Şampiy10
Magazin
Gündem

Dokunmadan sevmek...

Böyle bir şey olabilir mi?

Bir adam, bir kadını sevdiğini ya da beğendiğini ona dokunmayarak ifade edebilir mi?

Onu sevdiğini böyle ispat edebilir mi?

Daha doğrusu aslında böyle ya...

Ne kadar seviyorsan o kadar dokunma!

İşte bu tuhaf değil mi?

Üstelik hem kadın hem de erkek açısından durum aynı.

İki taraf da, söz konusu “sevgi” olunca, “gerçek sevgi” olunca “dokunmalar” sakıncalı hâle geliyor.

“İnsan sevdiğini s- ever mi?” sendromu...

Sevmiyorsan her şey mübah!

Hatırlıyor musunuz? Bundan bir ay kadar falan önce, bir “üşüyorum“ konusuna sardırmıştık.

İşte o sıralarda bir mail gelmişti. Onu bugün için sakladım.

Bakın şimdi:

- “Bir balıkçıda yemek yedik, rahat bir yer, romantik filan değil, salaş... Tam bir buluşma denemez aslında. Sonra eve doğru yola çıkıyoruz. Evin orda park yeri bulursak şansımıza... ‘Sana bi kahve yapacağım’ diyorum. Veeee evin tam önündeki arabanın sahibi geliyor. işte park yeri :)

Tabi ki ben çıkarken kahve makinasına kahveyi koymuştum, düğmesine basıyorum.

Eylül ayında, etekle dışarıda oturduğum için biraz üşümüştüm.

Kanapede yan yana otururken bacağımı dizine doğru uzatıyorum, yani biraz uzağında oturuyorum, dip dibe değiliz. Ayağıma dokunuyor, ‘Üşümüşsün’ diyor.

Isıtmak için avuçlarının içine alıyor ayaklarımı, arada da elini dizime doğru bacağımda gezdiriyor.

Isıtmak için ama, öyle dokunuyor, sulandırmıyor hemen :)

Bir süre sonra, ‘Ben artık gideyim’ diyor.

Kapıda uzun uzun öpüşüyoruz, sevişmiyoruz ama :)

Gittikten sonra yüzümde bir gülümse uykuya dalıyorum.”



Herkes aynı duyguyu aldı,

değil mi?

Onun niye gülümseyerek uykuya daldığını...

Adamın işi sulandırmadan niye gittiğini...

Hoş bir duygu...

Ama aynı zamanda tuhaf değil mi?

Adam sevgisini ona dokunmayarak gösteriyor.

Kadın da onun sevgisini böyle algılıyor!

Dokunsaydı...

Ki dokunabilirdi...

İşi sulandırabilirdi...

Biz de tuhaf mıyız neyiz?

Hepimiz böyleyiz çünkü!

Bir yerde bir yanlışlık var ama nerede?

Yazının devamı...

Hiç tanımadığın biriyle...

Hani ha bire tartışıp duruyoruz ya, 20 kerede mi, yoksa ilk görüşte mi, ilk gecede mi, son kerede mi, aralarda bir yerde mi, cart mı curt mu?..

Şimdi geçin bunları...

Başka bir durum var!

Daha doğrusu hiçbir durum yok.

Sadece karşılaştınız...

Nerede?

Bilmiyorum.

Tanıyor musun?

Az biraz!

Ondan hoşlanıyor musun?

Galiba...

O senden hoşlanıyor mu?

Olabilir.

Başka duygulara ihtiyaç var mı? Testlerle, sınavlarla kanıtlanacak!...

Peki çok sevmelere, güvenmelere, arkadaş olmalara, başını omzuna dayamalara gerek var mı?

Olmayabilir...

Oladabilir...

Sonrasını mail’den okuyun bakalım:

- “Birini beğenmenin farklı alternatifleri olabilir ama tanımadığınız biriyle bile çok ama çok iyi sevişeceğinizi yakın mesafeye geldiğinizde hissedersiniz. Sanki o an birleşilecekmişcesine bir arzu baskısı şipşak gelir ve hemen geçer. Aslında fantezi falan hikâyedir ya da kişilik... Beğenmek falan fişmekân hoşlanmaların, flörtlerin farklı farklı isimleri var; birinin adı da aşk.

