Şampiy10
Magazin
Gündem

İçiyorsak sebebi var!

Hani “Bir insanı en iyi, içki sofrasında, yolculukta ve alışverişte tanırsın” derler ya... İlişkiler için de, sadece ‘içki sofrası’ ve ‘yolculuk’ yeter diyorlar.

Oysa bir insanı işin içine para girince seyretmek hem daha zevkli hem de epey güvenli bir yöntemdir. De...

Şimdi yeni tanışmışsın, nasıl alışveriş yapacaksın?

Denemek için borç istesen, bu sefer sen yanlış anlaşılırsın!

Aman zaten o ikisi de yeter! İçki sofrası ve yolculuk...

Birlikte yolculuğa çıkmak bir süreç istediğinden biz içki sofrasına takılalım...

Hani asıl kimliğimiz o zaman mı ortaya çıkar yoksa o ortaya çıkan başka birisi midir, bunu asla bilemiyoruz ya...

Ama bildiğimiz şu var: İkisi de senin bir parçan.

Sen de öyleysen...

Neyse, bir adamı ya da bir kadını tanımanın en kısa yolu içki sofrası olduğuna göre, oraya gidelim. İçelim, içirelim... Bakalım neler olacak?

Ne olabilir ki?

Ya sapıtır...

Ki sapıtıyorsa, yani ona buna sataşıp, yerlere yıkılıp, ortalığa kusuyorsa falan... Tabii sen de aynısını yapmıyorsan, bu adamı/kadını es geçmekte yarar var.

Ya sızar...

Ki sızıyorsa, aslında çok içine kapalı biri demektir. Ne kadar neşeli görünürse görünsün, derinlerde bir yerlerde kızdığı, hesaplaşamadığı daha doğrusu baş edemediği sorunları var demektir. Ha, sen “Ben baş ederim” diyorsan, devam...

Ya arabeskleşir...

Ki arabeskleşiyorsa, yani aslında öyle değil de içtikten sonra öyle oluyorsa... Bu, onun özünde de arabesk olduğunu gösterir. Hareketleri, dış görünüşü öyle olmasa da düşünce biçimi arabesktir. E, sen de öyleysen, problem yok!

Ya ağlar...

Ki ağlıyorsa, gerçekten ağlayacağı şeyler var demektir. O ağlatan şeyleriyle birlikte yaşamayı öğrenmiştir. Ama onları aşamamaktadır. Aşar mı? Sanmam. Hep ağlar mı? Hayır. Ancak hiperaktif olabilir. Ha, “Değer” diyorsan, değiyordur!”

Hangisi iyi?

Ya da güler...

Ki gülüyorsa, bu onun her zaman güler yüzlü biri olduğunu göstermez. Ama ağırlık vermeyen, kendine yetmesini öğrenmiş biri olduğunu gösterir. Bu yüzden biraz acımasız olabilir. Gülerken tokat yemeyi heyecanlı buluyorsan... Hayırlı günler!

Türlü türlü hâller...

Peki, hangisi ötekinden daha iyi?

Hiçbiri!

Al birini, vur ötekine...

E, o zaman hangisini almalı?

Kendinden olanı...

Yazının devamı...

Evrelerin tutması lazım!

Hayatın hangi safhasında olduğu önemli! Hangi evresini yaşıyor? Sen hangisindesin?.. Hani dün, “Potansiyel bir ilişki belirdiğinde keşke insanlar birbirlerine CV’lerini verseler...” demiştik ya. O çerçevede... Değerlendirilmesi gereken özelliklerden birinci sırada bu olmalı:

Evre!

Bakalım aynı evrede misiniz? Önce ben size evreleri tarif edeyim de! Ama bir başka açıdan. Yani evre var, evre var!

Benim evrelerin yaşla falan ilgisi yok. Her evreye herkes aynı yaşlarda girmiyor. Bir bakıyorsun adam ikinci evrede takılı kalmış! Ya da kadın genç yaşında dördüncü evrede!.. Peki, o zaman önce şu evreleri yazayım.

1. Evre: Aşk...

Birinci evrenin “aşk” olmasının nedeni hem kolay âşık olabilmek hem de sadece âşık olabilmektir. Just for sentimental reasons yani... Hesapsız-kitapsız ve sulusepken aşklar zamanı... Sonradan yani beşinci evreye gelince gülümseyerek hatırlayacağın anıların yaşandığı evre! Aynı zamanda insanların birinci evliliklerini de yaptığı...

