Şampiy10
Magazin
Gündem

Bu nasıl bayram?

Her konuda kafalar karışık, açıklamalar birbirini tutmuyor.

Başbakan Davutoğlu 1 Mayıs “Emek ve Dayanışma Günü” için makul bir açıklama yaptı. “1977 yılında 1 Mayıs’taki Taksim olaylarında hayatını kaybeden 37 kişiyi anmak için gelen herkese meydan açık olacak. Türkiye’nin tüm meydanları açıktır, özgürce kutlansın” dedi.

Aynı sıralarda İçişleri Bakanı Sebahattin Öztürk Davutoğlu’yla farklı şeyler söylüyordu; “İstanbul Valiliği’nin Taksim ve çevresinin yapılacak toplantı ve gösteriler için uygun olmadığı kararı uygulanacak”…

Kaos olmasın!

Bu karara göre sadece siyasi partiler, meslek odaları ve sivil toplum kuruluşlarının Taksim’de sembolik olarak bulunmalarına ve anıta çelenk koymalarına izin var.

Bugün Taksim’de 40 bin polisin görev yapacağı bildirildi. İzin verilse en çok 10 bin kişinin çıkacağı meydana 40 bin polis. Neden? Sonsuza kadar Taksim Meydanı’ndan korkmak mı gerekecek?

Mesela 1977’deki olaylar veya Gezi gösterileri Hükümet’te bu gerginliği yaratıyorsa neden 1976’daki çok kalabalık mitingin olaysız bittiği akla getirilmiyor?

Seçimlere yaklaşırken kaos olmaması isteniyorsa polisin gereken güvenliği önceden alıp tüm dünyada “İşçi Bayramı” olarak kutlanan bir günde Taksim’i de işçilere, sendikalara açması imkansız mıdır?

1 Mayıs’ın olaysız olarak kapanmasını, üzücü olayların yaşanmamasını hepimiz istiyoruz ama bayram kutlama ve gösteri hakkının vatandaşların Anayasal hakkı olduğu da unutulmamalıdır.

Yolun sonu!

İmralı’dan dönen heyet adına konuşan HDP’li Sırrı Süreyya Önder “yolun sonuna geliyoruz” demiş.

Konuşmada enteresan hatırlatmalar var. Sırrı Süreyya Önder “Gidilecek yolun sonuna gelindi, bu halk Öcalan’ın 10 ve 12’inci maddede açıkladıklarını bağrına bastı” diyor. Hatırladığımıza göre Öcalan’ın sadece 10 maddesi vardı ve 10’uncu madde “Yukarda söz edilen demokratik hamlelerin içselleştirildiği yeni bir anayasa ile güvence altına alınması”ydı.

İktidar partisinin seçim bildirgesinde; yapılacak yeni anayasada “yetkinin yerel yönetimlere verileceği”ni açıklaması ile Öcalan’ın 10 şartındaki “demokratik özerklik” birbirini tutuyor. “Vatandaşlık tanımının değiştirileceği” açıklaması da Öcalan’ın istediği gibi..

Seçimden önce olmalı!

Öte yanda son günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın HDP ile ilgili sözleri bu durumla tamamen aksi yönde.

Kısacası çözüm süreci de bir karmaşa halinde.. Dolmabahçe açıklamasından sonra 2 hafta içinde taraflar masaya oturacak denmişti. Bu yapılmadı.

Sırrı Süreyya Önder’in ve HDP’nin zaman zaman “masaya oturma” konusunda gösterdiği tepkiler yeterli değildir.

Toplum seçimden önce bu konuda aydınlatılmalıdır! Yolun sonunda ne olduğunu seçmen de bilmelidir!

Yazının devamı...

Vaatler ve hatalar!

AB Komisyonu İtalya’nın göçmen kurtarma operasyonu olan Mare Nostrum Operasyonu’nu sona erdirmenin “ciddi bir hata olduğunu” açıklamış.

2015 yılı içinde çoğu Libya’dan olmak üzere ülkelerindeki yoksulluk ve savaştan kaçarak denizlere çıkan ve hayatını kaybedenlerin sayısı 1700’e ulaştıktan sonra AB fikir değiştirmiş.

Bu operasyonla İtalya Akdeniz’de büyük bir alanı tarayarak denize açılmış olan göçmenleri kurtarmaktaydı ve AB’ye maliyeti ise ayda 9 milyon, yılda 324 milyon Euro idi…Yaklaşık 972 milyon TL.

