Şampiy10
Magazin
Gündem

Pembe yakalar...

Hani hep “bu dünya ezelden beri yanlış sosyalleşiyor“ derim ya, daha beter olmaya devam ediyor.

Erkekler eskiden kadınların egemen olduğu işlere göz dikmiş.

Tabii bu durum dünyada ekonomik krizle birlikte patlamış ama Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre bu eğilim aslında krizden çok daha önce başlamış.

E, bizde de böyle değil mi?

Erkek hemşire, erkek sekreter ve erkek hostese alıştık bile...

“Erkek hostes“ değil tabii... Yani o kadar ki, mesleğin adını değiştirdiler; kabin memuru...

Sırf koca koca adamlar, “hostesim“ demesinler diye...

Deseler ne olacak?

Kompleks!

Homofobi...

Öyle tabii...

Neyse, benim takıldığım, erkeklerin kadınların işlerine el atmaları değil aslında...

Daha ileri bir noktadayım.

Ben aslında erkeklerin sadece beden gücü gerektiren işlerde ve uygulamacı olarak çalışmaları gerektiğini iddia ediyorum.

Bir de otomobil sektöründe...

Hizmet ve yaratıcılık isteyen her işte sadece kadınlar çalışmalı...

Erkekler, kadınların projelerini hayata geçirecek bölümlerde yer almalı.

“Al şunu yap“ diyeceğiz, onlar yapacak!

Niye biliyor musunuz?

En önemli nedeni, erkeklerin empati yoksunu olmaları...

İkincisi, yarattıkları ve tasarladıkları hiçbir şeyi kendilerinin kullanmaması...

Ha, bir tek araba kullanır bunlar, o da gördüğünüz gibi gerçekten her geçen gün gelişiyor.

Erkeklerin doğası ve ilgisi diğer işlere uygun değil.

Mesela...

Mimarlık.

Mutfak ve banyoları daha yeni yeni geniş tutmaya başladılar. Onda bile, mutfakta neyi nereye yerleştirmeleri gerektiğini hâlâ bilmiyorlar. Niye? Çünkü orada işleri yok! Üç oda bir salon mantığından kurtulamadılar. Evde de işleri yok!

Mesela tasarım...

Bir aleti tasarlarken sadece nasıl çalışması gerektiğine bakıyorlar. Ergonomiden haberleri yok. Bir mikserin, bir çamaşır makinesinin, perdenin, su şişesinin bunlar gibi binlerce şeyin aslında eksikliklerinin farkında değiller. Niye? Çünkü kullanmıyorlar.

Mesela gıda...

Çünkü yemek yapmıyorlar...

Mesela reklam...

Hâlâ gri ile bej tonlarını bilmeyen adamlardan ne beklenir ki? Ayrıca kullanmadıkları malın reklamını nasıl yapacaklar?

Mesela turizm...

Kıçlarını kaldırmak istemeyen asosyal, otel odası deyince akıllarına tek şey gelen adamlardan hangi turizm fikri çıkar ki?

Say say bitmez.

Doğalarında ilgi, şevkat ve fedakârlık olmayan erkeklerden ne beklenebilir ki?

Hangi hizmet?

Dünya bu yüzden ağır, çok ağır ilerliyor.

Yanlış sosyalleşmek dediğim de bu. Bu yalnızca meslek seçimi alanındaki yanlış sosyalleşme!

Yoksa alan geniş yani...

Şimdi diyeceksiniz ki, “sen nerede yaşıyorsun?“

Biliyorum, Türkiye’deyiz.

Biliyorum da...

Arada bir esiyor işte!

Yazının devamı...

Ahlak, değer ve karakter...

Taktım bunlara...

Takıldım biraz da...

Hani çocuklara ilkokulda ahlak, değer ve karakter dersleri verilecekmiş ya, ona...

Tamam; verilsin, verilsin de...

Dünkü yazıda üzerinde durduğum gibi, kimin ahlakı, kimin değerleri veya kimin karakteri verilecek?

Bu dersleri hangi ahlaktan, hangi değerlere sahip ve nasıl karakterli bir öğretmen verecek?

Bu üç kavram da evrensel değil ki! Yaşadığın topluma, yere ve hatta iklime göre değişebilen kavramlar bunlar.

