Şampiy10
Magazin
Gündem

Küçük aşklar...

Aşkın küçüğü büyüğü olur mu?

Olur.

Hatta orta boyu bile olur.

“Neye göre?” diye sorarsanız, “Neye oranla büyük veya küçük?”

Yok, bunun burun, ayak(!) gibi fiziki bir göstergesi yok tabii...

Ama ölçebiliriz...

Doğru bir sonuç için önce doğru bir ölçek bulmamız gerekiyor.

Aşkın:

Süresi...

Acısı...

Fedakârlığı...

Kıskançlığı...

Güzel anları...

Sevişmeleri...

Hayır, bunların hiçbiri iyi bir ölçek olmaz. Açıkçası biraz arabesk kaçar.

Aşkına verdiğin emekle ölçebiliriz...

En doğru ölçek bu galiba...

Böylece aşkın ne kadar büyük ne kadar küçük olduğunu hesaplayabiliriz.

Aşk dediysem ille de bir adama ya da bir kadına duyulan aşktan söz etmiyorum.

Hayır, sıkıcı ulvi aşklardan da bahsetmiyorum.

Aşka âşık insanları anlatıyorum.

Onlar var ya...

Bırak adamı kadını, her şeye âşık olurlar.

Âşık olmak zorundadırlar çünkü başka türlü mutlu olamazlar.

Hele hele öyle şeyler vardır ki, onlara mutlaka âşık olmaları gerekmektedir.

Mesela arabası...

Mesela kedisi...

Mesela telefonu...

Mesela saati...

Mesela gözlüğü...

Mesela kupası...

Mesela kül tablası...

Daha vardır da, bunlar olmazsa olmazlarıdır. Bu saydıklarımın hepsine âşık olmadan satın alamazlar. En iyisi, en güzeli ya da en pahalısı olması gerekmez.

Tek kriter var; ona âşık olması...

Dikkat edin, beğenmekten bahsetmiyorum.

Aşk diyorum, aşk!

Onunla gurur duyması, onu sevmesi, onu kollaması gerekmektedir. Hiç kimsenin ondan alamayacağı zevki alması...

O insanlar, yani her şeye âşık olan insanlar bana sorarsanız diğerlerinden daha mutludur.

Daha neşeli ve komiktir.

Çünkü böyle küçük küçük bir sürü aşkı vardır.

Ve...

Küçük aşklar daha zevklidir.

Ağırlığı yoktur.

Hafiftir.

Kuş gibi...

Hem aşktır, hem de rahattır; düşünsene ne tatlı!

Yanlış anlaşılmasın, onlar sadece eşyalara âşık olmazlar tabii ki... İnsanlara da olurlar!

Gittiği her yerde, bulunduğu her mekânda üç dakikalığına dahi olsa âşık olacağı biri olmalıdır. Hayat onlar için aşkla güzeldir.

Evet, üç dakikalığına, bir saatliğine âşık olabilirler. Bulunduğu yer öyle anlamlı hale gelir.

Yoksa, orada öyle biri yoksa, sıkılırlar.

Oradan kaçıp hemen başka bir yere gitme ihtiyacı duyarlar.

Nereye?

Küçük bir aşk bulmaya...

Peki küçük aşklar nerede başlar? (Ki, aslında onu yazacaktım!)

Bir de büyür mü?

Büyür mü büyür...

Ama biliyorsunuz bazı şeylerin küçüğü güzeldir!!!

Yazının devamı...

Sil baştan başlamak gerek bazen...

Hayatı sıfırlamak...

Sil baştan sevmek gerek bazen

Her şeyi unutmak...

Şimdi siz, “İyi, güzel söylüyor da, nasıl olacak bütün bunlar?” diye sorarsınız...

Yani sorarsanız...

Hem unutacaksın, hem sıfırlanacaksın, hem yeniden seveceksin (başkasını!!!), yoluna ne çıkarsa selam verip yürüyeceksin...

Ha, bir de dolu dolu yaşayacaksın...

Ohhh...

“Yeme yanında yat” derler bu işe...

O halde sorumuza dönelim:

Nasıl?

Nasıl olacak da olacak bütün bunlar?

Ben bu işin nasıl olduğunu çok iyi biliyorum da, her zamanki gibi sona bırakacağım...

