Şampiy10
Magazin
Gündem

Herkesin yalnızlığı kendine...

Öyle ya da böyle, herkes yalnızlığın bir tarafından tutmuş.

Kimi yalnızlığıyla sevgili olmuş, tutmuş elinden fink atıyor... Kimini de yalnızlık tutmuş bırakmıyor...

Kimi de zırvalıyor!

Ama benim hepsine bir cevabım var.



- “Bu anlattıkların gerçek yalnızlıktan kesitler. Bir de hakikatten kaynaklanan yalnızlık var, sanırım sen onu tanımıyorsun.”

(Tanımıyorum, tanımak da istemiyorum. O dediğin, ‘Gerçek’le ‘Hakikat’ arasındaki fark kadardır!)

- “Her satırı evet! evet! evet! diye okudum, Nevresim takımı ve şarap kadehi düşkünlüğünde kitlendim. Son 2 ayda 6 tane nevresim takımı alır mı insan?”

(Alır. Hatta her takıma başka adam da yakıştırır! Heh heh hee...)

- “...ve böylece hayat gelip geçer. Mezar taşına da, ‘Çok haklıydı ama’ yazılır.”

(Arabeskleşmeyelim! Hiç öyle bir mezar taşı gördün mü? Yazarlar doğum yılını, ölüm yılını, o kadar!)

- “Yahu bazı kadınların ne sıkıntıları ne dertleri varmış aaaa... Ne üzüldüm, ne üzüldüm anlatamam. Hele ki doğuda patır patır kendilerini asan kadınları düşündükçe dedim ki kendi kendime onlarınki de iş mi şimdi canım amannn, şu yalnızlara bir bakın hele vah vahhh... Çok kederliyim anlatamam...”

(Hoşgeldin! Biz de zaten eski Türk filmlerindeki Lale Belkıs tiplemeleri gibiyiz! Biz öyleysek, sen de hiç sevişmiyorsun!)

- “Yalnızlık üçe ayrılır: Ne aradığını bilmeyenlerin yalnızlığı, aradığını bulamayanların yanlızlığı, aradığını bulup da kaybedenlerin yalnızlığı. Birinciyi sen anlatmışsın, iki ve üçüncüyü ben iyi bilirim de, yerim dar...”

(Yeni ayrıldık galiba! Geçer merak etme! Üç vakte kadar sapıtmaya başlarsın.)

- “İffetlerini korumaları için Allah 6. hissi kadına vermeseydi, kadınlar beğendikleri erkeklerin peşlerine (erkekler gibi) evlerine kadar gideceklerdi ve bir işaretle evin içinde olacaklardı. Gerisini gelecek sayıda anlatırım ve aile diye bir olay yaşanmazdı.”

(Seni Selçuk İlahiyat’a alalım... Hiiç yalnızlık hissetmezsin!)

- “O kadar güzel ki, kendimle sinemaya gitmek, tiyatro seyretmek, yazın denize, havuza hesapsızca, sorgusuzca gidebilmek yalnızlığın diğer adı KENDİNİ BULMAK kendin olmak vee şımarmayı da hak ediyoruz :)”

(İşte böyle... Onu bir kere sevdin mi, vazgeçemezsin.)

- “Olay budur! Bu anlattığınız duygu var ya, dünyada hiçbir şeye değişmem. Brad Pitt ayağıma kapansa yine de şu yazdıklarınızın zevkini vermez. O nasıl güzel bir şımarıklık, o nasıl güzel bir keyifli yalnızlıktır. :) Epey zamandır bu evredeyim. Keşke en baştan hep bu evrede kalsaydım. Neyse, hiçbir şey için geç değildir.”

(Evet de... Şu Brad Pitt kısmına takıldım biraz. Emin misin?)

- “Eşeyli çoğalınamayacağını fark edebilen herkes yalnız kalmayı sevmez.”

(Tabii!!! Yalnızlık sevişememek demek çünkü! O-hooo... Bak, önce su vardı. Sonra...)

- “Aynı korku kadınlarda yok mu? Ne de olsa iki cins de insan, genelde aynı nedenlerden korkarlar.”

(İstemekle, korkudan yapmak arasındaki farktan bahsediyoruz. Ama insan olan, korkudan değil, istediği için biriyle birlikte olur!)

Yazının devamı...

Erkeklerin yalnızlığı...

Önce insanın aklına, “Erkekler de yalnızlık çeker mi?” sorusu geliyor...

