Şampiy10
Magazin
Gündem

Ex’ten al haberi...

Biraz ajanlık yapmaya gerek var mı?

Yok, öyle şüphelenip takip etmekten söz etmiyorum...

Telefonunu karıştırıp iş yerine baskınlar düzenlemekten falan değil.

Onu daha iyi tanımak için...

Bir bilene sormak...

Onu bilene...

Peki onu en iyi kim bilir?

Annesi, babası mı?

Kardeşleri ya da arkadaşları mı?

Yoksa...

Yoksa ex’i mi?

Eski sevgilisi veya eski eşi...

Tabii ki, ex’lerden biri.

Dün Milliyet Gazetesi’nde Songül Hatısaru’nun İshak Alaton ve Leyla Alaton‘la yaptığı söyleşiyi okudum.

Orada Leyla Hanım’ın bir sözüne takıldım. Diyor ki,

“Evlenmeden önce mutlaka eski eşlerle konuşulmalı. Birisi eski eşine yaptığını muhakkak yenisine de yapar. Bu, kadın için de geçerli erkek için de.”

Doğru mudur?

Ona yaptığını sana da yapar mı?

Yapar mı, yapar!

Şimdi diyeceksiniz ki, her insan başka biriyle farklı biri olur. Karşısındakine de bağlıdır bu.

Yani kadın onu delirtmişse...

Adam onu çileden çıkartmışsa...

O ne yapsın?

Tabii bunu, senin onu delirtemeyeceğini, onu çileden çıkartmayacağını farz ederek düşünüyorsun...

Nereden biliyorsun?

O da mutlaka başta böyle düşünüyordur!

Ama başka bir sorunumuz daha var:

Eski eş ya da sevgili yalan söyleyebilir...

Abartabilir...

Ya da tek taraflı anlatabilir...

Evet bu da olabilir.

Hatta çok iyi niyetlidir ama seni yanlış tanımış, hiç tanımamış da olabilir...

Hoş, eskisi değil yenisi de yanlış tanıyabilir ya!

Deneyin.

Şu andaki eşinize veya sevgilinize kendinizi anlattırın. Eğer samimiyse ve siz de buna katlanabilecekseniz anlattıklarına şaşırırsınız.

Kendinizi tanımayazsınız.

Hemen savunmaya geçmeyin, “Nasıl yaaa... Ne yaptım ki, böyle olduğumu düşünüyorsun?” diyerekten.

Başa çıkamazsınız...

Bir de, pazar sabahı gibi anlamsız bir zamanda da bu soruyu sormayın lütfen. Yoksa olaylar beklemediğiniz şekilde gelişir.

- Beni anlatsana...

- Güzel bacakların var.

Bir de...

- Üff... Öyle değil. Yani beni nasıl tanımlarsın?

- İsteyince güzel veren... (kalbini) istemeyince...

- İğrençsinnnn!!!

İşte bu yüzden...

İyi şeyler duymak istiyorsan ‘o’ndan hemen önce soracaksın.

Gerçekleri duymak istiyorsan da, ‘o’ndan hemen sonra!!

Unutmayın ama: İtiraz etmeye, savunmaya kalkışmayın.

Sadece dinleyin.

Ex’lere dönersek...

Onu yanlış tanıyabilir, taraflı anlatabilir, abartabilir, aslında anlatan hatalı olabilir falan..

Evet eskilerde böyle bir risk var.

Ama...

Ama bir çıkar çatışması olduğu anda...

Savunmaya ya da saldırıya geçtiği anda...

Ki seninle de mutlaka yaşanacak bunlar...

İşte o anda...

O yüzü ortaya çıkacaktır.

Hangi yüzü?

Ex’in anlattığı yüzü...

Yazının devamı...

Sabah sürprizi misin, nesin?

En iyisi sabah sabahmış!

Sabah seksi...

İyisi derken?

Yani neyin iyisi?

Seksin iyisi mi?

Hayır.

Sağlığın iyisi...

Seksin iyisi saat kaçta yapılanı acaba?

Bence...

Onu sonra anlatırım, şimdi konumuza dönelim.

Sabah seksi, daha güçlü bir bağışıklık sistemi sağlıyormuş.

