Şampiy10
Magazin
Gündem

Martini mi antidepresan mı?

Hani dün yazdım ya, antidepresanlar maniye (duygudurum bozukluğu) sebep oluyormuş diye...

Kullananlar rastgele önüne çıkana âşık oluyormuş.

Hani kız tüpçüye âşık olmuş da, antideprasanı kesince “düzelmiş”miş...

Adam az kalsın Rus kızla evleniyormuş da, antidepresanı kesince nikâh masasından “dönmüş”müş...

Habere ben çok güldüm; özellikle örneklere...

Bugün de biraz yorumculara bulaşmak istedim.

Kaşınıyorum yani!

Zaten sinirim tepemde! (Antidepresan mı alsam acaba? Heh heh hee... Belki sinirim geçer!!)

Ama onlar da boş durmuyorlar, kaşındırıyorlar yani!!

Bak şimdi, lafa bak!

“Bu reklam için kaç lira aldınız. Şaka, şaka. Haydi sevgili aşk dostları. Antidepresana hücum!..”

(Ben aşk dostu falan değilim. Ayrıca şu anda anladım ki, aşk dostu olanlara da karşıyım. Hiçbir gruba dahil olmam. MM’nin söylediği gibi, “İki kişilik olanlar hariç!”)

Önemli olan âşık olmak, depresan kısmını atın bence. Geriye kalanı hayatın tümü. AŞK’ız diyebilmek, olabilmek...”

(Bugün herkes romantik, bir ben mi kötüyüm, ne? Ayrıca, “depresansız” aşk mı olur? Onun tadı orada! Yoksa başka yerde miydi? Neydi? Giyiniliyor muydu, soyunuluyor muydu? Heh hee...)

“Psikolog hiç doktor olur mu be Dileğim?”

(Olur be Ayçam. Psikiyatristten de, psikologdan da, fizikçiden de doktor olur. Da, derdimize deva bulur mu, işte onu bilemem. Yani kız tüpçüyle birlikte olsa, adam Rus kızla evlense daha mı mutlu olurdu? Bunu hangi doktor bilirdi?)

“Nasıl bir ilaçmış bu abi, antidepresan dedikleri meret. Atıyorsun bir tane âşık oluyorsun, kesiyorsun anında ‘Aaaa ben buna mı âşık oldum?’ diyorsun... Hadi yaa! Yahu bu ilacın etki süresi bile 3 haftadan sonra başlıyor. Nasıl bırakıyorsun şıp diye geçiyor falan filan. At martini bre Debreli Hasan dağlar inlesin. Komik yani, o kadar...”

(Önce sen şu antidepresanı kes. Martini’ye başla! Sonuçta aynı şey, baksana...Ha antidepresan ha 3 martini!! Sabah kalkınca aşk maşk kalmaz!)

“O zaman kadınlar yaşadı; âşık olamıyorum doğru düzgün erkek yok diyenler için. İç antidepresanı herkes olsun size kazanova! Ne güzel! Sıkılınca da antidepresanı kesin, kovalayın gitsin adamı.”

(E, zaten öyle! İlacı kesmene hiç gerek yok, hatta sakın bırakma zira adam senin kovalamana gerek kalmadan zaten kendiliğinden gideceği için lazım olacak. En iyisi, az önce yazdığım gibi, martini...)

“Antidepresan değil de, viagra sanki :)”

(Bak yaa!!! Aşk diyor, aşk! Seks demiyor! Ha, ‘Ne farkı var?’ diye sorarsan... Sorma. En azından bana sorma, bilmiyorum. Biliyorum da, işime gelmiyor!)

Yazının devamı...

Antidepresan aşklar

Ne alaka?

Anlatayım...

Bu bir haber. Önceki gün Cihan Haber Ajansı’nın geçtiği bir haber.

Başlık da şu:

“Antidepresanlar masum ilaçlar değil, bilinçli kullanılması lazım”

Eee? Bunda ne var diyeceksiniz...

Doğru değil mi?

Evet. De...

Haberin devamını okuyunca...