E, çekerler tabii... Eşşek değiller ya, çekerler elbet!
De...

Onlarınki kadınlarınkinden biraz farklıdır.
Daha...

Nasıl söylesem, daha fazla bencillik mi, daha fazla ihtiyaçtan mı desem, ne desem?

Farklıdır yani... Temel fark şudur:

Erkekler için yalnızlık, fikir olarak hep en iyisidir. Kadınlar için yalnızlık, fikir olarak hep en kötüsüdür.
Peki, bu temel doğru bazında erkeklerle kadınlar arasındaki en büyük fark nedir?

Kadının yalnızlık çektiği, birisine en fazla ihtiyaç duyduğu yaşlar, erkeklerin yalnızlığın tadını çıkardığı yaşlara denk gelir.

İlişkilerin sapıtması da biraz bu yüzden galiba!
Bunlar hayatlarının iki döneminde kendilerini yalnız hissederler.

Birincisi 20-30 yaş arası...
İkisincisi de, 50’den sonra... Aradaki dönemde hiiç yalnızlık falan çekmezler.

Ha, arada bir 50’sine yakalaşana kadar yalnızlıkla, sürekli biriyle beraber olmak arasında gidip gelir.
Nasıl gidip gelir? Yani ne zaman biriyle birlikte olmak ister?

Ya da ne zaman aklına gelir?
Ütüler çok biriktiğinde...
Evi b.k götürdügünde...
Banyosu yenileneceği zaman...
Üç gün üst üste ve üç ayrı kadınla birlikte olduğunda...
Bir de...

Mesela arkadaş grubu toplanırlar; herkesin eşi ya da sevgilisi vardır, o sap gibi kaldığında...
Yazın tatile gidecek ‘kendisine layık’ birini bulamadığında... İşte o zamanlar, “birisi” olsa diye düşünür.

Düşünce böyle gelir.
Nasıl gider?

Evli bir arkadaşıyla dertleştiğinde... Bir arkadaş toplantısında, evden kavga ederek gelmiş bir çiftin hallerini gördüğünde...

Evli bir arkadaşının telefon konuşmasına şahit olduğunda...
Her seferinde şu karara varır:

“Bir ütü için bir kadının kahrı çekilir mi lan?“
Hep vazgeçer...

Tak ki 50’sine yakalaşana kadar...
Ondan sonra...

Korku başlar bunlarda...
İki şeyden korkarlarlar:

1- Yalnız ölmek:

Evet yalnız ölmekten korkarlar. Öldükten sonra ne fark edecekse!

Şimdi bunlar bir üçüncü sayfa okurlar ya da duyarlar: “Yalnız yaşayan yaşlı adam (68) evinde ölü bulundu. Evinden yayılan kötü kokulardan şüphelenen komşular itfaiyeyi çağırınca acı olay ortaya çıktı.”
Ödleri kopar.

2- Cinsellik:

50’sine yaklaşan erkeğin kafası artık şöyle çalışmaya başlar:

“Şimdi iyi; karıları götürüyorum ama bir süre sonra bu olmayacak. Yaşıtım kadınları tavlamak zorunda kalacağım!”
Yani bunların yalnızlıktan anladıkları...
Öyle “Biriyle hayatı paylaşayım” falan değildir.
Korkudur aslında!

Yazının devamı...

Yalnızlığın IV. evresi...

Dördüncü ve son evresi...

Mutlak yalnızlık...

Yok yok.. O da sanki yalnız kalmaya yemin etmişsin gibi... Bir karar veya sonuç gibi...

Ya da mecbur kalmışsın da zevk almaya bakıyorsun(!) gibi...

Hayır. Benim anlatmaya çalıştığım durum bambaşka... Yalnızlığın başka bir hali...

Şımarık hali...

Kendi kendine yapabileceğin en muhteşem şımarıklık!

Dünden beri görüyorum ki, kızların çoğu yalnızlığın üçüncü evresinde...

Erkeklerinki mi?

Onlara da sıra gelecek...

Bugün kız kızayız...

Evet, kızlar üçücüncü evrede debelenip duruyorlar. Durumu, evreyi tespit ettik de şimdi ne olacak? Dördüncü evreye geçilecek mi? Geçilecekse nasıl geçilecek?

Şimdiii... Şöyle bir bakalım...

Yeteri kadar:

Kazık yedin... Aldatıldın...

