Yaşasın Beyoğlu’ndaki simitçiler, meyhaneler...
Bu kez gördüklerimi mânalandırdım... Kendisinin artık parçası olmuş şeyler üzerinde kişi pek düşünmez. Oysa bunlar ne kadar önemlidir. Yaşam kültürünün bizzat bizler tarafından yaratılacağı, yaratıldığı gerçeğine vâkıf olduğumuzda... Bir Alman atasözü gibi “Der man ist was er est”. Biz ne isek, yemek kültürümüz de odur... İstiklal Caddesi hemen hemen her adımda bir bir yiyecek mekânı barındırıyor. Dürümcüler, kebapçılar, esnaf lokantası tarzı olup daha fast food servisine yönelik birçok yer, güzel koltuklarıyla sokakta ev ortamını yaratmaya çabalayan 22. yüzyıl kafeleri... Simitçiler, kestane kebabçılar. Hepsinin müşterisi var. Talep var ve arasında bir denge sağlanmış. Bu bugünkü İstiklal Caddesi. Nostaljik pastane Markiz, nostaljik lokanta Rejans, Çiçek Pasajı geçirdikleri olumlu ya da olumsuz makyajlarıyla yerinde, ama eskisi gibi değil... Zira artık müşterileri değişik. Rugan iskarpinli, fularlı müşterilerinin artık tarih olması gibi Degustasyon, Tokatlıyan, Abdullah Lokantası, Dört Mevsim ve Balık Pazarı’ndan girişi olan, meyhaneleriyle ünlü Krepen Pasajı (Şimdi eski kitaplar satılıyor) tarih olmuşlar. Bıraktıkları izler hiç umulmadık yerlerde karşımıza çıkıyor. Bir şarküterideki Rus salatası, votka, sayısız çeşitleriyle. Duziko’suz ama rakılı meyhaneler. İlmekler koparken yine de bir şeyler saçmışlar etrafa...
Literatürdeki komik anılar
Grand Rue de Pera ya da Cadde-i Kebir, yani büyük cadde, İstiklal Caddesi veya kısaca Beyoğlu. Beyoğlu Galata’da noktalanır. Galata ise Venedik ve Cenevizliler’in Bizans döneminden beri ticaret nedeniyle bulundukları yer ve burası Bizans ve Osmanlı döneminde meyhaneler mekânıydı. Dolayısıyla meyhane kültürü kendiliğinden var olmadı. Aynen buradaki Batı kültürü gibi. Yabancıların Pera dediği, Yunanca karşı kıyı anlamındaki Pera ise önceleri bir tepe ve iki yamaçtan ibaretti. Kumbaracı Yokuşu ile Asmalımescit bugünkü gibi Caedde-i Kebir ile kesişiyordu. Tomtom ve Polonya semtlerinde Hristiyanlar, Kasımpaşa’nın başlangıcı olan Asmalımescit’te Müslümanlar oturuyordu. 1535 yılında Fransız elçisinin sarayını Pera’da yaptırması, bir patlama yarattı ve diğer Batılı elçilikler peyderpey buraya taşındı. Avrupalı tüccar ve zengin Hristiyanlar da Galata yerine Pera’ya kayınca ister istemez Batılı bir kültür burada etkin oldu. Bundan sonrası artık buranın Batılı sakinlerine, bunların ziyaretçilerine ve Avrupa’da Türkiye’yi yıllardır merak eden, yabancıların taleplerini karşılamaya kalıyordu. Bunun için birçok otel ve restoran hizmete sokuldu. Sürece, Osmanlı’nın garplaşma çabası da dahil oldu. Bazı komik durumlar literatüre geçmiştir. Sultan Abdülmecid’in Batılı erkâna verdiği, haftalar öncesinden konuşulan davetinde, Batılı garsonların menünün karışıklığından şaşkına dönerek Türk ve Fransız mutfağından oluşan menüdeki yemekleri soğuk servis etmeleri gibi. Bir Fransız balosunda ise Kani Paşa’nın Batılılara ters gelebilecek herhangi bir davranışta bulunmamak ve unutur da elle yemek yemeye kalkar endişesi içinde sofradaki kaygılı halini, yine İngiliz sefirinin eşi Mrs. Edmund Hornby, 1856 tarihli diğer bir mektubunda nakleder.
Görüldüğü gibi kimse annesinden Fransız doğmuyor, Fransız olmadıkça. Kumaşın ilmeklerden oluşması gibi kültür de böyle. Örenlerin yapısı da bu kumaşa nakşolur. Beyoğlu’nu artık eski Batılı haline döndürmeyi düşünenler akıntıya kürek çeker. Buradaki dinamiği her kesimden halk ve onların talepleri yaratıyor. Ve unutulmasın, herkesin ağzının tadı vardır. Hiç kimseninki diğerinden üstün değildir. Bize gerekli olan belki biraz düzen... Cilanın fazlası gerçeği yaralar. Yaşasın ezme salatalı, sarımsaklı yoğurtlu, (lütfen sarımsağı taze koyun) meyhaneler, kelleciler, simitçiler, lakerdacılar, balık yumurtacıları, kuru patlıcancılar, muhallebiciler, vs... Siz varsanız, Beyoğlu var.