Şampiy10
Magazin
Gündem

Hem de 7 gün içinde...

Evet, tam 7 gün içinde sevgili bulmanın yollarını keşfetmişler! Asrın keşfi! Bu var ya, ameliyatsız yüz ovalini 2 cm yukarı kaldırmaktan bile daha önemli!

Hem de “an meselesi!”ymiş.

Dediklerini yaparsak tabii...

Neler mi?

Olası tehlikeleri de ben ekleyerek yazıyorum....

- Yenilenin...

Dış görünüşünüzü elden geçirin. Çünkü insan önce kendini beğenmeli. Örneğin saçınızı kestirin ya makyaj stilinizi değiştirin, giyim tarzınızda yenilikler yapın. Yeni bir imaja bürünün, kendinizi ve çevrenizdekileri şaşırtın!

(Şimdi bunu okuyan gidip saçlarına kat attırır, şahtı şahbaz olur. Ardından beğendiği biri gibi giyinmeye kalkar, kendinden uzaklaşır. Ha, şaşırtır mı? Şaşırtır!)

- Mekân değiştirin...

Yaşam tarzınıza uygun yerlerde sizin gibi düşünen, ortak noktalar yakalayabileceğiniz insanlar vardır. Onlardan biriyle bir kadeh içki ya da bir fincan kahve ile başlayacak sohbet, bir süre sonra tutkulu bir aşka dönüşebilir.

(Oldu! Öyle bir mekân var da biz mi bilmiyoruz? Bu birine, “Ne giysem?” diye sorduğunda “Şöyle şık bir pantolon bir bluz giy” demesi gibi bir şey!)

- Kalabalığa karışın...

Alışveriş merkezleri, sinemalar, çay bahçeleri, kafeler, barlar, yeni insanlarla tanışmak için uygun fırsatlar bulabileceğiniz yerlerdir. Toplu taşıma araçları da size yeni fırsatlar yaratabilir.

(Tabii özellikle toplu taşıma araçlarında onlar bizi buluyor zaten! Diğer yerler ise denendi!)

- Arkadaşlarınızı arayın...

Dostlarınızı arayın. Onlar sayesinde çevreniz değişebilir. Kim bilir, belki de dostunuzun o güne kadar görmediğiniz bir arkadaşı, sizin sevgili adayınızdır. Hatta onları sizinle buluşmaya, tanımadığınız arkadaşlarını getirmeye zorlayın.

(Ki, bir daha kimse, “Manyak arıyor yine!” diye telefonunuza bile çıkmasın!)

- Yeni ortamlar...

Bir dans kursuna ya da kısa süreli bir workshop’a kaydınızı yaptırın. Mutlaka bir partneriniz olacaktır. Kim bilir, belki de aradığınız odur. Size uygun bir hobi mutlaka vardır; dil kursu, fotoğraf gezileri, hafta sonu trekking turları vs. Tanışmak için ayağınıza gelmelerini beklemeyin, siz onlara gidin!

(Evet! Herkesin çift olarak gittiği bu yerlere gidip iyice bunalıma girin! Yahu hangi yalnız ve doğru adam bu kurslara gider ki?)

- Potansiyel adaylar...

Telefon rehberinizi ve MSN listenizi bir gözden geçirin. Sohbetinden, birlikte vakit geçirmekten hoşlandığınız birileri vardır elbet. Evet, daha önce sadece arkadaş gözüyle bakıyordunuz ona ama her an her şey olabilir.

(O derece düştünüz diyor!)



Yani bu öneriler belli ki ya yeni başlayanlar için ya da başka bir ülkenin insanları için. Siz bırakın bunları... Gelin yine beni dinleyin.

Geçenlerde ciddi bir araştırmada okudum; bekâr kadınlarla bekâr adamların sayısı neredeyse eşitmiş.
Ama aynı yerlerde yaşamıyorlarmış!

Peki neredelermiş?

İşte onun adresi bende!

Yazının devamı...

Çatır çatır ödüyorlar

Yaşı kemale erdiği hâlde çocuğu olmayan bekâr adamlar için gönüllü damızlıklar demiştim... Onların diğer damızlıklardan farkı var çünkü!

Ne farkı var?

Birlikte olduğu kadın hamile kaldığında, “Ben istemiyorum”, “Benim baba olup olmamaya karar verme hakkım yok mu?”, “Ben damızlık mıyım?” diye ortaya çıkıp feryat etmemeleri...

Hatta ufaktan ufaktan, havadan bir çocuk sahibi olma fikrine sıcak bakmaları...