Avrupa Birliği bu parayı İtalya’ya vermediği için 2014 Kasım’ında bu program bitirilmiş. Oysa hem AB birçok ülkeye farklı nedenlerle bundan kat kat fazla para aktarıyor, hem de İtalya Türkiye’den çok daha zengin bir ülke.

Biz ise Ortadoğu ülkelerindeki kargaşaya Batı ülkeleri, özellikle ABD tarafından itiliyoruz. Düşünmeden veya baskılarla attığımız adımlar Türkiye’ye maddi ve siyasi büyük kayba neden oluyor.

Suriyeli mülteciler!

Türkiye’ye aldığımız 2 milyondan fazla Suriyeli mültecinin ülkeye yüklediği mali kayıp birkaç yılda 10 milyar doların üstüne çıkmıştır. Mülteci ailelerin barınması, beslenmesi ve yıllar içinde sayısı da artan çocuklarının bakımı, eğitimi giderek çok ciddi bir sorun haline geliyor.

Bu sorun önümüzdeki yıllarda hızla artarak büyüyecektir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batı ülkelerine bu konuda yaptığı çağrıların nedeni budur. Bu çağrılara ABD’nin verdiği cevap sadece 5000 mülteci alma kararıyla sınırlı kalmıştır. ABD kendi açıklamasına göre Türkiye’den bir yılda toplam 5 bin 624 mülteci almış.

Bunların da hepsi Suriyeli değil, Afgan, Iraklı, İranlılar da var.

Kaynak deyince...

Dünyanın süper gücü olan ABD bu kadar az sayıda mülteci almasını “ancak hassas vakaları kabul edebiliriz” diye açıklıyor.

AB ise bu konudaki duyarsızlığı yüzüne vurulduğunda utanmakla yetiniyor.

Hükümetin, Ana Muhalefet Partisi CHP’nin vaatlerine karşı sürdürdüğü “kaynak” tartışmalarını anlamsız kılan nedenlerden biri paranın kullanımındaki dengesizlik ve israf ise diğeri de AB ülkeleri ve ABD’nin kendi ülkeleri için gösterdiği dikkatin gösterilmemesidir.

AB ve ABD açıkça Suriyeli mülteciler sorununu üstüne almamış, uzak durmuştur.

Diğer ülkelerdeki sorunlara yardımcı olmak insani bir durum sayılır ama kendi vatandaşlarımız değer kaybeden paramız ve zamlarla daha da yoksullaşırken milyarlarca doların sadece Suriyeli mülteciler için harcanması büyük bir yüktür.

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan “Türkiye’nin AB ülkeleri gibi hibe paralar almadığını” söyledi. Bu durumda Hükümet’in bütçeyi AB ülkelerinden daha dikkatli koruması, kullanması gerekmez mi?

Türkiye’den Suriyeli mülteci almaları konusunda Batı’yı yardıma çağırmalıyız!

Yazının devamı...

Hukuka güvenmek!

Türk halkının hukuka güvenini sıfırlayacak olaylar bitmiyor.

Daha dün Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın “Yargının siyasallaşması hukuk devletinin sonu olur. Hukuk devletinde uzaktan kumandalı yargı düşünülemez” sözleri gündemdeydi.

Türkiye onun yargıya siyasi müdahaleleri eleştirdiği konuşmasını tartışırken, aynı gün AYM Başkanı’nın uyarısını doğrulayan gelişmeler oldu. Mahkemelerin Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca ile 75 polis hakkında verdiği tahliye kararları uygulanmadı.

Anayasa’ya aykırı!

Savcılık mahkeme kararlarının uygulanması zorunluluğuna rağmen bunu uygulamazken HSYK’nın kararı veren hakimleri alelacele açığa alması siyasetin yargı üzerindeki etkisini göstermektedir.

Baroların ve deneyimli hukukçuların “Mahkeme kararlarını uygulamamak CMK’ya, Anayasa’ya aykırıdır” uyarıları haklıdır. Hukuk devletinde mahkeme kararları hiçbir merci tarafından engellenemez. O mahkemeler, o yargı da Türk milletini temsil etmektedir.

Kayıt gösterilmeli

Başbakan Davutoğlu tahliye kararının uygulanmadığı duyulduğu sırada “Bir hafta önce talimat aldılar. Bizde kayıtları var. Hapishaneden çıkarsınlar gibi bir talimat” dedi. Bunu söyler söylemez sosyal medyada vatandaşların “Bu kayıtları duymak hakkımız, Hükümet hemen göstermek zorundadır” tepkileri yer aldı.