Önce konuyla ilgili okuduğum bir haberi vereyim size.

Yok yok, şöyle gireyim:

Size bir iyi, bir de kötü haberim var!

Önce hangisi?

İyi olan.

Peki.

“Unutma hapı” çıkmış.

Hapı yutuyorsun, tık(!) adam/kadın yok olmuş...

Yolda görsen tanımıyorsun!

Kapına dayansa tepkisizsin.

- Buyrun kimi aramıştınız?

- Nalan, saçmalama kızım; geldim işte, konuşalım biraz.

- Yoksa aile hekimi misiniz? Kimliğinizi göreyim...

- Nalan, bak delirtme beni! Zaten zar zor geldim buraya...

- Aile imamı mı yoksa?

- Tahsinim lan, Tahsin... Yalvartacan mı beni???

- Tahsin???

O derece unutuyormuşsun...

Bu unutma hapı haberi iki-üç ayda bir ortaya çıkıyor. Her seferinde “Yazma Dilek” diyorum ama yeter artık!

Zırt pırt unutma hapı!

Sanki hiç unutmuyormuşuz gibi!!!

Şimdi sıra geldi kötü habere...

Aslında unutuyoruz da unuttuğumuzdan haberimiz yok!

O kadar salağız yani!!!

Hem de ayrılır ayrılmaz unutuyoruz!

Bakmayın siz ağlayan, zırlayanlara.... “Unutamıyorum” diyenlere...

Niye ayrıldığını unutmasa, üzülmez zaten.

Dananın yaptıklarını, o sırada ne kadar dağıldığını hatırlasa bırak üzülmeyi, sevinmesi lazım.

Ama olanları belli ki unutmuş, ağlıyor...

Erkekler mi?

Onlar zaten akıllarına yazmazlar ki, hatırlasınlar.

Yani onların unutmak gibi bir sorunları yoktur. Tam tersine, hatırlamak gibi bir problemleri var!

Hapa mapa gerek yok, unutuyoruz.

Hem de öyle bir unutuyoruz ki, ya yeniden başlıyoruz ya da gidip aynısından bir tane daha alıyoruz!

Yalan mı?

Bize lazım olan, unutmama hapı!

Hatta “Durup durup kafaya kakma hapı!”

Onu alacaksın ki, kimsenin oyuncağı olmayasın.

Peki sizce, “Hayat bize oyun oynuyor olabilir mi?”

Olabilir tabii...

Sen onunla oynamazsan,

O seninle oynar!

Yazının devamı...

Saçma sapan konuşma be!

En sinir sorulardan biri de budur:

“Mutlu musun?”

Sorunun saçmalığına bak!

Bunun en güzel yanıtı, Behzat Ç‘nin bu tür sorulara verdiği cevaptır:

“Saçma sapan konuşma be!”

Ama bazıları bunun üzerinden felsefe yapmaya kalkar ya, o daha da fenadır. Kahve felsefesi hem de!

“Mutluluk nedir ki?”

“Göreceli bir kavram ve durumdur!”

“Mutluluk her insana göre değişir.”

“Anın mutluluğu vardır.”

Birinden, bir yerden duymuştur, laf hoşuna gitmiştir; orada burada satar. Onlar böyle sorulardan hoşlanır.

Ama tabii beterin beteri var; Allah karşılaştırmasın, kötü sevişmiş insanların cevabı da var ya!

Onlara sorsan, ne derler?

“Evrenden isteyeceksin!!!”

“Evren kim???”

Heh hee... Onlar, mesela bu akşam sıkı sıkı giyinip karda yürümek varken evde oturup evrenle konuşurlar.

Konuşsa iyi! Sadece isterler. Evren de durup dururken onlara neyi, niye verecekse!

Evde kös kös otururken sana mutluluk verecek, adam verecek falan! Oldu!

Evren vermiş işte... Al sana mis gibi kar.

Al sana mutluluk!

Kaç yılda bir olur ki! At kendini dışarı...

Haskiler gibi oradan oraya koştur.

Bir de dua et, “Allah evi-barkı olmayanlara yardım etsin” diye... Hatta o kadarla kalma, git birine yardım et.

Bakarsın yardım ettiğinin adı da “Evren” çıkar!!

Yok artık! deme, Evren tesadüfleri sever!

Heh hee...

Valla sever...

