Şampiy10
Magazin
Gündem

Asıl, hayatımızdan çalınıyor

Yıllardır...

Özellikle de son 1 senedir...

Hayatımıza bak!

Ruh hâlimize, moralimize, sinirimize bak!

“Ne var ki?” diye soruyorsan, gecelerimize bak!

En iyi oradan anlaşılıyor..

Sadece bizim olan gecelerimize...

Bizim ve bizimle olmasını istediklerimize ait olan...

Yani bir zamanlar öyleyken...

Şimdi...

Kucağımızda Twitter, televizyonda bir haber tartışma programı, sırf itiraz ve itaat olsun diye konuşan bir adamın/kadının kışkırtıcı, tutarsız ve zorlama demagojik sözlerine, hayret ve sinir içinde, akılcı cevaplar yetiştiriyoruz.

Hem de her akşam!

Yüzde 30 mudur, 35 midir nedir; onlara, bir taraf olmadığımızı...

Demokrasiyi...

Özgürlüğü...

Yasakçılığı...

Ayrımcılık yapmamamız gerektiğini...

Adaletin, hukukun evrenselliğini...

Saygıyı...

Sevgiyi...

Dürüstlüğü...

Vicdanı falan anlatmaya çalışıyoruz...

Artık her şey ‘bile bile’

Daha da kötüsü...

Ve aslında daha da ilginç olanı...

Bilmiyorlar mı?

Biliyorlar.

Hem de bal gibi biliyorlar!

Neyin yalan, neyin demokrasi, neyin evrensel, neyin kişisel, neyin montaj, neyin dublaj olduğunu bilmiyorlar mı?

Onu da biliyorlar!

Hem de hepsi biliyor.

Bu ülkede artık her şey “bile bile...“

De...

Olan hayatlarımızdan çalınan gecelere oluyor...

Kaç kitaptan, kaç filmden, kaç şarkıdan...

Kaç yeni fikirden...

Kaç fırtınalı sohbetten...

Kaç kahkahadan...

Öğreneceğimiz kaç yeni duygudan...

Kaç ileri fikirden oluyoruz kim bilir?

Bırak hayatımızı yaşamayı, başa döndük...

Bırak ilerisini, elimizdekini kurtarmanın peşine düştük!

Yani diyeceğim;

Asıl, hayatımızdan çalıyorlar...

Hayatımızdan!

Yoksa diğerlerinin hesabı nasıl olsa verilir. Bugün olmasa, yarın... Yarın olmazsa öbür gün...

Ama hayatımızdan çaldıklarının, aldıklarının hesabını...

Kim, nerede verecek acaba?

Yazının devamı...

Reklam değil kâbus...

Hayır, kitle tiyatrosundan desem değil, epikten de değil, bir yere oturtamadım. Zaten oturtsam da haksızlık etmiş olurdum!

Evet, biraz zombi filmlerini andırıyor ama! Şu yasaklanan seçim reklamından bahsediyorum.

Baştan bakalım, neye benzediğini buluruz belki...

“Kötü ve karanlık adam”, elinde kalın levyeyle bayrak kulesine geliyor. Önce kapıyı kaktırarak açıyor sonra aynı levyeyle bayrak ipinin makarasını kırıyor.

Çekip gidiyor.

Şimdi bu kötü adam kim? Kimi simgeliyor?

Bu aralar, her şeyin dışında bilmediğimiz başka bir problemimiz daha mı var? Birileri cumhuriyetimize göz mü dikti? Yani bildiklerimizin dışında!

Hadi öyle bir şey var diyelim. Bu iş bu kadar kolay mı? Bir levyeyle...

Onu da geçelim...

Sonra işini gücünü bir anda bırakıp hedefe kilitlenmiş insanlar gaipten gelen bir sesin onlara verdiği emir doğrultusunda koşmaya başlıyor. Gerçekten de zombi filmlerindeki gibi!

Ha, emir ne?

Git bayrağı yeniden sallandır.