Özellikle daha önce “Kabataş’ta kadına saldırı” masalıyla ilgili kayıtlar konusunda aynı sözlerin söylenmesi, sonra kayıtların bu iddiayı yalanlar şekilde çıkması vatandaşların tepkisine haklılık kazandırıyor. Başbakan kayıttan söz etmişse bunun yayınlanması beklenir.

Eğer bir hafta önce, dediği gibi Pensilvanya’dan böyle bir talimat gelmişse ve kaydı da varsa o zaman Hükümet neden karara kadar bekledi, bugün yapılanı daha önce de yapabilirdi.

İki soru!

Başbakanın “Paralel olarak hala güçlüyüz demek istiyorlar. Meydanı Pensilvanya’dan talimat alanlara bırakmayız” sözleri iki önemli soruyu akla getiriyor;

Son bir yıldır yüzlerce hakim ve savcı aynı nedenle “Paralelin adamı” denerek görevden alındı, yeri değiştirildi. Paralel suçlamalarının sonu ne zaman gelecek? Hükümetin hoşuna gitmeyen her kararda bu neden mi öne çıkacaktır?

İkincisi ise; yargı sürecinde “meydanı onlara bırakmayız” sözleriyle, değişen kararlar arasında ilişki kuran halk mahkemelere nasıl güvenecek? Yargı kararları “Paralel-Hükümet” tartışmalarıyla yürür ve değişirse bu güven oluşabilir mi?

Yargıya siyasi müdahale olduğu “meydanı bırakmayız” sözleriyle açıklanmıyor mu?

Türkiye’de hukuk devleti zor durumdadır ve son birkaç gün bunu daha açık şekilde ortaya koymuştur!

Yazının devamı...

Anayasadaki engel!

Bugünün en önemli gündemi seçim olduğu kadar yapılacak yeni anayasadır.

Türkiye’ye yeni bir anayasanın gerekli olduğu bellidir ama önemli olan bu anayasanın mevcut sistemi ne yönde değiştireceğidir. Bu konu Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın yaptığı açıklamada özenle vurgulandı.

Olmaması gereken değişiklikleri önleme açısından son derece gerekli bir açıklamadır bu.

Hukuk devleti mi?

Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan ve Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit’in “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istediği isimler olduğu” seçilmeleri sürecinde belirtilmişti.

Zühtü Arslan 17 Nisan 2012’de dönemin Cumhurbaşkanı Gül’ün Anayasa Mahkemesi üyeliğine atadığı bir isimdir.

AYM’nin önceki Başkanı Haşim Kılıç’ın “hukuk devletinin korunması”yla ilgili bazı konuşmalarının iktidar partisi tarafından beğenilmediği biliniyor. Buna karşın şimdiki Başkan Zühtü Arslan da benzer vurgulara açıklamasında yer vermiş.

Uzaktan kumanda

Arslan Anayasa Mahkemesi’nin 53. Yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşmada “Yeni anayasanın önündeki en büyük engellerden birinin telifi çok zor görüş ve önerilerin herşeye ve herkese rağmen anayasallaşmasının istenmesi” olduğunu söyledi.

Hukuk devletinde uzaktan kumandalı yargı ve yargıçların düşünülemeyeceğine, yine hukuk devletinde “güçler ayrılığına dayalı iyi ve etkin bir sistem” kurmanın önemine dikkat çekti.

Bu konuşmadaki “her şeye ve herkese rağmen” uyarısının üzerinde durmak gerekiyor.

Kendisinden önceki Başkan Haşim Kılıç’a teşekkür borçlu olduklarını söylemesi de aynı derecede dikkat çekicidir.

AYM’nin işi ne?

Millet egemenliğinin “yetkili organlar eliyle kullanılması” prensibi işte bu açıdan önem taşımaktadır.

Bu prensibe göre; halkın seçtiği tüm partilerin temsilcilerinden oluşan ve “görüşlerinin dikkate alındığı” bir yasama organı, yani Meclis de yetkili tek organ değildir.

Yürütme yani Hükümet de öyle..

Her ikisinin icraatlarının ve çıkacak yasaların denetlenmesi demokrasilerde şarttır ve AYM bunun için kurulmuştur.

