Şampiy10
Magazin
Gündem

Hayata dönüş denemesi (1) Duvar rengine göre tablo...

“Hâlâ var mı salondaki koltuk takımının rengine, duvar rengine uygun tablo arayanlar?” diye sormuş.

Dün Elif Ergu’nun Beyaz Müzayede’nin kurucusu Aziz Karadeniz’le yaptığı röportajı okurken bu soruyu görünce yıllaaar öncesine gittim-geldim.

Üniversite yıllarına gittim önce... Taaa, 30’larımın sonlarına kadar uzandım.

O zamanlar, bir de evlerine kütüphane yaptırıp duvar ve koltukların rengine göre ansiklopedi alanlar vardı; dalga geçerdik. Hatta sonra, gerçi hâlâ görüyorum; kitap şeklinde kutular çıktı. Ne demekse!

80-90’larda insanlar salonlarındaki orta sehpaya kitap koyarlardı; “Şimdi bunu okuyorum, ben böyle bir insanım” imaj çalışması olarak...

Ha, gerçekten okurlar mıydı? Bilemem...

Tablo meselesi o zaman da vardı; duvar rengine göre satın alanlarla dalga geçerdik. Bizim duvarlarımızda da reprodüksiyonlar vardı o zaman.

Bizden öncekilerin başlattığı “Sanat sanat için mi yoksa toplum için midir?”ler falan...

İşte oralara gittim.

Sonra geldim ve Aziz Bey’in cevabını merakla ve bir çırpıda okudum:

“İnanır mısınız, hâlâ öyle alanlar var.” Fıkra gibi. “Koltuğum şu renk, üzerine şu renk, hatta şu sanatçının ismini de vererek istiyorlar. Ben yadırgamıyorum. Ancak bunu sanatçıya söylerken dikkat ediyorum.”

Fıkra gibi mi oldum?!

İşte o an durdum.

Baktım ki, ben aynı ben değilim.

Gerçek tablo almaya başladığımdan beri değişmişim.

Salonumu tek, büyük bir tabloya göre dekore etmiş olmama rağmen... (Bu da, “Benim de anneannem başörtülü” diyen sosyal demokratlar gibi oldu ama!)

Evet, ona rağmen Türkiye’nin çoğunluğu gibi 100 m2, 3+1 bir apartman dairesinde oturan biri olarak, diğer resimler için renk değilse de boyut kısıtlamasına takılıyorum.

Renk de; biri bütün salonu kotarıyor da ondan!

Aslında itiraf edeyim, bir-iki tablom da duvara dayalı duruyor. Yer yok!

Hadi daha korkunç bir itirafım da var; bir-ikisi de ne diğer resimlerle ne de odayla uyumlu, asmıyorum!

Yani onu assam, resme saygısızlık!

Biz para biriktirip biriktirip alıyoruz bunları... Yalı döşemiyoruz yani!

Lafım ressamlara...

“Eskilere gittim“ dedim ya, geldiğim yer işte burası...

Hadi bakalım...

Ben mi kırolaştım, fıkra gibi mi oldum? Yoksa...

Yoksa ressamlarda mı bir ilerleme yok!

Yazının devamı...

Ağustosa kadar...

Kendime ağustosa kadar yapılacaklar-yapılmayacaklar listesi hazırladım.

Neden ağustosa kadar?

Sonrası için kendime güvenmiyorum da ondan! Ha, o zamana kadar güveniyor muyum?

Hayır.

Ama en azından deneyeceğim...

1- Televizyonda siyasi tartışma programları izlenmeyecek...

Özellikle içinde kışkırtıcı, intikamcı ve körü körüne biatçı malum kişilerin olduğu programlar kesinlikle seyredilmeyecek. Böylece onların söylediği abuk sabuk her cümlenin peşine düşülmemiş, ona da bir şeyler ispat edilmeye çalışılmamış olunacak. Bu, seyretmemekten bile daha önemli aslında. Seni asla anlamak istemeyen birine boşu boşuna ve yıpranarak bir şeyler anlatmaya çalışmak... Yorulmak...

2- Twitter-mwitter meselesi...

Twitter’a günde 1 kez o da en fazla 1 saat takılınacak. Zaten çok önemli, çok komik bir şey olursa biri uyarır. Böylece akşamları kucakta bilgisayar, televizyonda siyasi tartışma ikilisinden kurtulunmuş olunacak.