İyi de...

Şimdi bunun için...

Sadece tek kişinin, tek bir levye hareketiyle bu kadar kolay indirebildiği bayrak için insanlar kendilerini denize atmaya, birbirinin üzerine çıkmaya falan başlıyor.

Adeta şuursuzca, hedefe kilitlenerek...

Hani denize atlayıp yüzerek kuleye gidecek gibi bir hâlleri de yok! Hatta yüzme bildiklerinden bile şüpheliyim. Zira denize öyle atlanmaz! Anca düşülür! Zaten hepsi hipnotize edilmiş, denize atla emrini almışlar ve birazdan da denizin dibini boylayacaklar!

Görüntü o!

Simgesel mimgesel ama arada bir bağlantı olması gerekmiyor mu? Hayır, kötü adam levyeyle tık diye işini halletmese, neyse diyeceğim. Yani simgelerin de orantılı güçte olması falan...

Akıl var mantık var!

Mı? tabii..

Adamın tık, levyeyle bir dakikada yaptığı işi düzeltmek için olanlara bak!

Bir tamirci de mi yok aranızda? Hadi yok, tamirci çağırmayı akıl edecek biri? O da mı yok?!

Hadi diyelim ki, “o anda telaştan” düşünemediniz!

Peki, bayrağımızı tekrar gönderde dalgalandırmak için halatı çekmek yerine...

Ki, yüz binlerce insan bayrak kulesindeyken... Neden biri halatı tutup kendini aşağıya atıyor!

Yüzünde ne yaptığını bilmez bir ifadeyle...

Bir rahatsızlığı mı var?

Acaba?

İlliyet diye bir kelime vardır ya... Bir illiyet, nedensellik bağı yok! Rüyalar gibi! Rüya olsa iyi, bu film kâbus gibi!

Yani bayrak kullanıldığından falan değil, madem yasağı seviyoruz, sırf bu yüzden yasaklanmalı.

Zaten bir de çalıntıymış deniyor ya la!

Hem seçim şarkıları hem reklam filmi!

Yazının devamı...

Milgram meydanları...

Ne zamandır kendimi, “Sen nereden biliyorsun?” diye bağırırken yakalıyorum. Ya televizyondaki birilerine ya da okuduğum bir yorumun yazarına...

Artık kendi partilerini hiçbir şekilde, insanlık suçu bile işleseler, eleştirmemelerini kanıksadık da... Şimdi sıra onların duygu ve düşüncelerini savunmaya ve yönlendirmeye geldi. İşte o zaman dayanamıyorum. Bağırıyorum: “Sen nereden biliyorsun!”

“Onu düşünerek söylemedi.“ “Bunu söylerken eski yaşadıkları aklına geldi“ falan... Hele biri, “Bir dakika onu niye söylediğini bir düşüneyim, bulup anlatacağım” dedi. Kulaklarımla duydum.

Bunlar bütün günü birilerinin söylediklerine savunma hazırlayarak geçiriyorlar herhâlde! Hadi siyasetine çalış da, duygularına... Pes!

Gazetecilerin bir partiyi canhıraş savunma hâlini zaten aklım almıyor da...

Önceleri buna takmıştım. “Niye?” diye soruyordum. “Niye bir insan başka birini ölesiye savunur ki?..”

Daha sonra bu ruh hâli, seçim meydanlarına da yansımaya başladı. Orada da sınır, Berkin’in annesinin yuhalanmasıydı...

O meydanlar, o ana kadar seçim meydanıydı...
Sonra birazdan anlatacağım Milgram meydanlarına dönüştü.

Meydanlarda partili kadınlar erkekler çocuğu ölmüş bir anneyi yuhalıyorlardı... Ne vahşet! Bu ne acımasızlık! Bu ne hâl!

Emir her zaman demiri kesmiyor

O kalabalığa baktığımda körü körüne bir savaşın içine girmiş insanlar görmeye başladım. Neyin iyi-kötü, doğru-yanlış olduğuna bakmadan! Kendi iradesini, idaresini hiçe sayarak savaşan insanlar!

