Şampiy10
Magazin
Gündem

Sarmanın suçu ne?

Onu ilk gördüğümde itiraf edeyim, alelacele gözlerimi kapattım. Hemen sayfayı çevirdim. Hiç beklemediğim bir anda sıkı bir yumruk yemiş gibiydim. Gazetenin o sayfasındaki diğer haberlere bile bakamadım; göz ucuyla da olsa görürüm diye...

Küçük sarı bir kedi yavrusuydu...

Ama bir tuhaflık vardı. Alıştığımız güzel ya da komik kedi fotoğraflarından biri değildi. Bu yüzden biraz daha dikkatli bakmak zorunda kalmıştım.

Kedi sargılar içindeydi...

O birkaç saniye içinde, kedinin tuhaf tekerlekli bir şeyin üzerine konduğunu, fotoğrafın üzerinde de “Bunu yapan insan olamaz” yazdığını gördüm.

İşte yumruğu o zaman yedim!

Yumruğu yedim ve oradan kaçtım!

Akşama kadar ondan kaçtım! Bana, “kedi haberini okudun mu?” diyenlere de sert çıktım: “Hayır, okumadım, okumak da istemiyorum!”

Ama o fotoğraf arada bir gözümün önüne gelmeye başlamıştı. Her geldiğinde yumruğu yediğim yer de sızlamaya...

Bir yerim sızlıyordu ama neresi, bulamıyordum. Karnıma mı, kafama mı yemiştim o yumruğu...

Yoksa vicdanıma mı?

Sonra birkaç kere onunla yüzleşmeye yeltendim. Bu sefer ben sordum: “Okudun mu?” diye...

Kime sorsam, daha ne olduğunu bile sormadan, “Hayır. O konuyu açmayalım lütfen” cevabını aldım. Belli ki, onlar da yumruk yemişlerdi ve kaçıyorlardı...

Gün boyunca o fotoğrafı hiç görmemiş, o haberi hiç okumamış gibi yaşamaya çalıştım. Ta ki, akşam haberlerine kadar!

Onun hikâyesi başladığında önce hemen televizyonun sesini kıstım ve dikkatimi başka yere verme telaşına düştüm. Ama birkaç saniye içinde artık daha fazla yüzümü çeviremeyeceğimi anladım ve haberi tüm ayrıntılarıyla dinlemeye başladım.

Ve onunla göz göze geldim.

Caninin biri o yavru kedinin ön ayaklarını kesip yolun kenarına atmıştı. Neyse ki, hayvanseverler, veterinerler ona sahip çıkmış, yaralarını sarmışlardı. Hatta şimdi protez takmayı planlıyorlardı. Şimdilik onu tekerlekli bir oyuncak arabanın üzerine koymuşlardı. Oradan bize...

Bize bakmıyordu!
Belki de bakamıyordu... Hani başkasının adına sen utanırsın ya, onun gibi!

Yüzüne öyle bir hüzün, öyle bir kasvet çökmüştü ki, tıpkı kolları işkenceyle kesilmiş bir insan gibi!

Yıkılmıştı!

Tıpkı bir insan gibi!

Ben artık gözlerimi ayırmadan ona bakarken bir hayvansever, hayvanlara işkence eden insanlara verilen cezanın komikliğinden bahsediyordu.

En fazla 2 yıl, o da 500 TL civarında paraya dönüşüyor.

Niye acaba?

Elleri, bacakları, iç organları, beyni, kalbi olan bir canlıya işkence yapmak bu kadar ucuz mu? Onların da canı acıyor.

Onlar da kolları canlı canlı kesilirken bağırıyor. Bir insanın kolu kesilirken hissettiklerini o da hissediyor. Yazık!

Herkese yazık!

Haber bittikten sonra kedime sıkı sıkı sarıldım. Anlamış gibiydi... Aslında biraz da ben anlamış olmasını istiyordum herhâlde.. Ama o anda tuhaf bir şey oldu: İster inanın ister inanmayın ama kedim, yere bıraktığımda, topallıyordu...

Yazının devamı...

Yoksa...

Bu gece on bir buçuk otobüsüyle İstanbul’a mı gitsem/ İntihar mı etsem...”