3- Oyun oynanmayacak...

Aptal bir bilgisayar oyununa takılıp, neredeyse saatlerce, hipnotize olmuş gibi onun cazibesine kapılınmayacak. Oradaki hırs başka kanallara aktarılacak. Ama bu bir dana olmayacak.

4- Bol bol film seyredilecek...

Evet, hayatımızdan siyasi program, bilgisayar oyunu ve sosyal medyayı çıkarınca bize epey vakit kalıyor. İşte o zamanın bir kısmıyla bol bol film seyredilecek. Başka hayatlar, başka duygular öğrenilecek.

5- Yeni şarkı keşfedilecek...

Kalan zamanın büyük bölümü müziğe ayrılacak. Bizi yorgunluktan, karamsarlık ve umutsuzluktan en çabuk o çıkarır. Hele yeni bir şarkı keşfedersek...

6- Eski yazılara dönülecek...

Aşk-meşk, danalar falan... Neydi bunlar? Bir hatırlamakta yarar var.

7- Baharda yapılması gerekenler...

Hani her bahar listeler yayınlanır ya, “Baharda yapılması gereken 50 şey” gibisinden. Bunların arasından en az 3’ü, en fazla 10’u yapılacak.

8- Kısa-küçük yollara gidilecek...

Büyük olasılıkla o 50 şey arasında vardır ama yoksa da gidilecek. Atmosfer değiştirilecek.

Amaç aslında neredeyse bir yıldır ara verdiğimiz hayatımıza geri dönmek.

Yani...

Hayata dönülecek!

Yazının devamı...

Ben kaybetmedim!

Kim kazandı, kim kaybetti?

Bugünlerde konumuz buysa, baştan açıkça belirteyim:

“Ben kaybetmedim!”

Düşüncelerimden, bildiklerimden, öğrendiklerimden, inandıklarımdan ve inancımdan, hislerimden hiçbir şey kaybetmedim.

Hepsi aynen yerinde duruyor.

Dün olduğu gibi bugün de, haksızlıklara karşıyım.

Dün olduğu gibi bugün de, herkes için adalet istiyorum.

Dün olduğu gibi bugün de, evrensel demokrasi kurallarına inanıyorum.

Dün olduğu gibi bugün de, yolsuzlukları ülkeme yakıştıramıyorum.

Dün olduğu gibi bugün de, kimin çocuğu olursa olsun, öldüğünde ağlıyorum.

Dün olduğu gibi bugün de, kimseyi öteki olarak görmüyorum.

Dün olduğu gibi bugün de, kadınların karşısına çıkanlara düşmanım.

Dün olduğu gibi bugün de, yasaklardan değil, özgürlükten yanayım.

Dün olduğu gibi bugün de, tüm partilere muhalifim.

Dün olduğu gibi bugün de, hayvanlara zulmedenlere acımıyorum.

Dün olduğu gibi bugün de, hep birlikte mutlu yaşayabileceğimize inanıyorum.

Dün olduğu gibi bugün de, farklılıklarımızı düşmanlık olarak değil, zenginlik olarak yorumluyorum.

Dün olduğu gibi bugün de, uzlaşmadan yanayım.

Dün olduğu gibi bugün de, adımlarımı geriye değil, ileriye atıyorum.

Dün olduğu gibi bugün de, intikamlardan uzak duruyorum.

Dün olduğu gibi bugün de; bir partinin, bir grubun, bir derneğin üyesi olduğum için değil, sadece insan olduğum için böyleyim.

Ve biliyorum ki, eğer bir gün bunlardan birini unutursam...

Birini bile görmezden gelmeye başlarsam...

Birini bile çıkarıma değişirsem...

Korkarsam...

İşte o zaman kaybederim.

O zaman “kaybeden” ben olurum.

O halde tekrar belirteyim: Sizi bilmem ama..

“Ben kaybetmedim!”

Düşüncelerimden, bildiklerimden, öğrendiklerimden, inandıklarımdan ve inancımdan, hislerimden hiçbir şey kaybetmedim.

Yazının devamı...

Hangisi yapmıştır?

Evdekine sordum.

Gösterdim fotoğrafı; “Bunlardan hangisidir?” diye...

Bakmayın benimkinin bir sosis uğruna her şeyi yapar gibi göründüğüne... Aslında ciddi bir kedidir. Sorumluluklarını, nerede nasıl tavır alacağını iyi bilir!