2. Evre: Seks...

Bu genellikle 35’ten sonra başlar, ne zaman biteceği belli olmaz. Kadınlarda daha çabuk biter. Erkeklerde de biter de, onlar bunu kabul etmek istemez. Peki nasıl başlar ve nasıl yaşanır? Dünyadaki en önemli en zevkli olayın seks olduğuna inandığın zamanlardır! Hatta öyle ki, o bittiği zaman öleceğini zannedersin! Fiziken olmasa da manen öleceksin gibi! Ha, doğru mu? Tartışırız! Bu evrede seks için her şeyi, her şey içinde de seksi denersin. Yani onun için her şey mübahtır! Bu evre, tabiatı gereği aldatmaların, aldanmaların da yaşandığı zamanlardır. Hani, “Önemli olan insanın kendini aldatmaması” gibi dandik bir aforizmaya kapıldığı evre! Bunun aslında, “Nefis bir tatlı karşısında rejimi bozmak” olduğunu “reçel” döneminde birilerine anlatacaksın.

3. Evre: Huzur...

İnsan hayatının en sıkıcı ve en kötü evresi... İyi-kötü biraz da fazla seks deneyimlerinden sonra geldiğin nokta! Seksten “Ö” gelmiş, ne aradığını bulmuşsun, ne de artık zevk verir olmuş. İşte o ara huzur ararsın. Bu aynı zamanda hesap-kitap içine girmen demektir. Kendin ve aradığın kişi için “tarif” ve “tarifeler” çıkardığın evre!

4. Evre: Gezelim görelim...

Artık huzurdan da sıkılmışsındır! Hayatı gezmekle bulacağını zannedersin. Zaten artık maddi durumun da düzelmiştir. Parana göre dünyayı gezmeye başlarsın. “Biri de olsa daha zevkli olacak aslında!” evresi... Zevklerinin ve bilginin arttığı bu dönem neşeli, keyifli ama eksiktir. Yine de iyidir.

5. Evre: Reçel...

Artık gezmenin de anlamının kalmadığı dönem! Git git nereye kadar? Bütün Avrupa’nın tek ülke gibi göründüğü, Amerika, Afrika ve Asya’yı bir haftalık turistik turlarla gezmenin bir anlamının olmadığını, bunun sadece başkalarının hayatını röntgenlemek olduğunu anladığın zamanlar... İşte o zamanlar da, sahil kasabası fikri aklına gelir. “Ben başkalarının hayatını gözetleyeceğime, başkaları benim hayatımı gözetlesin” mantığı... Zaten aşk, seks, huzur ve gezmekten yorulmuşsun... Şimdi deniz kenarında reçel falan yaparak, esnafla sohbet ede ede sağlıklı ve zevkli bir hayat yaşamak aklına düşer...

Sonra mı?

Sonrasını bilemem ama evre önemli! Onunla aynı evrede olman!

Yazının devamı...

Potansiyel CV

Aklıma ne geldi! Hani yeni bir ilişki ve yeni birisi için yorgunuz ya... Yani öyle olduğumuzu sanıyorum... Kimi bu yüzden ilişkisini bitirmiyor kimi bu yüzden yeni birisiyle tanışmak dahi istemiyor ya!

Mesela şöyle:

Diyelim ki, yeni birisiyle tanıştın. Hem de hiç aklında yokken. Hatta “tam da umudunu kaybetmiş ve arayışını kesmişken!..” Hani o zaman karşına çıkıyormuş ya! İşte tam o zaman birisiyle tanıştın. Ve sana ilgi göstemeye başladı... E, fena da görünmüyor... Şöyle bir baktın yani; ‘Olabilir mi?’ diye...

Ola da biliiir, olmaya da biliiir...

İşte tam o sırada izlemen gereken prosedür, gözünün önünden bir film şeridi gibi geçer... Yemeğe çıkmalar, yok ilk gece ara gece, son geceler, aradı aramadılar, arasam mılar... Cevapsız çağrılar, şüpheli mesajlar... Yanlış anlamalar, tutarsız cevaplar, saçma sapan oyunlar...

Üfff....

Onu tanıyana kadar, kendini tanıtana kadar uğraşmalar... Zaten tanıyınca da sıkılmalar, doymalar... Adam ya da kadın sana tatlı tatlı kur yapaken, sen bunları düşünüyor olabilirsin....

“Yine mi?” diye...

Tam da rahatlamışken...

Tam da kendine alışmışken...

Kim uğraşacak bununla?