Gerçek seks tamamen bu bedensel çekimle olur ve her an olabilir ve de muhteşemdir zaten. Çok az denk gelir ve ne yazık ki çoğu geldiği gibi gider.

Aslında bütün sevişmelerin kralı o hissi duyduğunuz kişiyle olan sevişmedir.

Ama hemen sevişeceksin fazla tanışmadan (az biraz tanışmak yeter).

Ama herkese çok kolay kısmet olamaz bazen çok enteresan yerlerde bunu anlarsınız ve karşınızdaki kişi de anlar.

İsterseniz bu sevişme çekiminin nerelerde ve nasıl denk getirilebileceğini de tek tek yazarım, tabii ilginizi çekiyorsa...”

Hadii....

Ne cevap verelim ona?

Yazsın mı?

“Sevişmelerin kralı” nasıl olurmuş acaba?

Bir arzu baskısı şipşak gelir ve hemen gider mi?

Bu sadece erkeklere ait bir duygu mudur? Yoksa kadınlarda da görülür mü?

Ha, bir de, sen hissettiğin zaman, o anda, aynı anda o da hisseder mi?

Ve bunu anlamanın bir yolu var mı?

Salak gibi ortada kalmayasın! Salak olsan iyi, sapık gibi!!

Nasıl denk getirilecek falan...

Az biraz tanışarak!!!

Heh heh hee....

Film mi len bu?

Yazının devamı...

Soğuk gecelere, sıcak anılar...

Cümlede “geceler”, “sıcak anılar” sözlerine kanmayın ha! Hiiç öyle seksi bir konumuz yok.

Tam tersine, ilmi ve ciddi bir araştırmadan bahsedeceğim.

Aynı zamanda ilginç!

Southampton Üniversitesi’nde bilim adamlarının yaptığı araştırma, “nostaljinin ısıtabileceğini” göstermiş!

Anılar, insanları ısıtabiliyormuş!

Kombisi olanlar yaşadı!

Bir çay demler, pencerenin önüne oturur yağan karı seyrederek anılarını düşünürler...

Sonra da gayet sakin dönüp sorarlar ya:

- Soğuk mu?

- Eh, yani!!

- Hayır, yakarım istersen de, ben üşümüyorum. Sen üşüyor musun ki??

Ama artık işin rengi değişti tabii...

Sen öyle tir tir titrerken o sonsuza doğru bakarak hırkasını falan çıkarıyorsa...

Soru hazır:

“Hangisi aklına geldi?”

Ya kısa kollu giymeye başladıysa...

Artık anısına göre!!

Varsa tabii...

Anısı varsa...

Onun için yaz aylarında doğal gaz biriktirir gibi anı biriktireceksin.

Hem bedava hem de eğlenceli...

Dalga geçmiyorum; geçmişe duyulan özlem ve anıları hatırlamak insanı sıcak hissettirebiliyormuş.

Bilim adamları, geçmişe duyulan özlemin soğuk ve sıcaklık algısına etkisini incelemiş.

Ha, bunu incelemek nereden akıllarına geldi, bilmiyorum.

Bilmek istiyor muyum?

Evet. Ama ihtimalleri düşünmek istemiyorum, üşeniyorum. Biri bulursa bana söylesin lütfen.

Peki nasıl bir inceleme yapmışlar?

O belli.

İlk deneyde katılımcıların 30 gün boyunca geçmişe ne zaman özlem duydukları kaydedilmiş. Sonuçlar, katılımcıların soğuk günlerde daha fazla geçmişe özlem duyduğunu ortaya koymuş.

İkinci deneyde, biri soğuk (20 derece), biri normal sıcaklıkta (24 derece) ve biri de sıcak (28 derece) odalara yerleştirilen katılımcıların geçmişe ne kadar özlem duydukları değerlendirilmiş.

Soğuk odadakilerin daha fazla geçmişe özlem duyduğu belirlenmiş.

Üçüncü deneyde, nostalji uyandıran müzik kullanılmış. Katılımcılar, müziğin fiziksel olarak da “ısınmış hissettirdiğini” söylemişler.

Dördüncü deneyde soğuk bir odaya yerleştirilen katılımcılardan nostaljik ya da sıradan bir anıyı hatırlamaları ve daha sonra odanın sıcaklığını tahmin etmeleri istenmiş. Nostaljik anılarını hatırlayanlar, odayı gerçekte olduğundan daha sıcak algılamış.

