Şampiy10
Magazin
Gündem

Gençliğe armağan

Sivas Kongresi günleri... Türkiye’yi işgale karşı koruyacak cesaret, tek sığınağımız.

Gençlik neredeyse tek umut.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonu olan dönem, Türk gençliğinin özgürlüğe ve istiklâle adanmış bir rolde kendini ispatlamasıdır.

Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun tarih arşivlerini zenginleştiren bulgusu, Türk gençliğinin değerli başlangıçlarından biri olmayı hak ediyor.

Prof. Velidedeoğlu’na borçluyuz. Bıraktığı gözlem, 1918’de kendi el yazısı ile 19 Mayıs’ın sonsuza dek sürecek fedakârlığın ve kahramanlığın mucizevi anlatımıdır.

Bir liderin gençliğine beslediği güven duygusu ancak bu kadar coşku ve cömertlikle anlatılabilir.

Atatürk kendi kaynağını kutsal bir derinliğe emanet ediyor.

1918’de kendi el yazısı ile yazdığı şu satırlar değişimin dinamiğini ortaya koyuyor.

Ba-ğım-sız-lık

“Her şeye rağmen muhakkak bir ışığa doğru yürümekteyiz” diyor.

Coşku dolu bir düzlüğe nihayet çıkma zamanı gelmiştir; Atatürk o noktada dehasını konuşturmuştur.

1918 gerçekten karanlıklar yılıdır. Vatan ve millete duyduğu sonsuz sevgi yetmeyecek.

Gençlik bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları ve şarlatanlıkları içinde “sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık saçmaya devam” eden bir gençlik...

19 Mayıs, mükemmel bir kahramanlık, akıl ve cesaret destanıdır.

Ord. Prof. Velidedeoğlu devam ediyor:

Sivas Kongresi’ne katılan bazı önemli kişiler “manda tezi”ni savunurlarken kongreye yüksek öğrenimdeki arkadaşları adına katılan bir Askeri Tıp öğrencisi manda önerisine şiddetle karşı çıkar.

Gençliğin gücü...

Bu genç kendisini Sivas’a yollayan tıbbiyelilerin “Bağımsızlık davasını başarmak yolundeki çalışmaya katılmak üzere gönderildiklerini, mandayı kabul edemeyeceklerini, kabul edecek olanlar varsa, Atatürk bile olsa onları ret ve takbih edeceklerini” haykırır.

Mustafa Kemal heyecanlanmıştır, heyecan dolu bir sesle...

“Arkadaşlar gençliğe bakın” der salondakilere ve Askeri Tıp öğrencisine hitaben taahhütte bulunur:

“Evlât müsterih ol, gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum” dedikten sonra “Azınlıkta kalsak da mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tek’tir ve değişmez;

Ya İstiklâl ya Ölüm!”

Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk gençliğin gücü ile yaptı ve kazandı. Bayramınız kutlu olsun!

Yazının devamı...

Mutlu olmak

Vatan ve Milliyet yazarları Ankara’da CHP’nin konuğu oldu.

CHP lideri meydanlarda gözlenen coşkunun farkedilir adresi olarak emekli kitlesini işaret ediyor.

CHP lideri en canlı karşılığı emekli kitlesinden aldığını söyledi.

“En çok ‘karşılığı nerede’ deyip ‘kaçak saraya bağlanan hortumları keseceğim’ deyince meydan coşuyor.”

Bir proje de “son dakika hamlesi” gibi görünen ekonomik paket.

Gizliliğin cazibesi bu projede tekrar uyandı.

Seçmen tabanı bilmek istiyor fakat parti yönetimi son darbeyi heyecanın mümkünse doruğa çıktığı zamana denk getirmek fırsatını kolluyor.

Dört gün sabır...

Kılıçdaroğlu, Milliyet ve Vatan gazeteleri temsilcileri ile buluştuğu yemekte, söz konusu ekonomik “sürpriz” nedir; açık vermedi.