Neyse konumuza dönelim...

Bu, “Mutlu musun?” sorusu, “N’apıyorsun?” ya da telefonu açar açmaz birinin sana, “Neredesin?” diye sorması kadar saçmadır.

Ama inatla her sene, Türkiye’de mutluluk araştırması yapılır.

Niyeyse?

Ve yine inatla sonuç hep aynı çıkar; yüzde 50’den fazlası mutludur.

İşte bu sene çıkan sonuç:

l “Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2010 yılı araştırmasına göre, ülkede bireylerin yüzde 61,2’si kendisini ‘mutlu’ hissediyor. Yüzde 72,8’i de geleceğe ‘umutla’ bakıyor.”

Evet, her seferinde de bu sonuçlara şaşırırız.

İnsanların gelir düzeylerinin, sosyal-sağlık güvencelerinin, hayat tarzlarının mutlu olmalarına imkân sağlamayacağını düşünürsün.

Ama onlar mutlu olduklarını söylerler.

Bütün gün söylenirler ama sorunca iş değişir. O anda aklına kendisinden daha kötü durumda olanlar gelir. Ve birden, “Her şeyin başı sağlık” noktasına gelir.

Yetinmekle, mutluluğu karıştırır.

Oysa ABD’de mutluluğun tarifini yapmışlar. Kriterlerini de belirlemişler.

Bir araştırma şirketi bu verilerden yola çıkarak dünyanın en mutlu insanını aramış.

Bulmuş da...

Ne güzel değil mi?

Dünyanın en mutlu insanı...

Çin kökenli Amerikalı Alvin Wong (65). Fiziksel özelliklerinden, maddi gelirine kadar, araştırmalar sırasında mutlu olduğunu belirtenlerin ortak özelliklerini taşıyan Wong, bir Yahudi, 1 metre 77 santimetre uzunluğunda, kendine ait şirketi sayesinde yılda 120 bin dolar (191 bin TL) kazanıyor ve araştırmada ABD’nin en mutlu yeri olduğu ortaya çıkan Hawaii’nin Honolulu kentinde yaşıyor.

Yaştan biraz kaybediyor...

Ama bilmiyoruz ki, belki de kaybetmiyordur.

Şimdi hâlâ, “Mutluluk görecelidir” diyen var mı?

E, ama sen de bunlara sahip olup hâlâ da mutlu değilsen, tek çaren var:

Evrene, evrene...

Yazının devamı...

Kalıbını çıkaracaksın ki!

Haber şu:

“Kıtalararası seks mümkün!”

Ha, bu ülkeyi bitirdik, kendi kıtamızı da bitirdik, sıra geldi öteki kıtalardakilere!!!

Hepsine yeteriz yani!!!

Ne kıtası yaa... Millet burnunun dibindekiyle bir b.k yiyemiyor, bunlar neden bahsediyorlar???

Ayrıca bu iş nasıl olacak da, olacak?

“Kıtalararası seks” başlığını görünce önce hemen aklıma ne geldi biliyor musunuz? Hani duvarı delen mahkûm vardı, hatırladınız mı?

Duvardan duvara şey yapıyordu...

Aklıma o gelince haliyle “O-ha!” dedim; “Bunlar işi iyice abarttılar! Nereye kadar ulaşabileceklerini zannediyorlar acaba?”

Sonra haberi okudum ki, bir İspanyol, aldatmanın önüne geçmek için uzaktan kumandalı ilişki sağlayan cihaz icat etmiş.

“Online cinsel ilişki” adı verilen program sayesinde çiftler birbirlerinden uzak olmaları halinde bile bir bilgisayar programı sayesinde internet aracılığıyla ilişkiye girebiliyormuş.

Birbirleriyle mi???

Heh heh hee...

E, zaten o programa gerek kalmadan yapılıyor mu?

Çatır çatır yapılıyor!

Ayrıca normal bir insan seyahatte karısıyla veya kocasıyla seks yapmak ister mi hiç?

Hiç yapmaz daha iyi!!! Heh heh hee...

Bakalım haberin devamında bilmediğimiz ne var:

* “Bilgisayara bağlanan yapay vajina ve penisten oluşan cihazlarla çiftler video konferans aracılığıyla ilişki yaşayabiliyor.”

Ha, oldu o zaman!!!