Kahvaltıdan önce mi, sonra mı acaba?

Yani aç karnına mı, tok karnına mı?

Onu da sonra anlatırım...

Heh heh hee...

Aç karnına mı, tok karnına mı onu araştırmamışlar ama elimizde başka bir done var:

Araştırmaya göre, güne bu şekilde başlayan yetişkinler (seks yaparak yani), güne bir fincan kahveyle başlayıp işin yolunu tutanlara göre daha mutlu ve sağlıklı oluyor.

Sabah işe gelenlerin halinden anlayın artık! Kahve içip mi gelmişler yoksa...

“Günaydın” deyişinden anlaşılır aslında! Derse tabii...

Demiyorsa...

İki seçenek vardır:

Ya aylardır hatta belki yıllardır seks yapmıyordur ya da...

Yapamıyordur...

Neyse biz yine sabah seksine dönelim.

Bunlar da iyice delirdiler ha!

Sabah hangi birini yapacağız ki?

Kahvaltıyı mutlaka yapın!

Sabah sporunuzu kesin yapın!

Şimdi bir de onu yapın!

Oldu!

İşe de sen gidersin artık!

Biz yorulduk da, biraz yatacağız!

Ne bu be!

Her şeyi sabah yap, bitir. Sonra???

Hoşaf gibi, amaçsız adrenalinsiz işe gel!

Ama...

Sabah seksi, gribe yakalanma riskini azalttığı gibi, saçlarınızın, cildinizin ve tırnaklarınızın daha sağlıklı olmasını da sağlıyormuş. Amerikalı araştırmacı Doktor Debby Herbenick, “Sabahları seks yapmak, iyi hissettiren bir kimyasal olan oksitoksinin salgılanmasını ve çiftlerin bütün gün boyunca sevgi ve bağlılık hissetmesini sağlıyor” diyor.

Bak şimdi işin rengi değişti!

O zaman her şeye değer!

Baktın tırnağın takılıp duruyor, yanaşırsın yanına...

- Ne o? Sabah sürprizi misin, nesin?

- Yok, oksitoksinim azaldı, tırnağım takılıyor da!

- ???...

Tabii gün boyu sevgi ve bağlılık hissini de atlamamak lazım.

Önemli!

Sevgi kısmını bilemem ama bağlılık oranını artıracağı kesin!

Biliyorsunuz ben bütün erkeklerin her sabah ne şekilde olursa olsun rahatlayarak evden dışarı çıkmalarının zorunlu tutulması gerektiğine inanan biri olarak, bu fikre biraz katılılıyor olabilirim.

Biraz çünkü; benim kastettiğim, her sabah seks yapmak değildi.

Yapana, yapabilene sözüm yok da... Ben daha kolay bir yol düşünmüştüm. Kendi kendilerine seks yapsınlar diyordum...

Sonunda benim lafıma gelecekler de...

Uzmanlar ayrıca, iş yerinin ve bir ailenin getirdiği iş ve sorumluluk yüküne rağmen, yetişinlerin sekse daha fazla zaman ayırmaya gayret etmesi gerektiğini söylüyormuş.

Nasıl olacaksa?

- Tahsin, bugün çocuğu okuldan sen alacaksın!

- İttir et, gel sevişelim!!!

Sanki zamansızlıktan sevişilmiyor!

Yazının devamı...

Her zaman 'gösteri devam etmez!'

Bazen abartırsın...

Üzüntünü...

Neşeni...

Kaygını...

Hastalığını...

Hikâyeni...

Abartır da abartırsın.

Sonradan imalar, manalar yüklersin.

O zaman hissetmediklerini, o anda göremediklerini, anlatırken fark edersin. Hatta eksik kalan yerleri de tamamlayıverirsin. O hali daha güzel olur çünkü!

Kime ne zararı var ki!

Tadını çıkarırsın

yani...

Ama bazen de bütün bunlara gerek kalmaz.

Üzüntün, neşen, kaygın, hastalığın yani hikâyen sağlamdır.

Abartılmayacak kadar dolu, inanamayacağın kadar da gerçektir.

Gerçekten üzüntülüsündür.

