Şampiy10
Magazin
Gündem

Bu neyin ilanı? (2)

Bu hikâye burada bitmez.

En azından izleri sürer...

İkisi için de!

Hatta bizim için de!

Hepimiz empati yaptık. Kendimizi ikisinin de yerine koymaya çalıştık.

Dışarıdan baktık.

Peki asıl olan nedir? Hangisidir?

Görünen gibi midir?

Hissedilen gibi mi?

Basit midir yoksa girift mi?

En iyisi, son sözlerimizi söyleyip aradan çekilmek galiba...



“Bence vicdanını rahatlatma ilanı!”



“Çok acı şeyler yaşanmış belli ama beni en etkileyen bölümü ‘hayatında kalmayı da, hayatından gitmeyi de beceremediğim’ sözü oldu. Sanki birçok ilişkide yaşananların özeti. ‘Bunlar neden hâlâ beraber?’ dediğiniz ilişkilerin açıklaması belki; adam gibi gitmeyi de adam gibi kalmayı da bilememek.”



“Erkek bazen aldatır ve bunun sonucu olarak sevgilisini veya eşini ihmal eder. İhmal eder derken hafifletici olmasın, tam bir dana gibi davranır. Sonra bir gün, bir nedenle kendini hayvan gibi hisseder. Vicdanını rahatlatmak, şirin gözükmek, tekrar değerli hâle gelmek veya onu da mutlu etmek sorumluluğu olduğunu düşündüğü için, bazen de bencilce düzenini bozmamak uğruna, gider çiçek alır; gider pırlanta yüzük alır, gazeteye ilan verir, tatil rezervasyonu yapar (yok bunu yapmaz). Yaptığı hiçbir jestin içerisinde karşı tarafla birlikte geçirilecek bir zaman dilimi yoktur. Yapılan jest çoğu zaman sadece bir veya birkaç münferit eylemle sınırlıdır. Çünkü karşı tarafa olan sevgi küllerinden yeniden doğmamıştır, sevgi artmamıştır, sevdiğinin farkına yeni varmamıştır, dank etmemiştir. Karşı tarafın kalbi kazanıldıktan, onu mutlu ettikten sonra tekrar eskiye dönülür ve ‘imitasyon dönem’ bitmiş olur. Eskiye dönmezse ne olur; sevgili olmaz ancak iyi bir adam olur (kendisi öyle düşünür, tuhaf).”



“Çok acı bir hikâye. Geçmişte nelerin hatalı yapıldığının ne önemi var? Söylenecek çok şey var ama bugünü değiştirmez, sadece ben Aslı Hanım’ın hayatında başka biri olduğuna inanmıyorum.”



“Cengiz’i okurken bir erkeğin aşk acısını nasıl kaldıramadığını ve bunu sadece kendisinin yaşadığını sanmasını okudum.”



Eveet...

Sıra geldi bana...

Gördüm ki, çoğunuz Cengiz’e kızdınız. Ben de kızdım.

Ama ben aslında ikisine de kızıyorum.

Bir aşkın ne vicdanla ne de intikamla bitebileceğine inanırım.

Aynı nedenlerle süreceğine de inanmam...

Belki bu iki duygudan arınabilirlerse...

Belki...

Yazının devamı...

Bu neyin hikâyesi?

Bizim için her şey o gazete ilanıyla başladı.

Ama onlar için...

Onlar için de ayrı bir dönem başladı ama birlikte mi ayrı ayrı mı, onu bilemem...

Bildiğim tek şey, onlar için de asıl hayatın şimdi başladığı...

Tiyatro bitti.

Cengiz’in hikâyesini kendi kaleminden yani kendi düşünceleri, duyguları ve kendi yorumuyla okuduk.

Aynı hikâyeyi Aslı nasıl anlatırdı, bunu bilmiyoruz.

O neler yaşadı, neler hissetti, şimdi ne durumda, bilmiyoruz.

Sadece tahminlerimiz var.

Onlara geçmeden önce, okuyorsa diye, Aslı’ya içten bir “geçmiş olsun” diyelim. Sağlıklı ve çok iyi olmasını yürekten istediğimizi iletelim.

Şimdii...

Cengiz Bey, ilk mail’inden beri aslında benden yardım bekliyor.

Sihirli bir cümle...

Nerede hata yaptığını, ne yapması gerektiğini soruyor...