Aldattın. Ağladın...

Yıprandın...

Kendini kandırdın... Çabaladın...

Boş verdin... Doldun, çok doldun...

Sapıttın sapıtabileceğin kadar.

Artık gideceğin başka yer kalmadı.

Bu ne demek biliyor musun?

Senin hamurunda yalnızlık var demek!

Çünkü olmasaydı, şimdiye kadar birisine razı olmuştun ya da boyun eğmiştin.

Ama öyle değilsin.

Başını belaya sokmuşsun sen. Başkaldırmışsın bir kere, geri dönemezsin.

Bunun için karşında iki yol var.

Ya kendini tekrar etmeye başlayacaksın; her şeyi almaza yatarak ki bu da mutsuzluğunun başlangıcı olur.

Gözlerinin altı çöker.

Feri söner. Aynı hataları yapmaktan kendini sevmemeye, saymamaya başlarsın.

Başkaları da... Bir barın aynasında kendini görürsün, tanıyamazsın. Üzülürsün...

Ya o anda kalkıp evine gidersin ya da kafanı aynadan çevirir birine gülümsersin.

Eve gitmezsen... Sıkı bir loser olmanın yoluna girdin demektir.

Ya da... Eve gidersin.

Ama öyle mum yakıp, bir de şarap açıp ‘Sil Baştan‘ dinlemek falan yok.

O saatte aç televizyonu; Ahmet Hakan‘ın, Saba Tümer‘in programına takıl.

Asıl Nuray Mert‘in katıldığı programın adı neydi, ona... Kadına bak, moralin düzelsin.

Televizyonun karşısında uyuyakal.

Çünkü ertesi sabah başka olacak! Biraz cesaret gerekecek.

Çok değil, biraz. Artık bütün işlerini kendin halledeceksin. Sıkıcı da olsa!

Evde bir tamirat yapacaksın. Kendin tamir edeceksin.

Tek başına alışverişe çıkıp öğleyin bir yerde tek başına yemek yiyeceksin. İlk gün herkes sana bakıyor gibi gelebilir. Ama emin ol, geçiyor.

Senden hoşlanan bir adama, “hayır” diyeceksin. Sırf gururunu okşasın, gününü geçirsin diye onunla çıkmayacaksın.

Boş yere ona vermemeye (kalbini) uğraşmayacaksın. Bak bu çok hoşuna gidecek.

Onun yerine güzel bir film seyredeceksin. Seni değiştirecek filmlerden birini...

Değişeceksin...

Kendine bir seyahat programı planlayacaksın. Bir arkadaşınla falan. Gittiğin yerde bütün çiftlerden daha fazla eğleneceksin. Evli veya sevgilisi olan kimsenin yapamayacağı, ağızlarının suyu akacağı bir program.

Şimdiden para biriktirmeye başlayacaksın. O üçüncü dönemde aldığın çarşafların renginde pijama alacaksın, sabah kalktığında yatağın içinde kendine bakacaksın. Ayaklarını uzata uzata... Orada kendini beğeneceksin.

Başkasının söylemesini beklemeyeceksin.

Hayatımda bu kadar şımarıklık görmedim!

Heh heh hee...

Aklına esenin yapılabilir olanlarının hepsini sıraya sokacaksın.

Ama acele etme... Yavaş yavaş...

Yaptığında ve artık yaptıklarından zevk almaya başladığında... İşte o zaman...

Artık sen yalnız değilsindir.

Başkaları kalabalıktır!

Yazının devamı...

Yalnızlığın deşifresi

Kendini yalnız mı hissediyorsun?

Merak etme, yalnız değilsin!

Heh hee...

Tabii yalnızlıktan kastım, sevgilisizlik...

Yoksa kalabalıklar içinde yalnızlıktan falan bahsetmiyorum.

Zaten onun ne demek olduğunu bir türlü anlamadım. Ayrıca anlamak da istemiyorum!

Hiç işim olmaz!

Hele hele evlilerin yalnızlıklarından hiç ama hiç hazzetmem. Kendi düşen ağlamaz.

Hepsinin bir bedeli var.

Yalnızlığın, evliliğin, çok eşliliğin...

Neyi seçtiysen onun bedelini çatır çatır ödeyeceksin.

Yalnızlık mesela...

İlk bakışta insanın içini sızlatan, ne melankolik ve acıklı bir manası var değil mi?

Yalnızlık...

Çınlıyor sanki!

