Şampiy10
Magazin
Gündem

Güzeller güzeli bir anne

Bugün “Anneler Günü”... Cuma günü, Anneler Günü sebebiyle özel ek çıkardığımız için, kendimi, annemi, kızımı anlattığım bir yazı yazmıştım. Bugün ise çok sevilen, anneliği merak edilen, anneliğini mutlulukla taşıyan, buram buram annelik kokan birinin deneyimlerini paylaşmak istedim. Ve şimdi okurken, belki inanmakta zorlanacaksınız ama (herhalde sürekli bunu düşünerek uyuduğumdan olsa gerek) bir gece Tuba Büyüküstün’ü gördüm rüyamda. Sabah
“hah işte buldum” diye uyandım. Hemen 20 Dakika dizisinde birlikte rol aldıkları için Esra’yı (Akkaya) aradım. Arkadaşıma büyük bir heyecanla rüyamı anlatırken, o telefonun diğer ucunda kıkırdayıp duruyordu. Meğer, ben bunları anlatırken o Tuba ile “Tatlı Huzur”da kahve keyfi yapıyormuş. “Hemen geliyorum” dedim ve telefonu kapattım. Ben İstanbul trafiği ile cebelleşirken Esra aradı, “Tuba gitmek zorunda çünkü ikizler bugün okula başladı, onları alacak” dedi. Arkadan Tuba’nın sesi geldi; “Ama kızları uyutup geri gelirim muhabbete...” İşte böylece, buluştuk! Buluşunca konuştuk, konuştukça paylaştık... Hem izlenimlerimi hem de saatler süren muhabbetimizden, Tuba’nın naif hislerini paylaşıyorum .


ok güzel bir kadınsın, çok beğeniliyorsun. Üstelik, 17 aylık ikizleri olan bir annesin artık. Şimdi, “ailemizin kızından” , “anne Tuba”ya doğru yolculuğun başladı. Kendi iç yolculuğunda neler oldu bu arada?

Korkularım başladı. Ben hep annelik duygusu ile doluydum zaten. Çocukları çok severdim, hemen iletişim kurardım ama yaşamadan tahmin edilemiyormuş bazı şeyler. Çocuk olunca sorumlulukla birlikte endişe hali de başlıyor.

Neler endişelendiriyor seni?

Deprem mesela... Hayatında aklına depremi getirmeyen bir insandım, şimdi kabusum oldu. Deprem olsa ne yaparım, kızları nasıl çıkarırım... Şimdi anlatırken bile içim fena oldu! Sonrası var; uçak... Ben trübülansta bile çevremdeki korkan yolculara, “Sakin olun, patika bir yolda arabayla gittiğinizi farzedin” filan derdim. Şimdi en ufak bir sarsıntıda gözümden yaş geliyor.

Kızlarla bindiğinde mi yoksa yalnızken mi daha çok korkuyorsun?
Her türlü korkuyorum. Kızlarlayken, “Onlara bir şey olursa” diye, yalnızken “Bana bir şey olursa onlar yalnız kalır” diye...

Daha korkuncu ne biliyor musun?
Yapmaaaa...

Biraz büyüdüğünde uçağa sensiz binmesi!

Hayal bile edemiyorum.

Ankara turnesindeyken hafta sonu için Ada ve babası yanıma geldiklerinde, uçak inene kadar oyuna çıkamamıştım. Paralize olmuş gibi kalmıştım. Hepimizin çocukları Allah’a emanet... Allah güzel yazı yazsın hepsine.

Amin. Bütün çocukların yüzü gülsün, sevgi görsünler, en büyük dileğim bu.

Öyle takıntılı bir anneliği yok Tuba’nın. Kendimi düşünüyorum da Ada’nın üstünü temiz tutmak uğruna yanımda bavulla dolaşır, helâk ederdim kendimi. Tuba, dert etmiyor; “Çocuk onlar” diyor. Bu rahatlığı sayesinde bol bol geziyorlar belli ki. 2,5 aylık bebekleriyle ailece Paris’e gidip 15 gün kalmışlar ve hiç sıkıntı çekmemişler. Çocukların farklı yerlere seyahat etmesinin onların algısını açtığını düşünüyor. “Anlamasalar bile, değişen koku, dil, renkler bile algıyı açar” diyor. Kesinlikle katılıyorum bu fikre. Dizi çekiyorsun, sete gidiyorsun. Nasıl organize oluyorsun?