Biraz da, geç kalmışlık duygusunun ağır basması...

Ve bütün kafa karışıklığına rağmen sonunda baba olmaya karar vermeleri...

Yani gönüllü damızlıklar...

Onlar aslında taammüden ya da yanlışlıkla hamile kalan kadınlar tarafından seçilmiş müstakbel babalar...

Dün aynı konuyu yazarken, kadınların bu seçimlerinde bir terslik yok mu diye eleştirmiştim.

Var tabii...

Olmaz mı?

Ama terslik olması, gönüllü damızlıkları aklamaz!

Çünkü ilk bakışta sanki katakulliye getirilmişler hissi yaratılıyor da!Hani, babalığı sanki mecburen kabul etmişler...

Daha doğrusu, bahşediyorlarmış gibi..

Ya da kabul ettikleri için sonradan cezalandırılıyorlarmış gibi!.. Kadınlar bunları kandırıp kendi hayatlarını garantiye almak için kullanıyorlarmış gibi!

Pekii...

O hâlde durumu yeniden gözden geçirelim. Şimdi bu kazık kadar adamlar, güzel mi güzel, çıtır kızlara takılıyorlar mı? Evet.

Bunları tavlamak için maddi-manevi varlıklarını kullanıyorlar mı? Evet.

Hamile kalanlar da bu güzelim çıtır kızlar değil mi? Evet.

Bu çıtır kızlar neden benimle birlikte oluyor diye soruyorlar mı? Hayır.

Evliliği ve evleneceği kadını değil de, çocuğu ön plana alan da onlar değil mi?

Eee?..

“Eee?”si şu:

O kazık kadar adamlar bu yanlışın bedelini ödemeyecekler mi?

Ödüyorlar zaten!

Boşanınca çatır çatır ödüyorlar!

Bu gencecik kızların onlarla neden birlikte olduklarını kavrayamayacak kadar egolarına hâkim olamayanlar da şaşırıyor. Kendilerini haksızlığa uğramış gibi hissediyorlar.

Yahu hayatının baharında manken gibi kızlar sana niye baksınlar ki?

İşte o “Niye?”nin bir bedeli var.

Onu ödüyorsun.

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz.

Zaten bu konudan da çok sıkıldım.

Hesap-kitap yapan, yapanı kabul eden, eninde sonunda kaybediyor!

Yazının devamı...

Bu işte bir terslik var...

Yalnız anneler ve damızlık babalar... Son 5-6 yılın konusu yani... Aslında her şey, “Bir çocuğum olsun”la başladı... Ortada fol yok yumurta yok, çocuk istemek var-dı... Yani bırak kocayı, ortada sevgili bile yok ama çocuk isteyen kadınlar var-dı.

Başrolde, panik kadınlar ve geçkin erkekler... Birbirlerini bulmaya başladılar.

Ve olaylar gelişti!

Nasıl gelişti?

Önce tarafları tanıyalım isterseniz...

“Bir adam bulamıyorum, bulacak gibi de değilim. E, vakti geçmeden bari bir çocuğum olsun” kadını...

Bir kadın, “Bari bir çocuğum olsun” noktasına geldiğinde, birlikte olacağı adamın kim olacağı direkt olarak ikinci, üçüncü hatta dördüncü sıraya düşüyor tabii...

Çünkü birinci sırada çocuk var. İkinci sırada, adamın maddi durumu... Üçte, adamın ne kadar damızlık potansiyeli olduğu var. Sonra “Adam iyi mi, kötü mü, anlaşabilir miyiz?”ler...

Bir kadın çocuk isteyebilir, bunu tek başına yüklenmeyi de göze alabilir, bunlar kabulüm ama...

Ama diğer hesaplar...

Gönüllü damızlıklar...

Gelelim erkek kahramanımıza...

Onlar genellikle bir türlü evlenmemiş yaşı da artık karta kaçan adamlar... Etrafındaki bütün arkadaşları evlenmiş çoluk-çocuğa karışmış ve buna sürekli, “Abi, evlilik neyse de, çocuk başka bir olay! Deli gibi bir şey oluyorsun, yok böyle bir şey!

Artık geç olmadan yap bi çocuk” deminde işliyorlar.

Onun da aklına yatmaya başlıyor ama evlenecek kadın yok! İşte tam bu sırada, birlikte olduğu kadınlardan biri hamile kalıyor!

A-ha!

