Şampiy10
Magazin
Gündem

Erkeğin “değeri”, ederi...

Hani geçen gün, Sevgililer Günü üzerine geyik yaparken, “Şimdi bu Sevgililer Günü’nde kızlar da erkeğe hediye alacak mı? Normalde alması lazım ama bu içime sinmiyor nedense! Saçma, biliyorum ama öyle!” diye yazmıştım ya...

Aslında bu saçma düşüncem bu kadarla yani sadece Sevgililer Günü’yle kalsa iyi! Hediye gerektiren tüm durumlar için aynı kıstasla düşünüyorum.

Böyle düşünmek istemiyorum ama elimde değil!

Sanki kadınlar hediye almaz, çok da gerekiyorsa, sembolik bir şeyler alır ama erkekler...

Erkeklerin aldığı hediye ilişkiyi temelinden sarsacak ya da yönlendirecek kadar güçlü olmalıdır. Maddi veya manevi...

Artık hangisine gücü yetiyorsa!

Bu acaba, “zaten yeterince veriyoruz” kanısından mı?

“Vermek” derken, yanlış anlaşılmasın; bütün fedakârlıklar anlamında...

Onlara katlanmak, bütün danalıklarına göz yummak manasında!

Ne bileyim? Gerçekten de saçma!

Şimdi düşündüm de... Biz aslında onlara katlanıyor olmasak, belki hediye meselesi de çözülecek! Bir beklenti olmayacak çünkü! “Verdiklerinin” karşılığı diye bir şey olmayacak!

Gerçi bu sendromdan zamanla vazgeçtik; ama saçma olduğu için değil hediye alamadığımız için!

Heh he...

Anlasınlar Hanya’yı Konya’yı

Bunda gülecek ne varsa! İşte ben tam bunları düşünürken Zeynep’ten her zamanki gibi sıra dışı bir mail geldi.

Bakın ne yazmış:

* “Bence erkeğe hediye vermeli, hatta aslında artık kadın hediye almalı. Niye? Hani biz kadınların “değeri” (!) erkeğin bize gösterdiği sevgi, ilgi, alaka ve buna bağlı hediyeler ve sürprizlerle ölçülüyor ya... E, bi zahmet biz de bunları erkek için yapalım da onların da değeri böyle ölçülsün. Hediye özenliyse -evlenilecek erkek-, değilse -takılıp geçilecek erkek- gibi... Anlasınlar Hanya’yı, Konya’yı danalar:)”

Nasıl?

İyi fikir değil mi?

Özellikle de, paralel ilişkilerde! (By Namık Bey.) Hani bi çiçek yollar, kendine ‘sevgilisine ev almış adam‘ muamelesi yapar ya!

Ona mesela... Pazardan çakma eşofman falan alacan!

Heh hee...

Ya da replika saat falan... Sentetik gömlek de olabilir. Pazardan... Sonra kendini, “sevgilisine Piguet saat almış kadın” havasına sokacaksın... Dananın kıçı başı ayrı oynuyorsa, sevgilin mi değil mi belli değilse, çakma parfüm olabilir.

Şimdi diyeceksiniz ki, “çok da tın!”

Adamın umurunda olsa!

Yani “Takılıp geçilecek erkek olmak, onlar için kötü bir şey değil” diyeceksiniz.

Evet. Bu umurlarında olmayabilir. Ama... Çakma eşofmana layık olmak umurlarında olur!

Nihayetinde onlar da, insan!

Sana karşı olmasa da, kendilerine karşı duyguları var yani! Ayrıca kaybedecek neyin var ki? Hiç olmazsa eğlenirsin biraz!

Madem eğlenilecek adam!

Yazının devamı...

Sevgililer Günü çıkmazı...

Sevgilin olsa da... Olmasa da... Evli de olsan... Hepsi ayrı dert! Tepki göstersen... Göstermesen... Alternatif program yapsan... Yapmasan...

Her durumda üzerinde bir yafta var! Durup dururken töhmet altındasın...