Bir psikiyatristle konuşmuşlar; profesör, “Hızla yayılan antidepresan ilaçların fiziki ve toplumsal yan etkileri olduğu”nu ifade etmiş.

Hatta antidepresanların bazı hastalarda maniye (duygudurum bozukluğu) sebep olduğunu söylemiş.

E, o düzelsin diye alınmıyor muydu bu?

Duygudurum bozukluğu?..

Güzel laf ama değil mi: Duygudurum!

Mesela ne yapıyormuş?

Çok enteresan bir şey yapıyormuş!

İlacı kullanan bazı kişiler rastgele önüne çıkana âşık oluyormuş.

Heh heh hee...

Vallahi!

Hatta örnek bile vermiş; bir hastasının yaşadıklarını anlatmış:

“Tüpçüye âşık olmuş kız. Baktım hanım hanımcık örtülü bir kız, tüpçüye âşık olmuş. İlacı kestik düzeldi. Kızın elinde değil.”

Heh heh hee...

Heh heh hee...

“Düzeldi” diyor yaa...

Tüpçüler ayaklansa ne diyecekler!!!

Tüpçüyü düşünsene...

“Neden?” diyordur, “Gayet iyi giderken, ne oldu?”

“Kusura bakma, antidepresan alıyordum.”

“???”

Tüpçü de psikiyatristin gözünde neyse artık!

Tüp fabrikası varmış mesela...

Tüpçü tüpçü ama o kadar mı olur!

Parası yani!!!

Ne olacaktı o zaman!

Daya kıza antidepresanı, kızım yoluna devam et diye...

“Düzeldi” diyor yaa...

Sinirim bozuldu...

Ama şöyle gerçek bir tarafı da yok değil:

Hani geriye baktığında, “ben bu adamla nasıl beraber olmuşum” dediklerin vardır ya...

Ne yaptığını bilmeden..

Hatta ne rezil olduğunu bilerekten...

Antidepresan almış gibi!

Antidepresan aşklar...

Onun üzerine atabiliriz yani!!!

Psikiyatrist başka bir örnek daha veriyor:

“Öyle bir iş adamı biliyorum. Antalya’ya gitmişti ilacı aldıktan sonra hemen orada bir Rus ile tanışmış doğru nikâh dairesine gidiyor. Yanındaki şoförü aradı, hemen ilacı kestik nikâh dairesine gitmesini önledik. Antidepresanlar bağımlılık yapmıyor ama aileyi yıkıyor. Masum ilaçlar değil bilinçli kullanılması lazım.”

Heh heh hee...

Nasıl bir antidepresansa!

Anında görüntü!

Kocanıza, karınıza, sevgilinize içirmeyin yani!! Ne yapacağı belli olmaz.

Ya da:

Bunu lehinize çevirin.

Adamı çok mu istiyorsun, daya antidepresanı, âşık olsun sana!!!

Demek o kadar gevşiyor ki, hiçbir şeyi takmıyor.

O eski fıkradaki gibi:

Hani adam ishal olmuş, geçmeyince psikolojiktir deyip bir psikoloğa götürmüşler. Doktor antidepresan vermiş, “1 hafta sonra gel” demiş.

Bir hafta sonra nasıl olduğunu sorduğunda cevabını da almış:

“Hâlâ ishalim ama artık kafama takmıyorum!’

Yazının devamı...

Kadınlar cinselliğe nasıl bakıyor?

Şaşı bakıyor!

Yok, yok, bakamıyor bile!

Ters düşüyor!

Yani şey gibi, hani özlü bir laf vardır ya, “Nereye dönersen dön, kıçın arkanda kalır” diye, onun gibi...

Şaka şaka!

Bir araştırma yapmışlar; Türkiye’de kadının cinselliğe bakışıyla ilgili... Sonunda da bir liste ortaya çıkarmışlar: “Kadın cinselliği ile ilgili yaygın yanlış inançlar” diye...

Bakalım mı?

Bakalım ama biraz da karışalım.



- “Kadının cinsel isteği cinsellik dışındaki olaylardan etkilenmez.”

