Şampiy10
Magazin
Gündem

Avrupa’da kadınlar cinsel özgürlük dendiğinde Foucault’yu bilir, bizimkiler Lucca’yı biliyor

12 yıldır İsviçre’de yaşayan, İsviçre Psikiyatri ve Psikoterapi Derneği üyesi psikoterapist Dr. Alper Hasanoğlu yasağın altında yatanları konuşmak için en doğru isimlerden biri... Zira, halen Basel Kantonu Psikiyatri Asistanları’nın temel psikoterapi eğitiminden sorumlu komisyonda eğitmen ve süpervizör olarak görev yapıyor, iki tarafı da çok iyi tanıyor. Buluşup, konuştuk ama söz ’öteki’ hissetmekten açılınca dönüp Türkiye’ye de baktık. Toplumsal gerilimlerden de konuştuk, Türkiye’deki kadın-erkek ilişkilerinden de...

İsviçre minareye mi ‘hayır’ dedi yoksa bu minare şemsiyesi altında başka şeylere mi ‘hayır’ dedi?

Bu konuda yapılan bütün sosyolojik ve politik yorumların doğru olduğunun altını çizerek başlamak istiyorum. Yani 11 Eylül’den sonra gerçekten bütün dünyada olduğu gibi Avrupa’da ve İsviçre’de İslam’dan korku, islamofobi çok arttı. Bütün kara kafalıları, müslümanları potansiyel terörist olarak görmeye başladılar. İsviçrelilerin Türk halkıyla ilk bakışta garip de gelse bazı konularda ortak noktaları var. Her iki halk da başka başka nedenlerle toplumsal bir narsizm yaşıyor. Belki daha sonra bize de geliriz ama, İsviçrelilerin narsizmin kökeninde yatan şu: İsviçre çok küçük bir ülke. Avrupa’nın en büyük devletlerinin arasında sıkışıp kalmış. Düşünün Avusturya, Almanya, Fransa, İtalya’yla komşu. Her biri devasa imparatorluklar kurmuş ülkeler bunlar ve yüzyıllar boyu bütün sorunlarını ilk fırsatta savaşarak çözmeye çalışmışlar. Aralarına sıkışmış küçücük İsviçre ise 700 yıldır savaş nedir görmemiş. Bu kadar barışçı olduklarından mı yoksa bu kadar zaman kaçabilmeyi, kaçınabilmeyi başardıklarından mı?

AB’ye üye olmaktan da kaçtıklarını söyleyebilir miyiz?

Bir Avrupa Devleti kurulduğunda, yüzyıl sonra da bir Alman kültürü, bir Fransız kültürü, bir İtalyan kültürü var olmaya devam edecek. Peki İsviçrelilere ne olacak? İtalyanca konuşulan güneyinde tramvayların geç kaldığı, lokantalarında yüksek sesle konuşulduğu, yani İtalyan kültürünün hakim olduğu bir ülke İsviçre. Fransızca konuşulan bölgesinde öğle yemeğinde şarap içilirken, Almanca konuşulan bölgesinde ise tam bir Alman disiplini hakim. Bu durumda İsviçrelilik ne anlama geliyor, kim tarif edebilir? Yüzyıl sonra kim İsviçreli olduğunu anımsayacak? İsviçreli’nin bu nedenlerle ağır bir kimlik sorunu var. Mükemmeliyetçilikleri, dakiklikleri, burnu büyüklüklerini de hep bir telafi çabası. Kimlik endişesinin olduğu yerde iki şey olur.

KAYBOLMAKTAN KORKUYORLAR

İnsanlar endişe ettikleri kimliklerine gereğinden daha fazla değer verir ve ona sıkı sıkı sarılırlar. Bir de “öteki” yani yabancı tehlike olarak algılanır, “öteki”nden korku duyulur. Emin olun minare insiyatifi oylamasında İsviçrelilerin bilinçdışı bir şekilde en az ilgilendikleri konu minarenin kendisiydi. Bu oylamayla İsviçreli kimliklerinin yok olup gideceğinden duydukları korkularını kayda geçirmiş oldular. Oylama sonucunu böyle görebilmek, gösterilecek tepkiyi de belirleyeceği için önemli. Emosyonel bir tepki göstermeden önce ki maalesef artık çok geç, özelde İsviçrelilere genelde dünyaya İslam’ın bir tehdit olmadığını, yanlızca bir yaşama biçimi tercihi olduğunu anlatabilmek, onların yok olup gitme korkularını azaltabilmek gerekirdi. Tabii İslam gerçekten bunu istiyorsa...

İsviçre’deki Türkler arasında dindarlar daha dindar solcular ise hâlâ 80’li yılların sloganlarıyla yaşıyor

İsviçrelilerin Müslümanlardan korkmasının nedenlerini sayabiliriz, Batı toplumlarının çoğunda var bu... Ama yasak koymak farklı bir adım...

Bu arada gerçekten çuvaldızı da kendimize batırmamız gerekiyor. İsviçreliler müslümanlardan korkmakta bütünüyle haksızlar mı? Bir film sahnesi gibi düşünün: Güzel bir Cumartesi öğleden sonrası ki İsviçreliler için haftanın en önemli günüdür, yazdan çalınmış bir kış gününde İsviçreliler haftalık alışverişlerini yaptıktan sonra, insanlar tertemiz, geniş meydanlardaki kafelerde oturmuş kahvelerini ya da biralarını yudumlamaktadırlar huzur içinde. Birden çığlık çığlığa Türkçe yardım isteyerek bir kadın meydanda koşmaya başlar. Peşinde elinde silah bir erkek, yorgunluktan ayağı takılıp düşen kadına yaklaşır ve bütün şarjörü boşaltır kadının üstüne. Sonra da çekip gider. Ardından iki hafta geçmeden Türk bir kadın büyük bir alışveriş merkezinin yürüyen merdivenlerinde sevgilisini bıçaklar ve hiçbir şey olmamış gibi evine gidip yemek yapar. Buna benzer olaylar bir sene içinde defalarca tekrarlanır ve İsviçre gazetelerinde haklı olarak Türklerin suça meyilli olup olmadıkları tartışılır. 12 senedir İsviçre’deyim, bir psikiyatr ve insan olarak bizim insanımızı gözlüyorum. Herkes varolan değerlerine daha bir sıkı sarılıyor kimliğini yitirmemek için.

Dindarı daha bir dindar oluyor örneğin, eski solcusu 80’li yılların sloganlarıyla yaşamaya devam ediyor. Mutlu mu bu insanlar? Emin olun çok mutsuzlar.

Vatan özlemi mi mutsuzluğun kaynağı?

Herkes ülkesini özlüyor. 20 yıldır Türkiye’ye gidemeyen ve illegal sol örgütlerden birine mensup bir hastam her sene Kos Adası’na gidip (Türkiye’ye en yakın Yunan Adası) Türkiye’yi gören bir tepeye oturup rakı içerek ağlıyor. Geri döndüğünde İsviçre’ye, birkaç hafta kendini iyi hissediyor vatan hasretini giderdiği için. Bu özlem herkesin geçmişteki değerlerine sıkı sıkı sarılmasına neden olup geldikleri topluma entegre olmasının önüne geçiyor. “Yabancı” olmaya devam ediyorlar, dolayısıyla ötekinden korkan İsviçreli’nin düşmanı olmaya, korku kaynağı olmaya da devam ediyorlar.

AVRUPA, GÖÇMENLERİN İNSAN OLDUĞUNU İDRAK ETME SÜRECİNDE

Birkaç hafta önce muayenehanemde simsiyah feracesiyle karşımda oturan bir Türk kadını vardı. Yolda görsem tanımam, çünkü yalnızca gözlerini ve burnunu görüyordum. Oysa bütün hayat hikâyesini biliyorum bu zeki ve aklı başında kadının. Tamam ben normal karşılayayım, ama sıradan bir İsviçrelinin bundan rahatsız olmaması mümkün değil. Çünkü feracenin altında bomba olup olmadığından endişe ediyor sıradan Avrupalı. Maalesef arada sırada ben de... Evet sanki bizi istemiyorlar, ama aslında onların gözünde Müslüman Türk, Arap ve Arnavut’un temsil ettiği şeyden ve biraz önce söylediğim gibi oldukça zayıf İsviçreliliklerinin kaybolup gitmesinden korkuyorlar. Bu konuları en iyi yorumlayan kişi İsviçreli yazar Max Frisch’tir: “Biz iş gücü istedik, onlar insan gönderdiler” demiştir. Aslında bu süreç Avrupa’nın bu durumu, yani göçmenlerin insan olduğunu idrak etmesi sürecidir. Biz göçmenlerin de bu süreçte farkına yavaş yavaş vardığımız şey, bir dükkan ve bir ev parası biriktirdikten sonra “memleket”e geri dönemeyeceğimizdir.


Burada 20 yıldır tek kelime Almanca konuşmayan Türkler var


Çocuklarda esas farklılık ortaya çıkıyor değil mi? Özellikle de üçüncü kuşakta, onların dönmek istedikleri bir vatan toprakları yok...

Onlar artık Avrupa’nın bir parçası. Çocuklar okula başladı ve buranın dilini Türkçe’den daha iyi konuşuyorlar. Avrupalı Türk profili bu. Maalesef Etiler Türklerine benzemiyorlar. İyi ya da kötü olarak yorumlamıyorum, başkalar, o kadar.

Bizi istemiyorlar mı? Evet istemiyorlar, ama biz de onların bizi istemesi için hiçbir şey yapmıyoruz. 20 senedir tek kelime Almanca konuşmaya gerek duymayacak kadar Türk gettosundan çıkmadan yaşayan insanlar var burada; Türk bakkalı, Türk restoranı, Türk iş yeri ve evde duvarda Kâbe veya ceylan işlemeli duvar halısı..