Niye? 14 Şubat Sevgililer Günü diye...
Önce çoğunluktan yani sevgilisi olmayanlardan başlayalım...

Şimdi onların Sevgililer Günü’ne tepki duymaya hakları yoktur. Sevgilisi olmadığı için diye algılanır. “Yok, sevgilim varken de öyleydim“ gibi çabalar bataklık etkisi yapar. Sussa, içleniyor gibi olur.

Diyorum ya, durup dururken bir konunun içine girer.

Alternatif program yapanlar, kız kıza eğlenmeye çıkanlardaki, “biz takmıyoruz“ havası hiç inandırıcı değildir. Takmıyorsan bu tepki niye?

E takıyorsan, niye takıyorsun?

Evine gidip film seyretsen, sanki bunalım yapmışsın gibi!

Bu ne ya?

Kızlar da erkeğe alacak mı?

Bir de sabah masasına isimsiz çiçek gelenler vardır...

Bir de, “Ay bilmem ki kimden?” der ya!

Nasıl bilmiyon?

Nedir yani? Biri ya da birileri seni sana rağmen sevgili ilan etmiş ama sen o kaddar muhteşemsin ki ve o kaddar etrafın bunlarla dolu ki, tahmin dahi edemiyorsun!

Öyle mi?

Hı, tamam o zaman! Evli bir sevgilin falan yok yani! Peki!

E, sevgilin varsa da dert!

Hediye almak zaten başlı başına bir mesele! Sadece çiçek alsa az mı? Yemeğe de mi çıkılmalı?

Bir de hep aklıma şu takılır:

Şimdi bu Sevgililer Günü’nde kızlar da erkeğe hediye alacak mı? Normalde alması lazım ama bu içime sinmiyor nedense! Saçma, biliyorum ama öyle!

Bir de ara dönemdekiler vardır ya... Hani sevgili misin değil misin henüz belli değildir. O gün belli olur. Adamın tavrına göre... Bu da sıkıntı!

Sıkıntı demek de sıkıntılı!

Evliler karışmasın!

Olayın içinde bir de evliler var, biliyorsunuz.

Kendilerini sevgili görseler bir türlü, görmeseler başka türlü... Ben evlilerin bu işe karışmamalarından yanayım ama...

Ne yani, eve giderken bir çiçek alsa... Bir jest yapsa...

Ne?

O gün çiçek fiyatları mı uçuyor?

Kapitalist düzenin oyunu mu bu?

Hıı...

Peki çiçekler ucuz olsa alır mıydın?

Alsan bir türlü...

Almasan...

Evli ama sevgilisi olanlara, sevgilisi evli olanlara hiiiç girmiyorum bile! Çünkü eskiden bir utanma sıkılma, idare etme gibi sorumlulukları vardı. Artık o da yok!

En iyisi...

En iyisi, ne?

Varmış gibi!

Yazının devamı...

İşte bizim hikâyemiz...

Aşk hikâyemiz... Gezici Araştırma Şirketi Sevgililer Günü nedeniyle Türkiye genelinde ‘aşk’ konulu araştırma yapmış. Ben aslında anketlere pek inanmam. Çünkü insanların doğru cevapları verdiğine inanmam!

Bizde anket sorusuna bile yanındakine sorulur ya, “Şu soruya ne cevap verdin?” Aynısını da işaretler!

Onu da geçtim, oradaki en ideal cevabı verir. Olanı değil de, olması gerekeni işaretler. İşin kötüsü bunu bilerek de yapmaz. Yani herkes kendisini mükemmel zanneder. Çatır çatır aldatıyordur mesela, sonra “evlilikte aldatma olmaz”ı işaretler. Üstelik buna inanır da!

Göbeğini önüne koyar, haftada bir yıkanıp dişlerini fırçalamaz, sonra “kadın bakımlı olmalı”yı işaretler.

Balık baştan mı kokuyor, ne?!

Ama yine de anketleri eğlenceli bulurum. Bu kadar kendini bilmezliğe rağmen enteresan sonuçlar çıkar.

