Şampiy10
Magazin
Gündem

Hiçbir şey olmamış gibi!

Günlerdir bir yolunu arıyorum...

Üzerimizdeki ataleti, ufuneti atmanın yollarını...

Zaten ‘atalet’, ‘ufunet’ falan demeye başladıysak, gerçekten de durumumuz iç açıcı değil demektir!

Heh hee...

Gülmemiz de sinirdendir, sinirden!

Şimdi, yılgınlık, depresyon desem, durumumuzu anlatmaya yetmeyecek. Bir şeyler eksik kalacak...

Her neyse, sonuçta bu halden kurtulmamız lazım.

Da...

Nasıl?

Öyle kendini yollara vurarak, sinemaya, tiyatroya giderek, akşam yemeğe, içmeye çıkmakla olmaz bu iş.

Gazete okumayıp televizyonda haber ve tartışma program-larından kaçarak da olmaz!

Devekuşu gibi!

Niye?

Kafa yine aynı kafa da ondan!

Benim aklıma bir şey geldi.

Bir oyun...

Ama tutar mı bilemem?

Oyunun adı:

“Hiçbir şey olmamış gibi!”

Bu biraz benim frekans değiştirme oyunuma benziyor. Radyo kanalı değiştirir gibi, ruh halini değiştirmeceye...

Ama bu biraz daha gelişmişi...

Yani diyorum ki, herkesi, her şeyi affetsek!

Hayır, ‘unutalım’ demiyorum...

‘Kabul edelim’ de demiyorum...

Hatta ‘barışalım’ da demiyorum...

Sadece affedelim.

İçimizdeki kinlerden, kirlerden, bizi ağırlaştıran her şeyden böylece kurtuluruz.

Kurtulur yeni bir hayata başlarız.

Bize kalanlarla...

Öğrendiklerimizle...

Kimseye fatura çıkarmadan...

Böylece kendimizden vazgeçmemiş, daha da önemlisi, kendimizi kaybetmemiş oluruz!

Yani bütün olup bitenlerin ağırlığında ezileceğimize...

Hani kediler, köpekler ıslanınca şöyle bir silkinirler ya..

Üzerlerine yapışanları atıverirler... Daha çabuk kurumak, eski hallerine gelmek için.

Öyle.

Biz de öyle yapalım...

Kendimizi yollara, sofralara vurmak yerine şöyle bir silkinelim.

Eski neşemizi arayacağımıza, yeni sevinçler yaratalım. Yeni kafayla, eskileri aramak, eskilerden zevk almaya çalışmak saçma değil mi?

Saçma!

Yok, yok...

Başka çare yok!

Silkineceğiz...

Yoksa bunca ufunetle, temiz ve doğru ve yeni bir şeyler kurmak,

Bu yorgunlukla birilerine, bir şeylere karşı durmak,

İmkânsız gibi...

Yazının devamı...

Hayatı yakalamak...

Çok hızlı akıp gidiyor ya hayat...

Bir bakıyorsun, cumartesi gelmiş!

Bir bakıyorsun,10 sene geçmiş!

Bir bakıyorsun, kaç yaşına gelmişsin?

Ve bir bakıyorsun ki, başlarda iyi de, son yıllar, özellikle son 5-10 yıl (artık yaşına göre) biraz boş geçmiş.

Ne birazı, epey boş geçmiş!

Ya da boş geçmiş gibi...

Yani sonuç olarak ortada elle tutulur ya da hissedilir bir b.k yok!

İşte o zaman panik olursun...

“Nasıl yani? Hayat artık böyle mi geçecek?” idrakinden sonraki soru da,

“Bir şeyler yapmalıyım...”dır.

Da...

Ne yapacaksın?

Soru bu!

Düşünür düşünür, yapacak bir şey bulamazsın. Birkaç sene de böyle geçer!

Kendini bu dünyada hapsedilmiş bir tutsak gibi görmeye başlarsın.

Bir hamle için de hep bahanen vardır; ya paran yoktur ya özgürlüğün ya da cesaretin.