Değişir.

O halde bu üç dersin anlamı ve amacı da değişir.

Hem de neye göre?

Gelen hükümetlerin huyuna suyuna göre...

Bugün böyle, yarın öyle...

Kimin, nasıl yorumladığına, nasıl işine geldiğine göre yani...

Bugün dindar nesil yetiştirmek isteyecekler, yarın kapitalist öbür gün sosyalist.

Siyasi...

İdeolojik yani...

Ama çocuk yetiştirmekten bahsetmiyor muyuz biz?

Ya da siz?

E, çocuk yetiştirelim o zaman!

Asker değil!

Ben diyorum ki:

Herkesi birbirine düşürecek, yeni kutuplar açacak bu kavramlardan vazgeçilsin.

Önemli olan “iyi insan” yetiştirmek değil mi?

O zaman çocuklara iyi insan olmayı öğretelim.

Hem de hiçbir siyasi ve dini baskı olmadan.

Yani bir çocuk, cehennem, hapis veya dışlanma korkusu olmaksızın kötülük etmemeyi öğrenmeli.

İnsan olmanın aslında bu demek olduğunu...

Aklını ve vicdanını yönetmeyi.

Yani kendisini hayvandan ayırmayı öğrenmeli.

Bir çocuğu, bir insanı korku ve cezayla eğitemezsiniz ki!

Hayvan eğitir gibi!

Yaptığının kötü bir şey olduğunu dahi anlamaz.

Sadece korkar.

İç dünyasında sonradan oluşabilecek sapmaları da bu yolla düzeltemezsiniz.

O içgüdüsel kötülükleri...

İnsan korku, baskı ve cezayı sevmez ki!

Korku, baskı ve ceza her zaman kaçacak bir delik arar ve o deliği bulduğunda da daha feci bir şekilde ortaya çıkar.

İnsan öğrendiği, anladığı zaman sakinleşir. Kendini böyle eğitir, insan böyle eğitilir.

Eğer bir çocuğa hırsızlığın, cezasının cehennem olduğu veya 10 sene hapis yatmak olduğu için kötü bir şey olduğunu öğretirsen, olmaz.

Bir gün, bir an hatta, isyan ettiğinde ya da umudu tükendiğinde hırsızlık da yapar, daha fenasını da...

Ama hırsızlığın aslında ne demek olduğunu öğretirsen onun hiçbir haksızlığa eli varmaz artık!

Ha, önce insan olsun da...

Sonra ister siyaset yapsın ister kendisini dine versin fark etmez...

Anlatmak istediğim bu kadar basit aslında.

Anlatıyorum da...

Kime?

Yazının devamı...

Ahlak derken?

Yeni eğitim sistemine 3 yeni ders ekleniyormuş.

İlkokul 1’de “ahlak”, “değer” ve “karakter” eğitimi dersleri verilecekmiş.

İyi de...

Bu dersleri kim verecek?

Neye göre...

Ne zaman ahlakla, ahlaklılıkla ilgili konu açılsa her seferinde Nietzsche‘nin o sözleri aklıma gelir:

“Ahlaksal olay yoktur, yalnızca olayların ahlaksal yorumu vardır.”

İşte merakımın özü de bundan kaynaklanıyor; acaba kimin ahlak yorumuyla verilecek bu dersler?

Neyin, kimin ahlaklı olduğunu kim belirleyecek?

Ne belirleyecek?

Evrensel bir ahlak var mıdır?

Nietzsche‘ye göre yok. Çok açık söylemiş bunu:

“Ahlak, evrensel değildir.”

Nedir peki?

Bu konuda epey düşünmüş ve yazmış.

Gelin bugün onun ahlak üzerine düşündüklerini düşünelim.

“Ahlaka boyun eğme, bir hükümdara boyun eğme gibi kölece ya da mağrur ya da çıkarcı ya da teslimiyetçi ya da budala bir heyecan ya da düşüncesizlik ya da umutsuzluk eylemi biçiminde olabilir. Bu tür boyun eğme aslında ahlaksal değil.”