Bütün kediler gibi inatçı ve azimlidir.

Ve tabii çok iyi koku alır!

Aldım fotoğrafları, karıştırıp gösterdim ki, etkilenmesin!

Sonra da sordum:

“Sence bu kedilerden hangisi trafoya girip elektrikleri kesmiştir?”

Önce şöyle bir baktı, sonra ciddileşti. Tek tek inceledi ve “Tıh!” dedi, “Bunlardan hiçbiri bu işi yapmış olamaz!”

Neden? diye sordum.

Hepsini teeek tek tanıdı ve anlattı.

Dış mihraklara bakın!

‘Irkçı kedi’den başladı. “Bir kere, onun meselesi çok ayrı” dedi. “Onunki trafoya giren kediyi yakaladıktan sonra başlar!”

Sonra ‘CHP’li kedi’ye baktı. “Tıh!” dedi. “Zaten bunlar hangi trafoya, kimin, ne zaman ve nasıl gideceğine karar verene kadar... Bir ‘Trafo Kurultayı’na kadar gider bu iş!”

‘Ülkücü kedi’de şöyle bir

durdu: “Vatanın, milletin, Sakarya’nın tek bir trafosunun teline dokundurtmazlar, dokunanın da...”

‘Devrimci kedi’nin üzerinde fazla durmadı: “Onların ciğerleri henüz yedikleri gazı atamadı; tırmanamazlar yani” dedi.

‘Cemaatçi kedi’ yorumu anlamlıydı: “Trafoya tırmanmaz ama kimin tırmanacağının kokusunu alıp onu kayıt altına alabilir. Hatta bu fotoğrafları bile o çekmiş olabilir!”

‘Akp’li kedi’ye daha dikkatli baktı. “Hayır” dedi. “Bir kere bu kedi AKP’li değil. Zaten onlar ya mitinglerde ya da zeybek oynuyorlar.”

“Eee?” diye sordum; “Peki kim yapmış olabilir?”

“Bilemem!” dedi.

“Bu durumda dış mihraklı kedilere bakın!”

Siyam olsun, İran kedisi olsun, bir American shorthair olsun, Chinchilla, mavi Rus kedisi olsun, bakmak lazım...”

Yazının devamı...

Balkon konuşması bekleyen var mı?

Yok!

Kazansa da...

Ki, sandıktan ne çıkarsa kazanmış sayılacak?

Kaybetse de...

Ki, sandıktan ne çıkarsa kaybetmiş sayılacak?

Biz kazansak da...

Ki, kazancımız ne olacak?

Biz kaybetsek de...

Ki, kaybettiğimiz ne olacak?

Her durumda da...

Çıksa yine bir balkon konuşması yapsa...

Tıpkı o meşhur 3. balkon konuşması gibi:

- “81 vilayetimizin, 780 bin kilometrekarenin her bir zerresinin, 74 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının tamamını sevgiyle, saygıyla selamlıyorum” diye başlasa...

Başlar mı?

Partililerin muhalefete yönelik “çatlasın” sloganları üzerine;

- “Kardeşler, çatlamasın... Onları da kucaklayacağız, onları da aramıza alacağız... Zira böyle yaptığımız için, kucakladığımız için demokrasi tarihinde, çok partili donemde 3. dönem milletimizden yetki almanın heyecanını yaşıyoruz” dese...

Der mi?

- “Çetelerin istikamet çizdiği Türkiye, Allah’ın izniyle, milletin takdiriyle artık geride kalmıştır.”

Diyebilir mi?

- “Hangi partiye oy vermiş olursa olsun her bir kardeşimizin huzur, güven, barış ve adalet içinde yaşamını idame ettireceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın. Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır.“

Diye bizi korkutur mu?

- “Kibirden zaten sakınıyorduk, bugünden itibaren çok daha büyük bir hassasiyetle sakınacağız. Daha mütevazı olmanın gayreti içinde olacağız. Gururu, böbürlenmeyi hiçbir zaman kafamızdan içeri almadık bundan sonra da daha hassas olacağız. Tevazu bizim şiarımızdır, bundan sonra da tevazuda toprak gibi olmaya daha fazla özen göstereceğiz. Bu millete efendi değil hizmetkâr olmaya devam edeceğiz” demesinin...