Beşinci deneyde ise yine nostaljik ya da sıradan bir anıyı hatırlamaları istenen katılımcıların elleri çok soğuk suya sokulmuş ve ne kadar dayanabilecekleri gözlenmiş. Nostaljik bir anıyı hatırlayanların ellerini suda daha uzun tutabildiği görülmüş.

Aslında anıların insanı psikolojik olarak iyi ve rahat hissettirdiği biliniyormuş.

Hatta bilim adamları nostaljinin, yalnızlıkla mücadelede bile işe yarabileceğini düşünüyorlar.

E, işte tam zamanı...

Hem ısınmanın hem de anılardan nemalanmanın...

Bir faydası olsun bari...

Önümüzde bir sürü soğuk kış gecesi var.

Sizi ısıtacak kimse yoksa üzülmeyin; bir zamanlar ısıtanlar da olur!

Anılarınızdan bir anı seçin, birkaç anı da olabilir...

Ne kadar soğuksa artık!

Yazının devamı...

Bakalım arayacak mı?

Hani “İlk arayan kaybeder“ meselesi vardır ya...

Genelde “evet“ ilk arayan da kaybeder.

Kavgalardan, ayrılıklardan ya da bir inat hâlinden sonra arayanların; tıpkı ilk konuşanın kaybettiği gibi!

Ne kaybeder?

Gururunu...

Ciddiyetini...

Saygınlığını...

Hayır, hiçbirini değil,

İlişkideki üstünlüğünü kaybeder.

Hı, “aşkta alt-üst olur mu?“ diye sorarsanız...

Eee...

Bazen!

Ama onların da geçerli bir nedenleri vardır: “E, ben de aramazsam ne olacak? İkimiz de kaybedeceğiz!”

O da doğru!

Gerçi her ilişkinin kendi dinamiği içinde arayan taraf zaten bellidir. İki taraf da kimin arayacağını bilir.

Bu yüzden ilk direnişten sonra rahatlanır.

Ama...

Bir gün gelir, o da aramaz.

Aramazsa...

O zaman ne olur?

Onu başka bir yazıya bırakalım.

Asıl konu bu kavgalardan, ayrılıklardan sonraki aramalar değil. Yani ilişkinin içindeki aramalardan bahsetmiyorum.

Daha başındakiler hatta başlamadan öncekiler. Hani hep kadının beklediği telefonlardan bahsedelim.

“Bakalım arayacak mı?“yla başlayan bekleyişlerden...

Mesela, ilk telefon numarası alışverişinden sonraki, “Bakalım arayacak mı?”

Mesela, ilk yemeğe çıkıştan sonraki, “Bakalım arayacak mı?”

Mesela, ilk yolculuğa çıkıştaki, “Bakalım arayacak mı?”

Mesela, ilk eve geç gidişteki, “Bakalım arayacak mı?”

Böyle bir sürü arama bekleyişleri...

O aramalara ne büyük anlamlar yükleriz. Neredeyse aşkının ölçüsü...

Hatta “neredeyse“ bile değil, direkt aşkın ölçüsü!

Ne kadar çok ararsa o kadar çok âşık!

Ne kadar az ararsa o kadar az ilgili!

Ne kadar merak ederse o kadar sevgili!

Mi?

Yani bunun adamlardaki karşılığı nedir acaba?

Kadınlardakiyle aynı mı?

Gerçekten de ne kadar çok ararlarsa o kadar âşıklar mı?

Gerçekten de ne kadar az ararlarsa o kadar az mı ilgililer?

Gerçekten de ne kadar merak ederse o kadar sevgililer mi?

Yoksa o küçük fıkradaki gibi mi?

Hani adama, “Seks yaparken karınla konuşur musun?” diye sormuşlar da, o ne cevap vermiş:

“Ararsa konuşurum!!!”

Yazının devamı...

Verici olmak lazım

“Nasıl yani?” diye sormayın...

Aynen öyle:

Fikrimin arkasındayım; verici olmak lazım!

Aslında daha da doğrusu, “Verici olmayı unutmamamız lazım!”

Çünkü hepimiz bir zamanlar öyleydik...

Evet öyleydik!

Hı, “Şimdi durup dururken bu verici olma durumu da nereden çıktı?” diye sorarsanız, buna güzel bir cevabım var.

Ama önce bana bu durumu hatırlatan yorumu okumanız lazım.