Başkalarından tüyo almaya kalkışırsın çaktırmadan...

“Nasıl geçiyor hayat? Neler yapıyorsun?” diye soraraktan...

Ama genelde aldığın cevap aynıdır:

“Hiiç...”

“Aman ne olsun işte!”

“Yok yaa, bir şey yaptığım yok!”

Nerede o zaman?..

Etrafındaki herkes, avuçlarının içinden göz göre göre kayıp giden hayatlarını bir yerinden yakalamanın peşindedir ama...

Ama hiçbir şeyin eski tadı, heyecanı yoktur.

Hayat sıkıcıdır artık!

Ve hayat sıkıcı olmaya başladıktan sonra onu toparlamak gerçekten çok ama çok zordur.

Ne yapsan olmaz!

Hayatı bir yerinden yakalamış, eğleniyor gibi görünenlere bakarsın.

Ne yapıyorlar diye...

Ya geziyorlardır...

Avrupa, Amerika hatta Afrika bitmiştir artık sıra uzaklara gelmiştir. Ya da detaylara... Gurme gezilerine, festivallere ya da ne bileyim tek bir konsere...

Ama o aslında kendini oradan oraya atıyordur. Hâlâ arıyordur...

Ya sevişiyorlardır...

Bunlardan pek kalmadı ama yapacak bir şey bulamayınca zevk almaya almaya... Sorsan hayatı “düzgün” ilişkide bulacak ama kendi düzelmeden o nasıl olacaksa?

Ya yenileniyorlardır...

Diyet, detoks, kuaför, alışveriş vb... Yeni saçla, yeni kıyafetle hayatın yenilenmeyeceğini epey para harcadıktan sonra anlarlar ama vazgeçerler mi?

Hayır. Neden?

O ayrı bir yazı konusu...

Ya da hâlâ birini arıyorlardır...

Hayatı başka birinde arayanları bu amaçtan vazgeçirmek neredeyse imkânsızdır. Hayatı yakalamaları kadar imkânsız!

Peki o zaman nerede?

Hayatı nerede yakalarız?

Yazının devamı...

Karşıyım...

Bazı mesleklerin yapısında muhalif olmak vardır. Hatta muhalefet, varlık nedenlerinin başında gelir.

Mesela gazeteciler, sanatçılar, siyasetçiler, akademisyenler, sivil toplum örgütleri...

Karşı çıkmak, muhalefet etmek zorundadırlar.

Yoksa yaşayamazlar.

Yaşarlar da, o kimlikle değil.

Ha, karşı çıkacak bir şey bulamıyorsa, o daha da kötüdür.

Ama karşı olmak için ille de bu mesleklerden birini yapıyor olmak gerekmez.

Bazı ruhlar, bazı akıllar da muhaliftir.

Ve bunun hiç mahzuru yoktur.

Ben her iki kontenjandan da karşıyım...



- Paralele de, yolsuzluklara da karşıyım...

- “Ha... s..” denmesine veya yazılmasına karşı değilim ama “Hadi canım sen de!” diye deşifre edilmesine karşıyım.

- Yasalara değil, yasaklara karşıyım...

- Vergi alınmasına değil, halkın vergilerine zam yapılırken birilerinin vergilerinin affedilmesine karşıyım...

- Yenilmeye değil ama elektrik kesintilerine karşıyım...

- İnsanın sanatçı değil, sanatçının insan seçmesine karşıyım...

- Taraf tutmaya değil, biat etmeye karşıyım...

- Ötekilere değil, ötekileştirmeye karşıyım...

- Para sahibi olmaya değil, paranın sahip olmasına karşıyım...

- Sosyal medyaya değil, bülten medyasına karşıyım...

- Baş örtüsü takanlara değil, onu ‘kullananlara’ karşıyım...

- Evliliğe değil, esarete karşıyım...

- Stratejiye değil, katakulliye karşıyım...

- Zayıflara değil, insanların zayıflıklarından yararlananlara karşıyım...

- Kendini ezik görenlere değil, eziklikten prim yapanlara karşıyım...