CHP lideri sürprizi örten perdeyi 21 Mayıs’taki İstanbul Mitingi’nde kendisinin açacağını söyledi.

Mülâkat parti-seçmen ilişkilerinin yoğun olduğu bir iklimde gelişti ve bir nevi check-up işlevi gördü.

Kılıçdaroğlu “Türkiye için en kötü senaryo AKP’nin tek başına iktidar olduğu senaryodur” dedi.

CHP’nin gündeminde en yüksek dereceli sorun yüzde 10 oranındaki seçim barajıdır.

Haklı bir tepki yaşanıyor. Bu oranın düşürülmeden korunması sahteci bir demokratlık manzarası yaratıyor.

Mümkün mü değiştirmek?

Açıkça belli ki son treni yakalama fırsatı kaybedilmek üzeredir.

Küçük bir ufuk turu, seçmen tercihine kulavuzluk edecek kararı oluşturmaya yardım edebilir:

Sorular cevaplar

“Entellektüel kanat HDP’nin barajı aşmasını diliyor. Ama bizden kayma olmaz. AKP’nin devleti ele geçirmek dışında hiç bir politikası yok.”

Ekonomi, sıcak para nereye?

“Hukuku tanımamak, Anayasayı çiğnemek alışkanlık haline geldi.

Bu durum piyasaları etkiliyor. Yabancı para bunca huzursuzluğu kaldırmaz, istikrar ve huzur arar. Bulamazsa kaçar, güven ortamı ister.”

İktidar sözcülerinin artan dini söylemleri?

“Son bir silâh kaldı. O da din.. Geri dönmeyen kredilerdeki artış endişe vericidir..”

Vergi politikalarında durum ne?

“Vergi politikalarımızı değiştireceğiz.

Artış yönünde bir değişiklik piyasanın sağlığını bozmaz mı?

Sağlıklı olmayacağını biliyoruz.”

Seçim iyice yaklaştı. Vatandaşın devletle ilişkilerinde yaşanmakta olan çözümsüzlükler, mümkünse bir sonraki yasama dönemine devredilmemeli.

On üç yıl boyunca korkutma politikaları ile yönetildik.

Yeter artık. Bu ülke mutlu olmayı hak ediyor!

Yazının devamı...

HDP Olayları!

Selahattin Demirtaş’ın verdiği mesajlarla gerçekler birbirini tutuyor mu? Bu soruya verilecek cevapta da yeni soru işaretleri var.

Konuşmalarına baktığınızda son derece demokrat, terörle savaşla silahla hiç ilgisi olmayan bir lider görülüyor. Kırşehir konuşmasında; Türkiye’nin bütün kimliklerine karşı sorumluluk duyduklarını söylüyor “Dilimizle, kimliğimizle bu ülkenin onurlu vatandaşları olacağız. Ama önce hep birlikte kardeş olacağız. Bütün Türkiye’ye barış elini uzatmış bir partiyiz. Parlamentoda olmamız ülkede kardeşliğin, birliğin teminatıdır” diyordu.

Çirkin, iftiracı seçim provokasyonlarına cevap vermeyeceklerini söylüyordu. Peki terörle, silahlı eylemlerle ilişkisini kesmeye yanaşmayan bir partinin kardeşlik söylemlerine inanmak kolay mıdır?

İsterse önlüyor

Demirtaş, Dolmabahçe’de Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile HDP’li Sırrı Süreyya Önder’in “PKK’yı silah bırakma kongresi toplamaya çağıran” toplantısından önce “Hükümet olayı yanlış yansıtıyor, Öcalan silah bırakmaktan söz etmedi” diyordu.

Kobani’de IŞİD-PYD-PKK savaşı sırasında da bu kadar barışçıl bir görüntü sergilemedi, ancak seçim sürecine girdikten sonra tamamen farklı bir söyleme geçti.

Bu süreç içinde bir ara “HDP ile PKK arasında bir bağ olmadığı”ndan bile söz etti. Ağrı’da güvenlik güçlerine yapılan PKK saldırısından sonra ise “Bir ihbar olduğunda Hükümet haber verip bizden yardım isterse, olayı önlüyoruz, daha önce oldu” demesi bununla çelişki içindeydi.