(Tabii ki Kamboçya’da olup bitenlerden ya da B. Arınç’ın laflarından etkilenmez ama... Pardon yaa... Arınç’tan etkilenebilir!)

- “Kadın istemese de kocasına karşı görevi olduğu için cinselliği yaşamak zorundadır.”

(Bir dakika! Yaşamak başka, mecbur kalmak başka! Yaşatmak ise bambaşka!)

- “Kadın evlenene kadar cinsellikle ilgili hiçbir şey öğrenmemeli.”

(Zaten öğrenmeyiz ki! Evet. Kızlar, var mı öğrenen??:))) Hayır. Her zaman en iyisi sonuncusudur!)

- “Cinsel ilişkide kadının cinsel isteğinin, uyarılmasının, haz almasının önemi yoktur.”

(Doğru, şişme bebekler için öyledir. Ama aradaki farkı anlayana...)

- “Cinsel isteksizlikle başvuran her kadın cinsel istek azlığı yaşamaktadır.”

(İyi de, bunun nesi yanlış? Karnı acıktığı için ya da tırnakları uzamadığı için cinsel isteksizlik mi duyacak? Bir kadın durup dururken cinsel istek duyarmış gibi!!!))

- “Kadının cinsel isteği partnerine göre az ise mutlaka rahatsızlığı vardır.”

(Vardır tabii... Mutlaka danadan yana bir rahatsızlığı vardır!)

- “Normal çiftlerin cinsel ilişki sıklığı, yirmili ve otuzlu yaşlar için haftada en az dört olmalıdır. Sürekli olarak daha az olması düşük cinsel isteğin göstergesidir.”

(Doğru! Bunlar da herkesin sürekli cinsel arzulu yaşaması gerektiğine mi inanıyor, ne? Danalar gibi mi olalım?)

- “Sevişmeyi başlatan kadın ahlaksızdır.”

(Bitiremeyen adam nedir? Ya da bitirdiğini sanan? Dananın önde gideni...)

- “Cinsel eylemi erkek başlatmalıdır.”

(E, mekanik olarak başlatmayana da... Artık ne derseniz deyin.)



Bunların hepsi boş.

Şimdi “At sahibine göre kişner” diyeceğim, olmayacak. Kadına at, danalara da sahip demiş olacağım, o hiç uymayacak.

Ama ne demek istediğimi siz anladınız.

Anladınız anladınız...

Yazının devamı...

Hangi kadını sevdiğini söyle...

Devamını biliyorsunuz, “Sana kim olduğunu söyleyeyim.”

Kim söyleyecek?

Tabii ki ben.

Yine bir haber okudum: “Erkekler hangi kadınlardan hoşlanır?” diye...

“Veren (kalbini) kadından!” değil. Fiziki görüntüden bahsediyorlar.

Aslında bunu anlamanın en basit yolu şudur: Eşine ya da sevgilisine bakın; onun tam tersini hayal edin, adamın hoşlandığı tip odur.

Zaten kadın da bir zamanlar öyledir. Adamın hoşlandığı gibi...

Sonradan sonradan adam onu yer, bitirir.

Çünkü kadın onun hoşlandığı gibi kalsa...

Yer kafayı...

Niye?

Çünkü bütün erkeklerin de kendisi gibi ondan hoşlanacağını sanır.

Hoşlanmak da değil, onu arzulayacağını...

Zira bir dana için başka erkeklerin ondan hoşlanması, kadının başkalarından hoşlanmasından neredeyse daha fena bir durumdur.

Bunların kafasında şöyle bir düşünce vardır:

“Sen başkalarına bakmıyor olabilirsin ama başkaları sana bakar!”

E, baksııın...

Hayır, olmaz.

Bakmayacaklar.

Baktırtmayacaksın.

Niye?

İşte orada empati yaparlar.

Belki de empati yaptıkları tek yer orasıdır. O da kadına değil ha, erkeğe...

Başka erkeklere...

Kadının orada ne düşündüğünü değil, başka adamların aklından geçenleri anlamaya meyillidirler.

Kendini kadının yerine değil, başka erkeklerin yerine koyarlar.