- Kurallara değil, otoriteye karşıyım...

- İtirafa değil, iftiraya karşıyım...

- Savunmaya değil, aptal yerine konulmaya karşıyım...

- Tartışmaya değil, reyting avcılarına karşıyım....

- Yandaşlara değil, yalakalığa karşıyım...

- Kadınlara, “kadın” diyemeyenlere karşıyım...

- Özgürlükten korkanlara karşıyım...



Karşıyım yani...

Hatta bunlara karşı çıkanlara da...

Karşı çıkmayıp susanlara da

karşıyım.

Yazının devamı...

Herkes depresyonda mı?

Yoksa bana mı öyle geliyor?

Sizi bilmem ama benim burnuma depresyon kokuları geliyor!

Kiminle konuşsam, kime baksam hatta kimi seyretsem, kimi okusam herkeste bir tuhaflık var gibi!

Bir boşluk hissi...

Bir aşağıya çekilme...

Boş bakmalar, anlayamamalar falan...

Bunu test etmenin tek yolu var; aşağıdakileri işaretlemek.

İki şık yeterli.

- Televizyonda seyredecek hiçbir şey bulamıyorsan. Hiçbiri artık sana zevk vermiyorsa.

Ancak her nedense bir film koyup seyretmeyi de akıl edemiyorsan. Aslında onu da için istemiyorsa...

- Sanki bir seyahate çıksan... Bir yere gitmek istiyorsun ama gidecek yerlerin ağrıyorsa. Ya da henüz yalnız gitmeleri bilmiyorsan. Hatta o senin için daha büyük bir problemse...

- Ya da çektin gittin bir yere... Ama hâlâ aynı durumdaysan...

- Bu sefer hedefi büyütüp; artık yaşadığın yeri değiştirmeye karar verdiysen! De... Nereye? Görüşemezsek şimdiden vedalaşalım!!!

- Üzgün değilsen, kızgın da değilsen...

- Neşeli de değil, neşesiz de değilsen...

- Eve de gitmek istemiyorsan, başka bir yere de...

- Plan yaptığın her şeyden 1 saat sonra pişmanlık duyuyorsan...

- İçinde, kafanda bir boşluk varsa. Ve onun ne olduğunu bilmiyorsan...

- Sevgili umudun ne varsa, ne yoksa...

- Yine saçlarına/ sakalına-bıyığına taktıysan...

- Seks yapmaya üşeniyorsan.

- Hele unuttuysan...

- Kimse için heyecan duymuyorsan... Fantezi dahi kurmuyorsan... Ya da tam ortasında dikkatin dağılıyorsa...

- Yaz tatili için şimdiden için daralmaya başladıysa...

- Bütün gece internette oyun oynuyorsan...

- Hayat her zamankinden daha çabuk geçmeye başladıysa...

- Akşam başını yastığa koyduğunda o gün de bir şey yapmadığın için kahroluyorsan...

- Ve o “bir şey”den neyi kastettiğini bilmiyorsan...

- Yalnızlık zevk olmaktan çıkıp dert hâline geldiyse...

Depresyondasın demektir.

Olsun!

Bir yaştan sonra depresyona girmenin de hoş bir tarafı var: Biliyorsun ya...

Depresyonda olduğunu, ne zaman ve nasıl geçeceğini...

Oturup bekliyorsun.

Geçsin diye.

Geçiyor da!

Bunu da biliyorsun.

Dikkat et, depresyon arsızı oluyorsun galiba...

Yazının devamı...

Karar veremediklerim...

Bir türlü karar veremiyorum.

Hangisinin doğru olduğuna karar veremediğim durumlar var hayatta. Üstelik sık sık da karşıma çıkıyor.

Bazılarının cevabını hiç bulamadım, bazılarınınki de dönem dönem değişiyor.

Bir öyle, bir böyle yer değiştirip duruyorlar.

Mesela:

Saygı...

Siyasi fikirlerine saygı duymadığım bir kişinin kendisine ya da başka fikirlerine saygı duymak...