“Ahlak yargıları ve cezalandırmaları, daha az sınırlandırılmış olanlara karşı (özgür olan bireylere karşı) ruhsal olarak sınırlandırılmış olanın gözde intikam biçimidir.”

“Ahlaksal diye nitelenen yönetmelikler gerçekte, insanlara karşı olup insanların mutluluğunu kesinlikle istemezler. Keza bu yönetmelikler ‘insanlığın mutluluğu ve refahı’ ile bağıntılı olmaktan uzaktır.”


“Ahlak, eleştiren elleri ve işkence aletlerini kendisinden uzak tutmak için sadece her türlü korku aracına hükmetmekle kalmaz: Onun güvencesi, kullanmasını çok iyi bildiği bir tür göz boyama sanatında yatar: Nasıl ‘coşturulacağını’ bilir. Sık sık, tek bir bakışla eleştirici iradeyi felç etmeyi, hatta kendi tarafına çekmeyi başarır.”

“Ahlaklılık törelere itaat etmekten başka bir şey değildir (özellikle artık değildir), töreler ne tür olurlarsa olsunlar bu ilke değişmez; bununla birlikte töreler geleneksel tarzda davranmak ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Geleneğin emretmediği şeylerde ahlak yoktur.”

“Sadece gelenek olduğu için bir inanca bağlanmak... Bu elbette namussuz olmak, korkak olmak, tembel olmak demektir! Öyleyse ahlaklılığın ön koşuluna namussuzluk, korkaklık ve tembellik olmuyor mu?”


“Ahlaklılık yeni ve daha iyi geleneklerin ortaya çıkmasına karşı direnir: Aptallaştırır.”

E, peki şimdi bu dersleri kim verecek?

Neye göre...

Yazının devamı...

Haddinizi bilin eblehler...

- “Muhterem Diyanet İşleri Başkanı’nın, muhatabı sadece inançlı Müslüman Türk halkıdır. Peki, sizlere ne oluyor ki; güya ‘laik’ düşünce sahibi(!) olarak, din işlerine burnunuzu sokuyorsunuz?..

Sizler, dinsiz, imansız yaratıklar olarak ‘keyfe ma yaşa’ olarak istediğiniz gibi yaşayın. Yalnız haddinizi bilin eblehler...”

Aynen böyle yazmış. Tahsin Ertem diye biri... Doğruysa tabii...

Kürtaj düzenlemesi üzerine yazmaya başladığımdan beri, karşı taraftan gelen mail’lerin arasında en düzgünü(!) bu.

Düşünün artık!

Geçenlerde birisi;

“Sokaklarda serseri mayınlar gibi sahipsiz dolaşan vajinalar” diyordu.

Bize diyor!

Her birimizi birer “vajina” olarak görüyor.

Ve bu adam, bunun gibi adamlar yolda yanımızdan geçiyor, bir yerde karşımızda oturuyor.

Ha, ‘sahipli’ olsak neyse!

Ama toplumun ahlakı, o sahipsiz, pardon sokaklarda serseri mayınlar gibi dolaşan sahipsiz vajinalar yüzünden bozuluyor!

Şaka gibi!

Ama gülemiyorsun bile...

Çünkü ne yazık ki gerçek!

Üstelik adam bunu ciddi ciddi ve uzun uzun yazmış.

Tamam böyleleri eskiden de vardı ama bu sapık düşüncelerini söyleme cesaretini bulamıyorlardı.

Hatta belki de bundan utanıyorlardı.

Ama şimdi...

Meydanı boş buldular.

İşte o yüzden ısrarla bu işin peşini bırakmamamız gerektiğini yazıyorum.

Dün bazı gazetelerde, “Haklı Kadın Platformu“nun ilanı vardı.

“Bedenimizi hedef alan siyaseti durdurun” diye...

Dernek, federasyon, dergi, vakıf, meclis, konsey ve özel kuruluşları kapsayan 73 imzayla çıkmıştı.

Onlar ve onları destekleyen herkesle bir olup haklı itirazımızı yasal yollardan göstermemiz lazım.

Anlaşılan o ki, bunu “Haklı Kadın Platformu” üstlenecek.

Her türlü desteği verelim.

Gündemi değiştirebilirler.

Daha fazla ilgi çeken bir konu bulabilirler. Ki buldular wbile...