Gerçekten neşeli, kaygılı veya hastasındır.

Zaten o kendini belli eder. Sen de kendini tutamazsın.

Gözyaşlarını tutamazsın.

Kahkahanı, bakışlarını, elini kolunu idare edemezsin. Hatta onlar seni idare eder. Bırakırsın kendini...

Tutamazsın...

Tersini yapamazsın.

Gerçekten neşeliysen, ağlayamazsın...

Gerçekten üzüntülüysen, gülemezsin...

Ne bileyim; gerçekten hastaysan, sigara içemezsin.

Gözün başka şey görmez, aklına hükmedemezsin.

Ne olursan ol, kim olursan ol fark etmez. Zaten o anda kim olduğunu, ne olduğunu da bilmezsin.

Yani her zaman “gösteri devam etmez!”

Ara verirsin.

Tıpkı Acun Ilıcalı’nın yaptığı gibi...

“Bu kadar üzüntülüyken gülemem” demiş, bir hafta programa ara vermiş.

Defne Joy Foster’ın zamansız ölümüne gerçekten üzülmüş.

Ne oldu?

İzleyicilere saygısızlık mı yapmış oldu?

İnsanlar, “Bana ne yaa... Programı seyretseydik!” mi dedi?

Programa katılan arkadaşları isyan mı etti? “Biz dans etmek istiyorduk!” mu dediler?

Ekstradan para mı kazandı?

Televizyon kanalı ona rest mi çekti?

Üzüntüsünün rantını mı yedi?

Acun Ilıcalı şov dünyasından mı atılacak?

Hayır.

Herkes ona saygı duydu.

Herkes onu daha çok sevdi.

Hikâyen sağlamsa...

Gerçekten üzüldüysen...

İşte böyle her zaman, “The show must not go on...”

Ara vermeli...

Yazının devamı...

İyi ki oğlum yokmuş!

Çocuk sahibi olmak çok zor, çok!

Ama hangisi daha zor, onu bilmiyorum. Erkek çocuk sahibi olmak mı, kız çocuk sahibi olmak mı?

Neyi, nasıl anlatacaksın ona?

Ne söylesen boş mu?

Dün, “oğlum olsaydı, ona ne söylerdim” listesi yazmıştım ya, her kafadan bir ses çıktı.

Eğlenceli sesler.

Cevap vermek istedim.

Önce bir muhataptan gelen mail’le başlayalım...



- 30 yaşında annesinden öğüt almaktan bıkmış bir gencim. Beni ne kadar sevdiğini sorgulamak aklımdan bile geçmez ama bana hiç ama hiç öğüt vermemiş babam ona kızgın olsam da bana gizliden bir öğüt verdi; haberi bile olmadan hem de...

Öğüt şu: ‘Sen teksin ve arkanda sana öğüt verecek biri yok. Bu olayı ve her yeni olayı sen çözmelisin. Tetikte ol, ben yokum, sen varsın. Kendini bırakırsan seni kurtaracak bir ben yokum.’

Ve bu öğüt sayesinde sizin yazınızdaki bütün öğütler ve olaylar aslında bana hediye oldu. Annem ise hâlâ bana tutmadığım öğütler veriyor.

Asıl problem şu: Ben çocuğuma hangi yöntem ile öğreteceğim? Soğuk baba ve kendine güven hediyesi mi? Aşırı ilgili anne ve şımarık çocuk karakteri hediyesi mi?

(E, ama sen de 30 yaşına gelmişsin, pek çocuk sayılmazsın yani!!! Hamama falan almazlar artık seni!!!Sen istersin ama!!! Ne olduğunu, kim olduğunu bilmiyorum, bana da sinir olacaksın ama annen haklı gibi... Biliyor musun, genellikle haklı çıkarlar. Gıcık ama gerçek bu!)

- “Benim Oğlum Olsaydı” harika bir yazı. Hep aynı şeyleri düşünürdüm. Ama daha yaşı çok küçük. Kesip saklayacağım oğlum için, ilerde bir şeyleri atlamayayım.

(Sakla, sakla. Dünya değişiyor ama kadınlar, erkekler ve duygular değişmiyor. Bir gıdım ilerleme bile yok!)