Burada olduğu gibi...

Sonuçlara bakalım mı...

‘Sevişerek evlendik!..’

- Türkiye’deki evlilerin yüzde 53,1’ü severek evlendiğini söylemiş. Boşanmışların yüzde 47’si de severek evlenmiş.

(Eskiler, “sevişerek evlendik” derlerdi ya, bunlar da severek evlenmiş. Ondan bu boşanmalar, ondan!)

- Bekârların yüzde 83,2’si “Severek evleneceğim” demiş.

(Görürüm ben onları yaş 35’i geçince...)

- Evlilerin yüzde 61,4’ü ilk sevdiği kişi ile evlenmiş.

(Diğerlerinin de ikinci sevdikleridir. Bu sayı hiç 3 olmaz nedense!)

- Bekârların yüzde 81,4’ü “evleneceğim kişi ilk aşkım olmayacak“ demiş.

(Kim bilir kaçıncıdalarsa!! Zaten son aşkları da olmayacak!)

-Evli her 3 kişiden biri “Dünyaya yeniden gelsem eşimle yine evlenmem” demiş. Yüzde 50,1’i ise “Evet yine eşimle evlenirim” demiş.

(A-ha! Yine yüzde 50! Hangi yüzde 50 bu acaba? Pornocular mı yoksa ayakkabı kutucuları mı?)

- Türkiye’deki evlilerin yüzde 28,1’i, bekârların ise yüzde 15,2’si “evlilik aşkı bitirir” demiş. Boşanmışların yüzde 81,1’i de evliliğin aşkı bitirdiğini söylemiş.

(Tabii... Türkiye’deki evlilerin yüzde 70’i aşk yaşıyor çünkü! Zaten bunu biz de çok derinden hissediyoruz! Her hâllerinden belli! Aşkla yürüyorlar bu yolda!)

- Ankete katılanların yüzde 60,9’u “evli iken başka birini de sevemez” derken, yüzde 39,1’i ise sevebilir cevabını vermiş.

(Bu ‘sevemez’ diyenler var ya, kesin aldatanlar...)

- Ankete katılanların yüzde 72,1’i aşka inanıyor, yüzde 27,9’u ise inanmıyor.

(Bu yüzde 27 kimlerse, ortalıkta çarpmadıkları kalmadı!!)

- Mutlu bir aşkı bitiren en önemli hususlar nelerdir?

Yüzde 24,2 ‘aldatma’ cevabını vermiş.

(Sanki mutluluktan aldatmış!)

- Eski sevgilinizi özlüyor musunuz?

Ankete katılanların yüzde 43,7’si bu soruya “Evet”, yüzde 56,3’ü ise “Hayır” cevabını vermiş.

(Demek ki, yüzde 43’ü terk edilmiş, diğerleri ise terk etmişler...)

Ne acayip insanlarız değil mi?

Yazının devamı...

N’apıyon sen şimdi?

Kaç gündür ilişkinin adını koymak ya da koyamamaktan bahsediyoruz ya... Ben aslında bir ilişkiye isim koymanın, koymaya çalışmanın bir anlamı olmadığını anlatmaya çalışıyordum ki, bir mail geldi:

- “İlişkinin adının olmamasını siz(ler) istediniz, dolaylı veya direkt, bilerek veya bilmeyerek...

Özgür, bağımsız, güçlü olmayı istediniz ve başardınız. Başaran kadınların sayısı da toplumda hızla artıyor.

Bunu eleştiri olarak söylemiyorum, bu somut bi analiz.

Farkında mısınız bilmiyorum, ama bu durum, bu saydıklarımı başarmış kadınların etrafındaki erkeklerin de işine geliyor. İstediklerini kadınlara çok da bişey sunmadan, sorumluluk almadan elde edebiliyorlar. Birinden elde edemezlerse diğerinden, olmadı öbüründen, hiç olmazsa o seferlik eskilerden birinden elde ediyorlar. Zaten istediklerini kolay elde edebildiklerinden dolayı, eskisi kadar çok kıymet de vermiyorlar. İşte bu kıymetsizliği sorgulamışsınız siz aslında ‘İlişkinin adı yok!’ yazınızda...”