Türkiye son dönemde yine çok karıştı. Kürt açılımı savaşın biteceğine dair umut olarak ortaya çıktı ama gelinen nokta gerginliğin artması oldu. Dışarıdan nasıl görünüyor şu sıralar Türkiye?

Bu soruya kişisel bir yanıt vermek istiyorum. Türkiye dışarıdan canlı gözüküyor. Her an her şeyin olabileceği, dinamiklerin çok hızla değiştiği, insanı hayata bağlayan hareketliliğin olduğu bir ülke. Oysa İsviçre musluktan akan suyun içindeki flor oranının ne olacağına üç yıl süren komisyon toplantılarından sonra karar verildiği bir ülke. Abdullah Öcalan’ın idam kararının açıklandığı gün Basel Üniversitesi’nin çevresindeki bisiklet park yerlerinin yetersizliğini tartışıyordu Basel. Böyle bir durumda Kurban Bayramı’nda kan gölüne dönen sokakları, bisikletle tura çıkmış kadınlara tecavüz edilmesini, bir iş/spor ve kendilerinin bir hafta sonu hobisi olarak gördükleri futbol maçının bir ölüm kalım savaşına dönmesini, trafikte her gün onlarca insanın ölmesini, dört resmi dili olan bir ülke insanı olarak Kürtçe yayın yapan televizyon olsun mu olmasın mı diye tartışılmasını nasıl algılyabilirler?

Algılayamazlar... Siz kutuplaşmaların Türkiye’yi nereye sürüklediğini düşünüyorsunuz?

Türkiye’de gerçekleşen her türlü olumlu değişim, bu kim ya da hangi parti tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin olumlu bir şeydir.

Sosyal demokrat olduğunu iddia eden partilerin faşizan ve gerici bir dil kullanmaları, dinci diye yaftaladığımız partilerin ise demokrat söylemlerde bulunmaları şaşırtıcı gibi gözükse de, sanki Türkiye’nin içinde bulunduğu karmaşaya uygun düşüyor gibi. Bejan Matur’un Zaman’da, Hasan Celal Güzel’in ise Radikal’de yazdığı bir ülkede yaşıyoruz. Neye şaşırabiliriz ki? En güzel devrimci şiirleri yazmış bir şair, İsmet Özel kadınların elini sıkmıyor dini görüşlerinden ötürü.


Görücü usulüyle evlenen bir ülke olduğumuz için özgüvenimiz eksik


Özgüven eksikliği olan bir ülkeyiz. Size ilk bakımı veren en yakın kişiler, yani çoğu durumda anne-babanız resim kağıdına çizdiğiniz çöp adamı bile över ve sizi alkışlar. Başınıza bir şey geldiğinde korunacağınızı bilirsiniz. Misafir odasını karıştırdınız diye tokat yemezsiniz, aksine saatin nasıl çalıştığını anlamak için arkasını açtığınızda babanız sizinle oturup birlikte bakar saatin arkasına. Baba da anne de hep oradadır. Bilirsiniz seviliyor ve değer veriliyorsunuzdur. En az yüzde 80’ninin görücü usulüyle evlendiği bir ülkede, yani evliliklerin sevgi ve saygıya dayanmadığı ailelerde doğan çocukların güvenli bir bağlanma, bağımsızlık gibi temel gereksinimlerini doyurabilmeleri, kendilerini güvende hissetmeleri, kendi kararlarını alabilecek bir cesaret gösterebilmeleri mümkün değildir. Çünkü birbirlerini sevmeyen kadın ve erkeğin, çocuklarını da “gerçekten” sevebilmeleri ve onlara ihtiyacı olanı verebilmeleri mümkün değildir. Böyle bir durumda özgüveni olan bireylerin yetişebilmesi de mümkün değildir. Toplum olarak otoriteye, bize yol gösteren “baba”ya ihtiyacımız var. Bizim için doğrunun ne olduğuna karar veren çete ve darbelere bu kadar aldırışsız davranmamızın altında çaresizlik duygumuz, özgüven eksikliğimiz yatmaktadır.

Yazının devamı...

Boyadan da tekstilden de haksız rekabet yüzünden çıktım Çınar Otel’in yaşaması mucize

MAN’I Türkiye’ye getiren Tevfik Ercan’ın kurduğu, turizmden tekstile 39 şirketi olan Ercan Grubu hızlı bir çöküş yaşadı. Bankalarla uzun süren mücadeleden sonra ayakta kalan şirketlerin başına en küçük çocuğu Murat Ercan geçti. Sisteme isyan eden Murat Ercan, Çınar Otel ve Bentley Otel’in sahibi ama otelciliği meslek olarak görmüyor

ERCAN, “Ayakta kalmamız mucize. Senelik cirom içinde devlete ödediğim vergi oranı herkesten fazla. Tekstil sektöründe faaliyet gösteriyordum. ‘Abi faturalı mal veriyorsun, ben faturalı mal almam’ dediler, çıktım. Boya sektöründe 7-8 adam gibi firma vardı, 100 adam da kayıtdışı. Alman ortağıma durumu nasıl anlatacağımı bilemedim. Bu sektörden de çıktım” dedi


Çınar Otel Türkiye’nin ilk 5 yıldızlı özel sektör oteli. Zamanında Divan, Hilton ve Tarabya Oteli dışında bir de Çınar Otel vardı. Ercan Ailesi bir zamanlar Türkiye’nin önde gelen sanayici ailelerindendi. Murat Ercan’ın babası Tevfik Ercan, MAN’ı Türkiye’ye getiren işadamı. MAN’ın otomobil, kamyon ve motorlarının üretildiği iki fabrikayı kuran Tevfik Ercan, 1988’de Alman ortağına hisselerini devrederek sanayiden çekildi. O dönemde ailenin 39 şirketi vardı. Aile otomotiv sektörünün dışında tekstil, otelcilik ve boya sektöründe de faaliyet gösteriyordu.

Dev bir aile şirketi olan Ercan Grubu hızlı bir çöküş yaşadı. Bankalarla uzun süren mücadeleden sonra ayakta kalan şirketlerin başına Tevfik Ercan’ın en küçük çocuğu Murat Ercan geçti. Murat Ercan’la Çınar Otel’de buluştuk.
Murat Ercan ‘korkusuz’ konuşuyor. Yaşadığı deneyimleri aktarırken söz hep siyasi aktörlere geliyor. Sisteme isyan eden Murat Ercan, Çınar Otel ve Bentley Otel’in sahibi... Otelciliği de meslek olarak görmüyor.

Otelcilik meslek değil

* Sanayici bir aileden geliyorsunuz. Bir zamanlar ailenize ait Ercan Holding’in yalnızca otomotiv sektöründeki cirosu 400 milyon doların üzerindeydi. Farklı sektörlerde faaliyet gösteren dev bir şirkettiniz...
Evet... Çok şey yaşandı. Ben de çok genç yaşlarımda yaşadım farklı tecrübeleri. Öğrenciliğimde 11 yıl yurtdışında yaşadım. Üniversiteyi Amerika’da okuduktan sonra, 2 yıl

* Babanız mı yönlendirmişti?
O dönemde Ankara’daki fabrikaların kuruluş aşamasıydı, gidip geliyorduk. 2 büyük güzel fabrika kuruldu. Çok emek harcandı. Babam ileri görüşlü, benim gözümde mükemmel bir işadamıydı. Şartlar bizi çok zorladı. Uzun bir mücadeleden sonra 1988’de maalesef babama yönetim kurulundan ayrılması gerektiğini söylemek zorunda kaldım. 75 yaşındaydı, 2 kalp ameliyatı geçirmişti. O zor günlerde daha fazla yorulmasını istemedim. Ondan sonra ben görevi aldım, bankalarla mücadeleye girdim. Ne var ne yoksa hepsini verdim, desem yalan olmaz.

* Neler kalmıştı elinizde? Çok şirketiniz vardı...
Bizim bu krizden çıktığımızda boya sektöründe 2 firmamız vardı, o dönemde araba ithalatı da yapıyorduk, Çınar Otelcilik vardı, bir de 40 yaşını geçmiş bir tekstil fabrikamız vardı. Meges Boya, Akip Tekstil, Mahle Piston da bizimdi. O dönemde otomotiv sektöründen yan ve ana sanayi olarak tamamen çıktık.

* Otelcilikte kalmak sizin tercihiniz mi oldu?
Ben otelciliği meslek olarak görmüyorum. Doğduğumdan beri bu otelin içinde yaşıyorum. Yeşilköy’de yazlığımız vardı eskiden, evden çıkıp bisiklete atlayıp buraya gelirdim. Eskiden bu otelde 3 ay kalanlar olurdu, oteli yazlık ev gibi kullanırlardı. Genelde bu kişiler Ermeni ve Rumlardı. Bu ülkedeki en büyük hata bu insanlara Türkiye’yi dar etmek oldu. Bu ülkede Ermeni ve Rumlara, gayrimüslimlere yapılanlar çok büyük hatadır. Sanatkar, kültürlü insanları bu ülkeden kaçırdık. Türkiye çok yanlış yönetildi, hâlâ da yanlış yönetiliyoruz.