Tamam yani!!!

Ben de üç boyutlu falan bir şey sanmıştım; gözlükleri takıp bilgisayarın karşısında...

Ya da 6D’ler var ya şimdi, öyle mesela...

Sandalyeye oturuyorsun, zangır zangır sallanıyor, efektler falan!!!

Ama öyle bile değil, bunlar durumu iyice abartmış.

E oldu olacak, bir de onların kalıbını çıkarsınlar, tam süper olsun!

Hayır, yabancılık çekilmemesi bakımından!!!

Hem yabancılık çekilmesin hem de farklı olması riskli. Ne bileyim, daha büyük olur, daha küçük olur, bilgisayarınkini daha çok sever falan...

Dedim ya, riskli yani!!

Bire bir aynısı olsun!

Artık nasıl yaparlar bilemem ama bilgisayar firması gelsin, karı-kocanınkilerin kalıbın çıkarsın.

Zaten aynısı olmazsa, o aldatmaya girer.

Düşünsene adam işe gitmiş, kadın hemen bilgisayarı açıyor:

“Aşkııım, seni çok özledim de!”

Kıllanır insan!

Bunu bulan adam, Brezilyalı bir kız arkadaşı olduğunu ve sürekli seyahat etmek zorunda kaldıkları için cihazı icat ettiğini söylemiş.

Program sayesinde binlerce km uzakta olmalarına rağmen ilişkiye girdiklerini anlatan Boscha, “Ne benim ne de onun gözü başkasını görüyor” demiş.

Başkası derken?

Aletten başkası herhalde!!!

Yazının devamı...

Zeki erkeğin şeyi...

Neyi?

Evet, o.

Şeyi yani...

Ne olmuş şeyine?

Anlatacağım...

Dün, “erkeğin güzeli çirkini olur mu“yu işlemiştik ya, “güzel adamı mı, zeki adamı mı tercih edersin“ diyerekten... Yine her telden mail’ler geldi. Paylaşmam ve karışmam lazım.

“Zeki erkeğin şeyi” de onların arasında...



- “Herkese kendi sevdiği güzel gelir. Bana ne elin yakışıklısından. Kime göre güzel? Kime göre yakışıklı? Sana göre dünyanın en yakışıklısı, bana göre en çirkini. Hadi bakalım.”

(Tıh! Olmaz öyle şey. Yalakalık yapma! Güzel, güzeldir. Çirkin de çirkin. Ha, seversin, o ayrı...)

- “Çirkin ama zeki adam istiyorum. Yaptığım espriyi açıklama yaptırmadan anlayabilsin. Suratıma boş boş bakmasın. Bence penis boyutuyla zekâ arasında ters orantı var. Sanırım penis boyu büyüdükçe kendilerini geliştirme gereği duymuyorlar...”

(Heh heh heee... Daha da bir şey söylemem!)

- “Kirli sakalı olmasın yeter. Bu ne geçmez ne bitmez ne korkunç bir moda...”

(Öyle yapınca, kendilerini David Beckham sanıyorlar da ondan!!)

- “Güzel olan sevgili değil, sevgili olan güzeldir deyip işin içinden çıksak... Yoksa sorgulamaya tabi tutarsak danalarla olmak imkânsız...”

(Mecbur muyuz? En azından kendine bakmayanla çıkmayalım. Ok?)

- “Zeki olunca güzel görünür diye düşünüyorum! Yalnız saç takıntısını araştırmalısınız bence, ilginç şeyler çıkabilir :))”

(Ne çıkabilir? İpucu versene...)

- “İkisi birden olmaz mı? :) Her ikisinin de kullanım alanları farklı ne de olsa. Kimsenin itirazı yoksa, ben her ikisini de alayım!”

(Biz birini bulamıyoruz, sen buluyorsan al. İtin olur.)

- “1 haftadır Ukrayna Kiev’deki ortamı size anlatmama zaman yetmez. Özetle: Güzel, cam gibi, fabrikasyon malı gibiler... Bence dünyanın en güzel kadınlarının olduğu yer Kiev’dir. Yok böyle bir yer.