Bir bakış yetse de...

Yazdıkları doğru mu?

Bir kısmı evet, doğru!

Mesela bu işlerin hep başarmış kadınların başına geldiği... Özgür, bağımsız, güçlü kadınların...

Erkeklerin istediklerini kolay elde ettikleri...

Kadınlara eski kıymeti vermedikleri...

Aslında diyor ki, “Siz kolay verdiniz, onlar da kolay kolay alıyorlar!”

Evet bunlar doğru...

Da...

Kadınların anlayamadığı şu: Önemli olan o mu?

Almak mı? Senden hoşlanmış ve

seninle birlikte olmak isteyen bir kadınla yatmak mı?

E, yatıyorsun da, ne oluyor?

Amaç bu mu? Elde edilecek olan bu mu?

Bakın:

Bu kadınların çoğu, kadınların kıymetli olduğu dönemleri yaşadılar. Yani istedikleri erkekle birlikte olabilme gücünü... Hem de tek bir bakışla!

Yani o kadınlar için bir erkekle yatmak o kadar kolaydı ki! Hâlâ da öyle aslında...

İşte tam da bu yüzden, bir erkekle birlikte olmanın “esas” olmadığının bilincine çok önceden vardılar. Yani “elde etmenin”, yatmak olmadığının...

Yani istediğin kadar erkekle yat! Eee? So what?

Bu, dümdüz yolda giderken itin biri çıkar patinaj çeker falan ya... Hem de altında dandik bir arabayla... Onun gibi! “N’apıyon sen şimdi?” dersin hani... Öyle...

Sen de istediğin kadar kadınla yat! Biri olmadı, ötekiyle...

Eee?

N’apıyon sen şimdi?

Mesele artık burada!

Yazının devamı...

İlişkinin adını koymak...

Adamlar, ya ekonomik zorluklardan ya da alternatif bolluğundan, bir de arsızlıklarından “muallak” ilişkileri tercih ediyorlar ya... Ancak bu durum, kadınlara pek uymuyor. Da...

Niye uymuyor? Belki de önce bunu ortaya çıkarmamız gerekiyor.

Uzmanlara göre, kadınlar için nerede durduğunu bilmek önemli; bizim doğamızda bir ilişkinin parçası olmak yatıyor ve bunu bilemediğimizde huzursuz oluyormuşuz. Doğa derken? Genetik olarak mı? Elimizde değil yani! Peki bundan emin miyiz? Bir sağlama yapalım, bakalım...

Mesela, adamla üç kez yemeğe çıktın, onunla birlikte oldun; veya direniyorsun(!), çok da iyi vakit geçiriyorsunuz ama hiç de sevgilinmiş gibi davranmıyor. Yani bir ilişkide olması gereken ayrıcalıkları seninle yaşamıyor. Eee? Sen de “doğan gereği” ne olduğunuzu merak ediyor ve huzursuz mu oluyorsun?

Salak mısın sen? Senin bir “doğan” varsa bir de “aklın” var! Ona sor! Bakalım ne diyecek?

Aklın yerine, adama ya da bir arkadaşına sorarsan... Doğana yenilirsin. Ancak bunu merak etmenin dışında, adamla sevgili olmak isteyebilirsin. İkisi farklı şeyler.

Ha, o zaman da... Uzmanlar bunun için birtakım taktikler öneriyorlar. Hiç sevmediğim iş! Taktik! Yanlış bir kere!

Çünkü orada sen yoksun! Sadece adam, adamın istekleri, arzuları, onun zamanları var. Ee? Ne anladık biz bu işten? Sonra sen sen olmaya başlayınca ne olacak?

Gizem olayı...

Bakın niye yanlış! Birkaç taktik üzerinden gidelim...