- Oğlum var ve bu dediklerinizin ÖNCELİKLE kendi mutluluğu ve birine, bu her kimse, bağımlı birey olmasını engellemek için söyleyeceğim.

(Sadece kendisi için değil, empati yap, kadın da mutlu olur.)

- Siz çocuğunuzu istediğiniz kadar eğitin, elin kızı geliyor ve sizin öğrettiklerinizi bir kalemde siliyor. Artık oğlanlar annesinin değil, eşlerinin sözlerine kulak veriyor. Erkekler evlenince huyu değişiyor.

(İlk 5-6 sene söylediğin gibi oluyor, haklısın. Biraz sabret, sonra akılları başlarına geliyor. Kesin. Bundan eminim.)

- Oğlun yok, kızın da yoksa acıdım sana. Eksik kalmışsın derim, tamamla.

(Şu dünyada acıya acıya bana mı acıdın? Pes!)

- Bu seneki şişik karın (hamile) modasına katılmak için içten bir özlem var gibi, yalan ve kibarlık dışındakileri bana önceden yazıp verdiler, bu köşeyi neden sevdiğimin belki de kanıtıdır.

(Bizim buralarda öyle bir moda yok! Allahtan!!! Daha çok kalmamaya yönelik modalar var. Aspirin yöntemini kullanıyoruz! Onun ne olduğunu yazamam. Kendiniz araştırın.)

- Oğlunuz olsaydı sizi o kadar uzun dinlemezdi :))

(Onun için yazılı verirdim!!! Yoksa daha mı fena? Playstation olarak hazırlatsak!)

- Senin oğlun olsaydı gerçi yaşınız genç, istediğiniz kadar imal edebilirsiniz ama iyi ki yok. O yazıları okuduktan sonra oğlunuz olmamaya karar verdim. Ne olur, ne olmaz! İnsan vasiyete göre değil, tabiatın kendine hediye ettiği şekle göre cinselliğini yaşamalıdır.

(Sana ‘oğlum’ diyebilir miyim:))) Fakat o kadar yanılıyorsunuz ki kuzum! Tabiata göre nasıl yaşayacan?? Kediler köpekler gibi mi? Olmadı ama...)

Aaa...



Öyle yap, böyle yap!

Ne yaparsanız yapın!

Bana ne?

Yazının devamı...

Benim oğlum olsaydı...

Çocuğuna uygulamalı çapkınlık dersi veren kocasını boşamış.

İyi etmiş!

Verecek başka ders yokmuş gibi!

Olmaz mı?

Mesela benim oğlum olsaydı...

Önce ona yemek yapmayı, ev işlerini öğretirdim. (Sonra da nakış işlemeyi dermişim!!)

Yok yahu!

Kendi kendine yaşamasını öğrenmesi için...

Ki kafasındaki kadın kriterleri onlarla ilgili olmasın...

Ve mutlaka spor yapmasını önerirdim.

Bir şekilde sporu sevdirirdim.

Sonra...

Sıra kadınlara gelince...

Belki eline bir liste verirdim, “Al” derdim. “Bu da sana annenin kıyağı olsun!”

O listede neler derdim acaba?

Yazayım bakalım, ne dermişim...



- ‘Çapkın ol’ demezdim ama ‘olma’ da demezdim...

- Prezervatif kullanmasının şart olduğunu anlatırdım.

- İkinci kadını bilen kadınla birlikte olma derdim.

- Olsan da onu birinci sıraya koyma derdim...

- 40’ından önce evlenme derdim.

- Evlilik basınca bekleme, korkma boşan derdim...

- Aldatmak veya aldatılmak zorunda kalma derdim...

- Yalan söyleme demezdim.

- Ama söyle de demezdim.

- Yalan söyleyeceğin zaman karşındaki kadının zekâsına hakaret etme derdim. Bir de...

- Yalanına önce sen inan derdim.

- Öyle inan ki, sen bile yalanın gibi yaşadığını zannet derdim.

- Birlikte gülüp eğlenebildiğin kadınla yaşa derdim.

- Aldattığını kimseye söyleme derdim.

- ‘O zaman zevki kalmaz ki’ dersen, bari kadına söyleme derdim.