Çınlar.

Önceleri çok çınlar hem de!

Her şey, “bir süre kafamı dinleyeceğim” cümlesiyle başlar.

İlk aşama budur.

Gerçekten de kafanı dinlemek istersin. Çünkü zannedersin ki, kendine koyduğun süreden sonra belki daha da önce yeni bir ilişkin olacak. Daha iyisini bulacaksın!

O sırada biraz kendini bırakırsın. Kız kıza takılmalar, makyaj yapmamalar falan...

Bir süre sonra bu durumdan sıkılmaya başlarsın.

Bu, ikinci aşamaya geçtiğinin işaretidir.

“Kendine gel” dersin, kendine!..

Diyete ve alışverişe vurursun kendini...

Gece çıkmaları, arayışlar dönemi...

Ama hâlâ herkese “kafamı dinliyorum” demeye de devam edersin. Hatta biraz daha şımarırsın. “Amaaan böyle daha iyi. Hiç derdim yok!” diyerekten...

Tam o sırada işte, kafanda gel-gitler oluşmaya başlar.
Panik aşaması...

Daha yüksek topuklar giymeye başlarsın.

Dövmeler, baş parmağa yüzük takmalar, pembe düşkünlüğü, mürdüm iç çamaşırı falan bu döneme rastlar.

Mum alırsın bir de...

Mum, nevresim takımı, şarap kadehi düşkünlüğü başlar.

Uzuun bir dönemdir bu.

Epey uzun.

Yalnız başına bir yere gidemezsin mesela... Gitmeyi reddedersin.

Hem cesaretin yoktur hem de isteğin.

Tek gecelik ilişkiler, abuk sabuk adamlar, evliler de bu dönemde hayatına girer.

Önceleri bunlara, “amaan, canıma değsin” muamelesi çekersin.

Çekersin de, için öyle söylemez. Hep düzgün birini ararsın.

Sabredersin, aşkın dibine vurursun.

Acı çeker, yıpranırsın.

Hâlâ yalnız bir yerlere gidemiyor, kendi işlerini yapmayı reddediyorsundur. Arabanın bakımı, yeni TV alımı, tamirat gibi işleri hep birilerine yıkmaya çalışırsın.

Sonra kendinden daha düşük, sana hiç uymayan danalara sıra gelir.

Düzgün birini ararken en beterine kalırsın.

Ağzının payını da alırsın.

“O bile!” deyip durursun.

“O bile...”

Artık yavaş yavaş tek başına bir yerlere gitmeye başlamışsındır. Kendine hayret edersin.

Ve buna, hem sevinir hem de hüzünlenirsin.

Yalnız yaptığın işler arttıkça özgürleşirsin.

Özgürleştikçe sevdiğin şeyleri yalnız yapabilmeyi öğrenirsin.

İşte bunu fark edip zevk almaya başladığın an...

Yalnızlığını tescil ettiğin andır.

Yalnızlığı öğrenirsin!

Hatta öyle bir hale gelirsin ki, onları anlayamazsın...

Yalnız olmayanları...

Kendilerine eziyet çektirdiklerini bile düşünmeye başlarsın.

Ve öyle bir zaman gelir ki,

“yalnızım” dediğinde...

Onlar sana acıyarak bakar, sen onlara acıyarak bakarsın...

İşin tuhafı...

İkisi de gerçektir!

Yazının devamı...

En güzel hediye...

Biliyorsunuz, güzel hediye diye bir şey yoktur.
Bu konuda kimse kimseye yaranamaz.

Ağzıyla kuş tutsa fayda etmez; kuşa yazık der, ay ağzında kuş var ne iğrenç der.

Pahalı bir şey alınsa, “o kadar paraya ala ala bunu almış; yazık!” der.
Ucuz alsa, kendisi de aynı oranda ucuzlar...
Olmaz yani...

Hediyenin iyisi olmaz!
Ama alınacak işte...
Varsa tabii...

Sevgilisi olan varsa...
Vardır da, bana bu sene epey azaldı gibi geliyor.
Hem de epey...

Kesin geçen senenin yarısına inmiştir.
Bugün masaların üzerindeki çiçeklerden anlarız.
Eğer gelirse...

Çiçeklerin anlamını çıkarmışlar. Hangisi, ne demek diye...
Ben de mealini veya sonucunu ekleyiverdim.
Buyrun...