- “Kampanya sürecinde istemeden kalbini kırdığımız, üzdüğümüz kardeşlerimiz varsa hepsinden başta şahsım, tüm arkadaşlarım adına helallik diliyorum. İstemeden incittiğimiz siyasiler varsa onlardan da helallik diliyorum. Ben aziz milletime, tüm siyasi partilere hakkımı helal ediyorum, hakkımızı helal ediyoruz”la konuşmasını bitirmesinin...

Böyle bir balkon konuşmasının...

Gezi’de gelmeyen ve o andan itibaren bizi birbirimizin ötekisi hâline getiren bir konuşmanın...

Artık bir anlamı, geçerliliği var mı?

Bu seçimin sonunda yani bugünden itibaren...

Her şey aynı kaldıktan sonra...

Kim kazanırsa kazansın, öncelikle adalete güvenimiz yerine gelene kadar...

Bu seçimin kazananı..

Kaybedeni...

Aslında bu seçimin bir sonucu da yok.

Yok!

Yazının devamı...

Yenmek, kazanmak mıdır?

Bir savaşta...

Ya da bir kavgada, tartışmada...

Kimin kazanıp kimin kaybettiği nasıl anlaşılır?

Tabii önce, kazanç ve kaybın aslında ne olduğunu belirlemek lazım.

Sonra da, ne olursa kazanmış, ne olursa kaybetmiş olacağını...

Düşmanını döversen mi?

Söversen mi?

Köşeye sıkıştırıp onu rezil edersen mi?

Hatta onu yok edersen mi?

Yoksa...

Asıl olan, savaşın sonunda ne hâle geldiğin midir?

Nasıl birisine dönüştüğün...

Arkadan vurursan

Küçük bir örnekle başlayalım...

Kendini medeni, demokrat, ilerici birisi olarak tanımlarken ve gerçekten de öyle davranırken, çıkan bir tartışmada karşındakine bir tokat, bir yumruk atarsan...

Onu arkadan vurup belden aşağı çalışırsan...

Adamı yere yıkıp onu hareket edemez, konuşamaz, itiraz edemez hâle getirirsen... Onu yenersen...

Kazanmış mı olursun?

Yoksa artık dayak atan, arkadan, belden aşağı vuran birine dönüştüğün için, kaybeden misindir?

Hadi şimdi örneği biraz daha büyültelim... Kendini ileri demokrat, herkesin düşüncelerine, yaşam biçimine saygılı biri olarak tanımlarken ve belki gerçekten öyle davranırken...

İlerici işler de yaparken...

O sopa kırılır!

Önüne çıkan engelleri aşmak, düşman olarak gördüğün birini yenmek için...

O güne kadar elde ettiklerini, yaptıklarını, yol arkadaşlarını kendi ellerinle teker teker kırıp onlardan vazgeçersen...

İlkelerini, duruşunu, kurduklarını elinin tersiyle itersen...

Sırf birini yenmek için...

Demokrasiyi sopa yapıp vurmaya başlarsan...

O sopa kırılır.

Ama düşmanının kafasında ama başka yerde...

Kırılır.

O sopayla vurursan kırılır!

Kırılınca, seni dönüştürmeyecek bir sopa seçmen lazım. Yoksa...

Dönüşürsen...

Düşmanın seni dönüştürürse...

İstediğin kadar adamı yere düşür, vur, bağır, çağır...

Sen mi kazanmış olursun, o mu?

Yani: Birini yenmek, her zaman kazanmak mıdır?

Yazının devamı...

Paralel değil, dik durmaya çalışıyoruz!

Ne tuhaf!

Birdenbire hepimiz paralelci olduk ya!

Zaten son 1 senedir ne, kim ve hangi taraf olduğumuzun haddi hesabı yok!

Ergenekoncu olduk, balyozcu olduk, çapulcu olduk...

Olduk da olduk!

Çünkü artık ya AKP’li olacaksın ya da...

Onun o sırada karşı olduğu bir...

Bir grup!

Son trend malumunuz paralelcilik..

AKP’li olmayan herkes, ötekiler, yani ötekilerin hepsi paralelci!

İstediğin kadar, “Ne paraleli kardeşim, ben dik duruyorum!” de! Kim duyuyor? Bizi bizden başka duyan yok!

Kale alan yok!

Kendi kendimize, kendimizi savunur olduk!