Böyle ruh hâlleri vardır ya... Birbirinden bağımsız, bağlamsız iki uçta gider gelirsin...

İşte böyle zamanlarda hep bu dize aklıma gelir. Hatta biraz da kısaltır, öyle söylerim:

“Bu gece otobüsle İstanbul’a mı gitsem yoksa eve gidip intihar mı etsem?”

Bazen de kendime göre uyarlar, değiştirir, onunla oynarım...

Hani...

Yapılacak işlerin vardır,

Bir de yapmak istediklerin...

Aklının istedikleri...

Ruhunun istedikleri...

Hep farklı farklıdır.

Bazen...

İkilemde kalırsın.

Sonunda genellikle ikisini de yapmazsın... Öyle mal gibi durursun.

Yine böyleyim galiba...

Aklım, ruhum, bildiklerim, öğrendiklerim hepsi yine beni ayrı yerlere çekiyor.

Biri “onu yap” diyor, öteki “bunu”...

Ne yapsam?

Hiçbir haber ve tartışma programı izlemesem mi yoksa gidip arabayı mı yıkatsam?

Her lafa bir cevabım var ya, onları söylesem mi yoksa ben de İstanbul’a mı gitsem?

Face’ten Twitter’dan kendimi atsam mı yoksa Bolonez soslu makarna mı yapsam?

Sinirlerime hâkim mi olsam yoksa bir hâkimle arkadaş mı olsam?

Her yürüyüşe, her gösteriye katılsam mı yoksa annemi ziyarete mi gitsem?

Her yanlışa dava mı açsam yoksa perdeleri mi değiştirsem?

“Bu kadar da olmaz” diye isyan mı etsem yoksa biriyle mi öpüşsem?

Doğruyu tartışanlara karşı sabırlı mı davransam yoksa ODTÜ’ye mi gitsem?

Aptal yerine mi konsam yoksa kalkıp evi mi temizlesem?

Korksam mı yoksa yağmurda mı yürüsem?

Yorulsam mı yoksa kendime ‘kırmızı bir elbise‘ mi alsam?

Ne yapsam?

Neyse ki benim yapacaklarım belli...

Başkaları düşünsün şimdi!

Ne yapacaklarını...

Yazının devamı...

Onu sona bıraktım...

Geçenlerde konu neydi, tam hatırlamıyorum; bir örnek vermiştim ya, “mesela trafikte kadınlara küfreden, bağıran, el kol hareketi yapan adamdan adam olmaz” diye... Hatta onda “tık” yoktur diye ileri bir tespit de yapmıştım. Ama belki de “tık” olmadığından öyle yapıyordur!

Kim bilir!

Bilen bilir...

Ama anlaşılıyor tabii. Adamın trafikteki hâl ve tavırları, başka zamanlardaki tepkilerinin de teminatı aslında! (Tamam, şimdi hatırladım, yansımalardan bahsettiğim yazıydı.)

Evet; daha da kötüsü, bir adamın trafikteki hâli, başka hâllerinin yansımasıdır.

Küfredeni, el kol hareketi yapanı ezdik zaten. Ben onların eşlerine çocuklarına acırım aslında. Direkt o aklıma gelir. Hele mecbursa kadın! Ki mecbur herhâlde...

Gelelim diğerlerine...

- Yol vermemek için seninle burun buruna mücadele içine girenler:

Hani gıdım gıdım ilerlerken kim öne geçecek mücadelesi vardır ya... Kim önce sıraya burnunu sokarsa... Burada gözü dönen kazanır! Bir de arabasına kıyabilen! Seninle bu kavgaya giren adamla birlikte olunmaz. Bir kere kıskançtır. Manasız kıskançtır ama! Bir de “bana su getirsene”cilerdendir. Evde kariyerini böyle gösterir! Dana!

- Yol vermemek için seni görmezden gelenler:

Sanki yola o kadar konsantre olmuş ki, tali yoldan gelene bakmıyor bile! Bunlar ters yoldan gelince de yani hatalı olunca da bakmazlar ya! Sen “Napıyon?” dersin hiiiç oralı olmaz! İşte bu adam sınır dışı edilmeli! Bu yeni mobeseler onları tespit etsin asıl! Evde de ölsen umuru olmaz bunun! Büyük ihtimalle de erkencidir. Erken kalkar yani! Sabahları...