Bir de; şimdi böyle iyi görünüyor da, kim bilir neyin nesi? Sana uyar mı? Kıskanç mı, sahiplenici mi? Yoksa fazla mı geniş? Hangi yaralar, ondan neleri almış? Bana kalan ne? Cimri mi, titiz mi? Ne tür müzik dinler? Aile yapısı, alt yapısı benimkine uyar mı? İlgi alanları neler? Acaba yok mu?

Hayatla ilgili neleri çözmüş, nerelerde takılı kalmış? Yani birlikte çözecek bir şeyler kalmış mı?

Aynı yerde misiniz? Yani hayatın hangi safhasında?

Hâlâ böyle miyiz!..

Bunun gibi onlarca belki de yüzlerce soru...

İşte bu soruların cevabını öğrenmek için vereceğin zaman ve emek...

E, artık ikisi de çok kıymetli!

Bu yüzden yeni bir girişime 3-5 yıl öncesindeki kadar hevesli olmayabilirsin. Balıklama atlamayabilir hatta başta yazdığım gibi, üşenebilirsin. Gözünde büyüyebilir...

E o zaman ne olacak?

Kafadan “Hayır” mı denecek? Ne uğraşacam şimdi?” diye düşünerekten...

Yoksa...

İşte tam burada benim aklıma şu geldi:

Herkesin bir “İlişki CV’si” olsa...

Şunu severim, şunu yaparım, bunu yapmam, falan filan...

İki taraf da birbirinden hoşlandığı sırada birbirlerine verse...

CV’leri!..

Alır, akşam okur, değerlendirirsin. Baktın olacak gibi, devam edersin.

Çok mu tuhaf olur?

Yani bütün bunların cevabını öğrenebilmek için boşa geçireceğin onca zaman ve emekten, türlü numaralardan daha mı tuhaf?

Bir düşünün bakalım...

Yoksa bunların hepsi boş mu?

Onu gördüğümüzde CV-MV görecek durumda olmayız ve kalbimiz aklımızdan bağımsız atmaya başlar mı?

Ona söz geçiremez miyiz?

Hâlâ?

Hâlâ böyle miyiz acaba?

Yazının devamı...

Tek hamlede kopça açmaca...

Japonlar iyi ki bi akıllı sütyen yapmışlar; bize malzeme çıktı. Yok gerçek aşkta kopçası açılıyormuş, yok gerçek değilse açılmıyormuş! Bunlar bizim danaları hiç hesaba katmamışlar! Bütün aşkları gerçek aşka dönüştürme yetenekleri vardır bizimkilerin...

Hem de tek hamlede!

Ama kısa bir süreliğine...

Nasıl?

Bizim danaların yüzde 70’i tek hamlede sütyen kopçası açmayı becerebilirler! Ha, “ampul tak” desen beceremez ama sütyeni açar. Hem de tam o sırada! Tam o sırada dediysem, oraya giden yolda...

Yani tam coşmuşsunuz ya da coşmak üzeresiniz; mesela öpüşme faslındasınız, aslında romantik anlarda... Bu, çaktırmadan elini sırtına getirir ve ‘tık!’ tek harekette açar.

İrkilirsin!

O hareket var ya, çorap çıkarma sahnesiyle iğrençlikte yarışır! En gıcığı, hareketi sinsi sinsi yapmasıdır!

Nedir yani?

Ne yapmaya çalışıyorsun?

Tecavüzcü gibi!

Olay, tek hamlede adamdan soğuma hareketine dönüşür. Bir kere, kadın orada kendini b.k gibi hisseder! Şey gibi: “Kaşar dana, bana sıradan ve hafif kadın muamelesi yapıyor!”

Konsantrasyon falan yerlere iner. O ‘tık’ diye açtı ya, kadın o andan itibaren olaydan kopar. Artık aklına gelen soruların cevabını aramaktadır.

Tamam, ‘napıyorsun sen?” diye çıkışmaz, olayı da bölmez ama “böleyim mi?” noktasına kadar gelir.

Çoğunlukla da es geçmek zorunda kalır. Ama asla unutmaz, bir yere yazar!

Dana ise, olan bitenin farkında bile değildir. O sadece bir prosedürden kurtulmuştur.

Zaten bu danaların tek hamlede sütyen açma becerilerini nasıl geliştirdikleri ise ayrı bir konu! “Neden?” değil mi? İşin gücün mü yok?

Hemen sırıtmasınlar! Fazla deneyimden olmadığı kesin.

