Şampiy10
Magazin
Gündem

Çözüm süreci netleşmeli!

Hükümet seçim bildirgesinde “baskıya giderken düşmüş” dediği çözüm süreciyle ilgili bölümü açıkladı.

“Demokratik adımlar için anayasal değişimin şart olduğu, iktidar partisinin Meclis çatısı altında ‘yeni bir toplumsal sözleşme’ için çağrıda bulunduğu” bu açıklamada tekrar ediliyor.

20’inci yüzyılın Türkiye’sinin “en maliyetli sorunu”nun 21’inci yüzyılda ağır faturalar ödeyerek devamına izin verilmeyeceğini ilan ettikleri, gelinen noktada çözüm sürecinin sadece ülkemizde değil bölgemizdeki huzur ve barış ortamının reçetesi haline geldiği belirtiliyor.

Demokrasi ve insan hakları

Çözüm sürecinin “Türkiye’nin normalleşmesinin yol haritası olduğu” söyleniyor. Ama sonuçta anlatılanlar bugüne kadar yapılan açıklamalardan farklı bir boyut ortaya koymamıştır.

Muhalefet partilerinin yapılan çağrılara cevap vermediği, yardımcı olmadığı vurgulanırken muhalefet partilerinin bu süreçte dışlandıkları, “biz süreçten haberdar değiliz, İmralı’yla alınan kararlar bizimle tartışılmadı” dediklerini de unutmamak gerekir.

Türkiye’nin geleceğiyle ilgili hayati önemdeki kararların Meclis’te tüm boyutlarıyla tartışılarak alınması demokrasinin gereğidir.

HDP de açıkladığı seçim bildirgesinde “demokrasiye inananlarız, insan hakları savunucularıyız” derken bir yanda silah bırakmamış ve terörü sürdüren bir terör örgütünü desteklemekte olduğunu unutmamalıdır. Hala Güneydoğu’daki çatışmaların, patlamaların hangi demokratik anlayışta yeri olabilir?

Seçim borcu!

İnsan hakları ve demokrasi silahla, terörle yürütülebilecek kavramlar değildir. İktidar Partisi seçim beyannamesine “yerel yönetimlere yetki devri” yapılacağını, devlet sisteminin tümüyle değişeceğini bildirirken bunun sonuçlarının ne olacağını halkla paylaşarak etraflıca tartışmalıdır.

Çözüm sürecinin neden “sadece Türkiye için değil, bölge için barış ve huzur” demek olduğunu, aradaki ilişkiyi anlatmalı soru işaretlerini cevaplamalıdır.

HDP de üstü kapalı sloganlar yerine huzur ve barış için silahların bırakılacağı, başkanlık sistemine destek verip vermeyeceği konularını netleştirmelidir.

Siyasi partilerin sloganlar veya arka arkaya dizilmiş parlak cümleler yerine seçim öncesi seçmenin kafasındaki sorulara kesin cevaplar vermesi topluma karşı borçtur!

Yazının devamı...

Seçim vaatleri ve kriz!

Partiler seçim beyannameleriyle birlikte yarışı hızlandırmış görünüyor.

İktidar Partisi seçim propagandasını “başkanlık sistemi, yeni anayasa ve HDP karşıtlığı” üzerine kurarken Ana Muhalefet Partisi “işsizliği yüzde beşin altına indirme, yoksulluğu ortadan kaldırma ve her kesime sosyal destek” vaadiyle yola çıktı.

Genç, yaşlı, kadın...

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu partisinin seçim bildirgesinde kadınlara yapılacak aile sigortası desteğinden, yoksul gençlere üniversiteye hazırlık desteğine, yaşlılık indiriminden, yoksullara ücretsiz elektrik ve doğalgaza kadar çok sayıda vaatte bulundu.

Bunları nasıl yapacaksınız, bütçe açık verir diyenlere ise “israf ve yolsuzluğu önleyerek” cevabını veriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kocaeli konuşmasında “ekonomideki geçici kriz, patinaj” olarak nitelediği tablo Kılıçdaroğlu’nun ekonomi ve yoksulluk üzerine yoğunlaştığı seçim bildirgesine haklılık kazandırıyor.

Artık teğet değil!