Bu yıl çalışmayı hiç düşünmüyordum. Sonra bu proje geldi ve çok sevdim. Yapımcıma dürüstçe, tam zamanlı çalışamayacağımı söyledim. Kabul ettiler ve çok şanslıyım beni çok iyi idare ettiler.

Kızlarımın özel anlarını kaçırmak istemem


Bundan sonra hep böyle belli zaman kısıtlamaları içinde mi çalışacaksın yoksa çocukların biraz büyümesini mi bekliyorsun?

Açık söyleyeyim, bir daha eskisi gibi çalışamam. Onlara haksızlık ettiğimi düşünmem, vicdan azabı hissetmem bir yana, onların büyüdüğünü ve özel ânlarını kaçırmak istemem. Bizimki iş değil, hayatını veriyorsun. Artık hayatımda çocuklarım var ve onların hayatından veremem.

Okul demişken, bugün okul heyecanını yaşadınız. Nasıldı?

Okul derken, oyun grubu tabii daha... Birkaç saat gidip, yaşıtlarıyla oynayacaklar bundan böyle. Hiç sıkıntı olmadı. Bir de ikiz çocukların iyi bir tarafı var, nereye bıraksan yanında tanıdığı biri ile gitmiş oluyor (Gülüyoruz)...

Sen nasıl hissettin?

Doğumdan beri ilk kez rahatlamış hissettim. Toprak ve Maya’yı okula bıraktıktan sonra sahile indim ve deniz kenarında bir taşın üstüne uzandım. İnanılmaz bir mutluluktu. Hak ettiğim ve çocuklarımdan çaldığımı hissetmediğim, bana ait bir

zaman dilimi...

Yoldan geçen bisikletliler, “Hey, iyi misin?” diye seslenmeselerdi herhalde epey öylece kalırdım. Onlar okuldayken artık benim de vicdan azabı duymadan, kendime ayırabileceğim bir zamanım var.

Toprak ve Maya’nın kıyafetlerini kendim dikiyorum


Heyecanlandın mı kızların okula başladı diye?

Onur bir mesaj atmış (Cep telefonundan mesajı okuyor); “İki noktaydılar şimdi kreşe gidiyorlar” diye yazmış.

Böyle işte...

Esra’nın dediğine göre, sette sürekli kızlar için bir şeyler dikip örüyormuşsun?

Onlar olmadığı zaman, onlar için bir şey yapmak Toprak ve Maya ile vakit geçiriyormuşum gibi hissetmemi sağlıyor. Onlar yanımda gibi geliyor.

Çok etkilendim bundan. Neler yapıyorsun peki?

Ben istediğim gibi kıyafetler bulamıyorum çocuklarım için. Yani, rahat, kumaşı iyi, basit giysiler bulamadığım için oturup kendim yapıyorum. Rahat etsinler istiyorum; şalvar gibi pantalonlar falan dikiyorum. Arkadaşlarımın çocuklarına da doğum günü hediyesi tulumlar falan dikiyorum. Zaten severdim ama kızlarım için yapmayı çok çok seviyorum.

Yemek yapar mısın?

Devamlı yapmıyorum ama yaptığım zaman güzel yaparım. Daha çok aileme yaptığım “kuzu incik” çok meşhurdur.

Tarifini verecek misin?

Vermem, vermeeem (Tuba zaten güzel ama gülünce başka güzel oluyor).

Tek çocuksun sen de benim gibi... Annen ne yapıyor, deliriyor mu?

Hem de nasıl! Yalnız ikiz çocuğa çok fena alıştı, arkadaşlarının torunu tek olunca yadırgıyor. Öteki nerede diye bakıyor. Ben olmadığım zamanlarda kızlarımın yanında olması beni çok rahatlatıyor.