- “Ne yazık ki kadınlarımız erkeğine bir telefon açarak kontör harcayacak olsalar ne hikmetse 40 yerinden canları çıkar. Beklerler ki, erkek arasın ve kafaları biraz daha büyüsün. 45 gün beklediğim ve üstelik evlilik teklif ettiğim bir bayana (annesine gitmişti), ‘Dönünce ara’ demiştim de, döndüğü zaman iki iç gün bekleyerek bana kızdı, ‘Neden aramıyorsun?’ dedi. Geldiğini bilseydim elbette arardım, bir alo deseydi yine de arardım.

Bir tek kontörüne kıyamayan bir kadınlar toplumundayız ne yazık! (Birinci evlilikler hariç) Kadın 50 kuruş harcarsa erkeğine, inanın çantasında 50 akrep elinden sokmuş ve zehirlemiş gibi irkilirler ellerini çantaya uzattıklarında. Çok garip bir duygu.”

Ne garip bir yorum değil mi?

Siz de aynı tuhaflığı hissettiniz mi?

Benim gibi yabancılaştınız mı peki?

“Tamam o zaman!” deyip yazıyı kesermişim! (Bir gün böyle yapabilir miyim? Şımardım.)

Tamam, konuya dönüyorum.

Ve utanarak o kült soruyu sormak zorunda kalıyorum:

“Biz ne zaman bu hâle geldik??”

Aslında bu sorunun cevabı o yorumun içinde var. Hani parantez içinde “birinci evlilikler hariç” diyor ya, işte orada!

Aslında herkes ilk evliliğinde, ilk uzun veya derin ilişkisinde yeterince hatta belki de yeterinden fazla vericiydi...

En azından taraflardan biri, bir ilişkisinde vericiydi...

Kimse kimsenin ilk ilişkisine denk mi gelmedi ne? Ve biz bu hâle geldik!

Kendimizi kollar olduk.

Hep savunmalardayız.

Sizce o kadın kontör düşündüğü için mi aramadı? Erkeğine 50 kuruş harcamak mı istemiyor?

Yooo...

Belli ki bir zamanlar yaşadıklarından ders çıkarmış!

Şimdi de bunu bize yazan, o kadından ders çıkarıyor...

Yanlışlıklar silsilesi yani...

Savunmada ilişkiler dönemi...

E, olmuyor tabii...

Şu arama meselesine de ayrıca el atalım...

Niye aramamalar falan...

Yazının devamı...

Yarısı eski yarısı yeni erkekler...

Geçen hafta tipik bir “dönem mail’i“ geldi...

Dönem erkeği...

Ama yaşadığımız dönem!

Her şey birbirine karışmış durumda yani...

Eski alışkanlıklarla yeni durumlar, yeni kadınlarla eski alışkanlıklar birbirine girmiş.

Ortaya karışık karışık bir durum çıkmış.

Tipik!

Nasıl mı?

Şöyle anlatayım, o mail’e cevap vere vere ilerleyerek...



- “Yakışıklı olmamama ve evli olmama rağmen hanımlarla ilişkilerim çok iyidir. Erkek arkadaştan çok bayan arkadaşım vardır.”

(Bir türlü ‘kadın‘ diyememiş! Kadının etrafında hanım, bayan diye dolaşıp duruyor. Demek ki kadını insan olarak görmemiyor hâlâ... Bazı kadınlarda da, ‘Ben erkeklerle daha iyi anlaşırım’ sendromu vardır ya, onun gibi, kendisini bir basamak yukarı çıkarmak istiyor. Bu yüzden ona eski erkek diyorum...)

- “Dilimin döndüğünce hanımlara, erkeklere pek güvenmemelerini anlatmaya çalışıyorum.”

(Bu da “Ben kadın olsam kesin o... olurdum“un başka versiyonu... Bir de kadın versiyonu vardır ki o da hiç çekilmez; şu “kadınlardan korkulur abi!” versiyonu...

- “Erkeği elde etmek kolaydır ancak elde tutabilmek zordur.”

(Haydiii... Birden yeni erkeğe dönüştü! Eski adama yeni kafa!!!)