Hani bazen insan üçüncü gözlere ihtiyaç duyar ya, onun gibi...

Bilemem ki...

Bilirim de...

Bakalım önce kimler, ne diyor?



l “Klasik, evli bir adamın acıklı aşk hikâyesi. Adam evlidir, mutsuzdur ama ayrılamaz çünkü karısı intihar edecektir. Mutsuzdur, buna rağmen hiç sevmediği karısı mutlu olsun diye çocuk yapma girişimlerinde bulunur, hatta tüp bebek yöntemlerine kadar başvurur. Ama her şey kendisini mutsuz eden karısını mutlu etmek içindir. Ve bir gün bu mutsuzluğun içinde yüzerken hayatının aşkını bulur, tam ayrılacağını söylediği gün karısının hamile olduğunu öğrenir, söyleyemez. Tam hayatının aşkına kavuştuğunun 3. gününde sevgilisinin kanser olduğunu öğrenir. (İnsan düşünmeden edemiyor niye bu kadar geç kalıyor diye.)

Öyle bir anlatmış ki bu süreçte ne kadar sevdiğini, neler yaptığını kafamıza vura vura, bu aşka hayranlıktan düşüp ölmemek elde değil. Bir insan kendisini bu kadar acındırabilir yani. Zaten güçsüzlüğü baştan belli. Kendi zayıflığını başkalarının zayıflığında gizlemesinden. Ve yapamadıklarına hep çok geçerli bir bahanesi olmasından.

Ben takdir ettim bu kadın sevgiliyi. En güçsüz anında bu kadar güçlü hâle geldiği için. Bu da 3 günde olan bir şey değildir tabii ki, 8 sene beklemenin birikimidir diye düşünüyorum. Ama bizim zavallı son birkaç gündeki değişime şaşırmış kalmış. Tabii senelerce 2 kadın arasında gururla yaşadıktan sonra, bu reddedilişi kabul etmek zor; kolay olmasa gerek. E bir de nikâhlı karısını dinlemek lazım.

İnsan acıyor bu hikâyenin başkahramanına ama öyle acıma değil, başka türlü bir acıma, anladınız sanırım : )))

Hani sormuştunuz ya ilk bölümde bu neyin yazısı diye, bence bir adamın kendi kendisini inandırmanın yazısı. Başkaları da inanırsa daha çok inanacak kendine. Boşuna dememişler söz uçar yazı kalır

diye...”

(Of, of of!... Psikolog yorumu gibi! Bana artık laf düşmez!)


- “Valla, ben inanmadım. Hem sevgilinle çok mutlu olduğunu söyleceksin hem de karını hamile (yani onunla sevişmeye devam edeceksin) bırakacaksın.”

(E, belki de Aslı’nın aşkı o gün bitmiştir!)

- “Bu pamuk helva hikâyelerle, köşenizde zinayı meşrulaştırmayın... Bu hikâye bire bir gözümüze soka soka bir aldatma ve zina hikâyesidir. Gerisi boş!! Hem siz ne zamandan beri danalara vicdan yapmaya başladınız.

Yaşlanıyorsunuz galiba...”

(Bu kadar katı olma! İnsan hayatında, yasaların adını koyduğu durumlarla karşılabiliyor. Bu, zinanın değil, aslında üç kişinin hikâyesi diyelim. Yaşlanma konusuna hiiç girmeyelim!!!:)

Yazının devamı...

Ve perde

Gazete ilanının arkasındaki hikâyeye devam ediyoruz:

“Çok mutluyduk, ben yanında kalıyordum ama daha 3 gün olmadan onun meme kanseri olduğunu öğrendik. Yıkıldı ama yine de güçlü durmaya çalıştık beraberce... Aylardan ekimdi. Başka bir şehirde yaşayan annesini yardımcı olması için yanımıza çağırdık ve bizim yıllardır özlediğimiz beraberliğimiz üç günde bitiverdi...

Önce ameliyatını hallettik; göğsünün bir kısmı ile koltuk altı lenflerinin bir kısmı alındı, lenf dışında başka bir yere (şimdilik) sıçramadığı tespit edildi ve ben tüm bu işlemler esnasında hep yanında oldum. Aylardan kasım..