Ayak bağı olmaz

Bu nedenle yasamayı olduğu gibi yargıyı da ayak bağı olarak gören bir anlayışla yeni ve meşru bir anayasa yapmak mümkün olmayacaktır.

Yasama ve yargının geçersiz kılındığı, yürütme yerine de “tek kişi”nin icraat yapacağı, tam denetimsiz bir sistemi tüm deneyimli hukukçular gibi AYM’nin de onaylaması düşünülemez.

Şu anda görülen uyarılar da bu gerçeği ortaya koyuyor.

Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşmasını dikkate almak ülke geleceği açısından büyük önem taşıyor!

Yazının devamı...

Törene çağrılmayan muhalefet!

Türkiye’de parlamenter rejim var mı, yok mu sorusunu tartışmak gerekiyor.

Çanakkale Savaşları 100’üncü yıl anma törenlerine tüm dünya liderleri davet edildi ama Türkiye’nin muhalefet partilerinin liderlerinin davet edilmediği tören sonrasında ortaya çıktı.

CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin “Törende herkes var ama Atatürk’ün partisinin temsilcileri yok, şiddetle protesto ediyorum” dedi. MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu “MHP’ye davet gelmedi” dedikten sonra “Hükümet’in Ermeni Patrikhanesi’ndeki ayine katıldığını ama Ermeni çetelerinin öldürdüğü 518 bin Müslüman için hiçbir şey yapılmadığını” vurguladı.

Meclis’teki dördüncü parti olan HDP’ye de anma törenleri için davet yapılmamış.

Milli irade nedir?

Siyasetçilerimiz “milli iradenin sandık demek olduğunu” sık sık tekrarlayıp dururlar. Tarif tümüyle doğru olamasa da, parlamenter rejimlerde milli iradenin egemenliği “yetkili organlar eliyle kullandığı” bilinçli ya da bilinçsiz unutulsa da diyelim ki “sandık”tır.

Halk seçimlerde tercihini, hangi partileri seçtiğini gösterdiğine göre sandıktan çıkan sonuç elbette önemlidir. Peki sandıktan sadece iktidara gelecek parti mi çıkıyor? İkinci, üçüncü partileri seçenler de bu ülkenin seçmeni, vatandaşı değil midir?

Toplumun tüm kesimlerinin temsil edildiği bir parlamentosu olmayan, muhalefet partilerine söz hakkı verilmeyen, görüşleri alınmayan ve hatta en önemli uluslar arası törenlere davet edilmeyen bir sisteme “demokratik” denebilir mi?

Denetimsiz yönetim!

Bu törenleri organize eden Dışişleri, Milli Savunma ve Kültür Bakanlıkları muhalefet partilerini hangi nedenle ve kendilerine verilmiş hangi yetkiyle davet etmediklerini açıklamalıdır.

Uzun süredir söz edilen ve iktidar partisinin seçim beyannamesine koyduğu “başkanlık sistemi” Türkiye için anlatılan haliyle denetime açık olmayacak. ABD’deki gibi “çift meclis denetimi” olmayacağı gibi muhalefet partilerinin tamamen dışlanacağı bir sistem düşünüldüğü görülüyor.

Yargı, medya ve diğer kurumların da bağımsızlığı tartışmalı olduğuna göre Başbakan Davutoğlu’nun söz ettiği “fren ve denge mekanizması”nı kim sağlayacak? Tam aksine gerekli tüm fren ve denge unsurlarından yoksun bir sistem geleceği nasıl etkileyecektir?

Geçtiğimiz hafta açılışının 95’inci yıldönümünü kutladığımız TBMM, milli iradeyi temsil eden tüm partileriyle bu konuyu seçimden önce halkın önünde tartışmalıdır.

Unutulmamalı ki muhalefet partilerini yok sayarak alınan ciddi kararlar sonunda bu hataya düşenleri de pişman edebilir!

Yazının devamı...

HDP-İktidar çekişmesi!

Öyle görünüyor ki seçim sonuna kadar gerçekleri anlamak zor olacak.

Perşembe günü, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Çanakkale Savaşları 100’üncü Yıl Barış Zirvesi ile aynı güne denk geldi, şanlı tarihimizin gururuyla dolu bir gün yaşadık.

Bu hareketli hafta bile bize ciddi sorunlarımızı unutturmaya yetmedi. Seçime giderken birçok konuda kavram kargaşası vebilgi kirliliği devam ediyor.