Söylemeden geçmem mümkün değil, Tuba’nın annesi gördüğüm en

güzel annelerden ve on yaş genç duruyor. Tuba gözlerini de annesinden almış belli ki. Genetik olarak avantajlı Tuba... Onur’un babalığı nasıl? Eşini,”baba” olarak beğeniyor musun?

Harika. Birlikte büyütüyoruz.

Doğumdan sonra daha sakin birisi oldum


Çocuktan sonra değişen bir karakter özelliğin...?

Fevriydim artık insanlarla sakin iletişim kuran biriyim. Bence çocuk bize, “aslında olduğumuz şeyi” , “insan olarak kim olduğumuzu” hatırlatmak için geliyor. Sürekli çocuklara bir şey öğretiyoruz ya, belki de yanlış biliyoruz ama bunu düşünmüyoruz. Öğretmeyi bırakıp, biraz çocuklardan öğrenmeye bakmalıyız galiba.

En çok neyi merak ediyorsun?

Saçları uzadığında neye benzeyeceklerini merak ediyorum

Buna çok gülüyorum çünkü Tuba gibi muhteşem saçları olan bir annenin kızlarının şahane saçları olacağı nerdeyse garanti gibi geliyor bana. Sence “annelik” ?



Büyük aşk... O kadar büyük ki çok korkutucu...

Anne olduğunu anlayınca ilk hissin?

İlk kez kendimi gerçekten çok önemli hissettim. Gerçekten bir şey yaptığımı hissettim. Ben, benim için çok değerli bu iki varlık için gerekliyim. Bu müthiş bir duygu.

Deniz sevdalısı olduğu için on aylıktan beri çocuklarını yüzmeye götürüyor. “Tabii ki yüzemiyorlar, maksat su ile ilişki içinde olsunlar” diyor. “Arkamda dağ, önümde deniz, yanımda ailem...” diye tarif ediyor tatil hayâlini. En büyük hevesi ise, çocuklarıyla kumdan kale yapmak.

Ben de, paylaştığı samimi hisleri için hem Tuba’ya teşekkür ediyor hem de aşkla, emekle, yürekle kurduğu yuvasında mutlu bir ömür diliyorum. Eşinle ve kızlarınla... Hep böyle gül Tuba... Tüm annelerin Anneler Günü kutlu olsun...

Eşim Onur kadını çok güzel dinleyen bir adam


Sizin kızlar 3 aylık falandı, Onur’a bir proje götürmüştük. Çok beğendi ama “Çocuklar küçük, daha onları büyütüyoruz, şimdi çalışamam” dedi.

Sahi mi! (Epey gülüyoruz buna)

Çocukların düzeni ile ilgili plan ya da iş bölümünüz var mı?

Sadece yatma saatleri var. Ben çalışırken zorlanmasınlar diye uyku düzenine alıştırıp işe başladım. Onun dışında hiç planlı insanlar değiliz, akışına göre ilerliyoruz.

Onur, “Kızlarım büyüyecek, oğlanlar peşinden koşacak” diye klasik kıskanç baba stresine başladı mı?

Evet... Kendi kendini dolduruyor, yeni doğmuş çocukların ilerde evleneceğini hayal edip “Önce ben öpeyim de” filan diyor. (Ben buna çoook gülüyorum)

Bu kadar kadınla işi zor kocanın!

Onur kadını çok güzel dinleyen, kadından anlayan bir adam. O yüzden çok şanslıyız.

Tuba, annesi ve birbirine hiç benzemeyen ama birbirinden güzel olan ikiz kızı ile birlikte güzel vakit geçiriyoruz. Güvendiği insanların yanında sıcacık, rahat ve sevgili dolu Tuba. Ama etrafına karşı saygısını hiç elden bırakmıyor. Çocuklarına, “birey” olarak davranması dikkatimi çekiyor. Sanırım bu yüzden henüz 17 aylık bu fıstıklar da şimdiden kendilerinden çok emin adımlarla arz-ı endam ediyorlar. Esra Teyzelerinin, “Tatlı Huzur” adlı kafesinde. Maya da Toprak da keyfi çok yerinde, sorunsuz ve mutlu çocuklar, çok da komik ve eğlenceliler... Gördüğüm kadarıyla seni çok yormuyorlar değil mi?