İsim HDP olduğunda terör örgütüyle aradaki bağ tümüyle koptuysa nasıl oluyor da terör olaylarını önleyebiliyorlar?

Güvence nedir?

HDP veya BDP, bu iki partinin isimleri farklı olsa da aynı merkeze bağlı, Öcalan’ın talimatıyla hareket eden partiler ve Kandil’le Öcalan arasındaki diyalog trafiğini sağladıkları da biliniyor.

Seçim sürecinde tek değişen HDP değil tabii… Cumhurbaşkanı Erdoğan da yıllar süren açılımdan ve çözüm sürecinden sonra birden “Artık Kürt sorunu yoktur, Kürt sorunu var demek ayırımcılıktır” deyince Kandil fırsat bulmuş gibi atladı; “Biz de kongreyi toplamıyoruz”!

Kısacası seçim söz konusu değilken görüşmeleri uyumla sürdürüyor görünen Hükümet ve HDP, HDP-Öcalan ve Kandil tamamen başa dönmüş durumda görünüyorlar. Bunların seçim taktiği olup olmadığını bilemeyiz.

Bilinen odur ki; Hükümet “tek bayrak, tek millet, tek devlet” diyorsa, HDP devamlı “kardeşçe yaklaşım”dan söz ediyorsa seçim sonrası oluşacak tabloda tekrar terör ve silahın söz konusu olmayacağının da teminatı halka verilmelidir.

Anayasa’da yapılacak değişiklikler net olarak açıklanmadır.

Son günlerde HDP mitinglerinde ve seçim bürosu açılışlarında çıktığı görülen olaylar ancak böyle önlenebilir.

Birbirlerine “kandırmaca yapıyorlar” suçlamalarıyla seçime kadar olan zamanda “oyalamaca” yapmanın sağlayacağı kazanç “vereceği zarardan” fazla değildir!

Yazının devamı...

Hukuka güven her şeydir!

Seçim yaklaşırken ortalık toz duman vaziyette ve en çok zararı görenin de “hukuk” olduğu gizlenemiyor.

Gizlenmiyor çünkü artık bizzat bakanlar ve Başbakan Yardımcısı “yargıya güven kalmadığını” kendileri söylüyorlar. Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan “Hukuka olan güvensizlik artarsa bugünleri mumla ararız” dedi.

Diğer Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç ise “Çok güzel saraylar yaptıklarını ama adalete, yargıya olan güvenin azaldığını, bunu arttırmak gerektiğini” söyledi.

Birkaç örneğe bakalım; yıllar süren ve tüm süreçte “darbe” olarak adlandırılan Balyoz ve Ergenekon davalarında iddiaların ve delillerin sahte olduğu bilirkişi raporuyla açıklandı, tüm sanıklar beraat etti.

İçimiz rahat mı?

Bakanların adının karıştığı büyük bir yolsuzluk yargıya götürülmedi. Sanıklar beraat etti, soruşturmayı yapanlar sanık oldu.

Almanya’da yüzyılın yolsuzluğu olarak nitelendirilen Deniz Feneri e.V. soruşturmasının Türkiye ayağında mahkeme sanıkların tamamının beraatine karar verdi, dava düştü.

Başında Adalet Bakanı ile Müsteşarının olduğu, içinde siyasilere yakın isimlerin bulunduğu Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun taraflı kararlar verdiği her gün tartışılır oldu.

Kadın ve çocuk tecavüzlerinde ve cinayetlerde kararlar hep suçlular lehine çıktı, bu hukuksuzluk ve suçlulara “iyi hal indirimleri” hala sürüyor.

Danıştay’ın kuruluş yıldönümüne “gazeteciler ilk kez alınmayarak” bizzat yüksek mahkeme tarafından “basın özgürlüğü” kısıtlandı.

TSK’da ihbarlar!