* Otelcilik yapmak zorlaştı mı?
Şöyle anlatayım: Bu cenneti cennet olarak kullanmak ya da cehenneme çevirmek bizim elimizde. Bence ülkemiz bir cennet ama biz bu cenneti cehenneme çevirdik. Bu cenneti ne hale getirdik? Türkiye kaçak iş yapma konusunda ehven-i şer bir yer. Bu otel 30 senedir sendikalı. Çalışanlarımla yıllardır birlikteyiz. Sendika başkanıyla dostluk ilişkimiz var. Benim bilançomu biliyor. Para kazandığım yılı da kazanmadığım yılı da bilir. Türkiye’de otelciler yaşamak için mücadele ediyor.

* Ama her yerde otel açılıyor... İstanbul’da da halen otel açığı olduğu söyleniyor...
Maalesef yöneticilerimizin büyük hataları var. Evet otelcilik gelişmeli. Yeni oteller de açılmalı. Ama bu şehirde bir planlama olmalı. Ne yazık ki kaçak iş yapmaya sistem zorluyor. Benim her şeyim kayıtlı, herkesin kayıtlı mı? Niye her yerde çalışanların tümü asgari ücretten çalışıyor. Ben 100 eurodan az paraya oda satamam, niye 50 euroya oda satanlar daha çok para kazanıyor? Önüne gelen otel yapıyor. Belediyenin vereceği imar 5 kat ama 10 kata izin alıyorlar... Herkes işini bir şekilde hallediyor.
1957 model Chevrolet’yiz biz

* Peki siz ne yapıyorsunuz? Bu otel nasıl ayakta duruyor?
Bizim ayakta kalmamız mucize. Senelik cirom içinde devlete ödediğim vergi oranı herkesten fazla. Tekstil sektöründe faaliyet gösteriyordum.

* Tekstil sektöründen neden çıktınız?
‘Abi faturalı mal veriyorsun ben faturalı mal almam’ dediler. Çıktım tekstil sektöründen. Boya sektöründe 7-8 adam gibi firma vardı, 100 adam da kayıt dışı. Alman ortağıma durumu nasıl anlatacağımı bilemedim. Rakiplerin işçisi kaçak, hammaddesi kaçak... Her 2 sektörden de aynı nedenlerle çıktım. Bu otelin normalde bu oda adetiyle yaşaması mümkün değil. Oteli yeniledik biraz ilave yaptık ama metrekaremiz belli. Bir de otel 1954 model. Bu 1954 model Chevrolet’yi 2010 model yapabilir misiniz?

* Kimler müşterileriniz?
Burada sürekli kalanlar var. 30 yıldır gelenler var. Ben 1957 modelim... 1992 modelle 2000 modelle aynı konforu vermem mümkün değil. Otelci olup da bazı şeylerin değişmeyeceğini bilmeniz lazım. Yurtdışından gelen müşterilerimiz çok farklı. Bizim otelle en yakınımızdaki otel herkesin görebileceği gibi çok farklı. Dediğim gibi 1957 model Chevrolet’yiz biz... Orada camlar açılmıyor, burada camlar kocaman, hepsi açılıyor... Orada servis farklı...Biz de farklı... Otelin kokusu farklı, atmosferi farklı. Bize gelenler takıntlı yabancılar. Buraya gelip sürekli gelmeye devam ediyorlar.

BEN OTELE GİTMEM TEKNEDE TATİL YAPARIM

* Siz nasıl tatil yapıyorsunuz?
Ben tatili teknede yaparım. Otele gitmem zor. Deniz üzerinde olmak bana iyi geliyor. 25 yıldır teknede tatil yapıyorum. Eşim de seviyor.

Uzakdoğu kültür ve geleneklerinden dolayı bambaşka şeyleri yansıtıyor. Uzaklaşacaksam Uzakdoğu’yu tercih ediyorum. Bu arada oradaki insanların yaptıklarına saygısı var. Severek iş yapıyorlar. Biz Osmanlı İmparatorluğu’nun torunlarıyız, hizmet sektörünü 30 yıldır keşfetmeye çalışıyoruz.

Hayallerimin üzerine kara bulutlar çöktü

* Siz bu arada başka bir otel yatırımı da yaptınız. Bentley Otel Türkiye’nin ilk hip oteli olarak biliniyor...
Hayalimdi diyebilirim. Farklı bir şey yapmak istedim. Harbiye’deki Bentley otelimiz dediğiniz gibi ilk hip otel İstanbul’daki. Çok taklit edildik. Bu da güzel ama değerini düşürmeyeceksin. Bentley 50 odalı bir yer. Mimarisini herkes çok beğeniyor. Bana mimarım ‘Gel Milano’da otel yapalım sana, burada bu otel değerini bulmaz’ dedi. Dediğinin doğru olduğunu daha sonradan anladım.

* Bu işte de hayal kırıklığı mı yaşadınız?
Daha genel bir yanıt vereceğim. Ben okuyup yurtdışından Türkiye’ye geldiğimden beri bunu yaşıyorum. Benim hayallerimin üzerine kara bulutlar çöktü. Bunun en temel nedeni de, Türkiye’de haksız rekabetin olması. Bu da hiç değişmiyor. Her dönemin adamları var.

En büyük kazığı Özal’dan yedik

* Siz de Özal döneminde, daha doğrusu babanız da Özal döneminde yıldızlaşmadı mı?
Ben Özal’ı çok beğenirdim. Bu ülkeye çok şey kazandırdı. Ama en büyük kazığı da ondan yedik.

* Sıkı bir muhasebe yapmış olmalısınız bunca yaşanandan sonra?
İki oğlum var, benim gibi olmaya niyetleri yok. Ben de onlara saygı duyuyorum. Biri Amerika’da çalışıyor. Diğeri henüz okuyor. O da bana ‘Arkandan ben gelmeyeceğim ben de kendi kariyerimi yapacağım’ dedi. Babam benim üniversiteyi bitirdiğime inanmadı. ‘Almanya’ya git her şeyi organize et, Eylül’de de çalışmaya başlayacaksın’ dedi. Almanya’daki ortağa gittim, ama hiçbir şey bilmiyorum. Babam her yıl fabrika kuran bir adamdı. Babama aşıktım. Hayalimdeki en önemli şahıstı. Ama evlatlarına ayıracak vakti yoktu. Ben onun yapamadığını yaptım, evlatlarıma zaman ayırdım.


Yazının devamı...

Türkbükü’nün sonu!

Çok uzun zamandan beri Türkbükü kan kaybediyordu. Bu sezon kan kaybı tavan yaptı! Yolum bu yaz üç kez Türkbükü’ne düştü. Sezon başı (19 Mayıs’ta), Temmuz ortası ve Ramazan’da. Türkbükü’nde tatil yapma meraklılarından olduğumuzu sanmayın. Tatil bizim için kızımızla birlikte temiz deniz, doğa, şıpıdık terlik, sessizlik ve lezzetli yemek demek... Bunların adresi de mavi yolculuk... Ama gelgelelim arkadaşlarımızı almak veya bırakmak için Türkbükü’ne girmek zorunda kaldık.

Mayıs ayında hava malum serindi. Ortalıkta kimselerin olmamasını havanın soğukluğuna ve yağışlara bağladık. Temmuz ortasında ise okulların kapanmasıyla birlikte “İstanbul Türkbükü’ne akar” diye bilirdik. Bu yaz orada yazlığı olanlar bile Türkbükü sahilindeki iskelelerde yoktu. Bunun birçok nedeni vardır elbet ama sanırım en başta gelen sorun işletmelerin kısa dönemde kâr etmek için hesapları hayli şişirmiş olmaları.

Kaçanlar Yunan Adaları’nda

Kimse aptal yerine konulmak istemiyor. Basıp Yunan Adaları’na geçiyor. Yunan Adaları’na geçişin en önemli nedeni rahatlık, ucuzluk ve misafirperverlik...Tüm Yunan Adaları ihtiyaçlarını Bodrum’dan karşılıyor, bunu da bilmeyen yok. Bizden daha ucuzlar ve servisleri de bizden çok daha iyi. Türk tekneleri özellikle de hafta sonları Yunan Adaları’na akın ediyor. Türkbükü’nde ise turist sayısı yok denecek kadar az.

Türkbükü çok uzun zamandan beri tatil yaparken görelim-görülelim isteyenlerin mekanı. Yani kendini göstermek isteyen Türklerin mekanı. Böyle olduğu için de Türkbükü’nden kaçan çok. 10 yıldır Türkbükü’ndeki mekanlardan birinde hizmet veren biri, “Artık buralara yeni türemiş zenginler geliyor. Eskiden buraya gelenleri kimse bilmezdi, şimdi herkes poz veriyor gazetecilere...” diye anlatıyor. Mekanlardan birinde tuvalete girdim, bir kadın bir adamın kafasını nasıl koparacağını anlatıyordu! Adam iskelede başka bir kadınlaydı. Türkbükü aynı zamanda çok uzun zamandan beri bir av, avlanma merkezi!

Damak zevki konusunda tatmin edici tek adres Divan Palmira... Zaten mekanların çoğu da akşam saatlerinde 4-5 masayla idare etmeye çalışıyor. Geceleri dolan mekan yılların değişmeyen adresi Ship A Hoy. Oradan hoşlanmayanlar için Türkbükü kabus, çünkü sizi müziğine mahkum ediyor. Müzik kirliliği dorukta.

Ve en kötüsü de denizin temiz olmaması. Türkbükü’ndeki denizin kirlenmesinin bir nedeni de yatçılar... “Denetim yapılıyor” deniliyor ama gözle görünür bir şey yok. Kaptanlar ne yazık ki hala çok cahilce davranıyor. Çünkü çoğu alaylı. Teknelerin pis su tankları ve sintineleri güneş battıktan sonra ya da sabah erkenden boşaltılıyor. Kokusu geliyor, kimse çıtını çıkarmıyor, çünkü herkes suça ortak. Tekne sahiplerinin ve kaptanların büyük sorumluluğu var... Gerçekten de bu en görünür koyda tekneleri denetleyen yok.