Açelya: Gerçek şu ki, her şey bitti.
(Sevişirken bile çiçek alamayan danalar bunun için çiçek mi yollayacak?)
Akasya: Seni beğeniyorum.
(Allah razı olsun! Sen de olmasan!!!)
Beyaz akasya: Bizimki temiz sevgi, belki arkadaşça...
(Temiz derken??? Öteki pis mi???)
Ardıç: Seni koruyacağım.
(Kendinden mi?)
Çan çiçeği: Aşkımıza sadakatle bağlıyım.
(Bu yüzden az bulunan ve narin bir çiçek herhalde)
Çin gülü: Zarif ve güzelsin.
(Eee? Sonuç?)
Fulya: Sevgilim, geri dön.
(Öyle bir buket çiçekle olmaz o iş!)
Gardenya: Beni unutma, gerçek aşkımsın.
(Bu kimdi?)
Pembe gül: Arkadaşımsın.
(İnsan arkadaşına arkadaşımsın diye çiçek mi gönderir? Ben kıllandım bu işten!)
Kırmızı gül: Seni seviyorum.
(Kaç tane yolladığına bağlı. Tek gül ayağına yatıyorsa, geç.)
Kırmızı gül goncası: Genç ve güzelsin.
(Sen de dananın önde gidenisin!)
Hanımeli: Sana bağlılığım sonsuza dek sürecek.
(Sürmezse? Bu hanımelileri ne yapalım? Uygun bir şey olsun!!!)
Hercai menekşe: Aklımı meşgul ediyorsun, ama bundan şikâyetçi değilim.
(Oldu! İstersen gel vereyim kalbimi keyfin daha da yerine gelsin!)
Kaktüs: Aşkımız için zorluklara katlanmalıyız.
(Sen kaktüs göndererek işi zora soktun zaten! Önce bunu aşalım!)
Kamelya: Kusursuz bir âşıksın.
(Niye? Yine ne haltlar peşindesin?)
Kırmızı karanfil: Kalbimi kırdın.
(Sen de benimkini kırdın! Başka çiçek mi yoktu?)
Kırçıllı karanfil: Üzgünüm, ama bitmek zorunda.
(Niye? Karın mı öğrendi?)
Kırmızı lale: Aşkımı itiraf etmek istiyorum.
(Bu yolla gidersen, işin zor biraz!)
Mavi menekşe: Düşüncelerimi zaptettin.
(Hadiii!!!! Ne o öyle zapt mapt! Seks kokusu var buralarda!!)
Mimoza: Fazla alıngansın.
(Öyle deme, alınırım!!!)
Papatya: Temiz kalbin simgesi.
(Ne yani? Sevişmeyecek miyiz?)
Petunya: Umudunu sakın yitirme.
(Ne len? Seni mi bekleyecez?)
Portakal: Ben de seni çok seviyorum.
(Ben de karşılık olarak sana muz veriyorum. ‘Ben de’ manasında!!!)
Zambak: Seni neşeli ve nazik buluyorum.
(Ama? Bunun bir ama’sı var gibi!!)


Hepsi boş...
Bütün çiçeklerin tek bir anlamı vardır:
“Al şunu da kapa çeneni!”


Yazının devamı...

Bir kere yapan, hep yapar mı?

Hani kaç gündür, onu tanımanın en iyi yollarından birinin ex’ine sormak olup olmadığını tartışıyoruz ya...

Sormalı mı, sormamalı mı?

Nasıl sormalı?

Sorsak da doğruyu söyler mi, falan...

Leyla Alaton‘un bir sözünden yola çıkmıştık. O, “Mutlaka sorun” diyordu...

Aynı söyleşide babası İshak Alaton da vardı.

Kızıyla boşanma aşamasındaki konuşmalarını şöyle anlatıyordu:

“Evlendikten 11 yıl sonra ne yazık ki bir pazar sabahı ağlayarak eve geldi. Kollarındaki morlukları görünce, ‘istersen boşan’ dedim. Leyla’nın başına bu bir kez geldi. Bir defa olması yeterliydi. Bunu bir kez kabullendin mi, hayat boyu gider.”



Bir kez kabullendin mi, hayat boyu gider!

Gider mi gerçekten?

Ve bu her durum için geçerli midir?

Yani bir kere yapan hep yapar mı?

Bir kere vuran...

Bir kere aldatan...

Bir kere terk eden...

Bir kere küfreden...

Bir kere yalan söyleyen...