Doların rekor düzeyde artışı ve 2.70’i geçmesiyle Türkiye “parası en çok değer kaybeden ülkeler” arasında Brezilya’yı da geçerek zirveye oturdu. Türk Lirası yüzde 16 ile en çok değer kaybeden para birimi oldu.

Halkın alım gücü ciddi oranda azaldı, başta gıda ürünleri olmak üzere zamlar her geçen gün katlanarak artıyor.

İşsizlik son beş yılın zirvesine çıktı. Bu durumda Cumhurbaşkanı’nın da vurguladığı gibi ekonomide bir kriz “geçici” de dense saklanacak gibi değildir. İngiltere’nin saygın ekonomi gazetesi Financial Times dünyanın en büyük bankalarından HSBC’nin “kötü performans gösteren Türkiye ve Brezilya’dan çıkma kararı aldığını” yazdı.

Ekonomi uzmanları “iç siyasette yaşanılan siyasi gerginliklerin ekonomiye yansıdığını” söylüyor, gerginlikler olmasa dolardaki hareketler yarısıyla sınırlı kalırdı diyorlar.

Yatırımcıları hızla kaybetmek istemiyorsak Hükümet iç siyasetteki kaos havasına son vermeyi ciddi olarak düşünmelidir. Patinaj “düşme”ye dönmesin!

Yazının devamı...

Analar ağlayacak mı?

Çözüm sürecine “PKK terörü bitecek” umuduyla sarılanlar için Ağrı olayı geleceğe dönük ciddi bir endişe yaratmıştır.

HDP’nin ve PKK Kandil liderlerinin “silah bırakma” konusunda yaptıkları açıklamalar devam eden terör olaylarıyla geçersiz kılınıyor. Süreç içinde Güneydoğu’da görülen her terör olayında “barışa yönelik provokasyon” can simidine sarılan HDP Ağrı Diyadin’de çıkan çatışma için de provokasyon dedi.

Başbakan Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “provokasyonun PKK tarafından yapıldığını” söylediler.

Olay karanlıkta!

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “olay bölücü terör örgütünün ve siyasi parti samimiyetsizliğinin ispatı mahiyetindedir” diyerek HDP ve PKK’yı suçladığı konuşmasında “Türkiye’nin dün olduğu gibi bugün de ‘terör örgütünü bertaraf etme’ konusunda bir sıkıntısı yoktur” sözleri dikkat çekicidir.

Burada “yapılacak operasyonlarla bertaraf etme” iması olduğuna göre; yıllardır söz edilen, İmralı’yla yürütülen çözüm süreci ne anlam taşıyor sorusu ortaya çıkar. Eğer bir sıkıntı yoksa PKK ve HDP’nin son bir yıl içindeki baskıları ve tehditlerine neden susuldu?

Vali ve Genelkurmay...

Ağrı’da 11 Nisan’da yaşanan PKK-asker çatışması ve yapılan operasyon için Genelkurmay “Güvenlik güçleri Vali tarafından görevlendirilmiştir” derken Ağrı Valisi Musa Işın “Operasyon emrini tek başına vermediğini, devlet kurumlarıyla görüşerek verdiğini” söylemiştir.

Görüştüğü devlet kurumu veya şahıslar kimdir?

Genelkurmay ile Vali neden çelişkili açıklamalar yapmıştır?

İçişleri eski Bakanı Efkan Ala’nın bu olayla ilişkisi olduğu iddiaları, Demirtaş’ın “Ağrı’da önceden hazırlanmış, kurgu bir sahte operasyon vardı” sözleri, kısacası olayın ne olduğu açıklığa kavuşmuş mudur?

Seçim ve yeni anayasa!

HDP’nin tek amacının yüzde 10 barajını geçerek Meclis’e parti olarak girmek olduğu biliniyor. Öte yanda bunu önlemeye çalışıyor görünen iktidarın “yeni anayasada merkezi idarenin yerel yönetimlere devri”ni seçim beyannamesine koyması bu çekişme görüntüsüne soru işaretleri getiriyor.

Güneydoğu’da mahkeme kuran, vergi toplayan, kendi güvenlik gücünü eğiten terör örgütünün “yerel yönetime yetki devri” sonunda neler yapacağı, bu bölgede ortaya çıkacak tablo acaba yeterince düşünüldü mü?