Oysa senin için önemli olan kim?

Eşin mi, başka adamlar mı?

başka adamlar tabii ki!

Maalesef!

Neyse biz yine de bu danalar hangi kadınlardan hoşlanıyorlarmış, bakalım mı?

Bakalım da...

Ben de size onların kim olduğunu yazayım mı?



Bakımlı el ve ayaklar: Bakımsız el ve ayaklara tahammülleri yoktur. Acayip renkli ojeler de erkeklerin hoşuna gitmez. French manikür ya da kırmızı ojeyi beğenirler.

(Sor bakalım, kaçı ‘French manikür’ün ne demek olduğunu biliyor? Ayrıca adam göğüslerinden önce el ve ayaklarına bakıyorsa, cimridir. Titiz ve cimri... Kaç!)

Topuklu ayakkabı: Topuklu ayakkabı giyen kadınlara bayılırlar. Erkekler kendine güvenen kadınları beğenirler.

(Nerede? Uzayda falan mı? Kendine güvenen kadınları yatırıp kendileriyle aynı düzeye getirmek ister bunlar. Ayrıca topuklu ayakkabı takıntısı olan adamlar aldatır.)

Uzun saç: Genelde kadında uzun saçı tercih ederler. Salık saçları veya uzun at kuyruğunu çekici bulurlar.

(Bunların yüzde 90’ı uzun saç sever, doğru. O diğer yüzde 10 var ya, yani kısa saç sevenler... İşte onlardan korkacaksın. Sıkı adamlardır, eğlenirsin ama güvenmemek lazım.)

Dekolte: Erkekler kadınlarda ölçülü dekolteyi sever. Her yerini açan kadın, yanlış kadın tipidir. Erkekler için dekolteyi ölçülü kullanan ve kendine yakıştıran kadın çekicidir. Örneğin bir kadının bacakları güzelse bacaklarını açmasını, sırtı güzelse sırtını açmasını beklerler. Her yerini değil...

(Sana dekolte giydiriyorsa ya aldatıyordur ya da iyi sevişiyordur. İkisi birden de olabilir! Yok, giydirmiyorsa, iyi sevişmiyordur ve sevişmeyecektir.)

Benden söylemesi...

Yazının devamı...

Kiralık koca ne işe yarar?

“Bunu sen mi soruyorsun?” diyeceksiniz, değil mi?

Evet ben soruyorum:

“Kiralık koca ne işe yarar?”

Satılığı ne işe yarıyor ki!

Ha, siz öteki iş için diyorsunuz...

Eminim kimsenin aklına başka bir şey gelmiyor ama onu yapmak için Türk kadınları olarak henüz üzerine para vermemize gerek yok.

Henüz!

Birkaç sene sonrası için söz veremem, bir şey öngöremem çünkü gidişat kötü!

Elimizdekileri satılığa çıkarıp, kiralığa yönelebiliriz!!

İlanla...

“Sahibinden satılık!­­­­

Açıklama kısmına da şöyle yazarız:

“Tayin nedeniyle değerinin altında acilen satılık. Tadilat gerektirir.”

Ya da:

“Bayandan, az kullanılmış, ilk elden, değişeni olmayan, lokal üç parça boyalı, acilen...”



Tiflis’te böyle bir şirket kurulmuş.

Saati 13 Euro’ya adam kiralıyorlarmış.

Şirketin sahibi:

“Zor ev işlerinde yardıma ihtiyaç duyan kadınlar için buradayız. Söz gelimi ufak tamirat işlerinde bekâr kadınların bir erkeğe ihtiyacı olabiliyor” diyormuş.

Adamlar akıtan muslukları tamir edip, lambaları takabiliyolarmış.

E, tamam o zaman!

Lamba takan her şeyi takar! Conta falan...

Da, biz aramızda buna tamirci diyoruz.

Onlar, “Kiralık koca!” demeye başlamışlar.

Hani “Artık sadece o işe yaramaya başladılar ondan böyle söylüyorlar” desek, biraz saflık etmiş oluruz.

Bunların yaptığının ne olduğunu biliyorum ben.