Kim demiş aşkı bulmak zordur diye? Günde 20 kişi kalbimi ağzıma getirecek kadar beni heyecanlandırdıysa Kiev’de. Dünyayı gezmiş bir insan olarak ve 31 yaşında gayet yakışıklı karizmatik zengin, stratejik zekâya sahip bir insan olarak ben, şunu size rahatlıkla söyleyebilirim: Bir gün Kiev’e mutlaka gidin.”

(Sen buraya ayaklarını bi bas, elini yüzünü yıka, bi kendine gel sonra konuşalım:)) Ayrıca kısmetin çıkarsa ne yapayım??? Stratejik olarak!!!)

- “Ben en çok Türk erkeklerinin İtalyan tarzı takım elbise giymelerine hastayım!!! Sen İtalyan mısın arkadasım!!??? O g-göbekle dar paça pantolonla fok balıkları gibi!! Korkunç! Aynı kanaldan bana dönüş yapabiliyorsa, bir şeyi anlatmak için milyonlarca örnek vermek zorunda kalmıyorsam ve bu adam çirkinse ben bu çirkinliğe tahammül etmeyi tercih ederim.”

(E, sen gidip bi İtalyan bulsan. Bize de onun arkadaşlarını tanıştırsan:)))

- “Erkeklere karşı yapılan bu makineli tüfek atışının altında ne yatar acaba ama şu kesin: Gerçek erkek kadından daha güzeldir.”

(A-ha! Var mı artıran???)

Yazının devamı...

Erkeğin güzeli çirkini olur mu?

Olur tabii...

Hem de öyle bir olur ki!

Zaten biz en azından çirkini olduğuna eminiz! Onu gayet iyi biliyoruz!

Da... Güzeline pek rastlamıyoruz...

Ayrıca, “Erkeğin güzeli, çirkini olmaz” lafı da eskidenmiş, çook eskiden; hatırlatayım.

Bu arada aranızda, “Erkeğin güzeli değil, yakışıklısı vardır” diyenler çıkacaktır biliyorum; sanki etraf yakışıklı kaynıyormuş gibi!!!

Yok!

Bir tane görsek...

Hayır, bir şey yapacağımızdan değil, gözümüz şenlensin diye...

Bakalım, yüzümüz gülsün, aramızda laf atalım, hayal kuralım yeter...

Ama yok!

Bırak güzelliği-yakışıklılığı, son yıllarda gördüğüm tipler var ya, insanı erkekten soğuturlar. Çoğu henüz gelişimlerini tamamlamamış gibiler...

Hani maymundan insana geçiş tablosu vardır ya, orada sondan ikinci sırada yer alıyorlar...

Üçüncü mü desek???

Hadi güzelinden, yakışıklısından vazgeçsek, bari tarz sahibi bir adam görsek!

O da yok!

Şimdi çıkıp, “Senin çevrende yok herhalde” demeyin ha! O kadar salak değilim!

Bunu diyen önce bir aynaya baksın!

Kaç gündür kadınların gençlik ve güzellik takıntılarından söz ediyorduk ya, “Biraz da erkeklerinkinden bahsedin” diyenler var. Güzelliklerinden!!!

Bu yüzden yazıyorum...

Hatta birisi de şöyle bir mail yazmış:

n “Aslında aynı durum erkekler için de geçerli , erkeklerin avantajı, kadınlara göre çok fazla bir yüzde ile zengin olmaları...”

Ha! “zengin oldukları için, çirkinlikleri önemli değil“ diyor.

İşte ben de buna, “o eskidendi“ diyorum...

Ama zaten zengin ya da değil, bu danaların çoğu kendini yakışıklı sanır.

“Güzel” olduklarını iddia edemezler ama yakışıklıdırlar!!!

Seviştiklerinde, para kazandıklarında, kariyer yaptıklarında, iyi arabaya bindiklerinde kendilerini yakışıklı da zannederler!

Daha doğrusu öyle hissederler. Bunların en önemli, hatta belki tek güzellik kriteri, “saç“tır.

Saçlarıdır.

O dökülmeye başladı mı, bunlar panik olur.

Adama bakarsın, g-göbek, dananın önde gideni ama saçının döküldüğüne üzülür!

Tek eksiği oymuş gibi!

Onun derdine düşer...

“Sen önce şu g-göbeğini erit, biraz vücut çalış, biraz da danalıktan vazgeç” desen, umuru olmaz.

Saçı olsun yeter!