Kemoterapilere başlandı. İlk birkaç kemoterapiden sonra Aslı inanılmaz değişmeye başladı; ve inanın sadece bana karşı... Herkese gülümserken bana bakmadı bile, işten yanına geldiğimde “Neden geldin?” dedi. Her yaptığım gözüne battı.. Bense sadece şaşırdım, üzüldüm, yıkıldım, çöktüm ve aralık ayının bir günü belki de ona daha iyi gelebileceğini düşünerek ondan uzaklaştım. Ama bu aradaki yedi gün boyunca yataktan kalkamadım. Bırakın yemek yemeyi, su bile içemedim... Hâlâ da düzelemedim ya...

Onun gözünde bu büyük bir hata oldu, onu en zor zamanında terk ettiğimi düşündü ve bir daha da benimle görüşmek istemedi.

Ben yılmadım, ocak ayından beri ona her gün onu yanlış anladığımı, kendimi ifade edemediğimi, ona olan büyük sevgimin onun bana karşı olan davranışlarından dolayı geri tepip beni yıktığını anlatmaya çalıştım. Her gün yazdıklarımın dışında her kemoterapisinde hastaneye sevdiği papatyalardan getirdim, kitaplar getirdim, hiç yılmadan. Ve beni affetmesini bekledim. Umutla ve saygıyla bekledim...

İlaçlardan dolayı doğru düşünemiyordur, terapiler bitene kadar zaman vereyim dedim ama her gün onu ne kadar çok sevdiğimi, onsuz yaşayamayacağımı anlatmaya çalıştım. Hiç görmek istemedi beni.

Yazdıklarıma da çok az cevap verdi... Ben bu arada üzüntü ve yemek yiyememekten tam 20 kilo verdim 5 ayda ve perişan bir hale geldim.

Bu ay radyoterapileri başladı ve ben hiç vazgeçmedim ne ondan, ne yazdıklarımdan, ne de yaptıklarımdan... En son (hâlâ eşim diye yazıyorum ama) eşimi yine bir balkondan atlama ve birkaç intihar seansı sonrası boşanmaya razı edip ona anlaşmalı boşanma protokolünü imzalattığımda dünyalar benim oldu ve Aslı’ya bunu nasıl söyleyeceğimi düşünmeye başladım.. Bence bu böyle yazıyla, telefonla olmazdı.. Filmlerdeki gibi olmalıydı... Bunu, beni affetmesi için bir koz gibi değil de beni sevdiğinden dolayı içinden gelerek affedip, konuşmak için kabul ettiğinde bir sürpriz olarak söylemeliydim.. Ne kadar yanılmışım!

Ben bunu söylemeyi mutlulukla beklerken, o dört gün önce bana bir mail ile yeni bir ilşkisi olduğunu ve bilmem gerektiğini yazdı. Nasıl bir halde olduğumu anlayabilmeniz mümkün değil...

Bu kadar ay sonra cesaretimi toplayarak konuşmaya gittim. O kadar bambaşka davrandı ki, söylediklerimi duymadı bile.. Ben ağlamaktan (evet 47 yaşındaki erkekler de ağlayabiliyormuş) ona bu boşanma konusunu söyleyemedim. Neden mi? Çünkü gözlerinde o hasta hâlinde bile bir ışıltı gördüm, sanki başka birine, başka bir erkeğe olan sevginin ışıltısı... Mutluluğunu bozmak, onu huzursuz, tedirgin etmek istemedim; deliler gibi severken bile onu düşündüm, mutlu olsun dedim.. Ama ben mahvoldum. Ayağa bile kalkamıyorum inanın...

Benim anlayamadığım, bir kadın 8 yıllık bir birlikteliğin sevgisini, onu çok sevdiğimi ve beni affetmesini beklediğimi her gün söylememe rağmen bir iki ayda yok

edebilir mi?

Çaresizim, inanılmaz üzüntülü ve yaşamdan vazgeçmiş bir hâldeyim..

Ben nerede hata yapıyorum, nerelerde yaptım, ne yapmalıyım, onsuz nasıl yaşanacağını bilemiyorum ve kestiremiyorum.”



Cengiz’in hikâyesi bugün bitiyor ama galiba hayatı yeni başlıyor...

Yazının devamı...

O ilanın hikayesi


Onun hikâyesini kelimesine dokunmadan aktarıyorum.

Biraz uzun, iki gün sürecek.

Sonra değerlendiririz.



“İsmim Cengiz, 47 yaşına gireceğim. 37 yaşındaki Aslı adlı ve kesinlikle çok çok âşık olduğum sevgilimle 8 yıllık bir beraberliğimiz var(dı).