Fantezi yapıyorlar...

Kiralık koca fantezisi...

Şirketin sahibi güya, “Bir Saatliğine Sınırlı Koca” olan isminin kadınların kafasını karıştırdığını, daha fazlasını istediklerini belirtmiş ve “bu nedenle çalışanlarımızın erkek fahişeler olmadığını söylemek zorunda kaldık” demiş!

Bak bak bak...

Kadınların kafları karışmışmış, daha fazlasını istemişlermişmiş!

Nasıl karışıyorsa???

“Lambayı da tak, musluğu da değiştir, bir dakika yaa ne oluyor kafam karıştı! Ne oluyor bana? Kendimi tanıyamıyorum. Daha fazlasını istiyorum. Evet evet, fırını da tamir etmeli bu. Süpürgeyi de... Hatta perdeleri de asmalı.”

Kafası karışmış ya, (biraz da unuttuğundan tabii!!!)

“Bir şey istiyordum ben ama neydi? Tamiratla mı, kıyafetle mi ilgiliydi, ne? Çıkarıyor muyduk, giyiniyor muyduk? Yok, sıcak basıyordu galiba ama...”

Kadınların kafası karışmışmış!

Yani kadınlar bunları bir istiyor, bir istiyor!!!

Var ya, hepsi bu haberi okumuştur. “Gitsem de bir tamirat yapsam” diye de keh keh güler bunlar.

Çok istiyorsan git evindeki tamiratları yap!

Yazının devamı...

Eve dönüş...

Kaç gündür yurt dışı hallerinden bahsediyorum ya, birisi de demiş ki:

“Bunların bi de yurda dönmüşlük halleri vardır. Hepsi sanırsın gittiği ülkenin en yetkili kişisince, ‘Valla bunu saymayız, yingeyi de al yimeğe bekleriz” sohbetiyle uğurlanmışlardır.”

Heh heh hee...

Daha güzel ifade edilemezdi herhalde...

Ya da sanki iki pasaportlu, orada da oturma izni, çok da parası var da, kısa bir süre için Türkiye’ye geliyor!

Zorla aldığı vizesi veya izni bittiği için falan değil!

Evet bir de yurda dönüş halleri vardır.

Bunun da iki hali vardır; hava ve cıva...

Önce cıva halini anlatayım...

Bu cıvalar, “Abi, gidecen oralarda yaşayacan” insanları...

Orada yapacağı işi bile bulmuştur.

İş de, büfe falan açar bunlar...

Burada bankada geleceği olan biridir ama orada büfeye razı olur.

Günde kaç su satacağını hesaplar; su pahalı ya, oradan başlar hesaba... Sonra ezberlediği iki üç kalem eşyayı da işin içine katar.

“Günde 50 su, 20 mendil, biraz da turistik eşya satsan kiranı çıkarırsın. E, yazın işler daha iyi olur. Zaten giyim kuşama da gerek yok burada. Ohhh...”

“Tabii abi, aslında Türkiye’den de mal getircen...”

Yırttınız yani!!!

Roma’da herkes Törkiş lokum alır zaten!

Orada büfeciyi seyredeceğine iki müze gez değil mi?

Hayııır!

Bunlar cıvadır zira bütün hevesleri ve hesapları üçüncü gün unuturlar...

Ta ki, bir dahaki gidişlerine kadar.

Havalara gelince...

Onlar da “bizim memleketimiz gibisi yok” insanları...

“Doğayla tarih bir arada. Dünyada nerede var?”

E, tabii Antartika’yla karşılaştırırsan, yok!

Gitmedim ama belki orada bile vardır.

“Boğaz gibisi yok!”

Tabii, Venedik, Rio falan hikâye zaten!

Şunun adına, “bizi Boğaz’da adam yerine koyuyorlar” demiyorlar da, konuşturacaklar yine beni!!

Yahu niye olmasın?

Daha da güzel yerler var. Fakat sakın ha, insanlarımızın güler yüzlülüğünden veya misafirperverliğimizden bahsetmeyin. Oralarda da adamı şeytmiyorlar!

Yani istemezsen!!!