- İt dalaşı yapanlar:

Bak, onları severim. Ben geçtiğim zaman tabii! Ama altında dandik bir araba, motoru bağırta bağırta gelenlerle yarışmayacaksın. Arabalar eşit olacak! Orada şerefiyle yarışanla, birlikte olunur. Bu adamlar biraz çapkın olabilirler ama eğlenceli de!

Ancaaak... Baktı ki, geçemiyor, birden yavaşlayanlar vardır. Hani “ben yarışmıyorum ki!” der gibi... Ha, işte onlardan uzak duracaksın. Tavşan b.kudur onlar.

Sinsidirler.

- İnatçılar...

Yarıştın ve kazandın di mi? Kırmızı ışıkta durdunuz. O yenildi ya, bırakmaz. Yanında, arkanda artık neredeyse vınn vınn gaza basar; “hadi bi daha“ diye... Niye bi daha? Bitti kardeşim. Bu adamlarla da olunmaz. Hayat boyu seni ezmekle mutlu olur bunlar.

- Kornaya basanlar...

Yol alamayınca kornaya basanlar vardır bir de! “Ne var?” dersin. “E ben geçecektim” der. “Oldu!” İşte bu adamlar hayatta da böyledir. Kötü şeylerden hep seni suçlar, iyileri kendine yazar.

- Kıçının dibinden ayrılmayanlar...

Bunlar genellikle it-kopuk olurlar ama bazen aylardır, yok; yıllardır sevişmeyen adamlar da bunu yapabilir. Ancaaak, aynı durumdaki bir kadına rastlarsa... Heh hee... Ben zonk diye frene basan kadın tanırım. Yani...

- Yol verenler...

Onları sona bıraktım. Hayatta da! Heh hee... Yol verip sonra kur yapanlar... Bunu yapma işte! Gerek yok!

Var mı yoksa?

Yazının devamı...

Bekârlık sadece bekârlık değildir!

Eveeet...

Nur topu gibi bir “ayrımımız” daha oldu!

“Bekârlar“ ve “Evli-çocuklular“ diye...

Vatanımıza milletimize hayırlı olsun!

Bir biz kalmıştık! O da oldu!

Söylemden anladığımıza göre, bekâr ve bir de üstüne çocuksuz olmak...

Artık ne kadar kötü bir şeyse!...

O kadar olur yani...

Ama öyle bekârlar ve evli-çocuklular diye kestirip atmak olmaz!

Bu bekârlar var ya, sadece bekâr olsalar iyi!

İçlerinde kimler var, kimler!

Gezi’ci bekârlar...
Solcu bekârlar...
Sağcı bekârlar...
Kürt bekârlar...
Alevi bekârlar...
Sünni bekârlar...
Çerkez bekârlar...
Muhafazakâr bekârlar...
Muhafazakâr solcu bekârlar...
Muhafazakâr sağcı bekârlar...
Muhafazakâr kapitalist bekârlar...
Antikapitalist muhafazakâr bekârlar...
Antikapitalist muhafazakâr Gezi’ci Sünni bekârlar...
Liberal bekârlar...
Ulusalcı bekârlar...
Kemalist bekârlar...
Kapitalist bekârlar...
Solcu görünümlü kapitalist bekârlar...
Paralel bekârlar...
Anarşist bekârlar...
Radikal bekârlar...
Hümanist bekârlar...
Ateist bekârlar...
Hatta dinci bekârlar...

Bir de “sadece bekâr“ olanlar var.

Durumuna bir isim vermeden, kendi hâlinde, sadece memleketinin ileriye ve doğruya gitmesini gözeten sadece bekârlar...

Ama o da kötü!

Hem bekârsın, hem “sadece”sin.

Ben böyle şey görmedim! Bu ne hâl!

Hem bekârsın hem de fikrin falan var! Olacak iş değil.

Bence bekârlar oy falan da vermesin.

“Evli-çocukluyla, bekârın oyu bir mi?“

Ne olursa olsun, anladık ki, bekâr olmak kötü bir şey!

En iyisi kendimizi şarkılara vuralım...

“Sen bekâr olmak nedir bilir misin?“ diyerekten...

Oldu olacak, devamını da getirelim...