Kadın ona, “Hamileyim” dedikten sonra adamın aklına sürekli arkadaşlarının söyledikleri gelmeye başlıyor. “Abi, mutlaka bu duyguyu yaşamalısın!”

Birkaçına danışıyor.

Hepsi sözünün arkasında, “E, iyi kız zaten. Evlenin. Evlilik ne ki zaten?

Önemli olan çocuk!”

Gecelerce uyumadan bunu düşünüyor. Düşünmekten artık salağı çıkıyor!

Öyle bir dolduruşla evleniyorlar.

Yeni boşanmış, tam azgınlık dönemini yaşayan ve “Hayatta evlenmem, çocuk-mocuk da istemiyorum. Beni yok bil! Benim baba olup olmamayı seçme hakkım yok mu?”“ diyen adamlardan bahsetmiyoruz. Onlara zaten babalık hakkının eczanelerde satıldığını daha önce yazmıştım.

Biz, gönüllü damızlıklardan bahsediyoruz...

Nerede kalmıştık?

Evet, evleniyorlar... Çocuk doğuyor.

Sonra?

İşte sonra birbirlerini görmeye başlıyorlar. Tanımaya...

E, adam dördüncü sırada olduğu için, kadının ne tahammül ne anlayış ne de hoşgörü sınırları içinde!

Yatırımını sevgiye, birlikteliğe yapmamış ki! Bu yüzden kolay harcayabiliyor.

Biz de dedikodusunu yapıyoruz:

“Oh... Yap bir çocuk, hayatın kurtulsun!”

Sanki alan memnun satan memnun gibi ama...

Sizce bu işte bir terslik yok mu?

Bir yüzeysellik?

Yazının devamı...

Vivaldi tadında...

Hani dün, “iyileşmeye başladık” diye yazdım ya... Gezi ve 17 Aralık’ın sayesinde ruhlarımız tamir olmaya başladı falan da!..

Her zaman böyle büyük krizler çıkmaz! Yoksa çıkar mı? Hatta daha kötüsü, bu kriz bitmez mi? Bunlar iyi günlerimiz mi?

Olsun, bizim bu yeni duruşumuzu korumamız lazım.

Hazır kendimizi unutmuşken. Kalp kırıklıkları, yıpranmışlıklar önemini yitirmişken. Bu kadar zayıf düşmüşken, son darbeyi de vurmak lazım. Ki bir daha geri gelmesinler!

Nasıl mı?

Bir araştırma okumuştum, “Kırık kalplere müzik iyi geliyor” diye... Bana iyi geldiği kesin! Kırık olmasa da, kalbime, ruhuma her zaman iyi gelir. Neşeme de, hüznüme de, sıkıntıma da, enerjime de iyi gelir. Hatta onsuz hepsi yarımdır. Müziksiz yani...

Ama senkron tutacak. Ruh hâline göre dinleyeceksin. Tabii bu, üzüntülüysen hüzünlü bir şarkı, neşeliysen ritmik şarkı dinle anlamına gelmiyor!

Ama eğer ortada müdahale edilecek bir durum varsa...

Unutma!

Bazen sen seçersin şarkıları, bazen de şarkılar seni yönlendirir.

İşte o zaman stratejik bir karar almak gerekir. Ben bu duyguyu aşacak mıyım yoksa ona yenilecek miyim?

Bazen insan yenilmek de ister.

Ama şimdi zaman, o zaman değil!

Tam tersine, “sil baştan“ sendromundan kurtulma zamanı...

Geri dönmek şartıyla!

O hâlde ne dinleyeceğiz?

Önce ne dinlemeyeceğimizden başlayalım...

Mesela arabesk...

Asla dinlenmeyecek. Bu ara olmaz! Nedenini yazmama gerek yok herhâlde!

Mesela Türkçe pop... Çakma arabesk olduğundan o da dinlenmeyecek! Seni anında, değeri anlaşılamamış, terk edilmiş, acınacak yalnız insan havasına sokar. Öyle değilsen bile “öyleyim” sanırsın.

Mesela nostalji... Yerli-yabancı nostaljiye zinhar yaklaşılmayacak. En iyi ihtimalle aklın ilk aşkına gider ki, hiç sırası değil! Yıpranmadığın günleri hatırlamak sana acı verir. Hüzün verir. Hatta o sırada kendini çok masum bile zannedebilirsin.

Mesela rock-caz... Onlar bile olmaz! Zira sapıtabilirsin. Yani sapıtmaktan kastım, gereksiz derecede umarsızlaşabilirsin. “Bir daha mı gelecem dünyaya!” hâli ki, ona da gerek yok!