Bu vaadi hızlandırmak ve olası tepkileri azaltmak için seçime doğru ve seçimden sonra terör arttırılabilir mi? “Diyadin bundan sonra olacakların ilk işaretidir” diyenler haksız mıdır?

“Analar ağlamasın” diye yola çıkılmış bir süreçte anaları ağlatmamak, gençlerimizi korumak devletin görevidir!

Yazının devamı...

Ayağımızdaki pranga!

Seçimin sonucu parlamenter sistemin kalışını veya bitişini de belirleyecek.

7 Haziran genel seçimi yaklaşırken kamuoyu araştırma şirketlerinin “anket” diye yayınladığı açıklamalar da değişmeye başladı. Daha önce anketler başkanlık sistemine halk desteğinin düşük olduğunu gösteriyordu, 2 gün önce yayınlanan ORC anketi bu desteğin yüzde 56’dan yüzde 73.1’e çıktığını bildirdi.

Kısa sürede ne değişti ki destek bu oranda hızla artmıştır? Anket şirketleri daha önceki seçimlerde Metropoll’ün belirttiği gibi kasıtlı olarak gerçeklerden uzak sonuçlar mı açıklıyorlar sorusunu tartışmak gerekir.

Denetimsiz sistem

Davutoğlu başkanlık sistemiyle ilgili konuşmalarında bu sistemin “denetimsiz” olamayacağını vurguluyor. İçişleri eski Bakanı Efkan Ala Perşembe günü “Önümüzdeki yeni anayasa değişikliği ile ayağımızdaki prangalardan kurtulacağız” sözünü bir kez daha tekrarladı.

Bu konuşmada söylediği “Başkanlık sistemine adım atalım ki milletin seçtikleri hem milleti, hem devleti yönetsin. Devleti anayasada belirtilen ‘kurumlar yönetir’ anlayışı tarihe karışsın” sözleri net açıklamalar beklentisi yaratacak sözlerdir.

Kurumlar kalkacak mı?

Parlamenter demokratik sistemde devlet birbirini denetleyen bağımsız kurumlar eliyle yönetilir. Yasama, yürütme ve yargı bu kurumların esasını teşkil eder, diğer bağımsız devlet kurumları da demokrasinin temel taşlarıdır.

Anayasa’daki “Kurumlar yönetir” şartını ortadan kaldırdığınızda devletin tek elden yönetilmesini istiyorsunuz demektir ki bunun sonuçları isteyenleri bile pişman edecek noktalara varabilir.

Eksik olan ne?

İngiltere’nin saygın gazetelerinden Financial Times “Erdoğan’ın tüm gücü elinde topladığını ve artık güvenilir görünmediğini” vurguladı. Düşünülmelidir.

Başbakan’ın ve Efkan Ala’nın söz ettiği “ayaktaki prangalar” ve “millet gibi devleti de seçilmişlerin yönetmesi” vurguları dikkat çekiyor. Bu pranga nedir, iktidar partisine bugüne kadar hangi engel çıkarıldı, devleti kendisi değilse kim yönetti?

Batı örnekleri uymuyor!

Türkiye’nin mevcut sistemi, her şeyden önce yasama ve yürütmenin, gelinen noktada yargı dahil tüm denetim organlarının bağımlı ve “denetleyici özelliği olmayan” yapısıyla başkanlık sistemini Batı ülkelerinden ayırıyor. G-20 ülkelerinden söz ederken bu ülkelerin bir kısmının diktatörler tarafından yönetildiği de unutulmamalıdır.

Meclis’in ve bakanlar kurulunun etkisini iyice yitireceği, hatta olmayacağı, Başkan’ın “Meclis yerine yasa”yapacağı, “Meclis’i feshetme” yetkisinin de olacağı bir “Türk usulü başkanlık” sonuçları açısından çok sakıncalıdır.

Hükümet bu açıklamaları seçim öncesi “Anayasa’da söz ettiği ve seçim beyannamesine koyduğu diğer değişikliklerle birlikte” etraflıca yapmalıdır!

Yazının devamı...

Türkiye ne yapmalı?

Papa’nın ön alarak yaptığı “Ermeni iddialarını destekleyen” açıklamasının tesadüf olmadığı, ABD ve Avrupa Birliğini içine alan ortak bir kararın önceden verildiği ortaya çıkmıştır.