Zaten olmasın da! Nedir yani? Bütün kadınlarla bunun pratiğini mi yapmış? Yok yok! Belli ki, önce bunun hayalini kurmuş! “Yahu, bu hem zor hem de uzun bir iş; keşke tek hamlede uğraşmadan ve çaktırmadan açılabilse...”

Sonra da,”neden olmasın?“ diyorlar herhâlde. Ve pratiğe başlıyor:

Bir, iki, üç, beş, yedi...

Ta ki tutturana kadar! Tek hamlede açana kadar! Hani tek eliyle kalem çevirmeyi öğrenir gibi!

İlk becerdiğinde... E, “Oleyy!..” diye fırlar herhâlde...

Kadının da şaşkın tabii:

“Ne ‘oley’i yaa.. Daha yeni başlamıştık!”

Yazının devamı...

Uçan kopçalar...

Bitmediii... Şu sütyen meselesi... Hani akıllı sütyen; kalp hızı sensörü sayesinde gerçek aşk titreşimlerini algılayıp kopçasını otomatik olarak açan... Yok gerçek aşk değilse, kilitli kalan!

Dün epey geyiğini yaptık ama beni kesmedi... Çünkü konunun devamı var.

Şimdi bu aletin, pardon sütyenin bluetooth bağlantısı da varmış!

Yani?

Yani bu bağlantıyla akıllı telefonlarla bağlantı kurabiliyormuş.

Yani?

Yani akıllı telefonlarla irtibat hâlinde olan sütyen, sensörün algıladığı verileri telefona gönderiyormuş!

Heh heh hee...

Nasıl yani?

Ne gönderiyor olabilir ki?

Fotoğraf mı, bir işaret mi, titreşim ya da yazı mı, ne?

A-ha! Yoksa fotoğraf mı?

Titreşimli fotoğrafmış mesela! Düşünsene tam o sırada Face’te, Twitter’da...

Millet Tarafsız Bölge‘yi izleyip sinir ve dolduruş içinde ama aynı anda da ağır bir ombudsman edasında fikir tweet’leri atarken sende titreyen bir sütyen!

Hatta sütyen fırlamış, “Siz bunları Ergenekon’da Balyoz’da insanlar sabaha karşı evlerinden alındığında söyleyecektiniz!” tweet’inin üzerine konuyor!

Ya da Dört Bir Taraf‘ı izlerken, “Bu herkesi salak mı zannediyor!”da “salak” kelimesinin üzerinde...

RedHack’in o afili fotoğrafının üzerinde falan...

Hatta belki ayarlanabilinir; faiz, lobi, internet, yasak, RTÜK, dış mihrak, paralel kelimelerine...

Titreyen sütyen o kelimelerin üzerine konar!

Çoook eskiden....

Tamam abartmayalım...

Abartmayalım da, bu akıllı telefonlarla bağlantılıysa en azından fihristtekilere bir mesaj çeker herhâlde!

Öğle yemeğine çıkmışsın mesela... Biraz da geç kalıyorsun! Döndüğünde herkes pis pis sırıtarak sana bakıyor:

“Nasıl geçti yemek?! Ne yediniz?!”

Ya da annen arar:

“Kızım, beni mi arıyorsun, mesaj mı atıyorsun anlamadım. Titreyip duruyor bu. Aldın bu telefonu bi şey anlamıyorum.”

“Yok anne, sil sen onu, bir şey değil o!”

“Nasıl siliniyor bu? Nereye

basacam?”

“Bırak anne, öyle bırak! Ben sonra silerim.”

Daha da kötü durumlar var tabii... Evlilerin başına gelebilecek!

Ama tabii hepsi boş, yeter ki, gerçek aşkı bul. Zaten o zaman sütyenden önce sen titrersin.

Telefonundan önce bütün sinyalleri sen verirsin...

Zaten siz de büyük olasılıkla , “Nerdeee?” diyorsunuz, “Gerçek aşkı bulduk da sütyen uçurmamız kaldı!”

O da doğru!

Karıştırdım ben! Bunlar eskidendi, çook eskiden!

Yazının devamı...

Ani ve çarpıcı bir heyecanla...

Erkeklerde anlayamadığım, anlayamadığım hâlde hâllerine acıdığım bir şeydi o: Aklından bağımsız hareket eden bir uzuv! Hani insanı rezil de vezir de eden türden...

Hadi onu da geç, bir anlamda da aşkının kanıtı. Düşünsene, “Sana âşığım, bayılıyorum, ölüyorum” diyor, sen de “E, peki o zaman” diyorsun, sonra...

Sonra “tık” yok!