Biz evli olmak, çocuk ve çocuklu olmak nedir biliriz de...

Bizim aileler, çocukluklar ve çocuklar biraz farklı!

Yazının devamı...

Mühim olan... Ne?

Hani, mühim olan, “Senin biliyor olman” deyip diyoruz ya... Senin ne yaşadığın... Bunun kendisinden daha önemli bir alt başlığı var aslında:

Asıl önemli olan, senin ne olduğun!

Ne bildiğinle, ne yaşadığınla ve ne olduğunla hüzünlü bir aşk hikâyesinde karşılaştık. Oysa her şey gibi bu durumun yansımaları var.

Hayatın diğer alanlarına yansımaları...

Ben buna inanırım; yansımaya...

Bir insanın bir olay karşısındaki duruşu, başka bir olaydaki tavrını da belli eder.

Mesela trafikte haklı ya da haksız, bir kadına en hafifinden “Hadi len!” işareti yapan, küfreden, çirkinleşen adam evinde dananın önde gidenidir! Karısına acırım.

Bu adamın düzgün bir ilişkisi olması ihtimali sıfırdır! Seks hayatı ise epeydir yok demektir!

Mesela, bir satış elemanına kötü davranan kadından korkarım. O benden korkmaz ama ben ondan korkarım... Mutsuzdur çünkü!

Mesela, bir kaza gördüğünde durmak yerine, “Amaan şimdi durup dururken başıma iş açacağım” diye giden insan...

Her an her yerden gidebilir. Senden de!

Karşılıksız bırakıyorsan...

Mesela insan bir, sadece bir yerde dürüst değilse, hiçbir yerde dürüst olmaz gibime geliyor.

İnsanın ne olduğuyla ilgili başka bir ipucu da, verdiği karşılıklardadır.

Çok basit anlatacak olursak:

Mesela biri küfrettiği zaman...

Biri kötülük yaptığında...

Yalan söylediğinde...

Aldattığında vs....

Kısasa kısas gidiyorsan...

Yani sen de küfredip, sen de yalan söyleyip, sen de aldatıp sen de kötülük yapıyor veya yapmayı istiyorsan...

Seni anca bu kesiyorsa...

O zaman sen de kötüsün demektir!

Yok, susuyorsan...

Ya da ne bileyim, kendin gibi erdemli bir yöntemin varsa...

Ama “o anlamıştır” diye, “o ders alsın”, “o utansın” diye değil, sen öyle olduğun için susuyorsan...

Karşılıksız yani...

Olmuşsun demektir.

Biz bunu öğrendik.

De...

Arada bir aklım karışmıyor değil!

Birileri insanların gözünün içine bakaaa baka, bağıra bağıra yalan söyleyince...

“Allah’ından bulsun” diyerek susup geçemiyorsun...

Birileri seni aptal yerine koymaya çalıştığı zaman sadece “Ben aptal değilim ki! Niye sinirleneyim” deyip susamıyorsun...

Birileri haklarını almaya çalışırken, “Sinirlerim bozuluyor, artık ilgilenmeyeceğim” diyemiyorsun.

Karşılıksız kalamıyorsun...

Yazının devamı...

Ya adam genç olsaydı...

Kısa bir özet verelim önce: Elimizde, kendisinin kim olduğunu bile hatırlamayan Alzheimer hastası karısını her gün ziyarete giden yaşlı bir adam var.

Gerekçesi ise çok derin:

“Ama ben onun kim olduğunu biliyorum!”

Ben de bunun üzerine bir soru yöneltmiştim; “ya adam genç olsaydı?” diye...

İlk sırayı, bize bu hikâyeyi anlatan Makarnacı Maho’ya verelim:

- “Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl durumu hâlidir. Yıllar cildi buruşturabilir ancak heyecanların bitişiyle insanın bedeni de buruşur. İnsan kendine olan güveni kadar genç, kuşkusu kadar yaşlı; cesareti kadar genç, korkuları kadar yaşlı; umudu kadar genç, bezginliği kadar yaşlıdır. Hiç kimse de fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz, insanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir.”

Güzel söylüyorsun da!.. Nasıl sorsam? Yani idealler, libidoyla birlikte düşmüyor mu? Yoksa paralel bir libido var da bizim mi haberimiz yok!