Türkbükü’ndeki tekneler için iyi olan tek gelişme tonozlar... Eskiden her isteyen denizin dibinde istediği yere beton atıp, teknesini bağlıyordu. Artık tonozlar ve tonozlara hizmet veren palamarlar var. Geçtiğimiz yıllarda yapılan yanlışlar yüzünden Türkbükü koyunda atıl durumda denizin dibinde kalan çok sayıda tonoz var, en azından tonozların sayısının artmasına dur denilmiş.

Ezcümle denizden keyif almak isteyenlerin mekanı değil Türkbükü. Bakmayın siz yaz boyunca orada kalan teknelere!

Komşu belini doğrulturken biz belimizi büküyoruz...



Mavi Kart geliyor

Denizden bu kadar bahsederken TURMEPA’nın da Türkiye’deki denizlerin korunması için yaptıklarından söz etmek lazım. Denizcilik konusunda TURMEPA’nın katkıları sayesinde bu yıl Mavi Kart uygulaması çok konuşuldu. Henüz sisteme geçilmedi ama 2011’de Göcek, Gökova’da gezen teknelerde Mavi Kart uygulaması başlayacak. Bu uygulama sayesinde teknelerin katı atıkları da dahil olmak üzere tüm atıkları belli istasyonlarda toplanacak. Buna uymayan tekneler deniz sefer izni alamayacak.

Umarım bu kadar çalışma iyi sonuçlar verir...

Yazının devamı...

Artcraft dünyadaki ikinci büyük cam şirketi olacak

Kütahyalı Güral Ailesi’nde cam ve turizm işinde büyüyen kanadı temsil eden Esin Güral Argat, iddialı konuştu: “Cam işinde Gürallar Artcraft olarak bu yıl kapasite arttıracağız. Dünyadaki beşinci büyük kapasite olacağız. 2023 yılında ise dünyadaki ikinci büyük şirket olacağız. Geçen yıl açtığımız Ali Bey Resort’tan sonra turizm yatırımlarımız da devam edecek. 5 yıl boyunca her yıl yeni bir tesis açacağız”

Kütahyalı Gürallar Grubu geniş bir aile. Esin Güral Argat, Gürallar Grubu’nda cam ve turizmle ilgilenen ekibin başındaki isim. GÜROK Turizm ve Madencilik Şirketi’nin ve Gürallar Artcraft Yönetim Kurulu Üyesi. Esin Güral Argat’ın diğer aile fertlerinden farkı, ailede iş yaşamına atılan ilk kadın olması. “Geleneksel bir aileyiz. Tipik bir Anadolu ailesiyiz diyebilirim. Üniversiteyi bitirdikten sonra kimse benden çalışmamı beklemedi. Hatta çalışmak istediğimde bana dekor bölümünü gösterdiler...” diyen Esin Güral Argat, Gürallar’ın cam işinde dünyadaki sayılı aktörlerden biri olacağı konusunda emin.

* Kütahyalı Güral Ailesi çok geniş bir aile. Yapınız nasıl? Siz nasıl işe başladınız?
Dedemiz Ali Güral 1948 yılında kurmuş şirketi. Başlangıçta kerestecilikle uğraşılmış. Bir ara madencilik işine girilmiş. Daha sonra da porselen, seramik gibi sektörlere girildi. Gürallar Artcraft Cam bizim için çok önemli. Babam Rıza Güral ve abim Erol Güral’la birlikteyim bu işte. Ama Güral Ailesi olarak her ferdin şirketlerde eşit hissesi vardır. Biz 1997’de cam işine girdik, turizmde de 20 yıldır faaliyet gösteriyoruz. Güral Ailesi’nin her kolunda kardeşler arasında iş bölümü vardır. Turizm ve cam işi dışında makine imalatları ve inşaat işlerimiz var.

* Siz ne okudunuz?
İşletme okudum. Üniversite sonrasında tam ne yapacağımı bilmiyordum. Biz bir Anadolu ailesiyiz. Geleneksel bir yapımız var. Bizim ailelerimizde genelde erkek çocuklarına hazırlanan bir gelecek vardır. Bende öyle olmadı. Ben hemen çalışmak istedim. Beni el dekoru yapılan bölüme yönlendirdiler.

* Kadınlar ancak bunu yapar diye düşünülmüş olmalı...
Ne yazık ki öyle ama zaman her şeyi değiştirdi. Ben de kısa zaman içinde bana uygun olmadığını anladım el dekorunun. Zaten hayatım boyunca el dekoru, el işiyle hiç işim olmamıştı. Bu arada master yapmaya karar verdim. Evlendim. 2 çocuğum oldu. Kütahya’da aile dışında çini işiyle uğraşmaya karar verdim.

* Çok kararlı davranmışsınız çalışmak konusunda...
Aynen. Aile ile ilişkilerimi iyi koruyarak kendim bir iş kurdum. Çini atölyesi kiraladım. Tadilata ihtiyacı vardı. Sabah 4’lere kadar çalıştığımı hatırlarım. Vazo, tabak işine girdim. Kendi ekibimle çalışmaya başladım. Zaman içinde üretim kapasitesini artırmam mümkün değildi. 3-5 tabak yapmak da istemiyordum. Ben karo imalatına girdim ama çini karo üretmek zordu. İtalyanlarla bir yıllık Ar-Ge çalışması yaptık. Yatırımı ben yaptım. Sonrasında üretimden çini karolar 6 ay boyunca çıkmadı, kocaman çatlaklar çıkıyordu. Sonra yine araştırırken bir döküman içinde bizim fırın eğrisinde yanlışlık olduğunu fark ettim. 13 dakika kalması gerekirken bizim fırından daha hızlı geçiyordu ürünler. Ben kendim ayarı değiştirdim, hatasız ürün elde ettik. Çok güzel işler yaptık. Kazakistan’da Ahmet Yesevi Türbesi’ni yaptık. Farklı bir malzeme de dış cephesi için ürettik. Eksi 30 dereceye uygun olmalıydı ürettiklerimiz. Yemen’de, Londra’da çok iş yaptık.

* Bunlar hep aileden bağımsız...
Evet. 1997’de cam yatırımı kararı verildiğinde ailede ben o işin içinde yer aldım. Çini işini devrettim cam işine devam ettim. Bu arada ailede benim devamımda gelen tüm çocuklar kız erkek fark etmeden sorumluluk aldılar. Cam zor ve keyifli bir uğraştır.

* Rekabet var sektörde. Dünya genelinde de büyük oyuncu sayısı az. Siz genç bir şirketsiniz cam alanında. Neler yaşadınız?
İlk anda makine tedarik işinde zorlandık, rakipler makine almamızı engelledi. Hani derler ya iğneyle kuyu kazdık. Ve de hammadde tedarik etmekte de çok zorlandık.

* Kum değil mi? Kum bulmakta mı zorlandınız?
İnanın çok zorlandık. Yurtdışından aldık. Her şeye rağmen 60 bin ton günlük kapasiteyle imalata başladık. 4 çeşit ürünle başladık. Çay ve su bardağı ürettik. Dağıtım kanalı kurduk. 4 ürünle başladık, o ürünlerin fiyatları yarıya indi. Biz hemen o ürünleri bıraktık farklı ürünlere girdik.
Paşabahçe rakip değil abimiz

* Sektörde rakipleriniz kimler? Türkiye’deki belli Paşabahçe ama siz yoğun olarak da ihracat yapıyorsunuz...
Dünyada elle sayılır rakip sayısı. 15 büyük üretici var dünyada. Türkiye’de de Paşabahçe ve biz varız. Ama biz Paşabahçeyi rakip değil abimiz olarak görüyoruz. Yıllar içerisinde dünyadaki yoğun rekabet hızlı, esnek ve dinamik olmayı öğretti. Biz ilk başladığımız günden itibaren ihracata başladık. Frankfurt’ta Ambiante sektörün en büyük fuarı. Oraya ilk gittiğimizde bize 12 metrekare verdiler, Çinli ve Hintililerin arasındaydık. ‘Biz bu yerde olmamalıyız’ dedim. İleriki yıllarda büyük oyuncuların katına çıktık. Sonra yıllar içinde 12 metreden 180 metrekareye geçtik. Büyük oyuncularla birlikte olduk.

* Kaç ülkeye ihracat yapıyorsunuz?
76 ülkeye ihracat yapıyoruz.

* Kısa zamanda güçlenmenizin sırrı nedir?
Kendi teknolojimizi kendimiz yapmaya karar verdik. Fırın hariç sıfırdan bir cam fabrikasının tüm makinelerini üretme teknolojisine sahibiz. Bir teknoparkımız var, projeleri orada gerçekleştiriyoruz. Bu çok önemli bir fark. Personelimizi hiç iş tecrübesi olmamış üniversite mezunlarından seçiyoruz.

* Neden?
Böylece şirket kültürümüzü oluşturuyoruz. Bizde çalışma saati yok. Herkes istediği zaman gelir, istediği zaman gider. İş sonuçlu bakıyoruz işe. Projeler var, terminler var. 36 saat makinenin başından kalan arkadaşlar vardır. 23 yaşlarında başlıyor herkes işe. Bizim dinazorlarımızın yaşı 35’lerde. Çok genç bir ekibimiz var. Yeni gençlerle birlikte çok genç bir şirketiz. Babam Rıza bey tornacı. Okumak istememiş. Babası onu tornacıya vermiş, okula dönmemiş babam da. İş odaklıdır babam. O yıllarda merkez kaç kuvvetinden enerji üretmeye çalışmış. Babamın alt yapısı bize destek oldu. Kendi teknolojisini geliştiren ve makine Ar-Ge’sini yapan 3 şirket var dünyada bizim gibi.

