendimiz karar veririz. Federal Meclis kimsenin müdahalesine izin vermez”.

Yani… Demokrasiyi kendi içlerinde gayet iyi uygulayan Batı ülkelerinde milletvekilleri bizdeki gibi “liderler tarafından” belirlenmediği, halk tarafından seçildiği için özgürler ve Merkel onlara “kendi istediği yönde oy kullanmalarını” kabul ettiremez.

Yapacağımız şey; tarihçilerin masaya oturtulmasını ve Alman, Türk, Rus, İngiliz, ABD arşivlerini incelemesini sağlamaktır.

Bahçeli’nin son hatası

MHP Genel Başkanı Bahçeli hala muhaliflerin verdiği tarih olan; 19 Haziran’daki kurultayı engellemek için “mahkemeye başvurulacağını ve kurultaya katılacak delegeler için disiplin süreci başlatılacağını” söylüyor. Kendine güveniyorsa 20 günlük bir fark için bu inat niye?

Genel başkanlar, seçim başarısı sağlayamıyorlarsa bile “sonsuza kadar genel başkan kalma” arzularından vazgeçmek zorundadır. Bahçeli’nin, halkın ve delegelerin gözünde kendisini ve sonuçta partisini daha zor duruma düşüren bu itirazdan vazgeçmesi daha hayırlı olacaktır.

Yazının devamı...

Ortaçağ benzeri bir vahşet!

İstanbul Vezneciler’de Salı günü teröristlerin yaptığı bombalı saldırıda 5 sivil vatandaş ve 6 polisimizi kaybettik, 36 yaralı var.

Mardin Nusaybin’de “operasyonlar sona erdi, asker çekiliyor” haberinin arkasından dün 2 ayrı patlama oldu.

Mardin Midyat’ta polis merkezine yapılan bombalı saldırıda 2 kadın polisimiz (biri 6 aylık hamile) ve 3 vatandaşımız hayatını kaybetti, 52 yaralı var.

Tam operasyonlar sona erdi denirken Nusaybin’in “teröristlerden ve patlayıcılardan temizlenmediği” ortaya çıkıyor, terör örgütü yeni saldırılarla devlete meydan okuyor.

Tekrarlayacağım, bunun sebeplerinden biri; sınırlarımızın hala yeterince korunmalı hale getirilmemesidir.

Kıyamete kadar…

Daha önce de yazdım, Güneydoğu’dan gelen önemli bir siyasetçi kendisine “sınırdan isteyen herkesin pasaporta gerek olmadan kolayca geçebileceği” bilgisinin verildiğini anlatmıştı. Bu “terörist ve patlayıcı takviyesi” açısından en önemli sorundur. Daha önce PKK’nın “PYD’yi yardıma çağırdığı” haberleri çıktı.

Güneydoğu’da yapılmak istenen zaten sınırları ortadan kaldırmak, PKK ile “PYD’nin ele geçirdiği bölge” arasında engel bırakmamak olduğuna göre, sınır karakollarının yapımına bu nedenle karşı çıktıklarına göre acaba bu konuda son durum nedir?

Sınıra çekilen duvarın altından tünel kazarak bile geçen teröristler, operasyonlarla tüketilebilir mi yoksa bu terör gerçekten “kıyamete kadar” mı sürecek?

İstikbal ve istiklal!

Başbakan Binali Yıldırım dün Mardin saldırılarından sonra yaptığı konuşmada:

“Asla ne milletimizi yıldırabilirler, ne de devleti bu onurlu mücadeleden, istikbal ve istiklal mücadelesinden geri döndürebilirler… Önünüzde, arkanızda, sağınızda, solunuzda sizler bizler gibi insan kılığında bu katiller var” dedi.

Öncelikle “sağımızda, solumuzda, her yerde bu katillerin olduğu” Başbakan tarafından söylendiğine göre vatandaşların “istikbal endişesi” had safhaya çıkmış demektir.

Öyle ki gençler arasında bırakın “en az 3 çocuğu”, bu kadar tehlike içinde “hiç çocuk yapmamak gerektiğini” söyleyen, düşünen çok genç var. Böyle bir ortamda onları bu düşüncelerinden dolayı kınamak imkansızdır.

“İstiklal” meselesine gelince… Çok şükür ki düşman devletler tarafından işgal edilmiş ve bir “bağımsızlık savaşı” içinde değiliz.