Biz önce kendi meselemize sahip çıkalım.

Yazının devamı...

Bu işi biz çözeriz!

Evet, bu işi çözsek çözsek biz çözeriz!

Başka çare yok!

Başka yolu da yok!

Benim bildiğim, bu ülkenin kadınları bunu yapar!

Dayaksa, dayak da yiyelim.

Kürtajda

karar verme hakkımızı kaptırmayalım.

Geçiştirmeyelim.

Yoksa...

Bugün bu hakkımız gider, yarın başka bir hakkımız...

Bu, başka haklarımızın da teminatı olsun.

Bundan sonra da, bir hakkımıza dokunmaya kalkarlarken iki kere düşünsünler;

“bu ülkenin kadınları ne der?” diye...

Biliyorsunuz, bir yerden kaptırırsak bir daha toparlayamayız.

Bunu çözmezsek, ileride hem de çok ileride değil ha, bundan sonra başka sorunlarla da karşılaşabiliriz.

Kartopunu çığ haline getirmeyelim, altında eziliriz.

Kadınların, bu ülkedeki kadınların çoğunun aynı fikirde olduğunu biliyorum.

Çeşitli yürüyüşler, eylemler de yapıldı ama yeterli değil.

Kimsenin kimseden haberi yok.

O halde birleşmemiz gerekiyor.

Münferit hareketler yerine daha kapsamlı ve daha kalabalık olmamız ve yasal girişimler yapmamız lazım.

Bütün kadınlar;

Yazarı, çizeri, edebiyatçısı, sanatçısı, popçusu, gazetecisi, ev kadınları, bütün mesleklerden kadınlar...

Bütün dernek ve vakıflar...

Herkes...

Türbanlılar da gelsin

Hatta asıl onlar gelsin.

Bu sefer ve belki de ilk sefer birlikte olalım.

Beyleri de bekleriz... Ki, bizi destekleyenlerin sayısı hiç de az değil.

Bir dernek bu birleşmeyi üstlensin.

Yasal bir yürüyüş yapalım.

Bu arada, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’ndan randevu istensin.

Onlara güzel güzel

anlatalım.

Aslında hepimizin kürtajdan kaçındığımızı ama ülkenin sosyal hâli yüzünden bu hakkımızın elimizden alınmasını istemediğimizi anlatalım.

Biz anlatalım da...

En kötü ihtimalle...

Yani başaramazsak bile, çocuklarımızın, kardeşlerimizin yüzüne bakabilelim.

Anlatacak iki lafımız olur.

“Denedik, çok uğraştık” deriz.

Bu hakkımız elimizden giderken, kadınların eylemlerini televizyondan çekirdek çitleyerek izleyip “vah vah, haklılar aslında” demedik, deriz.

Benim bildiğim, bu ülkenin kadınları bunu yapar!

Hadi o zaman!

Hadi...

Yazının devamı...

İlahi adalet...

İlahi adalet varsa... Ki ben varlığına inanıyorum...

Bu dünyada, olmadı başka bir âlemde ama bir şekilde hak yerini buluyorsa...

Kadınlara yaptıkları bütün zulümler onlara geri dönecek!

Bunlar, öteki hayatlarında dünyaya kadın olarak gelecekler!

Hem de kendi yarattıkları ortama gelecekler.

Kendi yarattıkları cehenneme...

Hani diyor ya,

“Tecavüz bebeği bile doğmalı” diye...

Hem de rahat rahat...

Sanki sahanda yumurta pişirmeyi anlatıyor!

Söyleyiveriyor öyle..

“Tecavüz, tecavüz çocuğu ne demek?” düşünmüyor bile...

İşte o mesela...

Önce tecavüze uğrayacak.

13 adamın tecavüzüne...

13 hayvanın!

1 ya da 13 adam zorla bunun orasını burasını parçalayacak!

Mahvolacak!

Kanlar içinde kalacak!

O vaziyette ailesine dahi sığınamayacak. Söyleyemeyecek.

Öylece duramayıp da cesaret edip söylediğinde bir tekme de onlardan gelecek. Sonra neler yaşadığını anlatmaya çalışacak.