* Krizden etkilendiniz mi, satışlarınız düştü mü?
Biz en çok Avrupa’ya ürün satıyoruz. Birim tutarı olarak pahalı olmadığı için düşmedi satışlarımız. Yurtdışında kanallarda sıkıntı oldu biraz, bir ay krizin ilk döneminde kapalı kaldık. Sonra açtık. 2009’dan daha iyi bir 2010 yaşıyoruz. Krizin şu anda sözünü bile etmenin gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bizim planlarımızda bu yıl yüzde 25’lik büyüme vardı, devam ediyoruz. Bir terslik yok. Tasarım ekibimiz de çok genç. Ekiplerimizin sokağı bilmesini istiyoruz. Rafları geziyorlar, yenilikleri takip ediyorlar.

* Zen bardağınız en bilinen ürününüz mü?
Bilmenize sevindim. Zen bardağımız çok tuttu. Çok beğenildi. Tasarım ekibimiz her yıl yurtdışında trend eğitimi alıyor. 2012 sonbahar kış trende eğitimlerini yeni aldılar. Defne Koz’un Lipton için yaptığı tasarımı da biz ürettik. Bizim de yakında farklı bir çay bardağımız çıkacak. Tüm tasarımcılarımız Türk. Bize ait ürünleri bizden birileri tasarlamalı.

* Mağazalaşmayı düşünüyor musunuz?
Mağaza zincirleri açmayı düşünmüyoruz. Belki birkaç noktada olabilir ama zincir mağaza olma planımız yok. Bir de bizim ayaklı bardak tasarımlarımız çok önemli. Yurtdışında yaptırdık tasarımlarını, üretim için çok uğraştık. 3-4 yıl ayaklı bardak imalatı için çalıştık. Kendi makinelerimizi yaptık.

* Hedefleriniz neler?
Bir yıl içinde kapasite artışı planlıyoruz. Dünyadaki beşinci büyük kapasite olacağız. Genç bir şirketiz geldiğimiz nokta bu açıdan önemli. 2023’te dünyada ikinci olmayı planlıyoruz. Hedeflerimiz büyük, çok çalışmamız gerekiyor.

5 yıl boyunca her yıl bir tesis açacağız

* 20 yıldır turizm sektöründesiniz. Son olarak Side’de Ali Bey Resort adlı oteliniz açıldı. Camdaki iddianız otelcilikte de var mı?
Side’de Mayıs ayında yeni otelimizi açtık. Turizmde de hedeflerimiz büyük. 5 yılda her yıl bir tesisi bünyemize katmayı planladık. Ekibimiz çok kuvvetli. İnsan kaynağı dönüşüm hızı yüksektir turizmde. Bizde ise tam tersi. Yine uzun yıllardır çalışan bir ekibimiz var.

* Türkiye dışında yatırım yapacak mısınız?
Türkiye dışında da büyümeyi hedefliyoruz. Resort otelin şartlarını sağlayan yerler bizim için önemli. Ortadoğu’dan bu yıl çok turist geldi. Ortadoğu’da yatırım yapabiliriz. Bizde Avrupalı ve Rus ağırlıklı misafirlerimiz. Otellerimizde Türk oranı yüzde 10 civarında. Ali Bey Resort’ta Zeynep Fadıllıoğlu ile birlikte çalıştık. Güzel bir ekip çalışması oldu.


Çalışanların çocuklarına eğitim desteği

ESİN Güral Argat, şirket olarak çalışanlarının çocuklarına yönelik bir proje de yürütüyor. Projenin adı Yıldız Eğitim Projesi. Esin Hanım projeyi şöyle anlatıyor: “Annesi ya da babası bizde çalışan gençlere destek oluyoruz. Yıldız Eğitim Projesi diyoruz buna. Orta 1’den itibaren çocukların neye ihtiyacı varsa ona destek oluyoruz. Hafta sonları çocukları alıyoruz devlete ait okullarda eğitimcilerle birlikte çalışıyoruz. O okulların ihtiyaçlarını da karşılıyoruz. İngilizce’den SBS’ye hangi konuda desteğe ihtiyaçları varsa onlara o desteği sağlıyoruz. Başarı oranları düşüktü üniversite sınavlarında, şu anda başarı oranları yükseldi. Bu bizi çok mutlu etti. SBS başarıları da yükseldi.’

Esin Güral Argat aynı şekilde yine Kütahya’da kadın istihdamına yönelik te bir proje yürütüyor. Çalışmayan, çalışma olanağı bulamayan kadınlara dekor eğitimi veriliyor. Evlerinde ürünleri dekorlayan kadınlar gelir elde ediyor.

Yılda 125 milyon adet çay bardağı üretiyoruz

* Türkiye’de en çok çay bardağı mı üretiyorsunuz?
Türkiye’de yılda 400 milyon çay bardağı satılıyor. Bizim üretimimiz 125 milyon adet. Çay bardağı yurtiçi ürünü. Cam hızlı tüketim ürünü olarak görünmüyor ama bence hızlı tüketim ürünü. Yılda 400 milyon adet satılıyor.

BİR AYAĞIM HEP FABRİKADA

* Siz İstanbul’da mısınız Kütahya’da mı?
Her hafta Kütahya’ya gidiyorum. Bir ayağım hep fabrikada.

* İki oğlunuz var... Onlar da sizin işlere meraklılar mı? Bayrağı devralacaklar mı?
Henüz okuyorlar. 18 ve 16 yaşında iki oğlum var. Büyük oğlum endüstri mühendisliği okuyacak. Üsküdar Amerikan’da okudu, yurtdışında okumak istedi. Bu röportajdan sonra onla birlikte Amerika’ya gidiyorum. Onu bırakıp döneceğim. Çok heyecanlı, bir yandan da oğlumdan ayrılacağım için üzgünüm. Sanırım küçük oğlum da abisini takip edecek. Dünyadaki ilk 50’de olan bir üniversitede okumak istiyor ikisi de.

Yazının devamı...

Kumaşın efendileri

Kıbrıslı genç modacı Raşit Bağzıbağlı’yla ilgili haberleri okurken ‘Hüseyin Çağlayan’dan sonra yeni bir Kıbrıslı modacı mı geliyor’ diye düşünmüştüm. Ama ne bir tasarımını görmüştüm, ne de bir defilesini izlemiştim. Arkadaşım Nurgül Yeşilçay da Raşit Bağzıbağlı’yla çalışmaya başlayınca, Raşit’i tanımak istedim. Randevulaşmak için konuşurken ‘Dedem Kıbrıs’tan geliyor, ben dedemin adını taşıyorum, ailemizde kumaş işine giren, sonra bayrağı babama devreden de o. Tanışmak ister misin?’ deyince, ‘Tamam, o halde Raşid, Derviş, Raşit Bağzıbağlı bir arada sohbet edelim’ dedim...

* Önce büyükten başlayalım. Kıbrıslı’sınız. Kumaş işine girmişsiniz ama ününüz Ada sınırlarını aşmış. Hikâyeniz nasıl başladı?

Raşid Bağzıbağlı: Ben genç yaşta ticareti öğrenmek için çok seyahat ettim. Bu işleri en iyi Yahudiler bilir, onların nasıl iş yaptıklarını izledim. 22 yaşında kumaş alıp satıyordum. Hiç sermayem yoktu. Yurt dışına gidip kumaş alıp Kıbrıs’a getirdim. Türkiye’den de gelip benden mal alanlar vardı. Ben genelde kumaşları Ermenilerden alıyordum. 1960’lardan sonra ithalata başladım. Kıbrıs’taki herkes benden kumaş alırdı. Hayat Mecmuası bile benle röportaj yapmıştı. İstanbul’dan da müşterilerim oldu. Ben metreyle değil, kiloyla kumaş satardım. İngiltere’den de kiloyla kumaş alırdım.

* Evlendiniz, çocuklarınız oldu...

Raşid: Çok genç yaşta evlendik. Üvey anneyle büyüdük. Hep çalışmak gerekiyordu. Hiçbir şey de yoktu kızım. Bir de erken evlendim. Baktılar ki etrafa bakıyorum, hemen hiç görmediğim biriyle evlendirildim.

* Bir kez mi evlendiniz?

Raşid: Evet. Üç çocuğumuz oldu... Onların da hikâyesi farkı...

* Nesi farklı?

Raşid: Kimse inanmıyor ama 3 çocuğumun da doğum tarihi aynı. Yanlış anlama üçüz değiller. Birinin arasında 3, diğerinin arasında 5 yıl var. Bir kız, iki oğlan. Üçü de 12 Kasım doğumlu... Hepsi normal doğum...

* Nasıl oluyor bu? İnanmıyorum, nasıl olabilir böyle bir şey?

Raşid: Öyle işin sırrı bende...

* Neymiş bu sır?

Raşid: Tecrübe diyelim...
Derviş: Kız kardeşimin torunu da 12 Kasım’da doğdu. Biz de şaşkınız...

* Baba-oğul hep birlikte miydiniz?

Derviş: Bir dönem ters düştük. Ben restoran işine girdim.

* Aaa çok kızmışsınızdır..

Raşid: Kızmaz olur muyum... Ama uzaktan izledim.
Derviş: Lefkoşa’da Meclis’in tam karşısında fast food restoran açtım. Çok da başarılı oldum ama babam ticari kafamı anladı ve beni yine çağırdı. 27 yaşında yanına döndüm.