Ben tam bunları çözmeye çalışırken bir arkadaşım, II. Dünya Savaşı sonrası tutuklu Nazilere, toplu katliam ve gaz odalarının görüntüleri izletilirken çekilmiş bir fotoğraf gösterdi. İsteyen bulsun, baksın. Kendi yaptıklarına baktırıyorlar. Çoğu bakmıyor, yüzünü kapatanlar, ağlamaklı suratlar...

O fotoğrafı araştırırken meşhur Milgram Deneyine (*) rastladım.

Nazi tutuklularından yola çıkarak aslında itaati hukuksal ve felsefi açılardan inceleyen o ilginç deneyler zincirine...

Hani hep küçülterek bakıyorduk ya olaylara, bu sefer de büyüterek baktım.

Sonuçlar... Tuhaf!

Mesela güçlü vicdani duygularla, saf otoritenin çeliştiği durumlarda genellikle otoritenin kazanması gibi!

Yetişkinlerin, bir erk makamının komutası doğrultusunda her şeyi göze almaya gösterdikleri aşırı isteklilik gibi...

Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanların, korkunç bir yok etme işleminin bir parçası olabilmesi gibi...

Özellikle bir kriz ortamında karar verme konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan birisinin, kararı gruba ve gruptaki hiyerarşiye bırakması, grubun bir davranışsal model oluşturması gibi...

Bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesi gibi...

Ama tabii neyse ki, bir başkasının emirlerine boyun eğerken, yaptığı davranışların sonuçlarının nerelere gidebileceğini sorgulayanlar ve reddedenler de var!

Yazının devamı...

O anneyi yuhalayanlar kim?

Bir anne, “anne” olmaktan başka ne olabilir ki?

Alevi annesi, Sünni annesi, Kürt, Türk, Ermeni annesi diye bir şey olabilir mi?

Hele ki o, çocuğu ölen bir anneyse...

14 yaşındaki oğlunu yeni toprağa koymuş. Bu dünyadaki acıların en büyüğünü yaşıyor.

Daha büyüğü yok!

Öyle telefon dinlenmesine, dershane kapanmasına, paralele, dikeye falan benzemez bu!

Kadının oğlu ölmüş, oğlu!

Sen ne yapıyorsun?

Meydana gitmiş, kadını yuhalıyorsun!

Bu anneyle derdin ne?

Gördüm, siz de gördünüz; o meydanda, meydanlarda kadınlar da var.

Üstelik belli ki çoğu da anne!

Elleri havada, hırsla çocuğu ölmüş başka bir anneyi yuhalıyorlar!

Hadi oy verdiğin partinin başkanı orada kendine göre bir açık bulmuş,

“Ekmek almaya gitmiyordu” diye bağırıyor....

De ki, ekmek almaya gitmiyordu...

De ki, eylemdeydi...

Ne fark eder?

O zaman ölümü hak etmiş mi olacaktı!

O zaman öldürülmesi gereken biri mi olacaktı!

Sen ne yapıyorsun?

Eyyy meydandaki insanlar...

Eyyy meydanlardaki kadınlar...

Çocuğu ölmüş bu anneyi neden yuhalıyorsunuz?

Hadi, politikacılar oy derdinde...

Senin derdin ne?

Bu anneyle derdin ne?

Nerede kaybettin?

Biz bugüne kadar çatışmada kardeşlerimizi öldüren bir PKK’lı öldüğünde, annesinin gözyaşlarına dayanamazken, ne zaman bu hâle geldik?

Bir Alevi çocuk ölünce, Sünniler, bir Sünni ölünce Aleviler seviniyorlar mı?

Biz, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik, Mustafa Sarı, Burak Can Karamanoğlu, Ahmet Küçüktağ ve Berkin Elvan’a ağlarken...

Her biri için ayrı ayrı içimiz yanarken...