Bu örnekleri arttırmak, örneğin Soma Faciası’nın arkasından hukukun eksik işletildiğini, işçi ailelerinin haklarının da korunmadığını, ikinci kez mağdur edildiklerini söylemek mümkün.

“Yargıya güven azalmaya devam ederse bugünleri mumla arayacağımız”a göre geri dönüş nasıl olacak?

Hiç kolay olmayacak gibi görünüyor. Tam aksine başa dönülebilir ve yeni bir Balyoz süreci başlayabilir. Geçen Balyoz’da etkin olan Cemaat savcıları, polisleri bu dönemin sanıkları olduğu gibi TSK içinde de paralel yapıyla ilişkili olduğu ihbarı gelen binden fazla personel olduğunu Milli Savunma Bakanı söyledi.

İdari ve savcılık soruşturmaları sürüyormuş. Yakında TSK’da yeni tutuklamalar ve Balyoz benzeri bir sürecin olmayacağı söylenemez. Ancak Balyoz süreci sonunda “Cemaat kumpası” dendiğine ve davalar asılsız çıktığına göre bu yeni soruşturmalar ne kadar güven verici olur o da bilinemez.

Sonuç şu ki demokrasinin can damarı yargı ve hukuk zedelendi mi, “adalete güven” bir daha hiç kolay kurulamayacaktır!

Yazının devamı...

Herkes orada olmalıydı!

Başlarında kaybettikleri eşlerinin baretleri “keşke biz de ölseydik” diye ağlayan yüzlerce gencecik ana…

Babalarının mezar taşını öpen yüzlerce yetim çocuk… Aradan tam bir yıl geçmesine rağmen onların acısı ilk günkü kadar taze, ateş düştüğü yeri yakmaya devam ediyor.

13 Mayıs 2015 Çarşamba 301 maden işçimizi kaybettiğimiz facianın birinci yıldönümüydü. Hükümet ve muhalefet liderlerinden hiçbiri Soma’daki anma törenlerine katılmadı. Çoğu seçim mitinglerini tercih ettiler. Madenlerin denetiminden sorumlu olan ve hesap bile vermeyen Enerji ve Çalışma bakanları da Soma’ya gitmedi.

Bu tablo toplumun vicdanını sızlatmıştır. Hükümet ve muhalefet sadece liderleriyle değil, milletvekilleriyle orada olmalıydı. Bakanların hepsi gitmeliydi.

Seçim bile bundan daha önemli olamazdı.

Kader, fıtrat…

Mart ayında DİSK, KESK, TMMOB VE TTB “Kader değil, fıtrat değil, kaza değil, cinayet” başlığıyla bir imza kampanyası başlatmış. Seçimden sonra bu imzalarla beraber işçi taleplerini Meclis’e taşıyacaklar. Çarşamba günü Soma’da işçiler “haklarının verilmesini ve sözlerin tutulmasını” istediler.

Oysa bilirkişi raporu da çıktıktan sonra böyle bir kampanyaya gerek bile kalmadan işçilerin can güvenliği ve hakları hemen gündeme getirilmeliydi.

Bilirkişi raporu 21 Eylül 2014’te çıktı ve üzerinden 8 ay geçti. Bu raporda Soma olayının “Birçok ihmal ve kusurun bir araya gelmesi sonucu meydana geldiği ve önlenebilir olduğu” bildiriliyordu.

Sayısız ihmal

Türkiye Kömür İşletmeleri ve Soma Kömürleri A.Ş’nin “olaya konu olan maden sahasının yüksek yangın riski taşıdığını” bildikleri, buna rağmen üretime ara vermek yerine çalışmanın sürdürüldüğü…

Üretim 2 katına çıkarılmasına ve çalışan işçi sayısı arttırılmasına rağmen havalandırma sisteminin aynı bırakıldığı… Gaz maskelerinin uzun süre kullanıma müsait olmadığı ve kontrol edilmediği için çoğunun olay sırasında çalışmadığı bu ihmallerden sadece bir kısmıdır.