Yani ona ve başka fikirlerine saygı duyulmalı mı? Duyulmamalı mı?

Bilmiyorum, karar veremedim.

Mesela, tavır almak...

Bir yakınımı; ailemden ya da arkadaşlarımdan birini üzene, onu kırana karşı tavır almak.

Ya da almamak...

İlk bakışta saçma ve çocukça gibi değil mi?

Arkadaşının küstüğüne senin de küsmen, onunla kurduğun bir ittifakın gereği midir yoksa ilkellik mi?

Onu korumak, kollamak mıdır yoksa medeniyetsizlik midir?

Bilmiyorum, karar veremedim...

Bir karar şart mı?

Mesela affetmek...

Affedilme içine girecek kadar büyüklükte bir şey yapmış birini...

Affetmek mümkün müdür? Değil midir?

Yani affetmek diye bir erdem yok ve aslında bu korkunç bir tuzak mıdır? Bir intikam ya da çıkar tuzağı...

O hâlde gerçek ahlak, affetmemek midir?

Yoksa biri, gerçekten de affedilebilir mi?

Bilmiyorum, karar veremedim...

Mesela doğru...

Doğru bildiğini yapmak, doğru bildiğini söylemek her zaman doğru mudur?

Bu seni dürüst mü kılar yoksa acımasız biri mi olursun?

E, o zaman; dürüst insanlar acımasız mı olurlar? Ve yalnız?..

Yoksa yalan söyleyemeyecek, lafı dolandıramayacak kadar saf ve kırılgan mıdırlar? Ve dost canlısı...

Bilmiyorum, karar veremedim...

Mesela görmemek...

Bazı şeyleri görmezden mi gelmek lazım yoksa her şeyi görmek mi?

Yani görmezden gelirsen, gerçekten görmediğini mi sanırlar?

Ki niye sanmasınlar?

Ve hayat onun üzerinden devam etmeye başlar...

Ama her şeyi görürsen de; hoşgörüsüz, çekilmez birisi olman ihtimali... Sanki sen mükemmelmişsin gibi!

Bilmiyorum, karar veremedim.

Bir öyle oluyor, bir böyle...

Ben mi değişiyorum, hayat mı?

İkimiz de mi?

Ayrıca bir karar vermek mi gerekiyor?

Bilmiyorum, ona da karar veremedim!

Yazının devamı...

İlişki külliyatı...

Normal hayata dönüş listesinde her şeyi saydık, aşkı-meşki unutmuşuz ya!

O derece yani!

Nasıl bir unutmaksa!!!

Nasıl bir umutsuzluksa!

Oysa gelişmiş ülkelerde sosyal psikolog gazete yazarları derin analizler yapmaya devam ediyor.

Bizim gibi, ara vermeleri için bir neden olmuyor ülkelerinde!

Olsa zaten var ya, hepsi kendini gökdelenlerden teker teker aşağıya atar. Bizim gibi sorunlarla yaşasalar yani...

Neyse, kararımız sorunlara ara vermek, biraz nefes almak.

Derin bilinçaltı!

Geçenlerde okuduğum yabancı kaynaklı bir makalede, şu ana kadar aşk ve cinselliğin biyolojisi ve kimyasıyla ilgili büyük bir külliyat oluştuğundan bahsediyor.

Ona takılalım biraz, bakalım orada neler varmış:

“Bu külliyata dalınca, hayatlarımızın çok çeşitli derin bilinçaltı süreçlerle yönlendirildiğini çabucak öğreniyorsunuz” diye başlıyor ve devam ediyor:

“Erkekler baba olunca, testosteron seviyeleri ve cinsel enerjileri de düşer. Bunu bebek kokusunun (kendi bebeklerinin) tetiklediğine dair bazı kanıtlar var.”

Haydaa... Artık çocuklarını sevmeyecek bunlar. Allah’tan böyle bir bilgiden haberleri yok!(tu)

Bizim külliyat...