Onlar için saçlarının ne ifade ettiğini bir türlü anlamış değilim. Neyin yerine koyuyorlar acaba? Ya da neyin işareti?

“Kadınlar için...” desek, o da değil.

Birbirleri arasında, erkekçe bir anlamı mı var acaba?

Zira biliyorsunuz, bunlar birbirlerini kıskanırlar. Daha doğrusu yakışıklı erkekleri kıskanırlar. Hatta hemen ama hemen, onlara “gey“ derler.

İşte bu yüzden bütün kadınların kadınları kıskandığını iddia ederler.

Yani az da olsa, güzel erkek var tabii...

Ama onlar da genellikle aptal oluyorlar.

Ya da bize öyle geliyor.

Çünkü çirkin erkeğin aptallığı batmıyor da, güzel erkeğin salaklığı hiç çekilmiyor...

Hııı...

Peki çirkin erkeğin akıllısı???

Ona ne dersiniz?

Alın size soru:

Güzel ama aptal erkek mi?

Yoksa...

Zeki ama çirkin erkek mi?

(Sakın ikisinin arası demeyin.)

Yazının devamı...

Herkese gösterme

Eveeettt... Kaç gündür sürdürdüğümüz, “gençlik - güzellik” meselesinin sonuna geldik. Şimdilik tabii...

Hani yaş almayı düzgün karşılamamız gerektiğinden...

Gençlik ve güzellik uğruna yaptıklarımızı, hissettiklerimizi dizginleyebileceğimizden bahsediyorduk.

Da...

Nasıl yapacağımızı bilmiyorduk...

Şimdi size, geçen gün de bahsettiğim Oprah Show’dan da alıntılar yaparak bu işi nasıl çözeceğimizi anlatacağım...

Biliyorum siz şimdi, botox etkisi yapan krem beklentisi içine girdiniz.

Süreceksin de, yüz ovalin oval olacak!

Üzgünüm kızlar...

Nasıl ki öyle bir krem yok; bende de öyle bir formül yok.

Ama...

Hani bilinçli doktorlar “cildiniz, üzerine sürdüğünüz kremlerle değil, içten beslenmeyle güçlenir” derler ya, benimki de öyle bir öneri olacak. Kafayı besleyerek...

Evet, sıkıcı ve zor olabilir ama başka da çaresi yok!

Yok!

Bu yönteme de ne kadar erken başlarsanız sizin için o kadar iyi çünkü “Nereye kadar?”

Nereye kadar uğraşacak, daha ne kadar kendinizi yıpratacaksınız?

Bütün olay, (ilk yazıda anlattığım gibi) kendini nasıl tanımladığınla ilgili...

Onu değiştireceksin. O güne kadar söylesen de söylemesen de, farkında olsan da olmasan da sen, genç ve güzeldin.

Ya da sadece genç veya sadece güzeldin...

Kendini tarifin içinde bunlar vardı.

İşte o tarifi atacaksın. Yerine yenisini koyacaksın. Kendini güncelleyeceksin yani...

Nasıl mı?

Şöyle: “Ben genç ve/veya güzel değilim” diyeceksin. “Genç göstermiyorum” diyeceksin.

Kendine söyleyeceksin bunu.

Buna inanacaksın.

E, zaten öyle değilsin! Genç falan göstermiyorsun. Ne diye yalan söyleyeceksin ki kendine? Ayrıca genç göstersen ne olacak? Ne işine yarayacak? Dananın biri seni genç zannedecek sonradan ona sürpriz mi yapacaksın?

Bunu kabulleneceksin, çare yok!

Bak o zaman o kadar rahatlayacaksın ki!

O kadar olur!

Garantili.

Rahatlamayan olursa gelsin ben onu yarım saatte doldurur, eski haline getiririm! Söz!

İşe böyle başlayacağız... Evet bu bir başlangıç. Sonra devamını getiririz.

Tabii bütün bunlar, “Hiç krem sürmeyeceğiz, kendimize bakmayacağız” anlamına gelmiyor. Sadece onlara endekslenmeyeceğiz ve rahatlayacağız.

Olmadığımız kadar güzel olmaya ve genç görünmeye çalışmayacağız, o kadar!

Yalandan vazgeçeceğiz yani!

Zaten sen ister vazgeç ister vazgeçme!