Herkes bize büyüdükçe zorlaşır dedi. “Bir yürüsün de gör” dediler ama bizde tam tersi, yürüyünce rahatladık. Büyüdükçe daha da kolaylaştığını hissediyorum. 11 aylık yürüdüler. Biri daha erken başlıyor her şeye ama sonra durup ötekinin de yapmasını bekliyor. Ayağa kalkıyor mesela ama yürümüyor. Öteki de kalkıyor sonra yürüyor. Her şeyleri böyle... Birbirlerini bekliyorlar...

Çok zayıfsın. Var mı bir formülün?

Ben kendimi dinlerim. Spor da diyet de yapmıyorum. İç sesim ne diyorsa onu yiyiyorum.

Yengeç burcusun. Kırılmaktan korkuyor musun?

Çoook. O yüzden soğuk, sert, programlı görünüyorum galiba.

Röportaj filan da vermiyorsun, programlara da katılmıyorsun.

Bir kere anlatıyorum ve fazlasını gereksiz buluyorum. Şimdi kendiliğinden gelişti ve anlattım işte annelik hislerimi. Tekrar tekrar anlatmak istemem artık.

Yazının devamı...

Tarih ve yemek cenneti Gaziantep

Bu hafta Gaziantep’teydim. En sevdiğim şehirlerden biridir. Kendi memleketim İzmir dışında, Konya ve Gaziantep’in gönlümdeki yeri başkadır. Reklâm yüzü olduğum markayla birlikte, yemek şenlikleri düzenliyoruz. Ülke genelinde bu yıl, köfte şenliği yapıyoruz. Beşiktaş meydanında her yıl olduğu gibi bu yıl da eğlenceli bir şenlik düzenlemiştik ki üç yıldır beni kentlerine çağıran Gaziantepliler, son noktayı koydu: Et bizim işimiz Berna, buraya gel, hep beraber yiyelim, içelim, şenlenelim...
Ve gittik... Bana gösterdikleri sevgi için Gaziantepliler’e ne kadar teşekkür etsem az. Orada da söylediğim gibi, o kalabalığı ve ilgiyi görse, Justin Bieber fena kıskanırdı!
Gelelim Antep’e... Çok kültürlü bir geçmişe sahip olmanın, muhteşem mirasını büyük bir gururla taşıyor kent... Her gittiğimde daha güzelleşmiş, elindeki değerleri daha bir parlatmış buluyorum. Her şeyden önemlisi, sahip olduklarının kıymetini biliyor bu kentin insanı. Topraklarından çıkan mozaikleri, “taş” diye bir kenara atmak yerine baş tacı etmişler Antep’e. Bu sayede de, dünyanın en büyük mozaik müzesine sahip olmuşlar: Zeugma...
Yolunuz bu kente düşerse, mutlaka görün. Yabancı turistler bu müze için gelir oldular ülkemize ve eminim ileriki yıllarda, ülkemizin kültür turizminde çok özel bir yeri olacak.

‘Farkımız önce ustalık sonra da buranın eti...’