Kendi topraklarımıza terörist ve cephane yığmış, sınır ötemizde ABD,Rusya gibi ülkelerin desteğiyle bir devlet kurma yolunda olan PKK-PYD’nin ülkemizde buna paralel şekilde sürdürdüğü terörü önlemeye çalışıyoruz. Bunun için de, rejim-sistem değişikliği, partiler arası kavgalar gibi “böyle bir dönemde asla zaman kaybedilmemesi geren konuları, olayları” bir yana bırakarak yalnızca terör ve önlemler konusuna eğilmek zorundayız. Askeri ve polis araçlarının geçiş güzergahları, merkezleri ve halkın toplu bulunduğu bütün alanlarda güvenlik önlemleri “en yüksek düzeye” çıkarılmalıdır.

Suriye, Irak gibi ülkelerde yaşanan Ortaçağ benzeri vahşet olaylarından Türkiye korunmak zorundadır.

Yazının devamı...

‘Açık kapı’dan hırsız girer!

İstanbul Vezneciler’de polis minibüslerine yapılan bombalı saldırıda 7’si polis, 4’ü sivil 11 vatandaşımız hayatını kaybetti, 3’ü ağır 36 yaralı var.

Muş’ta da eylem hazırlığında olan PKK terör örgütüne ait 2 canlı bomba yakalandı. Bu teröristler Irak’ın kuzeyindeki kamplarda bomba eğitimi alarak Türkiye’ye giriyorlar. Son yıllarda Türkiye’nin büyük şehirlerinde “büyük kitlelere yönelik” birçok bombalı saldırı oldu.

Hükümet her saldırıdan sonra aynı açıklamaları yapıyor. Vezneciler saldırısından sonra da; “Terörü lanetledik, milletimize başsağlığı diledik” ama bu dilekler ve lanetlemeler yeni terör saldırılarını ne yazık ki önlemiyor.

Üst akıl…

Bir de her saldırı sonrası ve zaman zaman söz edilen “üst akıl” konusu var.

Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş dün şunları söyledi: “Herkes bilmeli ki bunlar bizi yıldırmaz. Yeni moda tabiriyle, eğer üst akılı da varsa bu terör gruplarının da, üst akılın da anlaması lazım.

Türkiye, bölgesinin önde lider ülkesi olması, hem de bu jeopolitiğin getirdiği sancı ve sıkıntıları yaşıyor”. Öncelikle Sayın Türkeş’e “üst akıl”ın moda tabir olmadığını, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından uzun süredir kullanılan bir deyim olduğunu ve “planları yapan” üst akılın ABD, Rusya, Esad ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi olduğunu hatırlatmalıyız.

Terörün gerçek sebebi!

Hükümet bu kalıplaşmış cümleleri tekrarlamak yerine, saldırılarda İçişleri Bakanlığı ve Emniyet’in, istihbarat teşkilatlarımızın “önlem zafiyetini” konuşmak, onlardan açıklama beklemek, özeleştiri yapmak ve bu zafiyetleri derhal ortadan kaldırmak zorundadır.

Türkiye’de çok sayıda vatandaşımızın hayatını kaybettiği, turizmi de felce uğratan canlı bomba saldırıları ve Güneydoğu’da yaşanan terörün nedeni “Türkiye’nin bölgesinde lider ülke olması” değildir.

ABD Ankara Büyükelçisi Bass yine “Derin üzüntüsünü” bildirerek, “hiçbir amacın böylesi mantıksız bir şiddeti haklı göstermeyeceğini” açıkladı.

Amaç ‘mantıksız’ değil!

Oysa amaç “mantıksız” değil, mantığını da kendileri biliyor, bu bir.

ABD ve Rusya’nın Suriye’de PYD’ye yaptıkları ve şimdi Rusya’nın “daha da arttıracağını” söylediği desteklerin, silah ve patlayıcıların doğrudan PKK’yı güçlendirdiğini, onlara gittiğini “terör uzmanları” açıklıyor, bu da iki.

Bunları düşünürsek, terör eylemlerinin “Bizim yılmamızla veya önder ülke olmamızla” değil, Suriye’de uygulanan planın Türkiye’de de uygulamaya konmasıyla ilgili olduğunu görürüz.

Teröristler kuzey Irak’ta bomba eğitimi aldıklarına göre Irak Hükümeti onların bu eylemlerine, orada barınmalarına neden izin veriyor? Komşumuz olduklarına göre bu neden tartışılmıyor?

Suriye iç savaşı sırasında uyguladığımız “açık kapı politikası” sırasında da savaştan kaçan Suriyeliler’le birlikte çok sayıda “terör örgütü militanı” ülkeye girdi.

Kapınız açıksa (ki hala ne durumda olduğu bilinmiyor) içeri “hırsızın da kolayca gireceği” de açıktır. Kendi hatalarımızın ve çözüm sürecini fırsat bilerek PKK’nın yaptığı silah ve patlayıcı yığınaklarının saldırılarda büyük rolü vardır!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.