E, nasıl bir aşk bu? Bu nasıl ölmek?

Stresten, stresten!!!

Ölecek kadar seviyor ya, onun stresi!

Dedim ya, acıyorum diye; böyle bir yükle yaşamak gerçekten zor olsa gerek!

Biz öyle değiliz ya, bu yüzden tuhaf geliyor. Bizimki sadece beyana bağlı; doğru mu, yanlış mı artık onu bir o kadın bir de Allah bilir.

Başka kanıtı yok!

Yok-tu!

Şu sütyen bulunana kadar!

Okumuşsunuzdur, Japonlar bulmuş; “sadece gerçek aşk yaşandığında” açılıyor, aksi hâlde kopçası kilitli kalıyormuş.

Kalp atışlarını ölçerek, “yüksek heyecan hissedildiğinde” kilidini açıyormuş.

Adı da, True Love...Gerçek aşkı buldun buldun, bulamadın kopçalı kaldın!..

Dünya para verdik ama...

Hele ki şu ara...

Hepimiz kopçalı kadınız!

Daha da çoook kopçalı kalırız!

Da...

Şimdi bu alet yani sütyen, âşık olduğumuzda, ani ve çarpıcı bir heyecan yaşıyormuşuz, o zaman açılacakmış.

Gerçekten sevmediğiniz insanlarla birlikteyken ise kopça kilitli kalacakmış!

Heh hee...

Şey gibi! Tıpkı onlar gibi!

Düşünsene yatağın bir tarafında sen, sütyen açılmıyor, öteki tarafında adam tık yok!

Ama tabii Japonlar bunu keşfederken Türk erkeklerini unutmuşlar!

Bizimkiler tek hareketle sütyen kopçası açmayı çok iyi bilirler.

O da olmadı, yine tek hareketle ani ve çarpıcı bir heyecan yaşatabilirler.

Öyle bir hareket yapar ya da öyle bir söz söyler ki, sinirinden aniden kan beynine sıçrar. Kanın ters akmaya başlar. O sütyen var ya, böyle karşı duvara fırlar!

Heh hee...

Evliler özellikle...

Yatakta tık yok ama yemek hazırlarken ya da ortak bir karar vermek için konuşurken kadının sütyen fırlayıp duruyor!

Arabada bir yere gidiyorlar mesela, kadının sütyen camda!

Doğum günün, adam danalık yapıyor mesela; senin sütyen özgürlüğünü seçmiş, fırlamış gidiyor!

Hayır, adam da şaşıracak, yanlış anlayacak! “N’oluyor lan, bu kadın, benim kadın mı?” diyerekten!

Yetkili teknik servise yollarız artık! Japonya’ya...

Şikâyetiniz neydi?

“Kardeşim dünya para verdik aldık, bu yanlış çalışıyo!”

Yazının devamı...

Durma! Durduğun an kaybedersin!

Yani artık zaman her zamankinden daha çok hızlı akıp gidiyor ya... Bir bakıyorsun cuma gelmiş bile!

Hani bütün bilgilerimizi sürekli güncellemek zorunda kalıyoruz ya...

Ezberimizde bulunması gereken 30 şifre, her zaman gittiğin adresler, adreslere giden yollar, yeni ürünler, yeni ürünleri satın alma prosedürleri, onları kullanma yöntemleri, yeni açılan yerler, kapananlar, yeni teknolojiler, internet bilgileri, sanal âlem, gerçek âlem, uçuk âlem, el âlem...

Her şey her an değişiyor ya...

Her şey her an yenileniyor ya...

Her şeyi yeniden öğrenmek gerekiyor ya...

Yoruluyorsun...

Bir yanda klasik ve sıradan güncel hareketlerini devam ettirmen gerekiyor, bir taraftan da her konuda güncellenmen...

Evet yoruluyorsun.

Biraz durmak istiyorsun.

Sakin olmak...

Ama ona bile vakit yok!

Zaten durmaman da gerekiyor.

Durduğun an kaybedersin!

Yani şimdi akıllı telefonun özelliklerini öğrenmezsen, belki üç yıl sonra bir telefon çağrısı yapmayı beceremeyeceksin!

Şimdi bilgisayarınla televizyon ilişkisini kurmazsan beş yıl sonra televizyonunu açamayabilirsin bile!

Tek kumandayla 5 alete hakim olmayı öğrenemezsen, elinde 5 kumandayla salağın çıkar!

Hadi onu da geçtim, yeni araştırmalara göre, mutluluk da buradaymış!