Pekiii, ne dinleyeceksin?

Ne dinlersen o’sun ya... Ne olmak istiyorsun?

Nasıl bir melodi? Onu dinle!

Benim tavsiyem klasik müzik. Ama şöyle hafif olanından..

Vivaldi mesela...

Fazla iniş-çıkışı olmayan ama şahsiyeti ve ağırlığı da olan... Neşeli ama ne yaptığı belli olan...

Sıkmayan...

Germeyen..

Aslında Vivaldi tadında bir insan olacaksın...

Ondan sonra ne dinlersen dinle!

Ama Vivaldi’ye geri dönmek şartıyla...

Yazının devamı...

“Unutan iyileşir!”

Yavaş yavaş iyileşiyoruz... Öyle hissediyorum... Yok, hükümet-devlet meselelerinden bahsetmiyorum. O henüz yeteri kadar dibe vurmadı! İlişkiler kadar birbirini yok etmedi. Henüz!

Önce dibe vuracak, acı çekecek, her yerinden kurşun yiyecek, yıkılacak ki, yeniden yapılansın...

O cenahta henüz kimse acı hissetmiyor. Hani kurşun vücuda ilk girdiğinde anlamazmışsın ya... Sadece kurşunun girdiği yere bir sıcaklık yayılırmış. Ardından vurulduğunu anlarmışsın. Ama hâlâ acımazmış. Elini kurşunun girdiği yere doğru insiyaki olarak götürürken bir inkâr ve şaşkınlık süreci yaşanırmış. “Bu benim başıma gelmiş olamaz!” Elini yaradan çekip kanı gördüğünde ise büyük bir korku ve büyük bir telaş içine girermişsin. Ayakta kalabilme telaşı... Acı, yere düştükten sonra çıkarmış.

Ama biz ayakta ölenlerin ülkesiyiz!

Kurşunu yedikçe bir o tarafa bir öteki tarafa bükülüp duranlar diyarı!

Henüz yere düşen yok! Şimdilerde herkes elindeki kana bakıyor!

Dehşet, içinde!

Zaten biz burada ruhlarımızda açılan yaralardan bahsedeceğiz. Daha kişisel yani... Hatta duygusal...

Belki de tersidir...

Bizi yalnızlığa alıştıran ve hatta onu sevdiren; beklentilerimizi, umutlarımızı hayal kırıklıklarına ipotekleyen yaralarımız...

İşte onlar, galiba yavaş yavaş iyileşiyor...

Kim bilir belki de aslında bizi kendimize getiren, ayaklarımızı zorla da olsa, yere bastıran o yaralardı ama! Kendimize gelmeye başladık gibi!

Peki ne oldu?

Ne oldu da, yaralarımız kabuk bağladı?

Önce Gezi sonra 17 Aralık, bizi bizden uzaklaştırdığı için olabilir mi?

Bence olabilir.

Kendimizden başka şeylerle ilgilendiğimizden! Odak noktamızı kendimizden, oraya çevirdiğimiz için!

Dikkatimizi kendimizden ayıracak kadar önemli, çekici, tehlikeli ve eğlenceli de olduğu için...

Hani daraldığın anlarda bir arkadaşın çıkar da, kafanı dağıtmak için bir sürü alternatif sunar ya, “Hadi sinemaya, konsere, cafe’ye gidelim”, “Hadi yemeğe çıkalım, birileriyle buluşalım”lar falan...

Hiçbirini canın istemez; zaten kafan da, ruhun da kabul etmez ya...

İşte bunu kabul etti. Gezi ve 17 Aralık’ı kabul etti.

İkisinde de kendimizi unuttuk!

Kendimizi, kinlerimizi, ipoteklerimizi unuttuk. Çünkü onları daha az düşünmeye başladık.

Unutunca da iyileşmeye başladık!

Nietzsche’nin dediği gibi,

“Unutan iyileşir”

Vay be!

Kim bilir, belki de iyileştiğinde unutuyorsundur!

Yazının devamı...

Kimse kendini bilmiyor!

Hani hep, “herkes kendini iyi sanıyor” derim ya... Gerçekten de, öyle galiba!

Sadece ‘iyi’ sansa! Herkes her şeyi hak ediyor!

Kimsenin hatası yok! Herkes bir, “hoca bana taktı!” sendromunda...

Bu hep böyleydi ama sanki bu ara daha bir yoğunlaştı.

Bir eleştirmedir gidiyor.