Yemeğin, kutsal toprakları: Antep. Bu tâbir, eğer “caiz” ise eşime ait. Hiç abartmıyorum, Dünya’da, yemek kültürü bu kadar muazzam başka yer yok. Sadece “yemek” için bile seyahat edilecek bir nokta burası. Tek sorun: İnsan ne yiyeceğini şaşırıyor! Zaten, seyahatim günübirlik olduğu için, olabildiğince aç gittim Antep’e. Ev sahibimiz Tunay Bey, “altlık” olarak “Manolya Pastanesi”nden “katmer” hazırlatmış. Eh katmeri yiyince, insanın, üzerine tuzlu yiyesi geliyor. Hiç vakit kaybetmeden tuttuk, “Halil Usta”nın yolunu. Allah’ım o ne lezzetti öyle! “Bugüne kadar hiç et ve kebap yememişim” diyor insan. Sıra tatlıya gelince, yine et yolladı Halil Usta...Burada adet böyleymiş...
Ben favorim olan “simit kebabı” sipariş edince, “Sen de iyice Antepli olmuşsun” dedi. Fırsat bu fırsat ben de Halil Usta’ya sorularımı sordum...
Neden bu yörenin yemekleri güzel? Biz İstanbul’da da gidiyoruz Antep lokantalarına ama buradaki lezzeti bulamıyoruz. Neden?
Halil Usta: Bir “Ustalık fatkı”, ikincisi “et farkı” Bu yöreye,Türkiye’nin her yerinden koyun gelir. Erzurum, Kars, Malatya...
Ustalık farkı nedir?
Halil Usta: Ben 42 yıldır buradayım. Çocukken İstanbul’a gitmişim.1960-71 yılları arasında, İstanbul Çarşıkapı’daydım. Kebapçılığı orada öğrendim. Ustamla aram açıldı, sonra kimse bana iş vermedi, Antep’e geri geldim. 3 bin 500 liraya kuytuda, köhne bir yerde dükkan aldım, 25 yıl müşteri bekledim. Bir seçim zamanı, tesadüfen particiler geldi. Güneydoğu Birlik Partisi vardı, onun müdürü geldi. Onlara yemek verdim. O zamana kadar günde 2-3 porsiyon kebap satardım, asıl kasaptım. O günden sonra kulaktan kulağa yayıldı, bugünlere geldim. Her gün de müşterim artar. Etimi her sabah kendim seçerim. Önemli olan etten anlamaktır. Yoksa içine hiçbir şey katmam. Ne kuyruk yağı koyarım ne başka şey, sadece bir bardak zeytin yağının içine Antep’in domates biber salçası, kuru nane, çekilmiş karabiber, zahter ile eti bir saat dinlendiririm.
Neden İstanbul’daki Antepli Ustalar bu kadar başarılı olamıyor?
Halil Usta: Antep’te tutunamayan ustalar gider de ondan! İyiler burada.

İşte simit kebabının sırrı!

Antep mutfağı “kebap” demek değil. Anneniz güzel yemek yapar mıydı?
Halil Usta: Hem de nasıl! Şimdiki bayanlar, bir kilo etle yemeğe lezzet veremiyorlar, benim annem iki yüz elli gram etle, on baş (on kişilik) yemek yapardı hem de ne lezzetli! Şimdiki kızlar Antep mutfağını iyi yapamıyor.
Anneyle beraber mutfağa girer miydiniz? Ondan mı öğrendiniz ilk?
Halil Usta: Tabii ki! Simit aşı yapardık beraber, parmaklarını yersin. Pilav gibi ama daha cıvık olur, köftelik simit (bulgur) ile yapılır. Ekşili yuvalama, içli köfte, kış kabaklarıyla ekşili kabaklama, patlıcan doğrama, sarma çeşitleri, hele şu işe yaramayan patatesle bir yemek yapardı, inan ”kırılırdık”. Ama ben şimdi, günde beş öğün kebap yerim, o kadar severim. Eve tok giderim, hanım da kendine kahvaltılık koy yer, öyle yani.
Simit kebabının tarifini verir misin? Ama hatırım için tam tarif, püf noktalarıyla!
Halil Usta: 1 kg. koyun kıyma... Bu kıymanın 250 gramı biraz yağlı olacak. 1 baş soğan, 1 baş sarmısak (kuruysa 5-6 diş), bir demet maydanoz, kuru nane, karabiber, kırmızı biber, azıcık da tuz olacak ki kebap tutsun, 1 çay bardağı kavrulmuş siyah simit (ince

bulgurun esmeri) 10 dk. ıslanacak, yoğuracaksın, şişe saracaksın. Mangalın ateşi bol olacak.
Fırında yaparsak?
Halil Usta: Yağı içinde kalacağı için bulguru iki çay bardağı koyacan. Tepsiye yayacan, dağılmasın diye baklava baklava kesip öyle fırına verecen.



Bir gezgin başka ne ister!