Yaşam odası olsaydı bu kadar çok sayıda can kaybının olmayacağı itirafı bizzat sorumlular tarafından yapılmıştır.

Güçlü yasalar

Cumhuriyet tarihinin en çok can kaybıyla sonuçlanan iş ve madencilik faciası olarak tarihe geçecek Soma olayından sonra ABD Birleşik Maden İşçi Sendikası (UMWA) Başkanı Cecil Roberts şöyle demişti;

“Bu derece büyük bir felaket kaza değildir. ABD’de 100 yıldır böyle kaza olmadı ve bu mucize değil. Biz güvenliği güçlü yasa ve uygulamalarla sağladık”.

Çarşamba günü Milliyet’in manşetinde facianın yıldönümünde Eynez ocağına indikleri ve madendeki “Önce İş Güvenliği” tabelasının paslanması dışında değişen bir şey olmadığı haberi vardı.

Bugün hala Soma’da ve birçok başka madende 50 bine yakın işçi güvenliğin sağlanmadığı şartlarda yer altında çalışıyor. Tarih ders almayan ülkelerde tekrar eder.

Ders almak için neyi bekliyoruz?

Yazının devamı...

Nato’yla gerginlik!

Suriye iç savaşına müdahalemiz başımıza iş açacak gibi görünüyor.

Bu kez dünyada hiçbir ülkenin, hatta en zengin ABD’nin ve AB ülkelerinin almadığı kadar çok sayıda Suriyeli mülteciden söz etmiyoruz. Onlar zaten maddi, manevi büyük bir sorun olarak duruyor.

Mülteci konusunun dışında bir de “eğit-donat” problemiyle karşı karşıyayız. Hükümet, ABD ile “Suriyeli muhalifler”i eğitip donatmak üzere bir program başlattı.

Salı günü bu nedenle Nato Avrupa Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanı ABD’li Philip Breedlove Ankara’ya geldi.

Silahlar hazır

Nato Komutanı Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Güler’le görüştükten sonra “muhaliflerin eğitileceği” Kırşehir’e gitti. Kırşehir’e henüz bu muhalifler gelmemiş ama onlara verilecek ağır silahlar, bombalar gelmiş. Bir başka ülkenin içişlerine karışmak için gerekenler hazırlanıyor ama acaba sonuç iyi düşünüldü mü?

Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan “bu konuda Suudi Arabistan’la politikalarımızın örtüştüğünü, ABD ve diğer müttefiklerle de görüştüğümüzü” söylemişti. Bu sözler “müttefiklerle görüş birliği içinde olduğumuz” gibi algılanabilir ama durum öyle görünmüyor.

İngiliz Independent gazetesi 12 Mayıs’ta “Türkiye ve Suudi Arabistan’ın, aralarında El Kaide bağlantılı örgütlerin de bulunduğu Suriyeli cihatçıları desteklediklerini ve bu durumun Batılı ülkeleri endişelendirdiğini” yazdı. Olayın ABD’nin yaklaşımına da ters olduğunu vurguladı.

Işid’e karşı!

Ortada ciddi bir sorun var; ABD “muhalifler” derken “Batı yanlısı, ılımlı muhalifler”i kast ediyor. Sonuçta hepsi terör yapan gruplar olsa da kötünün iyisini ayırmaya çalışıyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı da “eğit-donat” anlaşması yaptığı ve ılımlı denilen bu grupların “Suriye rejimine karşı değil, IŞİD’e karşı savaşmalarını” istiyor.Türk Dışişleri Sözcüsü ve belki bir süre için ABD bile yalansa da bu konuda ABD ile Hükümet arasında görüş ayrılığı olduğu ortada…

Ankara’nın “Suudi Arabistan’la örtüşen” Suriye politikasını Esad’ı indirmek üzerine kurduğu biliniyor.

Önce can…

Financial Times ise Erdoğan’ın “seçim öncesi ortam, Ortadoğu’da liderlik isteği ve Müslüman Kardeşler gibi İslamcı hareketlerle yakınlaşma” nedenleriyle müttefiklerini kınayan söylemlerde bulunduğunu” yazmış.