Bir araştırmaya göre, ilk buluşmada seks yapmayan kadınların ilişkiyi resmileştirme ihtimali, seks yapanlardan daha yüksekmiş. “Veda öpücüğünden sonra istekliymiş gibi davransa bile, aslında erkekler beklemekten hoşlanır” diyorlar.

Bu klasik öneriye artık bir dur demenin zamanı geldi: Hangi gece değil, o gecenin nasıl yaşandığıyla ilgilidir bu.

Alın size başka bir taktik daha:

“Birlikte olmadan önce en az üç veya dört kez onunla buluş. Beklemeye gerek duymuyorsan da, çıktığınız akşamların sayısını azaltmayı dene.“

Niye? Bıkacak diye mi? Belki sen bıkarsın? Ayrıca bıkılacaksa bir an önce bıkılsın...

Bir taktik daha:

“Sırf o buluşmak istedi diye yoga seansını veya kızlarla akşam yemeğini iptal etme. Her zaman müsait olmamak gizemi korumanı sağlar.”

Sırf gizemini korumak için değil de, zaten öyle olduğun için bunu yapsan... Kendi hayatını feda etmesen...

“Sana buluştuğunuzda ne yapmak istediğini sorduğunda, çok gösterişli olmayan bir şeyler öner: Bir kafede bir şeyler atıştırmak ya da deniz kenarında yürüyüş yapmak gibi. Bu tavır hem onun üzerindeki maddi baskıyı azaltır, hem de senin alçakgönüllü ve eğlenceli biri olduğuna inanmasını sağlar ki böyle kızlara hiçbir erkek karşı koyamaz.”

Bunu da, öyle görünmek için değil de, gerçekten öyleysen yapsan! Daha doğrusu nerede olsa birlikte eğlenebileceğin biriyle birlikte olsan...

“Doğa” kısmını burada devreye soksan... Her şey daha güzel olacak!

Bir isim aramana da gerek kalmayacak...

Yazının devamı...

İlişkinin adı yok!

Hem de ne kadar uzun zamandır... Ne kadar uzun zamandır “ilişkilerin adı yok!” Bir türlü konamıyor... Yani bir ilişkinin ilişki olabilmesi için bir kriter olur değil mi? İşte o yok!

Ne bileyim, bir zamanlar öpüşünceydi, sonra yatınca oldu, şimdi...

Şimdi yok!

Bunların hiçbiri sevgili olmak ya da olmamak için bir kriter değil! İlişkiler, öylesine takılma ile resmileşme arasında kalıyor. Resmileşme dediysem öyle evlilik falan değil ha! Sevgililiğin resmileşmesi...

Arkadaş desen değil, sevgili desen o da değil.

Düşünsene, ayrılma şansın bile yok!

‘Ne’yinden ayrılacan?

Karşındaki insanla bir ilişkide olup olmadığını bile bilmiyorsun ki!

Olayı yaratan, bu duruma getirenler de tabii ki, danalar...

Onların da kendilerine göre maddi-manevi nedenleri var tabii... Ha, haklılar mı?

Tartışılır!

Ama nedeni kesin onlar!

Zira kadınlar bu durumdan hiiç hoşnut değil.

Salakları çıkmış durumda!

Bir gün önce sevgili gibi davranan adam, bir gün sonra arkadaş gibi davranıyor!

Akşam sevgili olmak için kurlar yapıyor sabah ortada yok! Bir hafta sonra karşılaşıyorsun ya da arıyor, yine aynı kurlar...

Niye?

Facebook faktörü

Neden böyle yapıyorlar?

Önce bunun nedenlerine bakalım, sonra da çaresine...

Ben yazsam laf edersiniz diye uzmanların görüşlerini aktarıyorum:

- “Bir erkek sana sevgilin gibi davransa bile, bu sana bağlı olduğunu göstermez. Ve böyle ilişkiler o kadar çok seçenek sunuyor ki, bazı erkekler ilişki durumunu sırf bu yüzden muallakta bırakmayı tercih ediyor.”