Çevresine, iş gazetelere kadar geldiyse bütün millete ve mahkemeye neler yaşadığını ispat etmeye çalışacak.

Mahkemedeki adamlar ona tecavüz eden adamları aklamak için ellerinden geleni yapacak.

Sonra hamile olduğunu anlayacak.

Sokağa atılacak.

Birtakım adamlar onu intihara zorlayacak!

Tecavüz eden adam ya da adamlar içeri girmedikleri ya da çok kısa sürede çıktıkları için gelip onu bıçaklayacak, tekrar tecavüz edecek. Hem de çocuğunun gözü önünde!

Kimbilir belki çocuğu da öldüresiye dövecek.

Devlet sahip çıkarız diyor ya, o çocuğu alacak, bir yetiştirme yurduna yerleştirecek.

O çocuk da orada tecavüze uğrayacak. Uğramadan yırttıysa 18 yaşında sokağa atılacak.

Ve haykıracak:

“İnsanım ben! İnsan hakları...!!!” diye...

O sırada polislerden dayak yiyecek!

Bütün bunları yaşayacak ki...

Öyle kolay konuşmasın.

Sadece tecavüze uğrasa da yeter!

Ya da tecavüzcünün çocuğu olarak dünyaya gelse de...

Ancak böyle anlayacaklar.

Ya da 3 çocuklu bir kadın olarak gelecek dünyaya...

Ama kocası Başbakan olmayacak.

Onun da yaşadıklarını anlatayım mı?

O çocukları okutmak, yetiştirmek, iş bulmak, evlendirmek için geçen o süreyi...

O sürede yaşananları...

Yaşayanlar biliyor, yaşamayanlara, empati yapamayanlara, görmeyenlere, işine gelmeyenlere anlatmama gerek var mı?

Yok.

Çünkü anlamalarının tek yolu var.

Aynı şeyi yaşamaları lazım.

İşte onun için diyorum ki.

İlahi adalet diye bir şey varsa, ki ben varlığına inanıyorum...

Bu dünyada, olmadı başka bir âlemde ama bir şekilde hak yerini buluyorsa...

Kadınlara yaptıkları bütün zulümler bunlara geri dönecek!

Öteki hayatlarında dünyaya kadın olarak gelecekler!

Hem de kendi yarattıkları ortama gelecekler.

Kendi yarattıkları cehenneme...

Not: Bu işi çözsek çözsek biz çözeriz. Sesimizi yükseltmeye devam!..

Yazının devamı...

Kim kürtaj olmak ister ki?

Aslında bir erkeğe kürtaj yapacaksın ki, anlasın...

Bir erkeğe defalarca kürtaj yapacaksın ki, daha iyi anlasın...

Sokacaksın içine makasları, bıçakları...

Etinden et çekeceksin, bir parçasını kan revan içinde keseceksin ki, iyice kafasında yer etsin.

Hormonları altüst olsun; hormonların altüst olmasının ne demek olduğunu bilsin ki, öyle kolay konuşmasın.

Hadi o hayal!

Erkeklere kürtajı seyrettireceksin; bak bu olur. Canlı canlı ama...

Karısının, kızının kürtajına girsin.

Ki...

Neye sebep olduğunu görsün.

Ne dediğini bilsin.

Neyi savunduğunu anlasın.

Yani...

Sayın yetkililer,

Sayın Fatma Şahin,

Hiçbir kadın kürtaj olmak istemez.

Biz kürtaj olmak istemiyoruz.

Biz:

Kürtaj hakkımızın elimizden alınmasını istemiyoruz.

Kim kürtaj olmak ister ki?

Hangi kadın?..



Diyorsunuz ki:

“Kürtaj, sanki aile planlaması yöntemi gibi...”

Siz daha iyi bilirsiniz, bir kısmı evet öyle ama hiç de azımsanmayacak kadarı da sakatlıklar, tecavüzler, riskler...

Hadi diyelim ki, aile planlaması...

Niye?

Neden aile planlaması gibi?

“Erkekler korunmak istemiyor” diye...

Sırf canları istemiyor diye...

Kadın büyük bir kanser riskine rağmen hap alsın...

Büyük riskler taşımasına rağmen spiral taktırsın...

Olmadı, yumurtalıklarını aldırsın...