Bazı Batı gazeteleri bu açıklamaların arkadan geleceğini bilerek, bu anlaşmadan haberdar olarak Papa’nın konuşmasından sonra işaretini vermişlerdi, yazdıkları aynen çıkmıştır.

Acaba ‘yok’ hükmünde mi?

Avrupa Parlamentosu Ermeni soykırım iddiasıyla ilgili karar tasarısını kabul ettikten sonra Türkiye’ye “1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak tanıma ve arşivlerini açma” çağrısında bulundu. Türk Dışişleri Bakanlığı ise “Tarihi ve hukuku katleden bu metni kabul edenleri ciddiye almıyoruz. Bu tür kararlar Türkiye ve Türk milleti için yok hükmündedir” dedi.

Türkiye içindeki birçok açıklama veya karar için “yok hükmünde” dendiğini daha önce duyduk ama acaba Avrupa Parlamentosu kararı da yok hükmünde sayılabilir mi?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde 10 yıl yargıçlık yapan ve uluslar arası hukuk uzmanı olan CHP Milletvekili Rıza Türmen “Bunu söylemek güç, Türkiye AB ile müzakere eden bir Avrupa ülkesidir. Bu ilişkiler AB Parlamentosu kararlarının bir ağırlığı olmasına yol açar” dedi.

Avrupa Komisyonu İzleme Raporları’nda bu konuya yer verileceğini söyledi. Öte yanda Türmen bu kararın Türkiye için bir yaptırımı ve bağlayıcılığı olmadığını da söylüyor. “Toprak” talep edilemez ama “tazminat” talepleri çıkabilir diyor.

Özel kasıt yok!

Bu durumda Türkiye, Ermeni iddiasını çürüten tüm delilleri bir araya getirmekten, hiçbir devletin soykırımla ilgili bir kanıt bulamadığını anlatmaktan, arşivlerimizin açık olduğunu belirtmekten vazgeçmemelidir.

Ermenilere karşı bir soykırım olmadığını, bir ırkı yok etme kastı olmadığını kanıtlayan çok sayıda ABD’li ve AB’li tarihçi var, bunları öne sürmek önem taşıyor.

Dünya tarihçileri Bernard Lewis’in, Norman Stone’un, Andrew Mango’nun, Guenter Lewi’nin ve daha birçoğunun “soykırım iddiaları asılsızdır” sözlerini onlara hatırlatmak lazım!

Yazının devamı...

Tarihle yüzleşmek!

Ermeni lobilerinin Batı ülkelerinde onlarca yıldır yürüttüğü aralıksız faaliyet amacına ulaşacak mı?

Türkiye’yi tarihe “20’inci yüzyılın ilk soykırımcı ülkesi” olarak yazdırmayı başaracaklar mı?

Ermeni soykırım iddiasının 100’üncü yıldönümünde durumun dünya çapında aleyhimize dönüyor görüntüsü bizi harekete geçirmelidir.

Dün ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marie Harf beklenen açıklamayı maalesef yaptı ve; “1915 yılı olaylarıyla ilgili gerçeklerin tam adil ve içten kabulünün Türkiye, Ermenistan ve Amerika’nın da çıkarına olduğunu” söyledi.

Kabul ediyorlar!

Harf’ın “ABD Başkanı Obama ve üst düzey yetkililerin Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarında 1.5 milyon Ermeni’nin katledildiğini ‘tarihi bir gerçek’ olarak kabul ettiğini ve herkesin de bunu kabul etmesi gerektiğini” bildiren ifadesi bugüne kadar iddiayı kabul etmeyen ülkeleri de etkileyecek niteliktedir.

AB Parlamentosu da dün Ermeni soykırım iddialarını tüm AB üyesi ülkelerin tanımasını ve 24 Nisan’ın “soykırım günü” olarak anılmasını sağlayacak tasarıyı oyladı. Türk Hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ise “Bu adımı yok sayacaklarını” açıkladılar.

Ermenistan reddetmişti

ABD Dışişleri Sözcüsü “Ülkelerin geçmişlerinin acı unsurlarıyla hesaplaşması ve kabulü gerektiğini” söylerken dünya tarihçilerinin de bu kararda olduklarını belirtti mi? Yoksa bu görüşteki ülkeler sadece Ermeni diyasporasının bugüne kadar sürdürdüğü kampanyayı hatır için mi kabul etmekteler?