- İtirafçı olma yani derdim.

- Hiçbir kadının ilk ve son erkeği olma derdim.

- Kadın ahı alma derdim...

- Kadın ahı almak istemiyorsan kibar ol derdim. Kibar ol.

- Birini tavlarken de mantran bu olsun, kibar ol.

- Çok kıskanacağın veya çok kıskanılacağın ilişkilerden kaç derdim...

- İleride saçların dökülürse, takma kafana, kazıt gitsin derdim...

- Yeter ki göbeğin olmasın derdim.

- Şeyini ölçeceğine o süreyi(!) ölç derdim.

- Sana küçük gelirse, başka özelliklerini büyüt derdim. Arabanı, saatini değil!

- Kaç kere yaptığın değil, kaçından zevk aldığın önemlidir derdim. Bir de...

- Kaç kadının senden zevk aldığı...derdim.

- Cimri olma derdim.

- Komik ol ama şaklaban olma derdim.

- Sana değil, söylediklerine gülsünler derdim...

- Ciddi ol ama kendini ciddi sanma derdim.

- Güvenilir ol ama sıkıcı olma derdim.

- Ateşli ol ama vajina-salak olma derdim.

- Dans et derdim.

- Yattığın her kadına, ama her kadına değer ver derdim.

- Çünkü o, kendine verdiğin değerdir derdim.

- Şeyin seni değil, sen şeyini idare et derdim.

- Evine hep kendi anahtarınla gir derdim. (Ne demekse!)



Derdim de derdim...

Ama yok öyle bir derdim...

Yazının devamı...

Müziğine göre adam seçmece...

Öyleymiş...

Dinlediği müziğe göre insanların kişiliğini anlayabiliyormuşsun.

Yani “dinlediği müziği söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” cinsinden bir durum...

Hatta çıkarmışlar bile...

Hangi müziği dinleyen nasıl biridir, yazmışlar.

Hatta hatta, erkeklerin partnerlerini seçerken karşısındakinin müzik zevkinin kendisininkiyle uyuşmasına dikkat ettiği, kadınların ise bu konuya erkekler kadar önem vermediği ortaya çıkmış.

Kadınlarda seçtikten sonra dank ediyor da ondan herhalde!

Şimdi diyeceksiniz ki, “buldun da, müziklisini mi arıyorsun?”

Öyle demeyin!

Pop mop neyse ama bazı müzik türleri aynı zamanda da yaşam biçimi!

Yani mesela heavy metal‘ci bir adamla, Türk popçu bir kız beraber olabilir mi?

Bu, dinci bir adamla, laik bir kadının birlikteliği kadar olanaksızdır.

Tek ortak noktaları vardır; ikisi de müziği sever, o kadar.

Tıpkı ikisinin de sadece Allah’a inanması gibi...

Önemlidir yani...

Hayata aynı yerden bakmak önemlidir ve dinlediğin müzik de bunun sıkı bir göstergesidir.

Zaten tespit etmişler...

(Ben de mealini yazayım.)

Mesela rock dinleyenler, sosyal farkındalığı yüksek ve isyankâr oluyorlarmış.

(Yani aldatma potansiyelleri yüksek.)

Pop dinleyenler, uyumlu ve toplumsal cinsiyet rollerine bağlı insanlarmış.

(Bunlar da aldatılanlar.)

Caz ve blues dinleyenler ise yeni deneyimlere açıklarmış.

(Bunu açıklamama gerek var mı?)

Yani bu durumda, popçuyla rock’çı ve cazcı birlikte olmasın.

Rock’çıyla cazcı olabilir... Hatta epey eğlenirler!

Bir de, heavy metal’ci erkekler kadınlara çekici geliyormuş ama bu müzik türü dinleyen kadınlar erkeklere ‘zararlı’ imajı veriyormuş.

Zararlı!

Ne demekse!

Böcek gibi ya da ne bileyim, GDO gibi...

“Korkarız” diyemiyorlar da, zararlı diyorlar.

Hevay metal’ci kızla başedemez bunlar.

Yemez!

Peki ya, heevy metal’ci erkekler...

Biz niye korkmuyoruz onlardan?