Çocukmuş, polismiş, eylemciymiş, Aleviymiş şuymuş buymuşuna bakmadan..

Ailelerine özellikle annelerine sabır dilerken...

Kim bunlar?

Meydanlarda o anneyi yuhalayanlar kim?

Bu toplumda böyle insanlar da mı vardı?

Ne oluyorsunuz yahu?

Ne oluyoruz?

Alt tarafı bir seçim bu!

Yerel seçim!

Biri gider, diğeri gelir...

Biri kazanır, öteki kaybeder!

De...

Asıl sen insanlığını nerede kaybettin?

Bir bak bakalım:

O meydanda, çocuğu ölmüş bir anneyi yuhalarken düşürmüş olmayasın!

Yazının devamı...

Ne kadar kolay soruyoruz...

Ne kadar kolay soruyoruz değil mi.

“Seçim güvenliği var mı?” diye...

Bunu sormayı ne kadar kanıksamışız, ne kadar normal geliyor!

Sormakla kalmıyor, bir de genellikle muhalefet partilerini suçluyoruz! Sanki güvenliği sağlamak onların sorumluluğuymuş gibi!

Belediye başkanı adaylarına vaatlerinden, planlarından önce seçim güvenliği için gerekli önlemleri alıp almadığı soruluyor.

Yine de ve hâlâ, aldıkları önlemler o konudaki şüphelerimizi dindirmiyor.

Seçim güvenliğine...

Güvenemiyoruz.

-Ne kadar kolay soruyoruz değil mi.

“Kaç yıldır gözaltında?“ diye...

Bunu sormayı ne kadar kanıksamışız, ne kadar normal geliyor!

Sormakla kalmıyor, o endişeyle yaşamayı öğreniyoruz. Yarın hangimizin başına ne için, ne geleceğini bilmiyoruz.

Kim yanımızda olur, kim olmaz?

Adalete...

Güvenemiyoruz.

- Ne kadar kolay soruyoruz değil mi.

“Sizden mi, bizden mi, onlardan mı?” diye...

Bunu sormayı ne kadar kanıksamışız, ne kadar normal geliyor!

Sormakla kalmıyor; sizden, bizden veya onlardan birinin başına gelen her şeye aynı derecede isyan ettiğimizi, üzüldüğümüzü anlatamıyoruz.

Bizi nasıl anlamak isteyecekler; kim, ne zaman “öteki”leşecek?..

Güvenemiyoruz.

- Ne kadar kolay soruyoruz değil mi.

“Kim yolsuzluk yapmıyor ki?” diye...

Bunu sormayı ne kadar kanıksamışız, ne kadar normal geliyor!

Sormakla kalmıyor, böylece neredeyse “yolsuzluk yapma hakkı” tanımış oluyoruz.

Vergimizi veriyoruz ama cebimizden çıkan para nereye, kime gidiyor?..

Güvenemiyoruz...

- Ne kadar kolay soruyoruz değil mi.

“Paralel mi, hükümet mi, devlet mi?” diye...

Bunu sormayı ne kadar kanıksamışız, ne kadar normal geliyor!
Sormakla kalmıyor, üçü arasında tercih yapmaya zorlanıyoruz. Tercih yapmasan, birinden birine yaftalanıyoruz.

Oysa biz...

Ne paralele, ne hükümete ne de devlete...

Güveniyoruz.

Yazının devamı...

Neden?

Hep “Neden?” diye sorup duruyoruz ya...

Kendimize, birbirimize...

“Neden böyle yapıyor?”, “Özellikle Gezi’den beri, toparlayıcı olacağına ve buna hem imkânı hem de gücü olduğu hâlde tam tersine ve sanki inadına, bu ayrımcı, ayrıştırıcı ve kışkırtıcı tutum niye?”

Bu sorunun cevabını bir türlü bulamıyoruz.

“Tabanını güçlendiriyor” gibi akılcı cevaplarda akla yatmayan boşluklar var.