- “Bunun için kadın asla zaaflarını göstermemelidir. Öyle gözyaşı, alttan almak, aşırı hizmet etmek, hep verici olmak erkeği daha da uzaklaştıracaktır. Kapris kesinlikle erkeği bıktırır. Güçlü, dominant, bakımlı, dişi olmak, dağınık olmamak ve erkeğe muhtaç olmamak gerekir. Hele bir kadın ekmeğini kendisi kazanıyor ve ekonomik olarak özgürse birçok yönden avantajlı demektir.”

(Aslında, ‘Bana yük olmasın da!‘ erkeği fakat farkında değil. Burada yine, yeni erkek olmuş.)

- “Aslında erkekler zavallıdırlar. Çoğunun elinden ne çamaşır gelir ne bulaşık... Ne de bir kap yemek yapabilirler. Bu saydığım sadece üç şeyin bile insan yaşamında hayati önemi vardır.”

(İnsan bu kadar mı çabuk eskir!!!)

- “Kadınların akıllarını başına alıp ellerindeki gücü görmeleri gerekir. Günde elli erkekle yatan bir kadınla, elli birinci olarak bile bile bir de üzerine para verip sevişen evli bir erkeği fazla ciddiye almamak gerekir. Zavallı ve aptal olduklarını buradan anlayın..”

(Onlara zavallı ve aptal demek biraz safiyane olmaz mı?)

- “Erkekleri elinde tutmak, dediğim gibi zekâya ve kuvvete bağlıdır. Ama tanıdığım kadınların tamamına yakınında böyle bir zekâ göremiyorum.”

(Nedeni de aşağıdaki cümlede...)

- “Evli olduğumu bildikleri için ancak ben ararsam ulaşabiliyorlar bana... Yoksa bekliyorlar artık ne zaman ararsam... İnanır mısınız, 6 ay sonra bile aradığımda birazcık sitemin ardından sofralar hazırlanıp yataklar yapılıyor...”

(Ne yazık ki!)

Yazının devamı...

Harem mi gerçekler mi?


Bazen hayallerle gerçekler arasında bir tutarsızlık olabilir.

Mesela hayalinin gerçek olmasını istemeyebilirsin...

Saçma değil mi?

O zaman niye hayal ediyorsun?

Çünkü hayal etmesi gerçekleşmesinden daha güzel olabilir.

Ya da...

Daha da komiği, her neyse onu sadece hayal etmesi güzeldir. Gerçekleşirse yandın yani!!!

O derece...

Ne hayal ediyorsa artık???

Herhalde herkesin gerçekleşmesini istemediği muhteşem hayalleri vardır değil mi?

“Var” deyin lütfen!

Bu dünyada tek başıma olmadığımı umuyorum!

Mesela bir harem...

Hayır, tabii ki benimki bu değil! (Benimkileri yazmam. Sizinkileri yazarsanız değerlendirebilirim. Ama uçmayın, abartmayın.)

Ama harem, her erkeğin en büyük hayali olmalı...

Hangisi “Hayır” der ki?

Çoğu desem???

Şaşırsak biraz!

Amerikalı bir psikoloğun inanmakta zorluk çekeceğimiz bir tezi var. Hatta bu konuda bir de kitap yazmış.

Erkeklerin, bir harem kurmakla tek bir partner arasında seçim yapma şansını elde ettiklerinde tek eşliliği tercih ettiklerini savunuyor.

Enteresan!

Yani iş ciddiye binince hemen kıvırıyorlar...

Niye acaba?

Ama bu gerçekten böyledir.

Sorun isterseniz... Deneyin.

Eşinize, erkek arkadaşınıza sorun,

“Bir haremin olsun ister misin?” diye...

Önce hemen, “İstemem miiii?” der gibi sırıtır. Ağzını toparlayamaz. Sanki o anda haremin ortasında kızlara bakmaktadır. Öyle parlar gözleri...

Açgözlü oluverirler bir anda!

Ama siz orada durmayın. İlerleyin ve üzerine gidin:

“İstersen öyle yaşayabilirsin, ben sana mani olmayayım” deyin. Ve bu konuda şaka yapmadığınızı, ciddi olduğunuzu hissettirin.

O anda ne olur biliyor musunuz?

Ödü kopar!

Suratının şekli değişir.

Yani iş ciddiye binince, tadı kaçar.

Hayallerinin de içine etmişsinizdir artık. Heh hee...

Ama bizim psikolog bununla da yetinmiyor, daha da ileri gidiyor:

“Erkekler sanıldığının aksine, sürekli partner değiştirmek yerine, her sabah aynı kadınla uyanmayı tercih ediyor” diyor.