Ben yaklaşık 12 yıllık evliyim ve evliliğimin ilk 4 senesinden sonra Aslı ile tanıştım, onu çok ama çok sevdim ve kendisinden hiçbir şey saklamadım. O da boşanmıştı ve bir oğlu vardı (benim de çok sevdiğim).

Eşim ile klasik görebileceğiniz kültür ve duygu eksikliği sorunumuz vardı ve ilk 2 seneden sonra zaten yürümeyeceğini ikimiz de fark etmiştik. Eşimin kötü bir dış gebelik geçirmesi sonucu alınan tüplerinden sonra onun çok istediği bir çocuk düşüncesini gerçekleştirmek için evliliğimizin 2 ve 3. yıllarında onu kırmamak adına aşılama vs. gibi birçok metot denedik ve başarılı olmadık ve sonuda vazgeçtik.

4. sene ben Aslı ile tanıştım, inanılacak gibi değildi, bir erkek bir kadınla her saniyeyi mutlu geçirebilir mi? Evet olabilir... İster konuşalım, ister susalım, ister gezelim, ister oturalım, hiç fark etmiyordu, sanki birbirimizi tamamladık ve inanın bana bu yıllar boyu hiç eksilmeden, 6 ay öncesine kadar artarak devam etti.

Ben bu 4. sene eşime Aslı ile tanışmamızın üzerinden 1 ay kadar geçtiğinde (Aslı’ya bahsetmeden, çünkü o zaten hiçbir şekilde bana baskı yapmıyor, evlilik kurumuna olan güveni sarsılmış olduğundan evlenmek istemiyordu) artık boşanma zamanımız geldiğini ve benim bir ilişkim olduğunu söylemeye karar verdim. Kafamda her şeyi toparlayıp eve gittiğim an kapıyı gülümseyerek açıp onca yıl bir sürü uğraş sonucu değil de doğal yoldan hamile kalmış olduğunu söylediğinde nasıl bocaladığımı ve tabii ki söyleyemediğimi, kafamdan geçenleri size anlatmam mümkün değil.

Bu konuyu hemen saklamadan Aslı’ya söyledim, makul karşıladı ama sadece bir çocuğun mutsuz bir evliliğin devam etmesi için bir neden olmadığını, onun için değil ama mutsuz isem kendim için ayrılmam gerektiğini söyledi.

Bu konu şu anda 6 yaşında olan kızımın büyüme süresince bir daha inanın Aslı tarafından hiç açılmadı.

Ben eşime Aslı ile olan ilişkimi vakit geçirmeden aktardım, saklamadım ama hiç ummadığım bir tepkiyle karşılaştım. Bunu kaldıramadı ve ciddi bir bunalıma girdi. Kabul edemedi, bileklerini kesti. Birçok doktora götürüp yıllarca tedavi ettirmek zorunda kaldım ve bir türlü boşanamadım. Tabii ki bütün bu detayları Aslı’ya da eksiksiz anlatarak:(

Gelip geçen yıllar ve aslı ile olan sonsuz mutluluk (bu duruma rağmen) devam etti ve ben yaklaşık 2 sene önce eşimden boşanamadığım halde evimi büyük zorluklarla, bitmek bilmeyen telefon rahatsızlıkları, kızımın sağlığının konu edilmesi ile çağrılmam, eşimin kendisini balkondan atmaya çalışması gibi şu anda detaylarına gerek olmayan birçok zorlukla da olsa ondan boşanmayacağıma söz vererek evimi ayırdım ve evi onlara bırakarak annemlerin yanına yerleştim.

Ama maalesef yalnız yaşayan annem ve babamın yanındaki daha ilk günlerde babamın kalp krizi, by-pass ameliyatı ve kalp pili takılması gibi şu ana kadar süren ciddi tedavi süresince onları geceleri yalnız bırakamadım ve yine Aslı’nın tüm çırpınışlarına rağmen çoğu geceler ailemin evinde kalmak zorunda kaldım.

Bu durum geçen sene, BENCE harika olan birlikteliğimizin 7. yılındaki eylül ayına kadar devam etti. Aslı’ya artık 15 gün içerisinde bir bakıcı bulup, eğitip, bir daha hiç gitmemecesine her gece yanında kalacağıma söz verdim ve bu dediğimi de eksiksiz gerçekleştirdim.”