Yok, korkarız da...

Hem korkarız hem ...

Heh heh hee...

Bir tespit daha var:

Klasik müzik dinleyen kadınlar erkeklere çekici geliyormuş!

Şimdi bu tespit yurt dışı için (bizde de gerçekten dinleyen 3-5 erkek için) doğrudur; sağlam ve sakin bir imaj verir kadın...

Ama bizde...

Bizimkilerin de hoşuna gider de farklı bir hoşlanmadır bu...

Şu efekti uyandırır onlarda:

Okumuş kadın şeyyapma... Okumuş, kaliteli kadınla sevişme hissi!

“Ben şunu bi düzeyime indireyim, rahatlayayım” içgüdüsü...

Yani önce adamın hangi müzik türünden hoşlandığını öğreneceksin.

Ama bu öyle sormakla falan olmaz.

Abuk sabuk bir türse, söylemez. Ya da yalan söyler.

Kendi ellerinle, kendi kulaklarınla tespit edeceksin. Bunun en sağlam yollarından biri arabasıdır.

Evinden de anlarsın ama o zaman artık çok geç olabilir!

Onun için arabadan başlayın.

Arabası yoksa...

O zaman boş ver, tespit yapmana gerek yok.

Heh heh hee...

Hayır be!

O anlamda değil!

O kadar da kötü değilim herhalde...

(Herhalde!)

Yani o demektir ki, henüz çocuk, oluşmamıştır manasında boşver diyorum...

Arabaya girdin oturdun ya... İçeride bir müzik çalıyor.

Hayır, o değil.

Kapat onu, radyosuna kaydettiği kanallara bak!

İşte orada onu bulursun.

Yazının devamı...

Adamın kalbine giden yol...

Öyle bir laf vardır ya,

“Erkeğin kalbine giden yol, midesinden geçer” diye...

Kaç bin yıllık laf!

Var bir bildikleri ki söylemişler ve bugüne kadar gelmiş değil mi?

Ama yine de bu işte bir terslik var gibime geliyor...

İyi yemek yaptın diye adam sana âşık olacak??

Tıh!

Bir terslik var.

Terslik, durumun aslında tam tersi olmasından mı kaynaklanıyor acaba?

Yani:

“Adamın midesine giden yol kalbinden geçer” mi?

“Âşık adam, ne yediğine bakmaz” manasında...

Başka türlü soracak olursak:

Kalp mi mideden, mide mi kalpten etkileniyor?

Bunu öğrenmenin iyi bir yolunu biliyorum ben.

Sağlamasını yapmak...

Tersten gitmek...

Mesela...

Mesela siz karısını iyi yemek yaptığı için aldatmayan birine rastladınız mı?

“Yoo, yo! O karnıyarığı yapan kadına bunu ben nasıl yaparım?” diye düşünerekten...

Tam aldatırken karısının patlıcan salataları gözünün önüne geliyor falan...

Birdenbire yataktan kalkıyor:

- Ben gidiyorum.
- A, niye? Ne oldu şimdi?
- Patlıcan oturtma yemem lazım!
- !!!...

Ya da:

İyi yemek yaptığı için bir kadını terk edemeyen adam var mıdır?

“Abi çekip gidecem, tam karar veriyorum, kadın bir dolma sarıyor, bir dolma sarıyor; yapamıyorum.”

Var mı böyle bir şey?

Yok.

Peki abartmayalım, atasözünün özüne dönelim:

Bir kadınla iyi yemek yaptığı için evlenmek isteyen birine rastladınız mı?

Ama...

Âşık olduğu için kadının abuk sabuk yemeklerine katlanan adamların sayısı hiç de az değil. Hatta biz onlara kısaca bir şey diyoruz ama burada yazamam tabii...

Anladınız siz onu!

O halde demek ki neymiş?

Dediğim gibi bu işte bir terslik varmış!

Bunu birileri daha fark etmiş olacak ki, yeni bir çalışma yapılmış.

Sonuç şu:

“Erkekleri kollarına yapılan 2 saniyelik bir dokunuş
etkiliyor.”

Sadece 2 saniye...

Dolma sarmaktan iyidir!