Ama son cümlene ayakta şapka çıkarıyorum:

“İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, oysa yaşamadıklarından yaşlanırlar.”

Siyami de başka yere takılmış:

- “İlk defa bir erkeği öven bir yazınızı okudum. Yaşlı adama ‘dana’ dememeniz ise insafa gelmeniz olmalı. Adam yaşlı olunca değişti fikriniz. Bana göre doğru değil. Adamın karakteri değişmez, kendi bilmesinin yeterli olduğunu söylüyor.”

Bir dakika! Ben kimseyi övmedim, bu biiir. Adamın danalık hâli kalmamış, bu ikiii... Her gün hasta karısını ziyarete giden adamlara da dana dersem ne insaflı ne de inandırıcı olurum bu üüüç! Adamların karakterleri değişir bu da dört!

‘Kadın gitmez’ de...

Ali daha da uzaklarda:

- “Hikâyedeki erkek neden ‘yaşlı adam’ değil de ‘yaşlı bey’?

Kibarlıktan mı?”

Bu da şey gibi, “hanım kızım” gibi değil mi? Ama benim kibarlığım değil, hikâyeyi yazan Makarnacı Maho’nun ifadesi. De! Konu daha derindi ama...

Hatice gerçekçi, lafı hiç uzatmamış, herkesin aklına ilk geleni yapıştırmış:

- “Büyük bir ihtimalle en az bir çıtır bulur, karısını ziyarete falan gitmez, gününü gün ederdi.”

Gördünüz mü, ne hâle geldiğinizi? Danalara diyorum!

Daha derin yorumlar da var:

- “Sevgi, bağlılık ve birbirine düşkünlük boyutuna geçen ilişkilerin zaman aldığına inanıyorum.”

- “Adam genç olsaydı bu duyguların çok genç yaşta, çok emek verilmemiş

bir evlilikte yaşanmış olacağına inanmıyorum...”

Sevgi emek ister diyorsun... Evet, emek de sevgi ister ama!

Bak, “aşk olmadan vicdan olmaz” diyenler var!

Bir de soruya soruyla cevap veren:

“Ya adam hasta, kadın genç olsaydı?”

Bu sorunun cevabı beni hep düşündürmüştür. “Kadın gitmez!” kanısı...

Evet, çoğunlukla kadın gitmez.

De... Niye gitmez?

İşte bu sorunun gerçek cevabı beni hep korkutur.

Yazının devamı...

Gerçek aşk mı, vicdan mı? Yoksa...

Hikâye şu: Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken bir bisikletlinin çarpmasıyla yere düşmüş ve hafif yaralanmış. Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar. Hemşireler önce pansuman yapmışlar, biraz beklemesini ve röntgen çekerek herhangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini söylemişler.

Yaşlı bey huzursuzlanmış, “acelesi olduğunu, röntgen istemediğini” söylemiş. Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar. “Eşim huzur evinde kalıyor, her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim. Gecikmek istemiyorum” demiş. “Eşinize haber iletir, gecikeceğinizi söyleriz” deyince, yaşlı adam üzgün bir ifade ile “Ne yazık ki karım Alzheimer hastası. Hiçbir şey anlamıyor hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor” demiş.

Hemşireler hayretle “Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor, neden her gün onunla kahvaltı etmek için koşturuyorsunuz” diye sormuşlar.

Adam buruk bir sesle,

“Ama ben onun kim olduğunu biliyorum” demiş.

Vay, vay, vay!

Bu hikâyeyi dün, bizim internet sitesine benim yazımın yorumcularından, “Makarnacı Maho“ yazmış. Belki okudunuz...

Hikâyeye başlamadan önce de, “Geçenlerde okuduğum gerçek aşk üzerine, ‘Vicdan mı, gerçek sevgi mi yoksa gerçek aşk bu mu olsa gerek?’ bir hikaye... Paylaşmak zorunda hissettim...” diye yazmış.

‘Makarnacı’nın soruları...

Ben aslında böyle aforizmatik hikâyeleri pek sevmem. Biraz zorlama ve arabesk gelir bana. Ama her Türk evladı gibi içim hemen cız eder. Kanarım!