(Yarın devam edecek...)

Yazının devamı...

Bir aşkın gazete ilanı


Cumartesi günü, bizim gazetenin seri ilanların üçüncü sayfasında, sağ üst köşede bir ilan vardı.

Çerçeveli.

Dikkatinizi çekti mi?

Atlayanlara:

“Ben sevdiğim kadın ve hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeğim Aslı’m dan bana ihtiyacı olan en zor anında terk ettiğim, bütün tedavisi boyunca yalnız bıraktığım, gelecekle ilgili korku ve endişelerine sahip çıkmadığım, hayata, aşk’a, sevgiye, dostluğa olan inançlarını yıktığım, gözlerindeki umut ışığını yokettiğim, hayatında kalmayı da, hayatından gitmeyi de beceremediğim, onu hiç anlamaya çalışmayıp, hayatı hep kendi gözümle gördüğüm, kalbine yenik düşüp bana tekrar güvendiğinde bile ona sadece hayal kırıklıkları yaşattığım, saygısından sessizce attığı çığlıkları duyamadığım, dökülen saçlarının diplerini, kaşlarını öpmediğim, doğum gününü kutlamadığım, ve böyle bir erkek olduğum için..

Özür diliyorum...

Cengiz Unutmaz“



Önce bana mail attı; hikâyesini anlattı.

Gerçekten etkilendim.

Üzerinde düşündüm.

Kendimi bir Cengiz‘in bir de Aslı‘nın yerine koydum.

Okurken bir Cengiz’e bir Aslı’ya kızdım, bir ona bir diğerine acıdım, küfür ettim, hüzünlendim...

Bazı yerlerde kanım

dondu; Aslı olmuştum.

Cengiz olduğum anlar da vardı...

Sonra ilan vereceğini

yazdı.

Hatta ilanın metnini bile yolladı.

“Dur!” dedim, “Bekle, pazartesi sana yazacağım.” (Çok yoğundum, hastane işleri falan...)

O-hoo...

Çoktan ilanı vermiş bile!

Telaşlı, içi içine sığmıyor belli...

Bir aşkın gazete ilanı...

Yok, aşkın değil; bir özrün ilanı...

Belki de ayrılığın, yok yok pişmanlığın...

Umudun...

Sizce bu neyin ilanı?

Yazının devamı...

Yatak odasına öyle girilmez!

Haberi ilk okuduğumda ben de, “Yok artık!” dedim.

Ama benimki çoğunluğun “Yok artık!”ı değildi.

Konuyu anladınız herhalde:

“Yargıtay’dan şaşırtan yeni ‘seks’ kriterleri”

Haberin başlığı buydu.

“Neymiş?” deyip okudum.

Siz de okumuşsunuzdur:

- “Yargıtay, anal ve oral seksi şiddet içeren ilişki (tecavüz, sado-mazo), hayvanlarla ilişki, ölülerle ilişki gibi ilişki türleriyle bir tuttu. Bu yorumunu kanundaki ‘doğal olmayan ilişki’ ifadesine dayanarak yapan Yargıtay, evinde anal ve oral seks görüntüleri içeren CD bulundurana 1- 4 yıl arası hapis cezası verilmesini istedi.”

Okudum ve kızdım.

Haberin veriliş biçiminin ne kadar “erkek” bakışı olduğuna...

Ama es geçtim.

Sonra baktım ki, olay büyüyor.

“Sonunda yatak odamıza da girdiler”e kadar geldi.

Siyasallaştı.

İşte o zaman benimkinin muhafazakârların da özgürlükçülerin de “Yok artık!”ı olmadığını anladım.

Benimki sadece insani bir yaklaşımdı.

Hümanist.

İsteyen kendi yüklediği anlamda “feminist” de diyebilir, benim için sakıncası yok.

Ben bildiğimi yazayım da...

Bu sefer son söyleyeceğimi ilk önce yazacağım.

Aslında “porno” yasaklanmalı.

Evet.

Hard ya da soft bütün pornolar kadını aşağılayan, sömüren sahnelerden oluşuyor.

Bunun nesini savunacaksın?

Bunun neresi özgürlük?

Anlattırmayın oradaki sahneleri bana!

O kadınların hâllerini...

Bir de cılkı çıkarılan kadınları zevk alır gibi göstermelerine ne demeli?

Ona mı inanıyorsunuz yoksa?