Bağzıbağlı soyadı ailenin çapkın dedesininin yemenisinden geliyor

* Ne fark vardı iş yapma biçiminizde?

Derviş: Babam lüksten korkardı. Lükste kaybedersen, büyük kaybedersin. Sonra kabul etti. 1993 yılında İstanbul’daki ilk mağazamızı Rumeli Caddesi’nde açtık. İkinci mağazamızı 1994’te Bağdat Caddesi’nde açtık. Şu anda iki oğlumla işlere devam ediyorum. Raşit ve Önay da benle. Önay erkek bölümüyle ilgileniyor, Raşid ise kadın. 2005’te de Levent mağazamızı açtık. 1999 yılında erkek giyimine başladık. Raşit’le birlikte kadın koleksiyonumuz oldu. Ankara’da mağaza açtık, İzmir’de de açacağız.

* Babanızdan öğrendiğiniz neyi oğlunuza öğrettiniz?

Derviş: Babam hep “Raftaki kumaş değerlidir, yere düşen kumaş çaput parçasıdır. Yere düşen bir çaput parçası için müşterinizi üzmeyin. Hep dürüst olun. Müşteri kalitenizi koruyun” derdi. Biz işleri büyüttük ama bunu babamın işin belkemiğini çok sağlam yapması sağladı. Oğluma hep “Dedenin ismini yücelt” derim...
Dede Raşid: Ticarette en önemli güç dürüstlüktür. Evet, günümüzde bunu çürütecek çok örnek var ama yıllar beni haklı çıkarıyor. Günü çıkarmayı düşünerek iş yapılmaz.

* Bağzıbağlı nereden geliyor?

Dede Raşid: Boğazı bağlı demek. Benim dedem çok çapkındı. Bir keresinde avdan geliyormuş, tüfeği yanına koymuş, temizlerken boğazından kendini vurmuş. Çok da yakışıklıymış. O zaman İngiliz hükümeti dönemi, onlar gelip tedavi etmişler. Yara bitmiş ama boğazında bir çirkin görüntü olmuş. Nenemiz de boğazını yemeniyle sararmış. Hep öyle gezermiş. Kadınları çok severdi. 88 yaşına kadar bisiklete bindi. 90 yaşında ölmeden önce üçüncü eşinin kalçalarına bakmış, eşi “Ne bakıyorsun” dediğinde, “Gözüm arkada gidecek” demiş. Dünyada en çok kadınlara değer verirdi.

* Ve ailenin 3’üncü kuşak temsilcisi Raşit Bağzıbağlı... Siz de babanız gibi hep işlerin içinde miydiniz?

Torun Raşit: Ortaokuldayken ben de annemle babama yardım ederdim. Ben de Londra’ya gittim ama müzik okumaya... Sonra da moda kurslarına gittim. Babamlara da “Butik açalım” dedim. Avrupa’dan seçip getirdim kıyafetleri. 2005’te bu işe başladım. Kıyafetleri ben tasarladım. 2007’de Bağzıbağlı 50’inci yılındayken 21 yaşımda “Golden Age” adlı ilk koleksiyonumu hazırladım. Böyle bir ailede büyümek çok büyük avantaj. Kumaşları iyi biliyorum, bir kumaştan nasıl bir üretim yapılacağını kestirebiliyorum. Ben İngiliz vatandaşıyım, orada birtakım girişimlerim var. “B-Rushh” adında bir marka yaratmaya çalışıyorum. “Rushh” benim İngiltere’deki lakabım.

* İlham kaynağınız neler?

Torun Raşit: Ben kadınlardan ilham alıyorum. İstanbul’daki müzeleri defalarca gezdim, Londra’dan gelen her arkadaşımı gezdiriyorum ama sanırım beni daha fazla Fransız tarihi etkiliyor.

* Paris Hilton da kıyafetlerinizi almış...

Torun Raşit: Ahu Aysal benim müşterim. Otelinde Paris Hilton’un kalacağı dönemde kıyafet seçip gönderdim, benimkini seçti. Çok mutlu oldum. Jennifer Lopez’i çok beğenirim ama son Kıbrıs olayı beni çok üzdü.

25 metre kumaşı bir elbiseye harcayınca fena fırça yedim

* Babanız yaptıklarınıza karışmıyor mu? Akıl veriyor mu?

Torun Raşit: İlk yaptığım koleksiyonda inanılmaz kumaş kullandım. Bir elbiseye 25 metre kumaş kullanınca, babam “Nasıl bitirdin bu kumaşı, bu elbiseyi kaça satacaksın kumaş çok pahalı” dedi. “Sen bu defileyi yap, seni alnından öpeceğim” dedi. Defile sonrasında gelip alnımdan öptü.
Derviş: Ben gurur duydum, “bravo” dedim.
Dede Raşid: Aynen...
Torun Raşit: Ben babamın yanında hep olacağım ama bir marka da yaratmayı hedefledim. B-Rushh’la yurt dışına açılmak istiyorum.

Şifon ve tülü ayıramayan modacılar var

* Kumaşları iyi tanımak bir modacı için ne kadar önemli?

Torun Raşit: Kumaş bilgisi hayatımdaki en büyük avantaj. Tasarım okuyan arkadaşlarımın çoğu, şifona “tül” diyor. Taftayla şantuğu ayıramıyorlar...

* Sanırım tasarımın hangi kumaşla buluşacağına karar vermek ustalık gerektiriyor...

Torun Raşit: Öyle... Benim annem bana hep dikiş diktirirdi. Ben 3 yaşındayken ham ipekten şort giyerdim. Çok ciddi bu kültürle büyüdüm.
Hazır giyim hayatımızda yoktu, annem hep diktirirdi.

Yazının devamı...

İnanç Turizmi’ne 3 milyon ziyaretçi


Van’a ilk kez 1996 yılında gittim. O dönemde orada yaşayan bir arkadaşım vardı. Van’da ‘mutlaka yapılması gerekenleri’ sıralarken ‘güne Van’ın meşhur kahvaltısıyla başlayacaksın ve mutlaka Akdamar’a gideceksin’ demişti.

Hava çok sıcaktı, gölün üzerinde sinek bulutu vardı. Van Gölü’nün ortasındaki Akdamar’ı ilk ziyaretim tam bir hayal kırıklığıydı. Ada’daki kilise harabeye dönmüştü, her şey utanç vericiydi, pislikten, kokudan geçilmiyordu.
Sonrasında yolum Van’a her yıl en az bir kere düştü, her seferinde de Akdamar’a gittim. Zaman içinde Akdamar’a el uzandı...

Ve neredeyse bir asırdır Akdamar Surp Haç Ermeni Apostolik Kilisesi’nde ayin yapılmıyordu. Tahrip edilmiş, terk edilmiş bir halde olan kilise 2007’de 1.5 milyon dolara onarıldı, Akdamar Anıt Müzesi olarak açıldı.
Trabzon Sümela Manastırı’ndan sonra Akdamar da 19 Eylül’de ayine ev sahipliği yapacak. Daha önce 12 Eylül’de yapılacak ayin referandum nedeniyle 19 Eylül’e alındı. Yalnızca Ermenistan’dan değil, dünyanın farklı yerlerinden Ermeniler ayine katılmak için Akdamar’a gelecek.

Van’daki yatak kapasitesi 3700... Van Valiliği’nin ve Bakan Günay’ın açıklamalarına göre oteller çoktan doldu. Otellerde kalamayanlar için Vanlı aileler evlerini açıyor.
Peki Van önümüzdeki dönemde inanç turizminden hak ettiği payı alabilir mi? Bu yıl ayine gelenler her yıl gelirler mi?

Çok uzun zamandan beri deniz, kum, güneş diye başlayan turizm sunumları kimseyi tatmin etmiyor. Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, inanç turizmine göreve geldiğinden beri önem veriyor. İnanç turizmini geliştirmek için farklı tanıtım kampanyaları yapılmasını sağlayan Bakan Günay, inanç turizmi hedefini de 2012 yılı için 3 milyon turist olarak koydu. Ve Bakan neredeyse her konuşmasında ‘İnanç turizmine gelen turistler deniz ve güneş için gelen turistlerden çok daha fazla para harcıyor’ diyor.

Global kriz etkilemedi

Bu yıl malum AB ülkelerinde yaşanan daralma turizm sektörünü etkiledi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan aldığım bilgilere göre, dünyada her yıl 300 milyondan fazla kişi dini sebeplerle uluslararası seyahat ediyor.
Bu seyahatler sonucunda elde edilen turizm geliri 18 milyar doların üzerinde.

Dünya Turizm Örgütü verilerine göre, global kriz dünya genelinde uluslararası turizm hareketlerinde bir düşüş yaşattı, ancak dini amaçlı ziyaretlerde bu daralma yaşanmadı. Bunun nedeni olarak da, insanların bu tür ziyaretleri bir lüks olarak değil, bir gereklilik olarak görmesi gösteriliyor.

Dünya İnanç Turizmi Birliği’ne (WRTA) göre; inanç turizmi dünyada en hızlı büyüyen turizm çeşitlerinden biri. Her dört kişiden biri seyahatlerinde inanç merkezlerine ilgi duyuyor.

Hıristiyanlığın ilk yedi kilisesi Anadolu topraklarında. Bu kiliselerin yanı sıra Anadolu’nun neredeyse her yanı dini kalıntılarla dolu.

2010 yılının ilk altı aylık döneminde Türkiye’ye olan turizm talebinin yüzde 4.5’i inanç turizmine yönelik gerçekleşti. Kültür ve Turizm Bakanlığı inanç turizminin payını 2012 yılının sonunda yüzde 10 olarak koydu, yani 3 milyondan fazla ziyaretçi bekliyor. Farklı kültürlere, dinlere ev sahipliği yapan bu topraklara bugüne kadar çok daha fazla ziyaretçinin gelmemesi kuşkusuz ayıbımız. Umarım bundan sonra yapılanlar katlanarak büyür...