- “Facebook erkekleri potansiyel sevgili adaylarıyla bir araya getirmekle kalmıyor, aynı zamanda onları eski sevgilileriyle de temas hâlinde tutuyor. İnsanların yüzde 80’ini sosyal medya aracılığıyla eski sevgilileriyle kontakt hâlinde. Geçmişten gelen bunca hatıranın tüm canlılığıyla yaşatıldığı bir dünyada, gerçek bir ilişkiye adım atmak erkekler için biraz zor olabiliyor.”

- “Bu durumun bir sebebi de ekonomi. Ekonomik krizler sırasında kadınlara kıyasla çok daha fazla erkek işini kaybediyor. Onlar da böyle dönemlerde sadece kariyerine odaklanma baskısı yaşıyor. Pek çok erkek, bir kız arkadaşla birlikte gelecek masrafları finanse edemeyeceğini düşünüyor. Pahalı hediyeleri ya da lüks yemekleri karşılayacak durumda değiller. Bir ilişkiyi yürütebilecek zamana ve enerjiye sahip olduklarını da düşünmüyorlar.”

Veee...

- “Bu durumun sonucunda birçok çift, ilişkiye benzeyen ama bir yandan da bir ilişkide olması gereken saygı ve ayrıcalıkları içermeyen, ara bir döneme giriyor.”

Eee?

Peki şimdi n’olacak?

Yazının devamı...

Neden yalnız kalabilmeliyiz?

Soruya bak! “Neden yalnız kalabilmeliyiz?” Sorunun verdiği duyguyla insanın aklına hemen o cevap geliyor:

“Hayatta kalabilmek için!”

Sanki belgeseldeyiz!

Ya da bir derste sorulmuş gibi... Ortaya bu soru atılmış sen de muhatap olmamak, kimseyle göz göze gelmemek için başın önüne eğik öyle duruyorsun. “Başkası cevap versin” diye...

Ama hep korktuğun başına gelir ya! Yürüyerek sana doğru gelir ve yanında durur.

“Eveeet, söyle bakalım Alican! Neden yalnız kalabilmeliyiz?“

Al işte!

Ya da bir yemekte, sana asılan biri sorar... Derin muhabbet olsun diye!

Şimdi böyle sorulara sıradan cevap vermek olmaz. Kimsenin akıl edemediği zekice bir cevap vermelisin.

Ya da...

Herkesin bildiği cevabı, kimsenin akıl edemediği biçimde söylemelisin.

Hatta uçabilirsin de! “Uçabilmek için...” dersin...

Onlar uğraşsın!

Heh hee...

Ama bunu, kendinden emin, karşındakinin gözünün içine baka ve sakin bir ses tonuyla söyleyeceksin.

“Uçabilmek için...”

Yani sen meseleyi çözmüşsün, kolaysa o da çözsün!

“Nasıl yani?” diye sorarsa,

“Bi düşün bakalım... Düşün sonra konuşalım...” dersin.

Tehlike?!..

Yalnızlık meselesini kim çözmüş ki?

Ama onun üzerine yazılmış, çizilmiş, söylenmiş her şey anlamlıdır.

İyi ve doğrudur!

Güçlüdür!

Geçenlerde Tarkovski’yle (*) yapılmış bir röportajı okurken yine ona rastladım.

Yine yeni bir şey öğrendim.

Yalnızlığın tarifine bir ekleme daha yaptım.

Tarkovski’ye “İnsanlara ne söylemek istersiniz?” diye sormuşlar:

“Sanırım yalnız olmayı öğrenmeleri gerektiğini ve kendi başlarına mümkün olduğu kadar çok zaman geçirmek için uğraşmalarını söylemek isterim” demiş.

Bunu biliyoruz. Sonra gençlere biraz sallamış:

“Bugünün gençlerinin hatalarından biri, gürültülü, bazen neredeyse agresif etkinliklerde bir araya gelmeye çalışmaları. Yalnız hissetmemek için bu beraber olma arzusu bence çok talihsiz bir gösterge.”