Hem yerli hem yabancı turistler için, “Altın” bir kent olarak görüyorum, Gaziantep’i. Tarih, bozulmamış yaşam dokusu ve muhteşem yemekler... Bir “gezgin” başka ne ister! Hele, “Beypazarı mahallesi”, fotoğraf tutkunları için “poz vermiş bekliyor” adeta. Bakırcılar Çarşısı, hem eski geleneklerle tanıştırıyor turistleri, hem de çok zevkli alışveriş imkânı sunuyor. Baharatçılar deseniz, hem göze hem damağa hitap ediyor. Size tavsiyem, Antep sokaklarında dolaşırken yanınıza küçük bir çek çek çanta alın, göreceksiniz ki dönüşte tıka basa dolmuş olacak. Yöreye özgü “kutnu” dokumasını sakın atlamayın. Bu gittiğimde yine yirmi tane aldım ama arkadaşlar sağolsun, kendime bir taneyi zor ayırdım. Görünümüyle, tafta kumaşını andıran bu dokuma, Gaziantep’e özgü desenleriyle çok çekici. Yeşil-Mor olanını Ajda Pekkan’ın boynunda sıkça görmüşsünüzdür. En uygun fiyatlı olanlarını, ”Bakırcılar Çarşısı” içinde bulabilirsiniz. Ben 10 liraya aldım, aklınızda bulunsun.
Ayrılırken çantamda olanlar: Bakır yumurta sahanları, kutnu kumaşından fularlar, kuru patlıcan, zahter, pul biber, Antep safranı, Antep fıstığı, billuriye tatlısı, baklava...

Tahmis kahvesi içmeden dönmeyin

Halil Usta’nın yemekleri kadar leziz sohbetinden sonra, biraz yediklerimizi “bastırmak için” 400 yıllık tarihi Osmanlı kahvesi “Tahmis”de aldık soluğu. Tahmis zaten, “kahvenin dövüldüğü yer” demek. 4’üncü Murat, Bağdat seferinden önce burada dinlenip kahvesini içmiş. Çalgılar eşliğinde, eski geleneği yaşayarak içtik kahvemizi. Mengiç kahvelerimizin üzerine birer de zahter çayı ikram ettiler. Zahter, yöreye ait,her derde deva, kolestorelü düşürüp yağ yakımını hızlandıran ve hazmı kolaylaştıran bir çeşit kekik. Ramazan’da sabahlara kadar geleneksel eğlence de yaşatılıyormuş hala bu kahvede. Bir Ramazan ayında mutlaka geleceğime söz vererek oradan da ayrılıp, kendisini de çok sevdiğim ve Antep’te “Dayı’nın Yeri” olarak bilinen, Oktay Abi’ye “Billuriye” tatlısı yemeğe gittik. Kadayıfa benzeyen ama çok ince, adı gibi billur ve bol fıstıklı bu tatlıyı baklavaya tercih ettiğimi belirtmeliyim. Artık bu yediklerimizi yakmanın zamanı gelmişti ve etkinlik alanımıza geçtik. Binlerce Gaziantepli ile muhteşem bir buluşma yaşadıktan sonra, arabalarımıza binip havaalanına giderken beni bir sürpriz daha bekliyordu: “Yolluk” olarak hazırlanan, Antep’in bir diğer lezzet durağı olan “İmam Çağdaş”tan lahmacun... Bitmedi... Uçağımız rötar yapınca, en iyi baklavacılardan “Koçak”tan baklavalar geldi. İşin ilginci, bu kadar yemek,kimseye ağır gelmedi. Marifet, “Antep Mutfağında” dedirtti! “Eh Berna pes artık sana da” mı dediniz! Şu kadarını söyliyeyim: Hiç pişman değilim, gene olsa gene yerim” Size de tavsiye ederim...

Yazının devamı...