Yazının devamı...

İran’da Rolex gibiyiz, 2012’de orada Türkiye’deki büyüklüğümüze ulaşırız

GELEN siparişlerle Ocak 2011’e kadar dolu olduklarını ve 2012’de şirketin cirosunu 2 katına çıkaracaklarını söyleyen Altınyıldız Genel Müdürü Zeki Çaputlu, yurtdışında ise İran pazarının kendileri için çok önemli olduğunu açıkladı. Çaputlu, “Altınyıldız İran’da Rolex gibi... 2011’de buraya 20 milyon $’lık ihracat hedefimiz var. 2012 sonunda şirketin Türkiye’deki pozisyonuyla İran’daki eşit olacak” dedi

Zeki Çaputlu, Altınyıldız’ı son 2 yılda yeniden yıldızlaştıran ekibin başındaki isim. 20 yıl önce Altınyıldız’a girip, adım adım basamakları çıkan ve global krizin patlak verdiği dönemde, 2008’in Ekim ayında Altınyıldız Genel Müdürü olan Zeki Çaputlu’yu herkes Osman Boyner’in manevi oğlu olarak da biliyor. “Sonuç odaklıyım, sonuç alamazsam alır ceketimi giderim” diyen Zeki Çaputlu’yla sohbet ettik.

“Osman Boyner her şeyim, kendisinden çok şey öğrendim. Cem Boyner ve Osman Boyner’in yazılı olmayan kuralları vardır” diyen Zeki Çaputlu iddialı konuşuyor, Altınyıldız’ın yakında rakiplerini şaşırtacağını söylüyor.

* Global kriz çıktı, siz genel müdür oldunuz... Ve Altınyıldız atağa geçti. Yeni ülkelere açıldınız, istihdamınızı artırdınız... Nasıl oldu bunlar?
Her şey aslında bütünün bir parçası. Biz 2011 Ocak ayına kadar doluyuz. Yani tam kapasite çalışıyoruz, satışlarımız belli. Neredeyse 1.5 yıl doluyuz. Dediğiniz de doğru, büyüme içindeyiz. 2012 sonunda inşallah bu şirketin cirosu ikiye katlanacak, kârı da 3 kat büyüyecek. Şunu yaptık da bu oldu demek zor, çok şey başarıldı. Ben buraya mühendis olarak girdim. Yıllarım burada geçti. Çok şey öğrendim.

* Elektronik mühendisisiniz değil mi? Mühendis olmanın sağladığı avantajlar neler?
Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik Bölümü mezunuyum. O dönemde mezun olan arkadaşlarımızın hepsi iyi bir yerlerde, hâlâ çok görüşürüz. Tekstil tüm dünyada patron işidir. Bütün patronlar eğitimleri ne olursa olsun ister alaylı olsunlar mutlaka mühendis lojistiğine sahip olmalılar.

* İlk çalıştığınız yer mi Altınyıldız?
Hayır. Ben babamın uzun yıllar emek verdiği, çalıştığı yer olan Kaplancılar Grubu’nda çalışmaya başladım. 18 yaşında üniversiteden çıkar oraya giderdim. Ben İstanbulluyum ama dedem Şebinkarahisarlı. Giresunluyum demeyiz biz... Depo memurluğu yaptım, ne kadar iş varsa hepsini yaptım. Babam makinacı, ben elektronik eğitimi almışım, tekstil benim işim değil ama öğrendim. 1985 yılına kadar babamın altında çalıştım. Babama ‘Ya sen ya ben’ dedim, geleceğim yer belliydi orada ve ben ayrıldım. Altınyıldız o zaman teknolojiyle yeni buluşuyor, Türkiye’de her yere teknoloji yeni giriyor. Boyner Grubu da tüm makineleri değiştirmiş, yenilikleri takip etmiş. Elektronik mühendisi olarak Altınyıldız’a girdim. 3 ayda şef oldum, 3 yıl içinde enerji müdürü oldum. Basamakları tırmandım. Sonuçta işletmeler müdürü oldum. 1999’da fabrika müdürü, 2001 yılında, operasyon grup direktörü, 2008 yılında da genel müdürlüğe yükseldim.



* Kriz döneminde genel müdüdr koltuğuna oturmak ağır bir sorumluluk olsa gerek...
Ben genel müdürlüğe aile tarafından hazırlandım. Bana genel müdür olacağım 4 yıl önce söylendi. Beni eğittiler. Osman Bey ve Cem Bey’in kuralları yazılı değildir. Kendi işlerini çok iyi yaparlar. Patronlar sonuç odaklıdır. Oğul seviyesine gelmek için çok iyi sonuçlar almalısınız. Bu arada ben ‘kriz’ demiyorum. Ben tam tersi ‘Eğer ben bensem, bana bu güveni duydularsa, kriz denen şey benim başka şekilde ortaya çıkacağım fırsat olabilir’ diyorum. ‘Kriz fırsattır klişesi’ doğrudur ama bu kriz öyle bir kriz değildi. Bu kriz, dedemin söylediği bir laf vardı; ‘Adam mısın, cüdam mısın?’ Bunu ortaya çıkaran bir krizdi. Bu kriz beni ortaya çıkaran bir fırsat oldu. Ben 19 ayda bu şirketi başka bir şirket yaptım. Bir şirketin yöneticisi krizden bahsediyorsa o adamı görevden almak lazım. Kriz diyen yönetici isterse CEO olsun görevden çekilmelidir. ‘Ben yok olmayı kabul ediyorum’ diyen yönetici olamaz. ‘Hayır krizsiz ortamı sağlamalıyız’ demeli yönetici.

* Kriz demeyelim ama malum geçtiğimiz dönem her sektörü etkiledi. Siz nasıl etkilendiniz?
Bizi pozitif etkiledi. Devamlı kendimize yaptığımız yönetim biçimimizin bir parçası olan SWOT analizini Türkiye genelini düşünerek yaptık. Tüm Türkiye’ye, ihtiyaçlara baktık. Markayı ona göre pozisyonladık. Altınyıldız pazarın bütün fırsatlarına baktı, bunların yüzde 10’u Altınyıldız’a geliyor da neden yüzde 51’i gelmiyor?

* Şu anda Altınyıldız’ın üretiminin ne kadarı Türkiye’ye yönelik?
Tekstil ve hazırgiyim olarak şu anda yüzde 70 iç pazar, yüzde 30 dış pazara çalışıyoruz. Büyük pazarımız Amerika ve Avrupa. Ağırlığımız iç pazar. Lideriz iç pazarda. Rakipler, bizle Uzakdoğu arasında sıkıştılar. Marka ve ucuzluk arasındakileri kriz eziyor. Artık İtalya ve Uzakdoğu’nun birbirine karıştığı bir ortamdayız. Uzakdoğu’dan da markalar çıkmaya başladı. Uzakdoğu maalesef Amerika’nın kanına girdi. Kendi iş kolumuz da değil neredeyse her sektörde böyle oldu. Uzakdoğu artık tanımlı. Ve Uzakdoğu da zenginleşiyor. Ben Çin’in önümüzdeki dönemde Türkiye için önemli bir pazar olacağını düşünüyorum.

* Uzakdoğu rekabetine karşı neler yaptınız?
Biz Uzakdoğu ortaya çıkınca yakınımızdakileri tanımak istedik. Ben bizzat uğraştım bu işle. Rusya, Azerbaycan, İran ve Suriye’yi iyi analiz ettim. İran’da kolunda Rolex gibi gömleğinin kolunda Altınyıldız yazan bir adam çıktı karşıma. Altınyıldız yazıyor ama çakma.



* Ve İran pazarına açıldınız, çakma Altınyıldız mı rakibiniz?
İran bizim için çok önemli. İran yasaları ‘çakma’ya tepki gösteriyor ama siz oradaysanız. Şimdi çaksınlar da göreyim, artık orada ben de varım. Altınyıldız Pars diye şirketimiz var. 2011’de 20 milyon dolarlık ihracat hedefimiz var, kesinlikle gerçekleştireceğiz. 2010 hedeflerimiz de tuttu. 40 milyon dolar civarında ihracatımız oldu.


* 2011’de hedef nedir?
2011’de toplamda 70 milyon dolar olacak. Suriye ve Moskova şirketlerimiz de Eylül ve Ekim’de açılacak. İnşallah 2012 sonunda Altınyıldız’ın Türkiye’deki pozisyonuyla eşit olacak İran’daki pozisyonu. İran’da şu anda resmi bir pazar pozisyonu aldık. Bu arada kapasitemizi de büyüteceğiz.

* Altınyıldız Türkiye’nin en önemli ve eski markalarından. Bu farklı açılardan bakıldığında hem avantaj hem de dezavantaj. Markalar da yoruluyor...
Türkiye’nin İSO’sunu kuran 100 şirketten 17 şirket kaldı. Biz de onlardan biriyiz. Kurumun yönetimini 8 saat vizyonel, 8 saat misyonel çalıştırmak zorundayız. Kısaca çalışmak ve proaktif çok çalışmak zorundayız.

* Krizle ilgili müşteri davranışları nasıl değişti?
Pozitif değişti. Fiktif fırsatları müşterilerimizin bırakmasıyla net güvenilir pazar ve müşteri portföyü oluştu. Müşteri çek dönüşleri yüzde olarak gözardı edilecek seviyelere geriledi.