Baksanıza, her birimiz birbirimize paralelci olmadığımızı akılcı birtakım donelerle ispatlamaya çalışıyoruz.

Saçma değil mi?

Ve bunu her gün, her akşam yapıyoruz...

Zaten sen istediğin kadar, “Hayır, ben yalnızca evrensel kuralların uygulanmasını isteyen sade bir vatandaşım” de...

Nafile bir çabanın içinde olduğumuz ortada!

Peki neden nafile?

Ya paralel ya ayakta...

Çünkü bizim kim olduğumuzu bile bile yapıyorlar bunu.

Biliyorlar.

Paralelci falan olmadığımızı biliyorlar.

Tıpkı Ergenekoncu, balyozcu falan olmadığımızı bildikleri gibi!

Belki de paralelin hesabını biz onlara sormayalım diye...

Ki soran yok!

İkisi birbirine girmiş var olma savaşı veriyorlar, aradan bizi de çıkartacaklar!

Ayaklarına dolananların hepsini aynı kaba koymaya yeltenerek...

Al sana bir yanlış daha!

Paralellerle, dik duranlar aynı kaba girmez ki! Giremez...

Kaplar farklı bir kere!

Ya bizi de eğeceksin...

Ya onları, sonra da kendini düzelteceksin...

Ancak yanlış şurada:

Düz bir doğruyken, bizi eğmeye...

Ayaklarımızı sabit tutup...

Başımızı yere doğru yaklaştırmaya...

Paralel duruma getirmeye çalışıyorlar ya...

Bu dünyada paralel vaziyette ayakta durulamayacağını hiç hesaba katmayıp hiç akıl edemeden...

Yok, o olmaz!

Biz eğilmeyiz.

Biz sadece dik durmaya çalışıyoruz!

Çünkü...

Eğri durmaktan daha kolay!

Yazının devamı...

Kim çalmıyor ki!

Hani empati oyunları oynardık küçükken...

Önce kendimize sonra da birbirimize “etik” sorular yöneltirdik.

Onlardan biri de şuydu:

“Mesela yolda giderken yerde bir cüzdan buldun. İçinde iyi sayılabilecek para var. Ama cüzdan sahibinin ismi-telefonu da var! Ne yaparsın?”

İsim ve telefonu bulana kadar her şey çok zevklidir.

Ama sonrası...

Kimi anında cevap verir, kimi biraz duraksar.

Orada aslında kendini gözetlersin. Kameraya çekip, dublajsız, montajsız kendini izlersin.

Yapmadan, yaparsın...

Sonunda kendini tanırsın.

Tanımlarsın...

Küçük bir oyun ama...

Empati oyunlarını severim ben. Zira hayatının ileriki dönemlerinde o oyunların gerçekleriyle karşılaşırsın!

Hazırlıklı olursun.

Şimdi de oynuyoruz ama konular ağırlaştı tabii...

Bizim cüzdan meselesi bak, ne zaman nerede ve ne şekilde karşımıza çıktı!

Üstelik bu kez soru olarak değil, direkt cevap olarak geldi.

“Hiç olmazsa iş yapıyorlar!“ diye...

Soruyu kendi kendine sormuş zaten! Sormuş da, bahanesini de bulmuş bile!

Oysa oynasalar...

Biri onlara, “Sen olsan çalar mısın?” diye sorsa...

Tıpkı internette dolaşan o gerçek hikâye gibi...

Musluk tamircisine işi bitince cüzdanını uzatıp “Al” diyen,

“Al, bunun içinde para var. Çalabilirsin“ kıvamına gelen kadın gibi!

O zaman:

“Madem her işini yapana çalma hakkı ve yetkisi veriyorsun, bu senin de hakkın” diye üsteleyince, afallayan adam...

Belki neye, kime, ne için yetki verdiğini anlayabilirdi...

Küçük bir oyun, büyük bir hataya engel olabilirdi...

Daha da önemlisi bugün, “Hiç olmazsa iş yapıyor” diye birilerine yetki verenler, yavaş yavaş dönüştükleri insanın farkına varabilirlerdi.

Ama ne çare!

Belli ki, onlar küçükken cüzdanı sahibine teslim etmeyenler!

Hatta daha da kötüsü, başkalarına “Tabii ki teslim ederim” deyip içinden “Ne verecem!” diyenler...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.