Anlaşılmaz açıklamalar

Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın Dolmabahçe’de HDP’li Sırrı Süreyya Önder’le birlikte yaptığı açıklama,“PKK’nın silah bırakması için yapılan çağrı” biraz ümit vermişti ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ortak açıklamaya da,Öcalan’ın 10 maddelik taslağına da karşı çıktığı görüldü.

Bu durumda dışarıdan bakan biri ne düşünmeli? Başbakan ve Cumhurbaşkanı çözüm sürecinde farklı düşüncelere mi sahiptir? Bu gelişme ile ilgili Erdoğan bilgilendirilmemiş midir?

Bu mümkün mü?

Arkasından HDP’nin ve PKK’nın “silah bırakma Öcalan’ın taslağının kabul edilmesine bağlı” dayatmaları geldi. Bunlar olurken PKK terörünün Güneydoğu’da sürdüğü görüldü.

Ağrı saldırısı ortalığı iyice karıştırdı. Hükümet HDP ve PKK’yı, HDP Hükümeti suçladı. PKK olayın bizimle ilgisi yok dedi.Genelkurmay açıklamasıyla Vali’ninki birbirini tutmadı.

İşin içine Efkan Ala’nın adı karıştı. Peki gerçek ne, Türkiye bunu ne zaman öğrenecek? Birçok olay gibi bu da karanlıkta mı kalacak?

Elde silahla demokrasi!

Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan 23 Nisan’da “HDP’nin makyajı Ağrı olayından sonra çok çabuk döküldü. Bir elde silah olacak, diğer yanda ‘siyaset ve demokrasi’ diyeceksiniz, bu kandırmacadır” dedi. “Demokrasiye inananın silahların bırakılması için çaba göstereceğini” söyledi.

HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın son konuşmalarında “PKK’yla organik bir bağımız yok, o silahlı bir örgüt, bizsilahsız çözüm isteyen bir partiyiz” vurguları inandırıcılıktan uzaktır. İstedikleri takdirde ortak hareket ettikleri bugüne kadar defalarca görülmüştür.

Akdoğan’ın sözleriyle birleştirdiğimizde bu konuşmaların seçimden sonuç alana kadar sürecek bir kurgu olduğunu mu düşünmeliyiz.

HDP gerçekten de Akdoğan’ın söylediği gibi Batı’daki seçmene dönük “farklı bir imaj” oluşturmaya çalışırken Doğu ve Güneydoğu’da baskıyla-şiddetle oy toplama gayreti içinde mi?

Bu seçim de böyle giderse temiz toplum, temiz siyaset ümitlerimiz asla gerçekleşmeyecek!

Yazının devamı...

Soykırım kararları durdurulmalı!

AB ülkeleri arka arkaya Ermeni soykırım iddiasını tanımaya başladı.

Bu gelişme tahmin ettiğimizden çok daha önemlidir. Türkiye maalesef bu konuda çok zaman kaybetti.

Yıllar önce başarılı diplomatımız Kamuran Gürün bu iddiayı arşiv bilgileriyle yalanlayan kitabını yazdığında Ermeniler kitabı Avrupa’daki tüm kitapçılardan toplatmıştı. O günlerden başlayarak belgeleri dünyanın önüne koymak, ülke parlamenterlerini bilgilendirmek için elimizden geleni yapmalıydık.

Onlar ve biz

Konuyu yeterince ciddiye almadık, nasılsa sonunda gerçeklerin kazanacağını düşündük. Biz bunu yaparken Ermeni lobileri dünya çapında faaliyetlerini aralıksız sürdürdüler. ABD’de, Avrupa ülkelerinde ve ulaşabildikleri her yerde 1915 olaylarını “soykırım” olarak anlattılar.

Bu lobilere yardımcı olan, onlar gibi tarihe “saplantılı gözlerle bakan” bazı Türk akademisyenlerin bu konuda verdikleri zarar da küçümsenmeyecek kadar önemlidir.

Dünya tarihçilerinin itirazı

Ermeni diasporasının desteklediği taraflı tarihçiler Türkiye’yi “soykırımcı” olarak tanıtmak için ellerinden geleni yaparken “Ermeni soykırımı yoktur” diyen Bernard Lewis, Justin McCarty, Norman Stone, Stanford Shaw ve daha birçok gerçek uzmanı etkisizleştirmeye çalıştılar.