Hatta ismi bile var: “Neofili“.

Yenilik arayışı...

Kendini aş, sebat et!..

Psikiyatrlar, neofiliyi, insanın özündeki hayatta kalma yeteneği olarak tarif ediyorlar.

Evet, artık hayatta kalmak, karnını doyurmak, barınmak, üşümemek falan değil!

Teknolojiye ve yeniliklere uyum sağlamak!

Ancak o kadar basit de değil. Zira neofili aslında bir kişilik özelliği...

Öyle herkeste yok!

Biz şifrelerle baş etmeye çalışırken bilim insanları bizi neofobikler, neofiller ve en aşırı hâliyle, neofilyaklar diye sınıflandırmışlar bile...

En fenası neofilyaklar ya... (Ki ben bu ara oyum galiba! Bir su ısıtıcı almak için dünyadaki bütün su ısıtıcılarını araştırmakla kalmayıp tek tek denediğimden...)

Yenilik arama eğilimi, yetiştirilme tarzına, yerel kültüre ve kaç yaşında olduğunuza bağlı olarak değişiyormuş. Tahminlere göre, yenilik arzusu 20 ile 60 yaşları arasında yarı yarıya azalıyormuş.

Bu belki de gitgide neden mutsuzlaştığımızın bir açıklaması...

İşe gir, evlen, hep aynı hareketler falan... Bütün yeniliklere karşı birbirini frenlemeler, yasaklar, izinler...

Klasik ilişki arayışları...

Eski yöntemler...

Oysa mutlu olmanın sırları değişti: Artık üç kişilik özelliğinden bahsediliyor:

Yenilik arayışı, sebat ve “kendini aşmak”...

Benden yazması...

Yazının devamı...

“Evet” demenin ağırlığı...

Yıllar boyunca, “hayır” demeye uğraştık. sonunda başardık da! Hatta tadını da çıkardık. Da... Bir de “evet” demek var.

Bu arada “evet” demeyi mi unuttuk?

Aslında kadınlar, “hayır” demekte ne kadar zorlanıyorlarsa, “evet” için de bir o kadar zorlanırlar.

Nasıl ki, istemediği bir adama “hayır” diyebilmeyi öğrenmesi yıllarını alıyorsa, istediği bir adama “evet” demesi de aynı süreyi alır.

Tabii hâlâ “evet” diyebileceği kimse kaldıysa...

Hadi, “hayır” demenin neden zor olduğunu biliyoruz... Ya onu kırmak istememektedir ya öyle bir noktaya gelmiştir ki o “hayır”ı açıklayamayacaktır ya da bir planı vardır..

Peki o hâlde neden “evet”lerde bu kadar takılırlar?

Oysa “ne güzel işte!” değil mi?

Evet demek istediğin biri var ve üstelik sana soruyor...

Daha ne istiyorsun?

Yok, ille bir kasma, bir ağırdan alma, bir hava-cıva...

Yani aslında, hafif görünme, hafife alınma korkusu...

Oysa senin ağırlığın belli.

Ya da hafifliğin...

Düşüncelerinden, onu ifade edişinden, giyiminden, bakışından hatta yürüyüşünden...

“Evet” ya da “hayır” deyişinden...

Belli zaten!

Yani olduğundan ne daha ağır ne de daha hafif olabilirsin!

Hiçbir “hayır” seni ağırlaştıramaz.

Hiçbir “evet” seni hafifletemez.

Yeter ki bir karşılığı olsun!

Tek kriteri var...

Hıı...

Karşılık derken?

Yani içini doldur...

Vereceğin, paylaşacağın, şaşırtacağın, katacağın bir şeylerin olsun...

Aman ha! Vereceğin derken yanlış anlaşılmasın zira onu bulmak artık hiç zor değil!

Aslında her “evet” bir meydan okumadır...

“Ben de varım” demektir.

“Ben de varım” dediysen, var olacaksın...

İşte o zaman öyle bir evet dersin ki... Sen değil, o korkar!

İşte o zaman evet demenin bütün hafiflikleri kaybolur.

Bunu söylemenin de bir raconu vardır yani...

Anlar zaten...

Karşındaki seni anında tartar ve neyle karşı karşıya olduğunu hemen hisseder.

Onun için...

Aslında önemli olan kime, neye, niye ‘evet’ dediğin...

Geçenlerde kimlere kolayca, “Hayır” denileceklerin listesini yapmıştık;

“Evet” demenin ise tek kriteri var:

Canın istiyorsa...

Canın onu istiyorsa...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.