Bir kere ...

Sonra özür dilese...

Söz verse...

Yalvarsa...

Ağlasa...

Ayaklarına kapansa...

İkinci bir şans daha istese...

“Sadece ikinci bir tane daha! Tek bir tane! Ne kaybedersin ki? Üçüncüsü olmayacak! Söz!” dese...

Hı?

Affeder misin? Yoksa kesip atar mısın?

Hadi sen affettin, o bir daha yapar mı?

“Yapar” diyenler???

BEEN...

onun da kendine göre nedenleri vardır.

Ne mesela?

Mesela...

Bir kere korkmayan hiç korkmaz!

Mesela...

Bir kere yırtan, hep yırtacağını sanır.

Mesela...

Bir kere yüzü kızarmayanın bir daha yüzü kızarmaz.

Yetti mi?

Daha anlatayım mı?

Nedir yani? İlkinde olacakları tahmin mi etmedi? Hiç mi korkmadı? Hiçbir öngörüsü olmadı mı? Hiç plan yapmadı mı?

Salak mı?

Hayır.

Ama nedense herkes affeder. İkinci şansı verir.

Üçüncüyü, dördüncüyü, beşinciyi de verir.

Yalama olur artık!

O yüzden ilişkiler ya ilkinde biter ya da dokuzuncuda falan...

Dikkat edin, “bitirirsiniz” demiyorum, “biter” diyorum...

Hem de alakasız bir sebepten...

Gerçek sebebin üzerinden o kadar çok zaman geçmiştir ki, ona bunu söyleyemezsin bile...

Ne diyeceksin ki?

“Hani sen var ya, bir sene önce şunu yapmıştın seni aslında bunun için terk ediyorum” mu diyeceksin?

Diyemezsin. Sonra da hep geriye döner, bakarsın:

“Ah!” dersin, “Ah keşke o zaman bıraksaydım.”

O halde soruyu tekrar soralım:

“Bir kez kabullendin mi, hayat boyu gider mi?”

Gider!

En azından onun hayatı boyunca...

Yani ona yapıyorsa, sana da yapar!

Ya kalırsın sana yapar...

Ya da bırakırsın, başkalarına...

Yazının devamı...

Prenses çıplak!

Beyaz atlı prens diye bir şey kaldı mı?

Kaldıysa, onların da kalpleri var mı?

Varsa verirler mi?

Kalplerini yani...

Artık öyle bir şey yoksa, prensesler de mi yok oldu?

Prenses olmadığı için mi prens yok? Yoksa tam tersi mi?

Prens olmadığı için mi prensesler de yok?

İkisi birbirlerini yok mu etti?

O halde neden hâlâ kendini prenses zannedenler var?

Hem de tüm yaşanmışlıklara rağmen...

Biz ne zaman bu hale geldik???

Alın size günümüzün prens-prenses güncellemesi...

“Suç kadının içindeki prenseste değil. Çünkü cinsler arası beklenti farklı. Prens sonrasını düşünmez ama prenses hep sonrasını düşünür.

Prenses hep yakışıklı ve beyaz atına binmiş bir prens hayal eder ve önüne çıkan her erkeğe de bu yüzden prens muamelesi yapar.

Prens de bir prenses hayal ediyordur ama çıplak bir prenses. Hatta aynı anda 2, 3, 4 çıplak prenses hayal ediyordur. Hatta hatta hepsini aynı anda, aynı mekânda hayal ediyordur. Hayalinin bütün teferruatı ise cinsellikle ilgilidir.

Prenses ise böyle hayaller kurmaz. Onun hayallerinin teferruatı prensin bindiği atın rengi, yaşadığı sarayın ihtişamı, birlikte yaşayacakları odanın nasıl olabileceği, prensin babası (kral oluyor) annesiyle (kraliçe) ilgilidir.

Prens mutlaka yakışıklıdır (sonra da gider bulabileceği en çirkin adamla çıkar) onu çok sevecek ve bir ömür boyu beraber olacaklardır.

Ama prensin bir kalbi! olduğunu hiç düşünmez. Ona kalbini!nasıl vereceğini hayal etmez. Hâlbuki prens için işin özü, ilişkinin nedeni, bir oluşun, varoluşun nedeni budur ama prenses bunu atlar. Prensin sırf bu yüzden cennetten kovulduğunu unutur. Yani işin en önemli kısmını, özünü atlar. Karşısında çıplak ve eli kalbinde! bir prens bulunca da şaşırır kalır.