İnan bir şey fark etmiyor. Çabaladıkça ne daha güzel ne de daha genç oluyorsun.

Ne daha güzel ne de daha genç gösteriyorsun! Alın size ispatı:

Var mı bir örneği?

1 tek örnek gösterin bana!

1?

Olduğundan daha genç gösteren, yaşını göstermeyen 1 kadın var mı?

Yok.

Ha, bir şey daha...

Bundan sonra, “Aaa, sahi mi? Hiç göstermiyorsun...” diyenlere de slogan bir cevabımız olsun; diyelim ki: “Evet. Herkese göstermem!”

Yazının devamı...

Kendine benzemeye çalışıyordu...

Geçenlerde, Oprah Show’a denk geldim, enteresandı.

Televizyonu açtığımda ekranda Teri Hatcher (Desperate Housewives’daki Susan; muslukçu sevgilisi olan) konuşuyordu.

Yanındaki koltuklarda Linda Evans ve Cybill Chepherd.

Kadınların güzellikleriyle kafalarını bu kadar da bozmamaları gerektiğini anlatıyordu.

“E, kendi güzel de ondan” diyeceksiniz...

Hayır.

Yani güzel de...

De’si var.

Anlatacağım...

Yani bu kadar klasik konuşmuyordu.

Hatta tam tersi, devrim yapmaya çalışıyordu...

Amerika’da ve dünyada kadınların gençlik ve güzellik girdabından artık çıkmaları gerektiğini şiddetle anlatıyordu.

Kendisi de 40’larında... 40’ların sonlarında...

Bütün kadınların artistlere, modellere benzemek için yırtınırken...

İşin aslını gözden kaçırdıklarını söylüyordu.

O modellerin ve artistlerin aslında göründükleri kadar güzel olmadıklarını, dünyada böyle bir güzellik olmadığını göstermeye çalışıyordu.

Gösterdi de...

Makyajsız, sabah yataktan kalktığı haliyle karşımda bana bakıyordu. Saç baş bir tarafta, göz altları, üstleri, teni, bunları olduğu gibi sergiledi.

Benden beterdi!

Arkasından banyodan çıkmış halini falan, hepsini gösterdi.

Ve aslında olduğu gibi görünmemenin sıkıntısını anlattı.

“Ben güzel değilim” diyordu. “Çünkü o resimlerdeki, televizyondaki kadın ben değilim ki!”

Daha da tuhafı, kendisinin de o resimdeki kendisine ulaşmaya çalıştığını anlatıyordu.

Ne tuhaf değil mi?

Kendisine benzemeye çalışıyor!

İşte o da bu tuhaflığa ayılmış ki, artık bir son verilmesi gerektiğini vurguluyordu.

Kadınların güzellik ve gençlik uğruna yırtınmalarına...

Bütün dünya gençlik ve güzelliğin sonsuzluğu üzerine el birliği ile çalışırken, bunu isterken...

Teri’nin çıkışı devrim değil mi?

Arkasından sözü, Linda Evans ve Cybill Shepherd’a verdi.

İkisi de iyice yaşlanmış. Tanıyamazsınız, değişmişler.

Onlara da, yaşlanma sürecini nasıl karşıladıklarını ve bunu kavradıkları anları sordu. Cybill Shepherd‘ın hikâyesi etkileyiciydi:

“O zaman zayıftım, dinçtim, saçlarım uzundu; üzerimde bir jean ve gömlek vardı. Parkta yürürken arkamdan bir erkek laf attı. Dönüp bakınca bana şunları söyledi: ‘Ay, pardon, pardon. Ben sizi yaşıtım biri sanmıştım!!!”

Şimdi bizde de öyle ya artık; arkadan 20, önden 50 gösteren kadınlar!!!

Çok mu acımasız oldu?

Ama bu olaydan biraz daha önce de durumu fark etmiş aslında:

“Yolda yürürken erkekler artık bana değil, yanımdaki kızlarıma bakıyorlardı. Ya da başka genç kadınlara...”

Bu önemli mi?

Önemli.

Çünkü her kadın kendisine bakılan zamanları yaşar.

Öylesine bakışlardır. Bir şey olacağından değil yani... Ama bir gün o bakışların kaydığını da her kadın anlar.

Sonra...

Olayı nasıl atlattıklarını anlattılar.

Nasıl?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.