Evet biz deliyiz, çünkü anneyiz

Birkaç hafta önceydi... 22 Nisan gecesi... Tarihi çok iyi biliyorum, çünkü ertesi gün Ada'nın doğum günüydü. Ürgüp'te güzel bir yerde yemek yiyorduk, ortada ateş yanıyordu, keyfimiz yerindeydi ve ben birden ağlamaya başladım.
Hem de hıçkıra hıçkıra.. Susturabilene aşkolsun! Bütün suç kızımdaydı! Ne vardı, "Anne ben nasıl
doğmuştum anlatsana" diyecek! Üstelik benim bazı saçmalıklarıma artık alışmış olması lazım. Her
doğum günü öncesi, bana nasıl doğduğunu anlattırır, ben güzel güzel anlatırken bir süre sonra gözyaşlarımı koyveririm. Garsonlar, tükettiğim peçetelerin yerine yenisini yetiştirirken bir yandan da tatlı getirdiler beni oyalamak için ama ben hem tatlımı yedim hem ağlamaya devam ettim. Bir süre sonra yan masalar da bana bakmaya başladı. Tolga, aramızda bir sorun olmadığını belli etmek istercesine, benim ağlamama inat, gülücükler saçmaya kalkıştı. Ada da hesapta etrafa durumu çaktırmamak için beni sarıp sarmaladı. Sanırım, ne kadar acayip göründüğümüzü, gözünüzde canlandırdınız. O anda, beni kim görse, delirmiş olduğumu düşünürdü. Bu hallerime alışkın olan eşim bile hafif şüpheli gözlerle bana bakınca, yanımda benle aynı deliliğe ait birilerine ihtiyaç hissettim ve bir umut, twittera yazdım. Evet bunu yaptım! Bu kadar özel bir anımı bir anda paylaştım. "Yarın kızımın doğum günü ve iki göz iki çeşme ağlıyorum, normal miyim?" yazdım. Ve bir anda sayfam yüzlerce mesajla doldu."Hayır normal değilsin, çünkü annesin" yazmıştı biri.
Sahiden, anne olmak, gittikçe acayipleştiriyor muydu insanı? "Siz de ağlıyor musunuz böyle?" diye sormaya devam edince, anneler dökülüverdi. Yazılanlar, delilikte beni aratmıyordu. Hatta, ben kızımı doğurduğum günü hatırlayıp ağlıyorum diye ağlamaya başlayanlar vardı. Sanal alemdeki bu sulu gözlü paylaşımdan sonra, bir kez daha yalnız olmadığımı hissettim ve durumu kabulettim: Evet biz deliyiz çünkü anneyiz!

Anneler nelere ağlar

- Sokakta bebek görünce, çocuklarının bebekliklerini hatırlayıp, ağlar.
- Gelin damat görünce, büyüyüp evlendiklerini hayal edip, ağlar.
- Ana okuluna başlayınca ağlar.
- İlkokula başlayınca on katı ağlar.
- Bebekken, ayak parmaklarına bakıp, "bezelye kadar bunlar" diye ağlar.
- 36 numara olunca ,"aah ah, ne zaman büyüdü bunlar daha dün bezelyeydi" diye ağlar.
- İlk konuştuğu, oturduğu, emeklediği, yürüdüğü, zaman ağlar.
- Diş çıkardığı zaman ağlar.
- İlk meyvesini yedi diye ağlar.
- Yemek yemedi diye ağlar.
- İlk defa tuvalete "e-e" yapmayı becerdiği zaman ağlar.
- Ana okulundan mezun olduğu zaman ağlar. (Ki aslında böyle bir mezuniyet yoktur.)
- Kendininki bebekken, elalemin çocuğunun mezuniyetine ağlar.
- Kendi çocuğunun mezuniyetinde hepten ağlar.
- Nedensiz ağlar.
- Okumayı söktüğünde, çocuk asrın buluşunu yapmış gibi ağlar.
- En saçma reklamlara ağlar.
- Yeşilçam filmlerine ağlar, haberleri izledikçe, zaten ağlar.
- Bebeklik fotoğrafına baktıkça ağlar.
- Geleceği hayal edip gene ağlar.
- Özleyince ağlar.
- Bir gün yuvadan uçacak diye ağlar.
- Çocuğu ağladığında ağlar.
- Bayramda, düğünde, mezuniyette, kısaca ne zaman özel ve güzel bir şeyler giydirse ağlar.
- İlk işe girince ağlar.
- Evlenince ağlar.
- Torunu olduğunda daha çok ağlar.
- Benim bu yazdıklarımı okurken ağlar.
- Bu satırları yazarken ağlar.
- Bir de, kendi çocukluklarına ağlar anneler.