“Öte yandan kadınların tercihleri âdet döngüsüne göre değişiklik gösteriyor. Bazı araştırmalara göre, kadınlar yumurtlama döneminde yakışıklı ama bakımsız ve tehlikeli erkekleri tercih ederken, diğer zamanlarda hoş görünümlü ve sevimli erkekleri daha cazip buluyor.”

Bizim kadınlar tehlikeli erkeklerden vazgeçemediğine göre, bunu nasıl açıklayacağız? Sürekli yumurtlama döneminde mi yaşıyorlar? Hiç yumurtlayamadıklarından!

“Erkekler çıplak kadın fotoğraflarına baktıklarında, yüksek seslere verilen irkilme tepkisi zayıflıyor. Ani dopamin artışı prefrontal korteksi susturunca, risklere karşı daha tepkisiz oluyorlar.”

Yani, “akılları oraya kayıyor’ demek istiyor herhâlde! İyi de bizimkiler genelde bağırmadan hiçbir şeye tepki vermezler ki! Artık akıllardan ne geçiriyorlarsa!

Böylece anladık ki, onların külliyatıyla bizimki arasında dağlar kadar fark var.

Bizimkinde bunların hiçbiri yok! Bilinçaltımız da henüz bu kadar bilinçlenmedi.

Biz ebat, zamanlama ve nicelikte takılı kaldık!

Bir de, derin bilinçaltı süreçlerle yönlendirmeye girer mi bilmiyorum ama bizim danaların kıçı kalktı.

Bizim külliyat bu kadar!

Yazının devamı...

Bazen varını yoğunu göstermen gerekir

Ben sözümün arkasında duruyorum.

Gerçek hayata dönme çabalarım tüm hızıyla sürüyor.

Mesela geçen akşam, (pazartesi akşamı) hem alışkanlık hem de iyi bir konu ve konuklar varsa diye açtığım siyasi tartışma programında yine o adamı görünce, “Yok artık! Hâlâ mı ve neden bu adam?” diye söylenerek televizyonu kapattım.

Hiç acımadan hem de!

Birinin suratına kapı kapatır gibi!

Oysa ben, seçimin ardından intikam ve hesaplaşma tartışmaları değil ama belki toplumsal psikoloji, seçim sonuçlarının değişik taraflardan analizi veya bundan sonrası ile ilgili program izlemek isterdim. Dur bakalım, o da olur belki...

Ancak aynı adamlarla, aynı seviyesizliklerin olmadığı kesin!

Bunun üzerine...

Yani televizyonu kapattıktan sonra oyun ve Twitter haddimi de doldurduktan sonra, “Gerçek yaşama dönme programında ikisine 1 saat ayırmıştım ya) ortada kaldım.

Cezalı gibi çıt çıkmayan salonda oturup kaldığım yerde aklımdan geçen ilk cümle şu oldu:

“Eee? Ben şimdi ne yapacağım?”

‘İki şeyin farkındaydı’

Sonra kendime, eskiden neler yaptığımı hatırlattım. Onların arasından “daha sonra okumak için ayırdığım yazılar”ı seçtim.

The New York Times’da takip etmeye çalıştığım David Brooks’un makalelerinden birini seçtim.

ABD’de çok önemli bir düşünce kuruluşu olan Amerikan Girişimcilik Enstitüsü’nün başkanıyla ilgili bir yazısına onun bir hikâyesiyle başlıyor:

“24 yaşında, Fransa’nın Dijon kentindeki bir oda müziği konserinde Fransız kornosu çalıyordu. Ön sıradan ona gülümseyen güzel kadını fark etti ve resital bitince onunla tanıştı.

Tanışmanın daha ilk anlarında iki şeyin farkına vardı. Birincisi, o kadınla evlenecekti; ikincisi, ne kadın tek kelime İngilizce biliyordu ne de o, kadının ana dilleri olan İspanyolca ve Katalancadan anlıyordu.

Eve döndüğünde, Ester‘le bir şansı olacaksa bağlılığını göstermesi gerektiğini hissetti. Amerika’daki işinden ayrıldı; Barselona‘ya taşında ve oradaki orkestrada çalmaya başladı. Daha sonra İspanyolca ve Katalancayı öğrendi. Ester de İngilizceyi... İkisi 22 yıldır evli.