Duygusal ya da psikolojik cevaplar da duygusallıktan öteye gidemiyor.

O “Neden?”de takılı kaldık.

Neden?

Gerçekten neden böyle yapıyor?

Akla mantığa sızmaz

Yine bunu düşünürken ve çeşitli cevapları dinlerken birden aklıma o yöntem geldi.

Küçülterek bakmak.

Hani bazen herhangi birisini de bir türlü anlayamazsın ya...

Yaptıklarının, söylediklerinin sebebini bulamazsın.

Onu sevmişsindir, sevecek gibisindir...

Ona karşı samimi, dürüst ve vericisindir.

Ya da açık çek vermiş, beklemedesindir...

Ama öyle bir bir anda öyle bir şey yapar, öyle bir şey söyler ki, kalakalırsın.

İşte o zaman da aynı soruyu sorarsın:

“Neden?”

“Ne gerek vardı ki?”

Aynı şaşalamayı yaşarsın.

“Hiç gerek yokken ve hiçbir neden yokken hem de!” diye sayıklayıp durursun...

Empati yaparsın, olmaz.

Başka ve eski olaylarla bağlantı kurmaya çalışırsın, olmaz.

Bulamazsın...

Nedenini bir türlü bulamazsın!

Mesela dostluk verirsin, istemez. Mesela çok iyi maddi imkânlar verirsin, istemez.

Yani gereğini yapmaz, değerini bilmez, kaldıramaz...

Sen verdikçe o hırçınlaşır.

Ya da demokrasi dersin, evrensel doğrular dersin, istemez. Aynı şey!

Niye istenmesin değil mi?

Senin gibi değil

Bizi deli eden sorunun özü!

Çünkü onun dünyasında bunlar yoktur.

Bunların karşılığı, değeri, bunlarla mutlu olmak yoktur!

Ya varmış gibi yapmış ya da sen varmış gibi görmüş, görmek istemişsindir!

Ama yoktur.

Başka dünyaların insanlarısınızdır!

İşte tam da bu yüzden senin akıl ve duygu dünyada bu sorunun cevabı da yoktur.

Çok da zorlarsan ve aklına yatırabilirsen; ben sana birkaç seçenek sunayım, kendin seç:

Çünkü o öyle!

Senin gibi değil!

Bizim gibi değil!

Hiçbir zaman olmadı!

Yazının devamı...

Biz ‘bela’dan korkardık!

Böyle büyüdük çünkü!

Bela okumak bir tarafa, ağzımızdan cümle içinde bile o kelime çıksa, annemiz anında uyarır-dı bizi:

“O kelimeyi ağzına alma!”

Küçükken anlayamadığımız, ergenlikte dalga geçtiğimiz belalar bizi buldukça...

O zaman anladık ki...

Bu ihtarın özünde, kimse için kötülük istememek var-dı.

Aynı zamanda, başkalarının kötülüğüne dönüşmemek...

Bu yüzden biz hep beladan korktuk!

Bela okumaktan da!

Zamanla o kelimeye o kadar yabancılaştık ki, artık istesek de söyleyemez olduk. Kimimiz kendi çocuklarına aynı cümleleri kurmaya başladı:

“O kelimeyi ağzına alma!”

Ama şimdi...

Şimdi...

Yıllar önceki andımızı bozmuş gibi...

Biraz tutuk...

Başına sonuna bir şeyler ekleyerek yani yine de içimize sinmeyerek... “Ben o kelimeyi hiç sevmem ama” diyerek...

Biz bir hataya düştüğümüzde, başımıza kötü bir şey geldiğinde önce anne-babamızın kızmasından korkarak büyüdük.

Başımıza gelenden çok, bunu onlara anlatmaktan korktuk.

Suçsuz da olsak, bir yanlışlılığa da uğrasak hatta hiç ilgimiz olmayan bir işe tesadüfen karışsak bile...

Çocukluğumuzdaki bu korku, büyüyünce yerini başka bir duyguya bıraktı.