Hele hele bütün kadın turistlere “bu verir (kalbini)” muamelesi yapmıyorlar!

İşte bunlar da havadır, çünkü havaları sadece buradadır.

Diyeceğim, niye ille de kıyas yapalım ki? Her yer ayrı güzel.

Ama sonuç olarak...

Tıpış tıpış dönüyorsun ya;

Yani sonuçta hepsi hava-cıva...

Yazının devamı...

Yurt dışı halleri...

Öyle bir hal vardır...

Yurt dışı hali...

Tıpkı ev dışı gibi, insanlar yurt dışına çıktıklarında değişirler. Hem kıyafetleri hem davranışları hem de karakterleri...

Farklılaşır.

Hiç yapmadığı şeyleri yapar ya da tam tersi, hep yaptıklarını yapmaz falan.

E, öyle tabii...

İnsan dışarıda evindeki gibi midir?

Evinde diz yeri yapmış eşofmanla gezer, dışarı çıkarken doğru düzgün giyinir. En iyisi bile o gün dışarı çıkmayacaksa duş almaz, (yani her gün duş alanlar bile..) tıraş olmaz.

Karısına dana gibi davranır, iş yerinde başka bir kadın oturacakken onun sandalyesini tutar.

Karısına dar pantolon giydirmez, dışarıda kadın haklarını savunur falan...

Farklıdır yani...

Tamam peki, kadınlar da öyledir.

Ama yurt dışına giderken, gittiğinde insanlar daha da farklılaşır.

Tuhaflık daha gitmeden başlar zaten.

Düşünsenize, ‘pratik İngilizce’ kitapçıkları diye bir şey var. Hani her an lazım olacak basit cümleleri içeren...

“Saat kaç?”, “Bu kaç lira?”, “Nasılsınız?”, “Buraya nereden gidilir?”, “Buralarda internet cafe var mı?”, Bir kahve alabilir miyim?” gibi...

İyi de, “bunları sormasını oradan öğrenecek olan, o soruların cevabını nasıl anlayacak?” bunu düşünen yok!

Hadi, “Bir kahve alabilir miyim?” diye sordu diyelim. Garson da, “Tabii ama önce kasaya ödeme yapmanız gerekiyor. Kahveyi de öteki taraftan alacaksınız” diye cevap verdi.

N’olacak şimdi?

N’olacağını söyleyeyim...

“Anlıyorum ama konuşamıyorum.”

Biliyorsunuz, ahalimizin yüzde 99’u İngilizceyi anlar ama konuşamaz! Aynı yüzde 99, CV’lerine iyi derecede İngilizce bildiğini yazar.

Bizde bir de şu vardır: Kırmızı ışık hassasiyeti...

Hiçbir şeye dikkat etmedikleri kadar kırmızı ışığa dikkat ederler.

Yurt dışında yaya olarak gezenlerden bahsediyorum.

Kırmızı ışıkta geçmemek onlar için medeniyetin en büyük işaretidir. Daha ne yapsın yani!!! Kırmızı ışıkta bile geçmiyor!!!

Yanındaki yeltense öyle bir hareketle onu engeller ki, “Ayılık yapma! Dur ki, herkes ne kadar medeni olduğumuzu görsün” gibilerinden.

“Orada kimse korna çalmıyor” efsanesi vardır ayrıca...

Bir anda durur, arabalara bakar ve dinler, çalıyorlar mı diye... Sanki o anda neyse, o!

Asıl yağmur geyiğini atlamayayım...

“Abi orada yağmur yağdığında arabalar, sokaklar yıkanır, yıkanır!..”

E, iyi de bin yıldır aynı laf söylenmez ki!

Tıpkı gaz meselesi gibi...

“Orada insanların geğirmesi, gaz çıkarması normal.”

Zannedersin ki, herkes öyle geziyor.

Sanırsın ki, gittin bir restorana oturdun, herkes gark gurk...

Dedim ya, değişiyoruz diye...

Hayır, öyle kalsak iyi!

Yazının devamı...

Ucubeler kentinden Ankara’ya...

Milano’dan...