Yalnız olmamak için... Sırf bu yüzden... Bunu da biliyoruz ve eleştiriyoruz.

Ama son darbeyi sıkı vurmuş:

“Kendi kendine kaldığında sıkılanlar, bana kendilerine verdikleri değer açısından bir tehlike içindeymişler gibi gelir.”

Tehlike derken?

Evet...

Tehlike!

Evet bu çok tehlikeli...

Bi düşünün bakalım... Sonra yine konuşuruz...

(*) Andrey Tarkovski 04. 04. 1932 Yuryevetskiy (Rusya) - 29. 12. 1986 Paris, Fransa

Benzersiz filmleriyle 20. YY. Avrupa sinemasına kendi izini bırakmış olan Rus sinema yönetmeni, aktör ve yazar.

Yazının devamı...

Bir şeyler söylemek istiyor ama ne?

Birini tanımak için içki sofrası yeter” dedik ya... Biraz içki biraz sohbet, işi çözer. Ama... Bir adım daha ileri gitmek için...

Yani dışarıda yenen bir-iki yemekten sonra taraflardan biri “eve” yemeğe çağırır ya!

Hani! Her anlamda ilerlemek için!

Anladınız siz onu!!!

Adam ya da kadın seni evine yemeğe çağırınca... Ya da sen çağırdığında...

Yapılan yemeğin, sunuşun da bir dili vardır! Hem kendini, hem niyetini ortaya koyar.

O sofra bir şeyler söylemek istiyordur aslında!

Mesela balık...

Menüde balık varsa, bu adam ya da kadın, ehlikeyif biridir. Ha, en önemlisi amacı bir an önce geceyi bitirmek değildir! Yani yatıp-kalkıp gideyim derdinde değil! Belli ki, seninle vakit geçirmek, seni tanımak istiyor. Belki de anlatmak istedikleri var. İyi bir başlangıç yani... Hatta o gece bir şey(!) bile olmayabilir. Gerçekten de sarılıp yatabilirsiniz. Ha, bu iyi bir şey mi? Bilemem.

Mesela makarna...

Hıı... Şimdi burada dur biraz! Makarna işi kritik ve risklidir. “Makarna-şarap” gecelerine aşinayız! Bu gece bitmez! Heh hee... Yani gece iyi geçer de, fazla beklentiye girmemek lazım!

Izgara et yapıyorsa... Ya da tavuk falan... Orada dur biraz! Bunda bir tuhaflık var! Zaten belli ki boşanmış, neler yaşadığı meçhul, en iyisi sen bunu biraz içir de dökülsün bakalım, derdi neymiş?

Mantı yapıyorsa... Bunun niyeti belli! Bu evlenmek istiyor, vakti gelmiş! Ona göre... O akşam bir b.k olmayacağı da kesin! Yemekten sonra fotoğraf albümlerini falan çıkarır bu. “Şu arkadaki teyzemin oğlu, hani deminki resimde yanımda olan” diye... Anı falan da anlatır, dikkatli ol. Bilemiyorum yani...

Yemek yeme zamanı!

Şimdiii...

Bütün yemeklerin yanında bir de zeytinyağlı taze fasulye varsa... Belli ki bir “yaş” durumu var. Bir de boşanmışlık var. Biraz yalnızlık da... Hafif problemliyiz ama aynı zamanda “seks” dönemindeyiz demektir. Yani gece her hâlükârda iyi geçer! Ama sabahına garanti veremem!

Pizza!

Pizza, makarnayla eş değerdedir! Geceyi garantiler, ertesi günü erteler! Ne demekse! Yani ertesi gün aklında birtakım tutarsız soru işaretleri olur. Açıkçası ne idüğü belirsiz ilişkilerin yemeğidir pizza!

Şimdiii....

Seni çağırıp lahmacun, kebap falan ısmarlıyorsa...

O-hooo...

Bu artık bir şey falan söylemek istemiyor! Söyleyeceğini söylemiş, hatta sevişilmiş bile...

Artık yemek yeme zamanı...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.