Cevabı aranması gereken soru budur. Türk Tarih Kurumu eski Başkanı Yusuf Halaçoğlu Ermenistan ve dünya tarihçilerini “arşivleri birlikte inceleyip gerçeği bulmak” için israrla Türkiye’ye davet ettiğinde Ermenistan “ Önce soykırımı kabul edin sonra gelelim” cevabını vermişti.

Elimizdeki kozlar

Ermeni olayları söylendiği gibi 20’inci yüzyılda değil, 19’uncu yüzyılda ve ABD’den gelen misyonerlerin Ermenileri kışkırtmasıyla, “Büyük Ermenistan” hayalleriyle başlamış, Ruslar, İngilizler ve Fransızların silah yardımıyla, desteğiyle isyanlar yayılmıştı.

İngilizler’in Malta’da suçluları yargılamak üzere kurduğu mahkemede delil bulamadıkları için yargılamayı bitirdikleri İngiliz arşivlerinde mevcuttur. Osmanlı’nın ihmali görülen kişileri yargılayıp cezalandırdığı arşivlerde kayıtlıdır. Ermenistan eski Başbakanı Yohannes Kaçaznuni’nin itirafı ortadadır.

Yalnızca Doğu’daki Ermenilerin “düşman güçlerine katıldıkları için” tehcir edildiği diğer illere dokunulmadığı bilinir.

Ermenilere destek veren Rusların arşivleri bile sorumluların kim olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. ABD ve AB ülkeleri kabul etse de Türkiye birçok Batılı tarihçinin dediği gibi “soykırım iddiasını asla kabul etmemeli”dir.

Yüzleşme önerenler, “gerçek”ten söz edenler buna kalkışmadan önce kendileri tarihi ve devletlerin arşivlerini dikkatle incelemelidir!

Yazının devamı...

SOMA’da son istek!

Türkiye’nin unutamayacağı facialardan biri olan Soma maden kazasında 301 madenci bir ihmaller zinciri nedeniyle hayatını kaybetmişti.

Bu ihmallerin en önemlisi, madenlerde işçilerin kaçabileceği “yaşam odalarının bulunmayışı” idi.

Bu acı olaydan sonra 22 Şubat 2015’te Güney Afrika’da bir altın madeninde çıkan yangında mahsur kalan 486 madenci “Yaşam odaları” sayesinde kurtuldu.

Yerin 2300 m altında çıkan yangında madenciler yaşam odalarına kaçtılar ve “yaralanan” işçi bile olmadı.

3 Mart 2015’te İsveç’te meydana gelen maden kazasında 159 madenci yaşam odasına sığınarak hayatta kaldı ve hepsi kurtuldu.

Zorunlu olsaydı...

Türkiye’de ise Soma faciasının ardından Holding Patronu Alp Gürkan “yaşam odası zorunlu değil ama olsaydı, kimse ölmezdi” demişti.

Nöbet tutan işçi aileleri ve yanısıra medya ve toplum ümidi kestiler.

Temmuz 2014’te Meclis “zorunlu olsun” teklifini reddetti.

Üç ay sonra da 28 Ekim 2014’te Ermenek Maden Ocağı’nda su baskını oldu ve kaybettiğimiz 18 işçimizin sonuncusu 4 Aralık “Dünya Madenciler Günü”nde çıkarıldı.

Geç oldu ama...

Madenlerde “yaşam odası kurulmasını zorunlu” hale getirilmesi 4 Nisan 2015 tarihine rastlıyor.

Ermenek faciasından 6 ay sonra!

Bu uyanışı zamanında yaşamış olsak yüzlerce işçimiz kurtulmuş olacaktı.

Maden ocağı sahipleri işçilerinin hayatını “maddi fedakârlık”tan daha çok düşünselerdi, o işçiler hayatta olacaktı.

Soma faciasında adaletin yerini bulduğu, tüm sorumluların yargı karşısına çıktığı inancı tam değildir.

Şehit işçilerin yakınları tepki göstermekte ve “gözlerimize baksınlar” talebinde yerden göğe haklıdır.