Bir değil, iki değil, elli değil, yüz değil...

Nereye baksan ayrı bir ucube!

Çok kulaklarını çınlattık; ‘iyi ki burada yaşamıyor’ diye... Onun için çekilecek çile değil çünkü!

Empati yaptık yani!!! Hangi biriyle uğraşsın!

Üstelik aralarında çok edepsiz olanlar da var! Oraları buraları falan görünüyor adamların, kadınların!

Her konuşmasında birine taksa, başka konu kalmayacak...

İyi ki memleketimizde fazla ucube yok!

Tabii henüz, “aksınırcaya tıksırıncaya kadar içiyorlar” sözlerinden haberimiz yok, büyük bir keyifle ev şaraplarını götürüyorduk!

Bilsek...

Bilsek, kınardık kendimizi!

Orada da zaten herkes aksırıyor, tıksırıyordu!!!

Görseniz...

Neredeyse her köşe başındaki küçük barlarda insanların aksırmalarından tıksırmalarından geçilmiyordu!!!

Bulutların içine gömülmüş bu İtalyan şehrinden ayrılırken...

Uçakta ruh halimizi Ankara’nın frekansına ayarlamaya çalışıyorduk.

Eski manuel radyolar gibi...

Biraz sağa kaçsan cızır cızır sesler çıkıyor, biraz sola kaysan hiç bilmediğin dilden konuşmalar geliyordu...

Tutturamıyorduk bir türlü...

Meğer suç bizde değil, uçaktaymış!

Dün okudum.

Bizim pazar ekinde Yusuf Demir yazmış; insanlar uçakta değişiyormuş.

Bazı etkenler, kişilerin içindeki kural dışı yolcu olma potansiyelini, farkında olmadan ortaya çıkarıyormuş.

Hangi etkenler?

Kişilerdeki potansiyeli tetikleyen en çarpıcı etken, basınçlandırılmış kabinmiş.

Kabinde yaşanan fizyolojik değişiklikler, suni atmosfer, güzel başlayan bir uçuşu, kural dışı yolcu olarak bitirmemize neden olabilirmiş.

Demek ki neymiş?

Nerede olursa olsun,

Basınç yapmayacaksın!

Suni ortam yaratmayacaksın!

İnsanları kural dışılığa itmeyeceksin!

İtersen ne olur?

Bakalım ne oluyormuş?

“Korku ve endişe yaşayan insanlar rahatlama isteği duyarlar. Uzmanlar, insanlardaki rahatlama isteğinin ilk etkisinin cinsellik olduğunu ifade ediyor.“

Uçak korkusu da, yolcularda fiziksel ve ruhsal yakınlık ile temas hissiyatı oluşturuyormuş.

Tabii sadece cinsel hissiyat değil, agresiflik ve kuralları hiçe sayma gibi davranışlar da görülüyormuş.

Diğer insanları tanımıyor ve onları bir daha da görmeyecek olmak risk almayı kolaylaştırdığından daha rahat hareket edebiliyorlarmış.

Bütün suç, kabindeki basınçtaymış ya...

Yok, bence kabindeki değil, kalbindeki basınçta!

Kafandaki basınçta!

Düşünsene bir yere gidiyorsun... Kafan rahat!

Biliyorsunuz benim,

“Evden ne kadar uzaklaşırsan, o kadar özgürleşirsin“ diye

bir tezim var. Bir adım uzaklaşırsan bir adımcık, bin km. uzaklaşırsan da o kadar...

Düşün artık, ne kadar!!

E, dolayısıyla cinsel isteğin de, rahat hareketlerin de artar tabii...

Basınç masınç yok!

Veya bir yerden eve dönüyorsun...

Aynı tezi çevir.

“Eve ne kadar yaklaşırsan özgürlüğün de o kadar azalmaya başlar.”

Strese girersin. Basınç artar.

Frekans tutturamazsın işte!

Neyse ki, kural dışı yolcular, davranışlarının birçoğunu olaydan sonra hatırlamıyormuş.

Hatırlamaz tabii...

Heh heh hee...

Ben de hatırlamıyorum!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.