En azından o filmi çevirmeye zorlanan kadınlar adına karşı çıkın bari!

Hard ya da soft porno denilen şey, sadece ve sadece erkeklerin doyumsuzluklarını tatmin ettirmeye çalışan bir sektör.

Bakın baştan anlatayım.

Bunlar bir kadınla normal seksten sıkılıp daha fazlasını arıyorlar.

İki kadın, üç kadın, beş kadın...

Sonra o da yetmiyor.

Oral seks.

O da yetmiyor. Anal seks.

O da yetmiyor, tecavüz, hayvanlarla, çocuklarla, ölülerle vs.

Porno bu işte!

Senin çocuğun bu filmlerle seksi öğreniyor. Ya da bu filmlerle seksi öğrenen bir adamla birlikte oluyor.

Bunun neresi haz?

Nesi zevk?

Dikkat ederseniz en büyük tepkiler kadınlardan geliyor.

Niye?

Çünkü erkeklerin söyleyecek sözleri yok.

Savunmaları yok!

Niye?

Kendi duygularını, niyetlerini biliyorlar da ondan!

Bir erkeğe, bir kadına neden anal seks yapmak istediğini sorun bakalım, ne diyecek?

Neden anal seks deyince bunların yüzde 99,9’unun ağzı sulanıyor?

Zaten savunmada, kimse anala girmiyor, herkes oralda kalıyor.

Niye?

Çok farkı varmış gibi!

Siz zannediyor musunuz ki, oral seksi de tensel bir zevkten seviyorlar?

Hah!

Keşke bir erkeğe gerçek hislerini söyletebilecek bir makine olsa...

Yani, oral, anal fark etmez.

Yatak odasına öyle girilmez.

İnsan gibi eşit girilir.

Yazının devamı...

Harcamak serbest, hava atmak yasak!

Hani birden zengin olsan...

Ne yaparsın?

Evler arabalar, kızlar, danalar, uçaklar falan... Mı?

Bizde böyledir ya, hemen ev değiştirilir. Eskiden dublekse geçilirdi şimdi trend, villa. İki kişiler veya tek, hadi bilemedin üç, koskoca villaya taşınırlar. Havuzlu!

Sinema odası ve spor salonunu da ekledin mi, tamam... Dünya para harcarlar, yerleşirler ama orada asla mutlu olamazlar. Harcadıkları paranın mutluluk olarak geri dönmesini beklerler ama dönmez. Niye tatmin olamadıklarını da anlamazlar.

Çünkü aslında ne istediklerini bilmeden, şartlı refleksle o villayı alıp üzerine bir o kadar da para harcamışlardır.

Peki niye mutlu olamazlar?

Çünkü tek başına ya da iki başına o evin bir anlamı yoktur.

Havuzuna girdin, kimse yok.

Spor yaptın kendi başına...

Sinema seyrettin karınla, kocanla...

Cezalı gibi!

Ve davetlere başlarlar. Önce evi göstermek için sonra da sıkıntıdan.

Araba da öyle.

Alır arabayı, bir tur atar, iki tur atar, ee? O kadar. Sonra arabayı değiştirir.

Sorun arabadaymış gibi!

Yani çoğu, klişe zengin hareketlerinin kurbanı olur.

Neyse; şimdi bazıları olayı yavaş yavaş anlamaya başladılar, şehre dönüyorlar. Normal hayatlara...

Duruma ayılanlar tabii... Diğerleri ev, eşya değiştirmekle meşguller.

Peki ben bu konuya nereden geldim?

Geçenlerde Silikon Vadisi’nde yeni nesil ve genç zenginlerin nasıl yaşadıklarıyla ilgili bir yazı okudum. Facebook’un patronu falan...

Hani yeni evlendiği eşiyle Roma’da merdivenlere oturup dondurma yiyen adam, Zuckerberg. Şu anki serveti 15 milyar dolar civarında.

Kendi yaşam felsefesini çalışanlarına da yazılı olmayan bir kuralla şöyle anlatmış:

“Para harcamak serbest ama hava atmak yasak.”

Yani mesele bu: Neyi, niye satın alıyorsun... Kendin için mi, başkaları için mi?

Ama bu konuda benim favorim, 1,5 milyar sterlinlik servetin sahibi Alman iş adamı Nicolas Berggruen.

Adamın hiçbir şeyi yok. Ne evi var, ne arabası, ne...