Sonuç olarak Nato ile kalıcı bir çatlağın çok önemli olacağı belirtiliyor. Bütün bu tablo Suriye iç savaşına böylesine açıktan müdahalenin vereceği zararı bir kez daha göstermektedir. Başımızda çok dert var, Suriye konusunda maceraya atılmayı göze almamalıyız. “Önce can, sonra canan” sözünü unutmayalım!

Yazının devamı...

Siyasal yargılama!

Türkiye’nin Ergenekon soruşturmalarıyla tanıdığı Savcı Zekeriya Öz kendisiyle birlikte 3 savcı ve hakimin meslekten ihraç edilmesine tepki göstererek “Yazıklar olsun bağımlı HSYK’ya” demiş.

Yazdıklarının devamında “HSYK’da Cumhurbaşkanı’nın atadığı türbanlı üye ‘biz burada siyasal yargılama yapıyoruz’ diyerek kararların kimin tarafından verildiğini itiraf etmiş” diyor.

Çok can yaktı

Savcı Zekeriya Öz Ergenekon soruşturmaları sırasında sanıklara haksız ve hukuksuz sorular sorarak, savunmaları dikkate bile almadan masum insanların anlamsız iddialarla tutuklu yargılanmasını yıllarca sürdürerek hukukun yok edilmesine bilfiil katkıda bulunmuştur.

Gazetecilerin mesleki faaliyetlerinin, yazdıkları kitapların bile suç unsuru kabul edildiği, imzasız mektuplarla, tanık olamayacak nitelikteki insanların gizli tanıklıklarıyla Türkiye tarihinde kara bir leke olarak kalacak bu süreçte onun ve ÖYM’lerin kararları unutulacak gibi değildir.

Bununla birlikte o süreç içinde sanıkların ve avukatlarının tüm ifadelerine, sahte delilleri kanıtlamalarına rağmen Zekeriya Öz’e HSYK veya Hükümet tarafından bir tepki duyulmamıştır.

Kamuoyu bilmeli

Hükümet üyelerinin karıştığı 17-25 Aralık soruşturmasıyla birlikte Zekeriya Öz birdenbire “Paralel için çalışan bir savcı olarak” görevinden alındı ve sonunda meslekten de ihracına karar verildi.

Öz’ün tepkilerinde söz ettiği “CB’nin atadığı türbanlı HSYK üyesi” vurgusunda dikkat çekici olan bu üyenin türbanlı olması değil, söyledikleridir. Bir savcı veya hakimin meslekten ihraç edilmesi “siyasal bir yargılama” ile değil, ancak “ciddi hukuki yanlışları” nedeniyle olabilir.

Ki bu durumda o nedenleri “yıllarca darbe iddiaları ve yargılamaları izlemek zorunda bırakılan” kamuoyu da bilmelidir. Savcı Öz’ün sahte delilleri gerçek kabul ederek yıllarca tutuklu bıraktığı kişilerin de bu hakkı vardır.

Arınç ve Çiçek!

Sonradan Ergenekon ve Balyoz hukuksuzlukları için “Cemaat kumpasıydı” demek hukuken kabul edilecek bir açıklama olamaz. O dönemde bu kararlar kim tarafından ve hangi “siyasal nedenlerle” verilmişse toplum bunun ortaya çıkarılmasını beklemektedir.

Nitekim Meclis Başkanı Cemil Çiçek dün yazdığımız gibi 2007 yılında “yargının siyasallaşmasının en büyük felaket olduğunu” söylediğini hatırlattı ve “bugün bunun büyük sıkıntısını çekiyoruz” dedi.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın 2 gün önce söyledikleri Çiçek’in sözlerinden farksızdır. Arınç “Bir ülkede yargıya güven yüzde 20’lere inmişse çok düşünmemiz lazım. Güzel saraylar yaptık ama adalete güven kayboldu” dedi.