Kadın durmadan konuşuyor mesela... Bir gün gelip sana diyor ki, “Ya bu Ayşe ne çok konuşuyor be kardeşim!”

“Nasıl yani?” oluyorsun...

Çok mu basit bir örnek oldu?

Peki, ağırlaştırayım o zaman!

Mesela kadın, daha 1 yıl önce evli birisiyle ilişki yaşamış, gazeteden okuduğu bir aldatma haberine yorum yapıyor:

“O-ha! İnsanda utanma olur!”

Adam üçünü birden idare ediyor, üçünden biri onu idare edince, “o...” oluyor!

Adam türlü numaralarla kadını tavlamaya çalışıyor, kadın bir-iki numara yapınca, “Yok abi bu kız beni elinde oynatır” oluyor!

Sonra da çıkıp, “Kadın doğal olmalı” diyor.

Kadın ne diyor? “Bunun kıçı-başı ayrı oynuyor!”

‘Benimki başka!’

Olayın özü ne biliyor musunuz?

Aslında iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı (kesin olanlarda) herkes biliyor.

Ama kendisininkinin başka(!) olduğuna inanıyor.

Onunki başka!

Mesela, “Sen de çok konuşuyorsun“ desen... “Olabilir ama ben bir şey anlatıyorum, benimki başka!” diyor. Ya da öyle olduğuna inanıyor.

“E, sen de aldattın” desen, “iyi de benimki onunla aynı mı? Benimki başka!” diyor.

“Sen de numaralar yapıyorsun?” desen, “Benim amacım farklı, benimki başka” diyor...

“Sen de kaçını birden idare ediyorsun, o zaman sen de erkek ‘o...’sun desen... “Benimkiyle onunki bir mi? Benimki başka!” diyor...

“Sen de yalan söylüyorsun” desen...

“İyi de, benimki başka! Pembe yalanlar...” diyor.

Seninki pembe de onunki niye kara!

Ne farkı var?

Önce bi yutkunsa...

Böyle sorsan kavga çıkar.

Hem kendisini sıradan hisseder, ki bundan kimse hazzetmez, hem de o aşağıladığı kişiden bir farkı kalmamış olur.

E, bunu da kimse kabul etmek istemez.

Galiba sorunun özü sıradan biri olmayı kabul etmekte...

Galiba!

Zaten herkes kendini bilse...

“Benimki başka” demese...

Biraz kendisinden şüphe etse...

Birini eleştirmeden önce bi yutkunsa...

Yok, yok...

Hepimizin kendine yeniden bakması lazım:

Gerçekten de nasıl biriyiz?

Yazının devamı...

Aptal yerine konulmak ya da konulmamak...

Kimse aptal yerine konulmak istemez. Ama konulur. Bu ne demek?.. Demek ki herkesi aptal yerine koyacak birileri var... Bir de, aptal yerine konulan kadar aptal yerine koyan da var demek!

Aptal yerine konulanların sinirini anlıyoruz. Adı üzerinde zaten.

Pekii, aptal yerine koyanlar...

Onlar ne iş?

Gözünün içine bakaa baka hem de!

Niye? Niye böyle yapıyorlar? İnanmayacağını bile bile...

Aslında bunun cevabı basit de, taktik yanlış! Yani belli ki, bir ya da birden fazla hatalarını kapatmak... Hatalı görünmemek... Hata yapmayı yediremedikleri için...

Değil mi?

Aslında psikolojik bir durum. Vardır bir açıklaması...

Çocuklar gibi! Anneleri bunları susturmak için çok avutmuşlar herhâlde... Şimdi aynı avuntuyu almak için aynı savunmayı yapıyorlar.

“Hem hatamı görme hem de beni yücelt!”

Oldu!

Hani mesela çocuk camı kırar, sonra da ağlamaya başlar ya... Bazı anneler de onları avutur; “Ağlama benim yakışıklı oğlum, feda olsun o cam sana. Kıyamam ben senin göz yaşlarına” falan diye.... Çocuk o zaman iyice arsızlaşır, gider öteki camı da kırar ya...

Zekâ, 5 yaş zekâsı... Yani bu işi 30-40-50-60 yaşında yapılmaz!

Biri onlara artık büyüdüklerini söylese!

Zira bu numarayı insanın yalnızca annesi o da anne olduğu için yer.

Yemiş gibi yapar.

Ya da sadece ve sadece bir menfaat ilişkisi, aptal yerine konulmaya razı eder. Bir menfaati vardır, aptal yerine konulur.

Kendisi konulduğu için, başkalarının da konulabileceğini sanır. Başlar herkesi aptal yerine koymaya...