Otellerde yaşıyor, ‘emperyalizmin dili olduğu için’ İngilizce öğrenmeyi reddediyor ve ünlü ressamların eserlerini satın alıp müzelere bağışlıyormuş.

2000’de bir karar alıyor ve New York’taki evini, Miami yakınlarındaki adasını satıyor.

Hiçbir şeysiz yaşıyor.

Demiş ki:

“Büyük evlerde yaşamak ve zenginliğimi başkalarına göstermek benim ilgimi çekmiyor.”

Adama bir yerde çıt etmiş ama nerede? Bana da çıt etti de, hiçbir şeysiz yaşamak için yeterli param yok!:))

Bunun için ille de insanın çok parası mı olması gerekiyor?

Sahip olma içgüdüsünün ya da her neyse onun felsefesini yapmak lazım. Bu konuda düşünüyorum, okuyorum. İyi geliyor. Bunca kavganın, kargaşanın içinde iyi geliyor.

Adamın şu sözleri de iyi geldi mesela:

“Burada kısa süreliğine varız. Kalıcı olan, nasıl davrandığımız olacak. Gerçek değer budur.”

Birden Ayşenur Arslan’ı hatırladım, niyeyse!

Yazının devamı...

Hem yazamıyor hem yapamıyor!!!


Kim yazamıyor?

Neyi yapamıyor?

Anlatacağım...

İngiliz yazar Martin Amis erkeklerin seks sahnelerini iyi yazamadıklarını söylemiş.

Niye yazamıyorlar acaba?

Hani aslında en iyi onların yazması gerekiyor gibi değil mi?

Değil işte!

Ben nedenini biliyorum.

Da...

Önce yazarın söylediklerine bir göz atalım.

Demiş ki:

- “Kadın yazar ve senaristler seks sahnelerini daha güzel yazıyorlar.”

Daha güzel yaşıyorlar da ondan!

En azından yaşamaya çalışıyorlar.

Erkekler ise yazarken bile, kadınların hissettiklerinden yola çıkıyorlar. Kadın gözüyle anlatmaya

çalışıyorlar.

Yani aslında daha iyi ve güzel olduğunu biliyorlar.

Ama beceremiyorlar.

Yaşamayı da yazmayı da...

Çünkü gerçekten akıllarından geçenleri ve samimi olarak yazmaya kalksalar...

Düşünsenize...

Ne yazacaklar?

İki satırı geçmez!

Dört kelimeyi aşamazlar!

Ha, yazanlar var da, biz o yazdıklarına porno diyoruz.

Yani yazmalarına imkân yok.

Peki yaşamalarına...

Öğrenmelerine imkân var mı?

Onu bilemem.

Hayata ve cinselliğe abuk sabuk porno filmlerden ve birbirlerinden öğrenmeye başlamazlarsa... Olabilir.

Bakın, konu geldi geldi benim dün yazdıklarıma dayandı.

Nasıl mı?

“Bunlar yaşamadıkları, ilgilenmedikleri işleri bırakmalı” iddiasında bulunmuştum ya, oraya geldik işte.

Durumu bir mimarın gönderdiği mail’le anlatmaya çalışayım.

Denk düştü.

- “Kadın mimar ve erkek mimar arasında fark yok mudur? Kısaca anlatayım. Bir jinekolog dostuma çok özel bir ev tasarlarken yanımda çalışanlardan biri, ‘Evin girişi, salon ve odalara geçen koridor havuzu görürken neden yatak odalarını havuza baktırmadınız da, koridor havuza bakıyor?’ diye sordu. Cevap :) Eğer yapıyı bir kadın mimar tasarlasaydı romantik ve duygusal tercihinden dolayı yatay düzlem olarak kullanılan ve görsel kalite istemeyen odaları havuza baktırırdı. Tabii bilinçaltında sevişmeden ve seviştikten sonra romantik anlar hayali olmasından... Ancak bunu erkek tasarladığında bilinçaltında yatak odasına geçene kadar kadını etkileyecek manzara kalitesi arar. Yatak odası onun için seks mekânıdır, görsel kalite aramaz :))) romantik kalite hiç!”

Buyurun buradan yakın!

Şimdi anladınız mı neden

yazamıyorlar?

Neden yazamıyorlar?

Çünkü yaşamıyorlar!

Yazamıyor da yaşamıyorlar da!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.