Ermeni lobilerinin “100’üncü yıl” baskılarıyla Papa’nın soykırım konuşması, hemen arkasından ABD Dışişlerinin benzer açıklaması, Avrupa Parlamentosu’nun oy çoğunluğuyla kabul ettiği “soykırımı tanıma” kararı ve Türkiye’ye de bu yönde yaptığı çağrı gelişmelerin planlı olduğunu göstermiştir.

Milleti bağlar!

Avusturya Çarşamba günü 1915 olaylarını “soykırım” olarak niteleyen bildiriye imza attı. Almanya da 24 Nisan’da (bugün) görüşülecek “Ermeni soykırım karar tasarısı”nda ilk defa soykırım sözcüğüne yer vereceğini açıkladı.

Türk Hükümeti’nin bütün bu kararları tanımayacağını söylemesi ülke sayısı arttıkça etkisini yitirecektir.

Deneyimi ve bilgisiyle dünya çapında tanınan tarihçilerimizden İlber Ortaylı “Soykırım zaman aşımına uğramayan bir suçtur. Bir milletin hem mazisini hem de geleceğini bağlar, sadece yapanı değil, onun mensup olduğu milleti de bağlar” diyor.

Gerçekleri anlatın!

Tehcir kararının hangi şartlarda alındığını ve neler olduğunu, yaşananların neden “genocide” sayılmayacağını, olayların ABD misyonerleriyle nasıl başlatıldığını açık ve net anlatıyor.

Bunları iyi bilen ve belgelerle 1915 öncesini de anlatan yabancı ve yerli tarihçilerin verdiği bilgiler AB ülkeleri ve ABD yönetimleriyle paylaşılmalı, ciddi lobi çalışmaları hemen başlamalıdır.

Bunu yapmayıp sadece öfkeli cevaplarla yetinirsek sonunda “soykırımcı” damgasıyla yapayalnız kalacağız!

Yazının devamı...

Benzersiz savaşın kahramanı!

Tarihte benzeri olmayan Çanakkale Savaşları’nın anıldığı, büyük zaferin 100’üncü yıldönümünün kutlandığı günlerdeyiz.

Haftalar öncesinden Avustralya, İngiltere, Almanya başta olmak üzere Çanakkale’ye binlerce kişi bu anma törenleri için akın etti. Törenlerin bu büyük savaşın anısı iç siyasete alet edilmeden tamamlanması büyük önem taşıyor.

Ölmeyi emreden komutan

Şundan emin olmalıyız ki Çanakkale’ye dünyanın dört köşesinden gelen konuklar bu savaşın tarihini en az bizler kadar bilerek geliyorlar. Orada aylarca savaşan İngiliz’i, Anzak’ı, Fransız’ı, Alman’ı bildikleri kadar Türk askerinin kahramanca çarpışmalarını ve zaferin nasıl kazanıldığını da ezbere biliyorlar.

Bu savaştan söz etmeye “Bir gün şafakla birlikte topraklarımıza, insanlarımıza, mukaddesatımıza saldırmışlardı (….) Geldikleri gibi gittiler” diyen, askerlerine “ Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” komutasıyla hücum emri veren Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’le başlıyorlar.

Atatürk’ün Conkbayırı’nda İngilizler 20 bin kişilik orduyla saldırdığında askerlerinin önünde yürüyüşü ve göğsüne gelen şarapnelin cebinde bulunan saatten sekmesiyle hayatta kalabilmesi onların da zihinlerine kazınmış halde.

Vatanım yoksa ben de yokum!

Çanakkale’de can veren yüz binlerce şehitimizi her zaman onurla, gururla anacağız ama ordu kumandanlığını bir Alman’ın yapmasına razı olmayan ve Anafartalar Grubu Komutanlığı’na tayin edilen Mustafa Kemal’in üstün cesareti ve sezgisiyle kazandığı zaferleri de gururla taşıyacağız.

Onun “Çanakkale Kahramanı” olarak anılması kimseyi rahatsız etmemelidir. Zira ülkemize bu anma törenleri için gelenlerin böylesi bir “önemsizleştirme gayreti”ni sezmeleri bile büyük önder Atatürk için değil Türkiye için büyük kayıp ve ayıp olacaktır.

Ordu komutanlığına talip olduğunda “Çok zor bir görev olduğunu biliyorum ama vatanım yok olduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için bu görevi üstlendim” diyen bir kahraman bunu hak etmiyor.

Bu ülkeyi yoktan var eden, vatanı için gözünü kırmadan ölüme yürüyen Atatürk’e hak ettiği onuru vermek Türk toplumunun boynunun borcudur!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.