Artık onların üzülmesini istemiyorduk.

Çünkü anladık ki, o korkunun özünde, bizim için duydukları endişe vardı.

Biz onlar için endişelenmeye başladık.

Tıpkı Berkin gibi!

Biraz korku biraz da endişeyle ağzından çıkan o son sözlerde olduğu gibi:

“Babam duymasın, görmesin!”

Biz, haksızlığa uğrayan, ölen herkes için üzülmeyi öğrenerek büyüdük. Haksızlığın, ölümün dili, dini, ırkı olmadı bizde.

Mısır’da Rabia’da 17 yaşındayken ölen Esma için de ağladık, şimdi Berkin için de...

Ağlamasını biliyoruz!

Biz bu dünyada evrensel değerlere bir gün herkesin ihtiyacı olacağını öğrenerek büyüdük.

Onları çarpıtamaya çalışanların bile!

Bu yüzden sabırlı olmayı, sindirmeyi ve saygıyı öğrendik.

Belli ki birileri başka yerlerde başka şeyler öğrenmişler. Belki de onları bu yüzden anlayamıyoruz..

Yazının devamı...

Kapanmayan kapılar

Hani eninde sonunda evine girer kapını kaparsın ya... Bir “Oh!” çekersin. Bütün sıkıntıları, başkalarının dertlerini, memleket sorunlarını hatta felaketleri bile o kapının arkasında bırakmışsındır.

Ertesi gün kapıyı açıp dışarı çıkana kadar bir mola verirsin kendine. Belki de biraz güç toplarsın. Orası senin mahremindir, senindir, evindir.

Ama bazen böyle kapılarını kapayıp başını yastığına koyduğunda kapı zili acı acı çalmaya başlar...

Bazen de bir telefon...

Fırlarsın ya yerinden; “hayırdır inşallah” diye korkarak! Belli ki kötü bir şey olmuştur. Daha kapıya, telefona giderken içine bir yangın düşer.

Ama bazen de...

Başka birinin kapısı çalınır...

Hiç tanımadığın, senden çok uzaklarda yaşayan birilerinin kapı zilini sen de duyarsın.

Senin de içine o yangın düşer. Sen de kapını açarsın.

“Kimsiniz siz?”, “Ne yapıyorsunuz?” diye sorarsın. İsyan eder, üzülür hatta ağlarsın.

“Ben ne yapabilirim?” diye sıra beklersin.

Bazen de bekleyemeyip kendin gidersin. Senin gibilerin yanına...

Bir meydana, bir hapishaneye, bir cenazeye...

Bizim kapılarımız yıllardır açık!

Bazen gece yarısı çaldı, bazen sabaha karşı, bazen hiç beklemediğimiz bir anda, bazen de başında beklerken...

Bir ölüm haberiyle, bir kelepçeyle, bir sedyeyle...

Arada sırada iyi haberler de gelir.

Salıverildiklerinde mesela... Hem seviniriz hem de üzülürüz. Tıpkı onlar gibi! Onların akılları vicdanları nasıl hâlâ içerideki arkadaşlarında kaldıysa bizimki de kalır.

Haksızlığın, adaletsizliğin parmakları hepimizin kapı zilinin üzerinde dururken... Ha seninkini çalmış, ha hiç tanımadığın bininin evini...

O kapıyı açacaksın.

Bugün bizim kapımızın önünde Berkin’in ayakkabıları duruyor.

Zaten o daha 269 gün önce bizim evimizden ekmek almaya çıkmıştı. Bir polisin onu biber gazı fişeğiyle vurduğu haberi de bizim eve gelmişti.

Oğlumuzla, kardeşimizle, yeğenimizle kahvaltı ederken bizim de içimize o ateş düşmüştü.

Biz ona ağlarken...

Meydanlarda başsağlığı bile dileyemeyen, oy peşinde Alevi Sünni, Yahudi, Ermeni diye ayırımlar yaparak para sayanların...

Onların kapısının önünde bugün ne duruyor?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.