Bütün sevgi hikâyelerinde gözlerim dolar. E, bütün kavuşma sahnelerinin acıklı olması boşuna mı? N’apalım, böyle büyüdük!

Makarnacı Maho’nun hikâyesi de böyle...

İnsanı hem hüzünlendiriyor hem de düşündürüyor. Yani biraz da şüpheyle yaklaşıyorsun. Aklına bir sürü soru takılıyor...

Mesela Makarnacı Maho’nun soruları... Yani “Nedir bu?“ya cevaplar: Vicdan mı, gerçek sevgi mi?

Başka sorular da var.

Adamın yaptığı doğru bir şey mi? Yoksa bu da bir tür ruh hastalığı mı?

Gerçek sevgi böyle mi olmalı?

Yoksa yaşlı adam da mı Alzheimer?

Peki şimdi sıra daha önemli bir

soruda:

Ya adam genç olsaydı?

Hı?

Lütfen, “O zaman karısı nasıl Alzheimer olurdu?” demeyin! Beni çileden çıkarmayın. Burada aforizma yapıyoruz!
Ama hayal edemiyorsanız genç adamın karısı da hafızasını kaybetmiş olsun. Tamam mı? Oldu mu şimdi?

O halde devam edelim...

Ya adam genç olsaydı?...

Bir düşünün bakalım...

Yazının devamı...

Aşk sadece aşk mıdır?

Toplum olarak her şeye inancımızı yitirdik, bir tek aşka olan inancımız bitmedi ya... Helal!.. Bunca bozguna, bunca çarpıklığa rağmen hem de! O yüzden soruyorum:

“Aşk sadece aşk mıdır?” diye...

Bu sorunun alt başlığında şu da var:

“Bütün aşklar aynı mıdır?”

Yani âşık olan herkes aynı duyguları mı hisseder? Aynı hisseder de, farklı mı yansıtır? Aslında iyi, güzel bir duygu olması gerekiyor değil mi? Kendini canlı, heyecanlı, mutlu hissetmeli; hep gülüyor olmalısın.

O hâlde niye öyle değilmiş gibi?

Aşk deyince neden ayrılıklar, aldatmalar, gözyaşları, kıskançlıklar, yıpratmalar aklımıza geliyor artık?

Çünkü belki de aşkı unuttuk! Ete-b.ka aşk diyoruz! Ya da şekil değiştirdi...

Mutasyona uğradı!

Artık kalbimizle değil de, başka bir yerimizle seviyoruz. Düşünsene yakında kalp şeklinde simgesel olarak yapılan her şey başka bir organa dönüşecek! Balonlar, pastalar, çiçekler falan... Veya...

Geçenlerde okuduğum gibi, 6 çeşit aşk var! Artık!... Bakın nelermiş?

Aramaya devam...

Delicesine aşk...

Âşık olduğu kişiye değil de, kafasında idealize ettiği kişiye karşı saplantı...

(İdealize etse yine iyi! Tutturduğuna....)

Boş aşk...

Bir kişinin başka birini sevdiğine karar vermesi ve yakınlık veya tutku barındırmadan bu aşkı devam ettirmesi...

(Biz buna aşk değil de, hesap-kitap işleri diyoruz ama!)

Romantik aşk...

Kişilerin birbirine karşı fiziksel ve diğer açılardan çekici gelmesi... Yaz aşkları gibi...
(Sahi hâlâ yaz aşkları yaşanıyor mu? Bu yaz aşkının bir yaşı var mı acaba?)

Karşılıklı aşk...

Tutku unsuru yok ancak uzun zaman sonra derinden hissedilen bağlılık var...

(Menfaat çakışması yani... İyi de bunun aşkla ne ilgisi var?)

Budalaca aşk...

Tanışıp, tutkuya kapılıp kısa süre içinde evlenenler... Tutku yok olunca da...

(Heh hee.. Olsun! Budalaca-mudalaca... Hiç olmazsa aşk!)

Ve mükemmel aşk...

Tutku, bağlılık ve fiziksel çekiciliği barındırır.

(Bu kadar mı? Koskoca mükemmel aşkın tarifi bu mu?)

Yok, böyle olmayacak!

Hiçbirini sevmedim.

Biz yine yeniden aşkı kalbimizle ve kalbimizde aramaya devam edelim...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.