Şöyle bir test yapmışlar:

20’li yaşlarında ve fazla çekici olmayan bir kadından bara gidip karşılaştığı erkeklerle konuşmasını ve bu sırada iki saniyeliğine kollarına dokunmasını istemişler.

Kadının kollarına dokunduğu erkeklerden üçte biri kadını daha iyi tanımak istediklerini ifade ederken, dokunmadığı erkeklerin sadece yüzde 16’sı kadınla konuşmaya devam etmiş.

Şimdi diyeceksiniz ki, “20 yaşındaki kız 1 saniye de dokunsa yeter!”

Yaş ilerledikçe saniyeler artar falan...

Ha?

Böyle diyeceksiniz değil mi?

40 yaşındaki kadınların artık kola 2 saniye değil, başka yerlerlere dakikalarca dokunması falan...

Hemen sevinmeyin!

Danalar!

40 yaşındaki kadın da nereye ne kadar dokunacağını bilir;
Korkarsınız!

Yazının devamı...

Tantrik seks

Dalga geçmiyorum.

Dandirik, dandikle falan alakası yok.

Hatta tam tersi...

59 yaşındaki Sting yatak odası sırlarını açıklamış; beş saat sevişiyormuş.

5 saat... Nasıl?

Tantrik seksle...

Sting, saatlerce nasıl seviştiğini detaylandırmaktan çekinmiyormuş. Eşi Trudie de “eş değiştiriyoruz” diyebilecek kadar da rahatmış.

“Haaa... Tantrik bu mu yani?” diyeceksiniz.

Hatta belki aranızda, “öyleyse biz de yaparız” iddiasında olanlar bile çıkar, biliyorum ben.

Sanki her şey tamam, bir eş değiştirme yok! Olsa sen gör onu!

Ne 5 saati...

5 gün bile...

Yok artık!

Ama hayır, o değil.

Tantrik seks o değil.

Parola “Tantrik”miş mesela...

Arkadaşlarıyla yemeğe gidiyorlar, sonlara doğru Sting soruyor:

“Tantrik?”

Karşı taraf hemen cevap veriyor:

“Eveeet... Tantrik, tantrik!”

“Hesap lütfen!”

Tantrik lafı da o sırada çıkan sesten...

O sıra değil yahu! Nasıl, nereden çıksın o ses!

Bu değişirken.

Tam değişirken...

Trik, tantrik!!

Öteki tarafa geçiveriyor!!!

Ya da bizimkilerden birine soruyor mesela;

“Tantrik?”

“Tantrik ne lan? Ne diyon lan sen öyle tantrik mantrik! Gel ben seni bi tantrikleyeyim!”

“Oldu...”

“!!!”

Yok, bunlarla başa çıkılmaz!

30 yıllık eşini gerçekten çok sevdiğini vurgulayan Sting, “Bu tanrı vergisi. Trudie ne zaman yanıma gelse dünyam aydınlanıyor” diyormuş.

Aydınlanır tabii...

Çok sık gelmediği belli!

Belki de karıştırıyordur; karısı mı geliyor, tantrikten birisi mi???

Yok, arkadaşlar, bunların hiçbiri değil.

Tantrik:

“Hinduizm ve Budizm kaynaklı, erkeğin saatlerce boşalmadan sevişebilmesini de sağlayan cinsel pratik silsilesi...”ymiş.

Silsile...

Pratik silsilesi...

Tam bizimkilere göre!

Bakın nasıl yapılıyormuş, onu da anlatmış:

“Tantrik seksin sırrı, karnınızı içeri, omurganıza doğru çekmeniz ve bu arada nefes alıp-vermeye devam edebilmenizde gizli... Bu yolla kontrolü asla kaybetmiyorsunuz. Siz istediğiniz zaman bitiyor. Beş saate kadar sürebilir.”

O arada bir de cep telefonu faturasını düşünürse, süre 8 saate kadar rahat çıkar yani!!!

Heh heh hee...

Hem pratik silsilesi yapacak hem ötekini yapacak da biz de göreceğiz!!!

Karın içeri, omurga dışarı, nefes al, ver. Al, ver... Şimdiden başlayın derim.

Çoook çalışmanız lazım, çook!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.