Kim bilir neler çekiyorlar.

Ateş düştüğü yeri yakıyor!

Papa saçmaladı

Ermeni soykırım iddialarının 100. yıl dönümü öncesinde Papa Francesco’nun soykırımı kabul etmesi Türkiye’yi zora sokacak.

Şu sırada Ermeniler eski ABD Başkanı Clinton’ın çok önceden verdiği “Ermeni soykırımını tanıma” sözünü tutmasını bekliyorlar.

Avrupa Parlamentosu bugün “24 Nisan’ın AB’de soykırımı anma günü olarak tanınması” yönünde bir kararın çıkacağı tasarıyı oylayacak.

Ermeniler onlarca yıldır aralıksız yürüttükleri amaçlarına ulaşmak üzereler. Haksız şekilde “Yirminci yüzyılın ilk soykırımcı ülkesi” olarak tarihe geçmek Türkiye için büyük kayıptır. Ayıptır..

Her ülkeden tarihçilerin toplanıp kararı onların vermesi için ısrardan vazgeçmemeliyiz.

Yazının devamı...

“Barış Süreci” var mı, yok mu?

Seçim yaklaşırken PKK saldırılarının açıkça artması “barış süreci” konusunda şüpheleri de arttırdı.

Türkiye’de onlarca yıldır süren terörün bitmesi, PKK’nın “silah bırakması” umudunun eşikten dönmesi anlamına gelmemeli.

Yoksa “seçim”e yönelik bazı senaryoların devreye girdiğini söyleyenler haklı mı?

Cumartesi günü Ağrı’da bir etkinlik için güvenliği sağlama görevi yapan askerlere PKK tarafından ateş açıldı, 4 asker yaralandı, 5 terörist öldürüldü.

Bu olayın arkasından HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Ağrı’da çatışma değil planı önceden hazırlanmış kurgu bir sahte operasyon vardı.

Orada askeri çatışma bölgesinde bırakıp çekildiler. O askerler, cenazeler çıkarılsın diye...

“Yaralı askerleri HDP’li arkadaşlarımız çıkardı” sözleri Hükümetle HDP ve PKK’nın son zamanlardaki uyumlu görüntüsünü ortadan kaldırmıştır.

Nitekim bu açıklamaya Başbakan Davutoğlu “Demirtaş açıkça yalan söylüyor.

Provokasyon ‘bölücü terör örgütü’ tarafından yapılmıştır. Demirtaş tercih yapmalı, bölücü terör örgütünün sözcüsü mü, bir siyasi parti lideri mi olmak istiyor” diye sordu.

Silah bırakma nerede?

Aslında çözüm sürecinde olumlu adımlar atıldığı ümidi yeşerirken ve “PKK’nın silah bırakmaya hazır olduğu” söylenirken bir yanda terörün devam ettiği, yol kesmelerin askeri araçlara, iş makinelerine saldırıların sürdüğü, gizlenecek bir durum değildir.

Buna rağmen toplum umudunu kaybetmeden beklemeyi sürdürüyor.

Bu bekleyişte HDP ve PKK’nın “Öcalan’ın şartları kabul edildiği anda silah bırakılacak” açıklamalarının rolü vardı.

Cemil Bayık daha bir kaç gün önce “Artık savaşmak istemiyoruz. Kürdistan devleti istemiyoruz” demedi mi?

Bu söylendikten sonra 2 ayrı PKK saldırısı yapılması ne anlam ifade ediyor? Herkes kendine sormalı.

Başa geri dönmemeli

Seçim yaklaşırken bir “Türkiye Partisi” tablosu çizmeye çalışan ve çözüm umudu veren HDP ile lideri Demirtaş’ın şimdi teröre arka çıkması “provokasyon” sözcüğüne her fırsatta sarılmaları, o tabloya karşı şüpheyi arttırıyor.

PKK terörü hiçbir zaman tam olarak durmadı; bir şekilde hep sürdürüldü. Ve şimdi Ağrı’nın arkasından Hakkari’deki saldırı geldi, bunu unutmasınlar.

Tarafların “seçime yönelik oyunlar düşündüğü bir masa çözüm masası olmaktan uzaktır.

Türkiye bu kez de seçim ve oy uğruna başa dönmemeli.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.