Ergenekon ve Balyoz süreci soruşturulmalıdır ama yine dün yazdığım gibi “12 Eylül’den kalma bir durum olan HSYK’nın siyasi baskı altında tutulması” olayı da devam ettirilemez.

Yargının siyasallaşması Cemil Çiçek’in söylediği gibi “felaket”tir!

Yazının devamı...

Ölünün arkasından…

Türkiye’nin Cumhuriyet tarihindeki en önemli iki darbeden biridir 12 Eylül!

Yüzbinlerce kişinin gözaltına alındığı, binlercesinin işkence gördüğü, 171 kişinin işkencelerle öldüğü ve 50 idamın gerçekleştiği, çok sayıda gencin cezaevlerinde hayatını kaybettiği, tarihe kazınmış bir darbe. Bu nedenle 12 Eylül darbesinin başındaki kişi olan Kenan Evren’in ölümü büyük kitlelerde üzüntü yerine yeni tepkiler yaratmıştır.

Evren’in ailesinin “kendisi tarafından bir darbeye maruz kalmış Meclis”ten kaldırılmasını istememesi doğru bir karardır. Genelkurmay’da yapılacak törene bile tepki gösterenler varken özellikle “darbelerle hesaplaşıyoruz diyen bir hükümet” döneminde darbe yapmış bir isme Meclis töreni kabul edilemezdi.

12 Eylül kalıntıları

Başbakan Davutoğlu’nun Urfa’da yaptığı konuşmada “12 Eylül kalıntılarının bu Hükümet tarafından temizlendiğini” söylemesi tartışma yarattı. Aynı konuşmada Başbakan ölünün arkasından kötü konuşulmayacağını vurgulamıştı.

Ölünün arkasından konuşulmaması bir Türk geleneğidir ama darbeler ve darbe yapanlar bu geleneğe dahil değildir. Öyle olsaydı hala 27 Mayıs darbesinin hesaplaşması yapılıyor olmazdı.

Tarih sivil olsun, askeri olsun darbeleri bin yıl sonra da olsa unutmaz. 12 Eylül darbesi ve Kenan Evren’in bu darbedeki rolü de unutulmayacaktır. Bu darbenin kalıntıları deyince önce akla “yargı bağımsızlığı” ve yüzde 10 barajı geliyor.

Çiçek’ten uyarı

Darbe yönetimleri istedikleri baskı rejimini sağlamak için önce ülkenin medyasını ve yargısını kontrol altına alır, bu kurumların tarafsızlığını yok ederler.

Türkiye’de yüksek mahkemeler, özellikle Anayasa Mahkemesi Başkanları, barolar yıllardır yargı bağımsızlığının kaybolduğunu, bu durumda demokrasiden söz edilemeyeceğini vurguluyorlar.

Son olarak Meclis Başkanı Cemil Çiçek “Anlayan anlasın. Ben 2007 yılında bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaket yargının siyasallaşmasıdır demiştim. Bugün onun büyük sıkıntılarını çekiyoruz” dedi.

Henüz iktidar partisinin bir üyesi olarak Meclis’te bulunan ama kendisinin de içinde olduğu bir yönetime “yargının siyasallaştırıldığını” söyleyen Çiçek aslında iktidara da, ülkeye de gerçeği anlatmaktadır.

Bağımlı hsyk!

Bu siyasallaşma uyarısının en açık örneği 12 Eylül’den kalma bir durum olan HSYK’nın başında Adalet Bakanı’nın bulunmasıdır. 12 Eylül kalıntıları temizlendi deniyorsa önce bunun ve milli iradenin temsilini imkansız kılan yüzde 10 barajının kaldırılması gerekirdi.

Öte yanda; yıllar içinde hükümetler tarafından defalarca değiştirilerek büyük ölçüde sivilleştirilmiş olan mevcut Anayasa’ya devletin zirvesi tarafından uyulmadığı görülürken 12 Eylül Anayasası’nı eleştirmek bile anlamsızdır.

Darbelerle hesaplaşmak için önce gerçekleri kabul etmek gerekir!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.