* Temkinli davrandı herkes...
Seçicilik oldu. Temkinli davranmaktan kaynaklı doğru müşteri oluştu. Kaliteli insan kaliteli alım yapar. Bu Uzakdoğu’yu da bitirdi.

Cem Boyner’le geçen 45 dakika 45 güne eş olabilir

* Hep Osman Bey’den söz ettik. Cem Boyner’le ilişkiniz nasıl?
Cem Boyner, Osman Boyner’in oğlu. Birbirine benzeyenler birarada toplanır. Benim soyadım Boyner değil. Ben sonuç odaklı olduğum sürece Osman Bey’in manevi oğluyum. Ben hayatımda Kemal Kaplancalı’dan çok etkilenmiştim. O da Osman Bey’in akranıydı. Osman Bey’den etkilendiğimi artık söylememe gerek yok, o her şeyim ama Cem Boyner’den çok etkilendim. Cem Bey birçok şeyi söylemeden söyler. Başka bir şey bu. Ben bu ailede paraya ve makama çalışmadım, hepsini onlar bana verdi. Cem Boyner’le geçen 45 dakika 45 güne eşit olabiliyor. Ben kendisiyle konuşurken onu almaya çalışırım. Ayrıca bizim için Cem Bey’in marka değeri çok önemli.

Takım elbisede yazlık-kışlık ayrımını kaldıracağız

* Yeni kumaşlar hep yurtdışından çıkıyor, Ar-Ge çalışmalarınız ne durumda?
Ben mutfakta yetiştim. Ar-Ge bir sistemin varlığının ve devamının esasıdır. 2010’da bizim iş kolumuzda ciromuzun yüzde 40’ı geçtiğimiz yıllarda yoktu. Hepsi yeni ürünler... Yani eskiden hiç yapmadığımız bir ürün portföyünü sattık.

* Yeni ürünler devam edecek mi? Terletmeyen kumaş mı, leke tutmayan kumaş mı, nedir yenilikler?
2010’dan itibaren yeni portföyü ortaya çıkardık. Eylül’de yeni bir ürünümüz çıkıyor, Şubat’ta da yeni bir ürün çıkacak. O Şubat’ta çıkaracağımız ürünü 2 yıl dünyada kimse yapamaz. Kış sezonu açılıyor yakında, bizim markalarımız açtı. Network açtı sezonu. Zegna’dan Sarar’a tüm markalar için söylüyorum, hedefimiz tümünün içinde yüzde 51’lik pay almak. Bunu nasıl yapacağız? Çok şey yaparak. En önemlilerinden biri de bu Ar-Ge çalışmaları. Doğru ürün, doğru zaman, doğru fiyat artık demagoji. Bunun üzerine ne koyduğunuz önemli... Mesela kuru temizlemeye gitmesin, çay döküldü bacağı yanmasın, yemek döküldü iz kalmasın, çamaşır makinesinde 5 yıl dayansın... Finalde sokaktaki insana güven vereceksiniz ve hayatını kolaylaştıracak, konforunu artıracaksınız. Bunları yaparsanız müşteri hakkını verir.

* Şu yeni ürün nedir, söylemiyorsunuz...
Şu kadarını söyleyim, yazı kışı kimse anlamayacak. Takım elbisede yazlık-kışlık kalkacak... Renk dışında fark kalmayacak... Üzerinde 4 yıl çalıştık. En az 2 yıl dünyada kimse bu ürünü yapamaz.


Vali’ye Çin malı takım elbise satılınca...

* Uzakdoğu’dan gelen kumaşlarda kullanılan boyalarla ilgili büyük sorun var. Bakanlık bir çalışma yaptı, tekstil ürünleri de var içinde... Markaları açıklamadı Bakanlık... Sizce açıklanmalı mı?
Bence açıklamalı. Medyada da bu açıklamalar yer almalı. İnsan sağlığı herşeyden önemli değil mi? ‘Müşteri velinimettir’ sözü eskide kaldı. Pozisyonlanmış marka velinimettir. Müşteri var zaten. Bizim müşterilerden biri pazarda yer almak için Uzakdoğu’dan ürün almış. Doğu’da bir vali takım elbise almış onlardan.

* Vali bile mağdur mu olmuş?
Aynen. Büyük marka, vali satın aldığı mağazaya gelip adamı tokatlamış. ‘Siz bana bu kazığı nasıl satarsınız, ben sizden bedava mı alıyorum?’ demiş. Şehir sıcak, adam ceketini askıya asmış, toplantıya giderken ceketini almış güneşten ceketinin rengi değişmiş, pantolonla ceketin rengi farklı olmuş. Ürün markaysa bunları yapmamalı. Osman Boyner kuralıdır, ‘Oğlum ne yaparsan yap markanı bir güne, bir aya, bir yıla sıkıştırma’ der... Ben de ‘Bir gün herkes Altınyıldızlı olacak’ diyorum. Biz doğru ürünü vererek, örnek kaliteyi üreterek diğer markalara da örnek olacağız. Uzakdoğulu da kendini düzeltiyor hızla.

Yazının devamı...

Yağı erittiği ortaya çıktı, yeşil çay tüketimi % 60 arttı

Dünyada en çok çay tüketen toplumuz. 80 yıldır bu topraklarda genci yaşlısı, Doğulusu Batılısı çay tüketiyor. Biz çay denildiğinde siyah çayı biliyor, ince belli bardakta da demleme çay tüketiyoruz. Çayın onlarca, hatta yüzlerce çeşidi var ama biz siyah demleme çaydan da asla vazgeçmeyen bir toplumuz.

Günde ortalama kişi başına düşen çay tüketimi 3.8 bardak ve Türkiye’de çay tüketimi artmaya devam ediyor.

Geçenlerde Lipton’un Ürün Müdürü Leyal Eskin Yılmaz’la çay içip sohbet ettik.

Lipton 150 ülkede faaliyet gösteriyor. Türkiye’de Çaykur dökme çay pazarında tartışmasız lider, Lipton da demlik ve bardak poşette en çok satan marka. Lipton’un pazar payı yüzde 17.

Leyal Eskin Yılmaz’la konuşana kadar Çin’in en çok çay tüketen toplum olduğunu düşünüyordum, oysa Türklerin kişi başına tüketimi Çinlilerden de fazlaymış. 2009 yılında Türkiye’de çay tüketimi de yüzde 15 artmış.

Lipton’un Londra’da bir Çay Enstitüsü var. Burada çay üzerine araştırmalar yapılıyor. Çayın tarladan bardağa gidene kadar yaşadığı tüm aşamalar burada değerlendiriliyor. Seralarda dünyanın farklı yerlerinden gelen çay örnekleri ve yağmur suları kullanılarak çalışmalar yapılıyor. 50 uzman, çayın fiziksel ve zihinsel etkileri üzerine çalışıyor.

Çayda teanin denilen bir madde var. Bu madde zihni açıyor, zindelik veriyor.

Leyal Eskin Yılmaz, “Teanini önümüzdeki yıllarda daha çok duyacağız. Çünkü herkes daha sağlıklı yaşamak istiyor, sağlığına eskisinden çok daha fazla dikkat ediyor. Yapılan araştırmalar çay tüketiminin kalp hastalıkları ve felç riskini düşürdüğünü gösteriyor” diyor.

Son yıllarda siyah çay dışında bitki ve meyve çaylarının yararlarıyla da ilgili bilgi bombardımanı altındayız.

Bitki ve meyve çayı çeşitleri sayısı da katlanarak büyüyor. Lipton da bu alanda öncülük eden bir marka.

Veriler de bunu destekliyor.

POŞET ÇAYDA HEDEF GENÇLER

Geçen yıl Türkiye’de çay tüketimi yüzde 15 artarken, yeşil çay tüketimi yüzde 60 artmış.

Leyal Eskin Yılmaz, “Çok sayıda uzman yeşil çayın yararlarını anlattı. Yeşil çayın içinde bulunan bir madde, özellikle bel çevresindeki yağlarda etkili deniliyor, bu yüzden de yeşil çayı kadın-erkek tüketen sayısı hızla artıyor. Aslına bakarsanız Türk halkı çay çeşitlerini çok tanımıyor. Yalnızca siyah çayı tanıyor. Dünyanın hiçbir yerinde çift katlı demlikle yapılmıyor çay. Bizim çayımız 20-25 dakika demlemeden renk vermiyor. Sri Lanka çayı tam tersi, çok hızlı aromasını veriyor. Türk halkı siyah çayın aromasına düşkün, ama çok kaynatılan bir çay da yararlı olmuyor” diye anlatıyor.

Lipton Türkiye’de bardak poşet ve demleme poşet alışkanlığını yaymak için gençleri hedef alıyor. Malum demleme çay tüketenler için bardak poşet hem sunum hem de damak tadı açısından tatmin edici değildir. Bu yüzden de Lipton yeni tüketicileri hedefliyor. Sanal ortamda da çok çalışıyor. Geçen yllarda www.herşeyibilenkadin.com adlı bir web siteleri vardı, halen de var bu site. Bir nesne tutuyorsunuz, 20 soruda bu nesnenin ne olduğunu ‘herşeyibilenkadin’ çay yudumlayarak biliyor! Lipton’un sanal dünyadaki bu çalışmaları sürüyor. Yeni web siteleri www.hadikaynatalim.com. Burada da bir çay robotu sizinle chatleşiyor.

Lipton’un işi ‘siyah demleme çay ülkesinde’ hiç de kolay değil, en sevdiği içecekle arasına ‘poşet’ sokmak istemeyenlere karşı genç nüfusu kapmak için Lipton daha çok yenilik peşinde koşacak gibi görünüyor...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.