Bak işte buna inanırım.

Her sabah aynı kadınla uyanmayı gerçekten de tercih edebilirler.

Bir şartla tabii...

Eve kaçta geleceğine karışmayacaksın...

Yazının devamı...

Alo 69696 hattı


“Türkiye’de salon kullanma alışkanlığı yok. Salon kilitli, ayda yılda bir misafir gelecek de açılacak. Olacak şey değil, olmaz böyle!” demiş.

Gülümhan‘ın (Gülten) haberinde okudum; bunu diyen Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar.

Bu konuda birkaç itirazım ve naçizane birkaç da önerim olacak!

Önce şöyle bir düzeltme yapayım; bizde evin o bölümüne (eskiden ve bazı yerlerde hâlâ) salon değil, “misafir odası“ denir.

Gerçekten de Bakan’ın dediği gibi sadece misafirler içindir.

O evlerde büyüyen ve modern yetişen özellikle erkek çocukları bu duruma gıcık olurlar.

Hele üniversitede falan yabancıların “living room“larını algılayınca bu misafir odası fikrine iyice yabancılaşırlar. Saçma bulur, aşağılarlar. Yaşam odası fikri onlara mantıklı ve anlamlı gelir.

Kendi evleriyle ilgili hayalleri de, bir misafir odası olmamasıdır.

Öyle de yaparlar. Ta ki, çocukları doğana kadar! İlk çocuktan sonra onların da bir oturma odaları olur, mecburen!

Aslında “misafir odası” geleneğini alaturkalık hatta biraz da taşralık olarak yorumlayanlar, bu geleneğin içini karıştırsalar belki de sıkı bir aristokrasiyle karşılaşacaklar...

Bizim küçük evlerimize kadar kadar giren bu geleneğin bir öykünme veya minyatür olduğunu görecekler!

Ama neyse...

Şimdi gelelim itirazlarıma...

Mesela bu konu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile ilgili olmamalı...

Aile Bakanlığı‘na mı bağlı olmalıydı?

Evin içinde kimin hangi odayı nasıl kullanacağı konusu...

Yok bence bu konular için ayrı bir bakanlık açılsın:

Karışma Bakanlığı...

O da bize karışsın!

Hem de rahat rahat! Çünkü bu onun işi olacak!

Her şeye karışacak!

Ne izleyeceğimize, evi nasıl döşeyeceğimize, hangi odayı ne olarak kullanacağımıza ve hangi odada ne yapıp yapmayacağımıza...

O bakanlık zaman zaman ev içi işlerimizle ilgili yönetmelikler falan çıkarır.

Hatta takıldığımız yerler için bir de ücretsiz telefon hattı ayarlar:

Alo 6969...

Biz de ararız.

“İyi günler, Karışma Bakanlığı ücretsiz karışma hattına hoşgeldiniz. Salon düzenlemeleri için 1’e, seyredilecek diziler için 2’ye, okunacak kitaplar veya gazeteler için 3’e, sevilecek ya da sevilmeyecek yazarlar için 4’e, karı koca kavgaları için 5’e, neyin kısa kollu sayılacağını öğrenmek için 6’ya, tayt kullanımı için 7’ye, çocuk yapmanın ipuçları için 8’e basın, bunların dışındaysa operatöre bağlanmak için bekleyin...”

- Dıııttttttt...

- Buyrun ismim Erdem, nasıl yardımcı olabilirim?

- İyi günler, biz bir ev aldık da...

- Evet, salonu var mıydı?

- Vardı biz onu hallettik de, mutfak masası konusunda kafamız karıştı! Bize biraz karışabilir misiniz?

- Nasıl karışabilirim?

- Eşim, “Her şey olması gerektiği yerde olmalı” diyerek mutfak masasını yatak odasına koymak istiyor!

- Hayır efendim, olmaz öyle şey! Yatağınızı mutfağa taşıyın! Üf benim de kafamı karıştırdınız; olmaz! En iyi siz yapmayın, şey yani yatmayın... Yatacaksanız da birbirinizle yatın!

- Başkasıyla mı yatıyor?

- Ne bileyim efendim?

- Hem de bizim mutfağımızda!

- Hayır efendim, karıştırıyorsunuz...

Tıh!

Siz çok karışıyorsunuz...

Çok!..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.