Ünlü sosyal bilimci, ‘Bazen varınızı yoğunuzu göstermeniz, soğuk faydacı mantığın ötesine geçmeniz gerekir’ diyor.”

Bu güzel, basit ve masal gibi hikâyeden herkes kendine göre bir ana fikir çıkarsın.

Ben “Soğuk faydacı mantığın ötesine geçmeyi” seçtim.

Ha, bir de, “İki şeyin farkındaydı“ kısmını...

Bazen öyle olur ya...

Yazının devamı...

Taşınıyormuş gibi...

Geçenlerde, “ağustos’a yapılacaklar” listesi yazmıştım ya..

Orada, “baharda yapılması gereken 50 şey listesinden en az 3’ü en fazla 10’u yapılacak” diye bir madde vardı.

Hemen dün bir yayınlanmış liste buldum.

İşte, gülümseyin, yürüyüş yapın falan diye başlayan... Ama son madde gayet ilginçti. Hiç böyle bir şıkka rastlamamıştım. Bakın ne?

“Taşınıyormuş gibi yapın.”

Hadii...

Daha bu başlığın altını okumadan, fikir hem ilgimi çekti hem de hoşuma gitti. Ben taşınmayı sevenlerdenim çünkü.

Severim. Hiç gözümde büyümez.

Taşınmak deyince aklıma gereksiz ve eski eşyalardan kurtulmak ve yenilenmek gelir. Duygu olarak da temizlik, arınma, kurtulma hatta arkada bırakmayı yani rahatlamayı hatırlatır.

Dolayısıyla “Taşınıyormuş gibi yapın”ın altından, fazlalıklarınızdan kurtulun, bahar temizliği yapın gibi şeyler çıkacağını sandım.

Ve okudum:

- “Yapılan araştırmalar, yaşadığı semtten 1 ay içinde taşınacağını düşünerek hareket etmeleri söylenen insanların gerçekten değiştiklerini gösteriyor.”

Aynen bu yazıyordu.

Ha, değişip de ne oluyor? O yok!

Herhâlde iyi bir şey oluyor ki, o listede yer almış diye akıl yürütmekten başka çare yok.

Da...

İnsanda ne gibi değişiklikler oluyor acaba?

Ayrıca dikkat ettiyseniz, böyle bir araştırmanın niye yapıldığına hiç girmiyorum.

İtinayla...

Bir de, bizim memlekette insanlar bir daha dönmeyeceklerini, bir daha gelmeyeceklerini bildikleri yerlere karşı hoyratça davranırlar.

Atarlar, dökerler, hatta...

Bir daha karşılaşmayacaklarını bildikleri insanlara karşı da böyledirler.

Saygısız, umarsız...

Adam iş yerinde çok kibardır, uysaldır, trafikte dünyanın en kaba adamı olur mesela... Seni bir daha görmeyecek ya, çok rahat çirkinleşir.

Ama öte yandan, hiç tanımadıklarıyla ilgili fanteziler kurmak da var!

Üstelik onlara karşı gayet özenlidirler!

İtinayla...

Yani yeter ki, kimse görmesin, duymasın, bilmesin...

Kimsenin görmediği yerlerde, kimsenin bilmediği kimselerle, kimler, kim bilir neler yapıyor?
Ancak...

Şunu da öğrendik ki:

Bu gökkube altında hiçbir şey de gizli kalmıyor!

Nereden nereye geldik yine?

Taşınıyormuş gibi yapmaktan...

Yok yok... Ben yine ve hâlâ taşınmaktan arınmayı anlıyorum. Eskileri atmayı...

Ne rahatlarsın atınca...

Attıkça rahatlarsın.

Saç kestirmek gibi. Kestirdikçe hafiflersin ya...

Saçları mı kestirsek?

Kısacık!

Yoksa kısa saçlıymış gibi mi yapsak?

Tıh!

Daha sıkı bir hayal bulalım.

Başka neymiş gibi yapsak?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.