Prensin amacı mutlaka prensesin kalbine! girmektir, sonrasını düşünmez. Prenses ise bir kalbi! olduğunu unutup hep sonrasını düşünür. Yahut kalbini! prense vermesinin bir sayfa şartı vardır. Oysa prens zaten kalbine! girene kadar bütün şartları kabule hazırdır. Gerekirse elmayı bile ısırır, o kadar yani. Yanılgı da burada başlar. Birinin geldiği noktada, diğeri gidiyordur.

Ayrıca bu kadar çok prensesin olduğu bir ortamda prensin daha farklı davranmasını beklemek saflık olur.”



O halde ben sorumu tekrar edeyim:

Biz ne zaman bu hale geldik?

Yazının devamı...

Ex’ler yalan söyler mi?

Onu tanımak için ex’lerine soralım demiştik ya...
Daha doğrusu “soralım mı?” diye dün küçük bir beyin jimnastiği yapmıştık.

Ben sormaktan yanayım. Ha, sorar mıyım, onu bilmiyorum!
Şimdi durup dururken ex’ini bul, konuş falan...
Ne diyeceğim sonra?

Aynı düşünceler herkesin aklından geçmiş olabilir. Ama biri bunu yazmış bile...
Çok da hoş yazmış!
Bakın:

* “Ex’ten alınan haber ne kadar sağlıklı olabilir ki?
- Merhaba birader. Sen Nazan’ın eski sevgilisiymişsin.
- Evet abi, hayırdır?
- Seni bi daha buralarda görmeyeyim.
Ya da:
- Merhaba birader. Sen Nazan’ın eski sevgilisiymişsin. Nasıl birirdir anlat bakalım.
- Çok iyidir abi...
- Nerede?
- Orda abi...
- Orası neresi?
- Anla abi işte...
- Len sen benim sevgilim hakkında nasıl konuşuyorsun!
- Yanlış anladın abi, mutfakta çok iyi demek istedim ben.
Kadınlar içinde böyledir:
- Merhabalar. Size Ahmet hakkında birkaç soru soracaktım.
- Ahmet mi? Boyu bosu devrilsin onun..
- Alo Ahmet!
- Efendim aşkım.
- Senden ayrılıyorum (Kadınlar birbirinden çok etkilenir çünkü. Bkz. kuaförler).
Ya da:
- Merhaba. Siz Hande olmalısınız Ahmet’in eski sevgilisi?
- Evet, dün görüştüm sizden bahsetmedi.
- Alo Ahmet!
- Efendim aşkım.
- Boyun bosun devrilsin eve gelme...
Veya...
- Merhaba. Siz Nurcan olmalısınız, Ahmet’in eski sevgilisi.
- Hangi Ahmet? Bamya Ahmet mi?... Yanlış anlama, bamya yemeğini çok sever de! (Yersen.)
Velhasılı kelam, ex aşklar iyi söz söyleyecek olsalardı ex olmazlardı. Değil mi?”
Demiş...
Ammaaa....

Bu örneğe ne diyeceksiniz?

Alın size gerçek bir hikâye:

* “Ben bu sayede, birlikte olduğum insanın benimle birlikte iken aynı zamanda eski sevgilisiyle de iletişimini koparmadığını, ikimizi birlikte türlü yalanlar söyleyerek idare ettiğini anladım. Sonuçta ne oldu? İkimizi de kaybetti. İnsanların bu kadar kişiliksiz, ilkesiz, bencil ve çıkarcı olabilmelerini anlamak mümkün değil. Daha da anlaşılmaz olanı, bizler gibi, toplumda belli bir yeri, sosyoekonomik gücü, kariyeri olan ve sözüm ona ayakları üzerinde durmayı başarmış, bağımsız kadınların bu ciğeri beş para etmez adamların güzel sözlerine ve vaatlerine bu kadar kolaylıkla kanması. Bir an önce, içimizdeki beyaz atlı prensi bekleyen Pamuk Prenses’ten kurtulmamız lazım, yoksa bizi kandıran, kullanan ve sömüren daha çok kişi olacak.”

Şu Pamuk Prenses olayını daha sonra irdeleyelim. (Hiç de sevmem bu sözü; irdelemek!)
“İkircikli”yi de yazayım, tam olsun!
Onu bırakalım da, sormak lazım.
Sorabilirsen!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.