En yanlış yöntem

Tuhaf ama bizde yeni bir durum daha ortaya çıktı:

Yancı menfaatçiler...

Yani...

Menfaatçinin menfaatçisi... Menfaatçiden menfaat umanlar... Bir bakarsın, hata yapanla bir ilişkisi yoktur ama şiddetle onu savunmaktadır.

“Sana ne oluyor?” dersin ya...

İşte onlar... Birilerinin fikrine yamananlar. Oysa dünyanın en yanlış yöntemidir bu.

İnsanları aptal yerine koymak!

Hani, “Özrü kabahatinden büyük!” diye bir laf vardır ya, aynen öyle... İnsanın sinirini yapılan hatadan daha fazla attırır.

Oysa, “Evet, bir hata yaptım, düzeltmek istiyorum” dese...

Hep derim ya, hiç olmazsa ortada affedecek bir şey olur.

Arkadaşlıkta, sevgililikte, karı-koca, akrabalık ilişkilerinde yaşamıyor muyuz bunları? Yaşıyoruz....

Bazen sırf kavga çıkmasın diye susuyoruz, bazen her şeyi göze alıp yüzüne vuruyoruz.

Bazen de, en büyük cezayı veriyoruz; onu hayatımızdan çıkarıyoruz. Anlatacağı saçmalıkları bile dinlemeden...

Yani iş kişisel olunca, çözümü kolay.

Da...

Olayın boyutu daha büyüyünce...

Zor!

Yazının devamı...

Tam umudunu kaybetmişken...

Böyle bir şehir efsanesi vardır ya, “Tam umudunu kaybetmişken... Tam artık vazgeçmişken... bulursun” diye...

Artık ne arıyorsan?..

Aradığın, yaşına göre değişir.

Okulda aşk ararsın...

Sonra iş ve aşk.

Bir ara huzura takılırsın. Sıralaman, iş, huzur ve aşk olur.

Bu arada yaşın da 40’lara ulaşmıştır. Artık ön sırayı para almıştır. İnsanın parayla mutlu olabileceğini sandığı yarı cahil devri...

Para ve aşk ve meşk zamanı...

Uç! Kim tutar seni...

45’e dayanıp da oranda buranda arızalar çıkmaya başlayınca listeye “sağlık” girer. Artık onun parayla alınmayacağı yavaş yavaş dank etmeye başlar.

Sıralaman yine değişmiştir: Sağlık, para, aşk diye...

Bu arada 35’lerden itibaren biraz politikaya da bulaşmış...

Ülkende olup bitenlerle ilgilenmeye başlamışsındır...

Hele ki bizim ülkemizdeysen!

Ülkenin sorunlarıyla, kişisel sorunların birbirine karışır. Hangisi hangisinden kaynaklanıyor, bulamazsın.

Bir gün biri, ertesi gün öteki ön plana çıkar.

Bir onunla, bir ötekiyle boğuşur durursun.

Bunalırsın.

Boğulursun.

Bazen kişisel sorunların ülkeninki yanında küçücük kalır, bazen de tam tersi olur...

Sıralaman artık şöyledir:

Ülkendeki sorunların düzelmesi ve aşk...

Yani...

Hayatının hangi devresinde olursan ol, ne yaşıyorsan yaşa, sıralamanın bir yerinde o mutlaka var: Aşk...

Kaderi kandıranlar


İşte o da...

Tam umudunu kaybetmişken...

Tam aramaktan vazgeçmişken geliyormuş!

O şehir efsanesi doğruymuş!

Bir araştırmaya göre...

Her 10 yetişkinden 8’i, kendileri için doğru kişiyi bulmaktan umutlarını kesmişken onunla karşılaştığını söylüyormuş.

Az değil; 10 kişiden 8’i...

Açıkta kalan o 2 kişinin günahı ne ki?

Ben biliyorum.

Hâlâ umudu olanlar...

Her fırsatta, “Yok artık, umudumu kestim”, “Aramakla olmuyor, vazgeçtim” diyen ama asla öyle davranmayanlar...

Bütün enerjilerini, dikkatlerini hâlâ oraya verdikleri için itici olanlar...

Ya da umudunu yeni yeni yitirmeye başlayanlar... Hani “Böyle aramakla olmuyor”u anlayan ama “Hadi aramıyorum bakalım bulacak mıyım?” diye

kaderi kandırmaya çalışanlar...

E, belli işte!

Gerçekten vazgeçse, bulacak aslında!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.