Kadının başına geleceklere bak! Niye?

Adam bir naylon takmayacak diye...

Canı istemiyor çünkü!

Üstelik kadın, sağlığı nedeniyle korunamıyor dahi olabilir.



“Farkındalığı artıracağız, bilinçlendireceğiz” diyorsunuz... Kimi?

Kimi bilinçlendireceksiniz?

Erkekleri mi?

Hah!

“Korunun” diyeceksiniz!

Bilinçlendirmeyi bırakın, ağzınızdan öyle bir laf çıksın.

Çıkabilsin!

Daha da önemlisi...

Bu durumdan kim zarar

görecek? Yine kadınlar...

Hem de daha çok kırsal kesimde; köylerde, kasabalarda, küçük şehirlerde yaşayan kadınlar...

Sizin kitleniz yani...

Hani okula göndermeye çalıştığınız kızlar, onların okula gidememiş anneleri...

Belki “tali yöntem”lerle hayatlarını yitirecek, belki sakat kalacaklar...

Belki sakat çocuklar doğuracak, belki çok doğurmaktan yıpranacaklar... Siz bütün bunları biliyorsunuz da! İşte!

Geçin bunları, geçin...

Yazının devamı...

‘O kedi buraya gelecek!’

Fareye içirmişler içirmişler; önce şarap sonra votka ardından cin, bira falan, hiçbir şey olmuyor, göbek atıp duruyormuş. Son olarak bir kadeh rakı vermişler. Fare rakıyı içince... Elini masanın üzerine vurmuş ve demiş ki:

“O kedi buraya gelecek!”

Öyle durumlar vardır ya...

Daha doğrusu o ruh hali...

Birinden, bir şeyden hırsını alamamışsındır.

Ve nasıl dert ettiysen...

Kendini nasıl haksızlığa uğramış hissediyorsan artık!

İçmene de gerek yoktur.

Genellikle akşam yattığında aklına gelir.

Hayal kurmaya başlarsın.

Kurarsın, kurarsın...

Öyle bir senaryo hazırlarsın ki, o kadar olur!

O sırada senaryonun sadece finali bellidir:

“O kedi buraya gelecek!”

De nasıl gelecek?

İşte orasını yattığında yazarsın.

Abartırsın da!

Ama eninde sonunda o kedi, oraya gelir!

Artık kiminle dalaşıyorsan?

O kedi kimi zaman sevgilin, kiminde patronun, arkadaşın, karın/kocan bazen de vergi dairesinden biri, bir tezgahtar, bir bankacı olur.

Dalaşmadığımız kimse kaldı mı ki?

Günde 2-3 kazık yeme, kandırılma, oyalanma girişimden kendimizi zor kurtarıyoruz. Kiminde de kurtaramıyoruz!

İşte o zaman...

Vurgunu yediğimiz zaman yani...

Suyun üstüne çıkınca...

Masaya vurmasan da, öyle bir bakarsın ki! Sonsuza dikerek ve kısarak...

Son sözü gözlerin söyler:

“O kedi buraya gelecek!”

İnandırıcıdır.

Sen bile inanırsın.

Peki, o kedi oraya gelir mi?

Haklıysan gelir.

Kesinlikle gelir.

Sevgilin dizlerinde ağlar, karın/kocan özür diler, patronun zam yapar, arkadaşın sensiz yapamayacağını anlar, mağaza paranı iade eder falan...

Bazen de toplumsal bir travma içindesinizdir.

Haksızlığa uğramış, kandırılmış

hissedersiniz...

Toplumca...

Üzerinizde ağır bir baskı vardır.

Sorularınızın cevabını alamazsınız.

Böyle zamanlarda da o kedi bazen bir Belediye Başkanı bazen bir Bakan hatta bazen de bir Başbakan bile olabilir.

Sabah sabah bir gazete haberiyle o ruh haline girersiniz.

İçiniz şişer, nefesiniz daralır...

Aynı anda o kadar çok kişinin de nefesi daralıyordur ki, hava ağırlaşır.

Bakışlarınızı sonsuza diker, biraz da

kısarsınız.

Son sözü yine gözleriniz söyler:

“O kedi buraya gelecek!”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.