Bunu kimse bilmez. Hiç gidilmemiş bir yer, çalınmamış bir müzik aleti, giyilmemiş bir elbise, oynanmamış bir oyun, izin verilmemiş bir arkadaş, yarım kalmış bir aşk, hiç söylenmemiş kelimeler saklıdır, o gözyaşında. Ancak bir başka annenin görebildiği, mevsimi geçmiş hayaller süzülür yanaklarda...

Ve her anne, biraz da kendi çocukluğunu temize çeker, çocuğuna yarattığı dünyada.

Anneme çocuk Berna'yı sordum

Anne, ben çok usluydum değil mi?
Çok... Ada kadar olmasa da usluydun.

Ada nerden çıktı şimdi, kendimi soruyorum.
Usluymuşum işte, anneannem öyle derdi hep!

Anneannen, sen torunusun diye öyle görüyordu.
E, Ada da senin torunun, demek sen de o yüzden onu daha uslu buluyorsun...
O başka! Sen biraz şeydin...

Neydim?
Ne bileyim, "hayalci"!

O ne demek şimdi?
Hep hayal alemindeydin, sofrada hayallere dalar, sonra önünde çorba olduğunu unutur, kollarını
kaseye sokardın. Misler gibi okula yollardım, yarım yamalak gelirdin. Önlük yakasını, senin için özel diker, kenarlarını işlerdim, sen okuldan gelirdin yaka yok. Kalem, silgi desen, hak getire...

E anne bayağı şapşal yaptın beni...
E artık adını sen koy! Sonradan açıldın sen. İlkokul 4'üncü sınıfa kadar, ödev de yapmazdın. "Kızım okulda n'aptınız" derdim, uzata uzata "Haaaaatırlaaaaamıyoooruuuum" derdin. "Okumaz" derlerdi senin için, öğretmenlerin. Öyle yani...

Anne ben okul birincisi oldum sonra, hep takdir aldım, onları niye anlatmıyorsun?
E "sonradan açıldın" dedim ya kızım! Ada gibi akıllı değildin başlarda.

Ya anne niye durup durup Ada'ya getiriyorsun lafı, kendi çocuğumu kıskanıcam ha!
Sordun söylüyorum! Bir de ağır kanlıydın sen çok, sonradan böyle cadı gibi oldun.

Asıl Ada ne çok ağır bir bilsen! "Yayık ayranı" diyorum ona, o kadar yani!
Yok senin kadar değil.

Ya anne yapmasana şöyle!
Aaaa ben mi bilicem sen mi? Ben doğurdum seni. Öyle diyorsam öyle! Elli kere seslenirdim de
duymazdın beni. Artık hangi hayal alemindeysen!
"Ben o hayallerim sayesinde bugün oyuncu oldum. Hayallerimi satıyorum şimdi" diyemiyorum tabii.
İtiraf edeyim, ben hâlâ annesinden biraz korkanlardanım. Sessize dinliyorum...
Üzmedin ama beni hiç, Allah için. Hiç laf getirtmedin, ne çevreden ne de okuldan...
Allah razı olsun iyi bir laf ettin benim için...

Bir şey mi dedin!
Bebekken diyorum...
Ah çok güzeldin... Doğduğunda gözlerin mor menekşe rengiydi. "Elizabeth Taylor" gözlü kız diye, hastahanedekiler görmeye gelirdi de sen uyumaktan gözünü açmazdın. Sonra bozuldu böyle göz rengin!

Anne yeşil benim gözüm, fena mı!
Yok fena değil ama menekşe de değil!

Aşkolsun! Sen de benim ergenliğe girmeme izin vermemiştin hatırlıyor musun? Ben sana, "Anne
ergenlikte bunalırmış insan, canım sıkılıyor benim de" demiştim, sen de "Bir sıkarsam senin canını!" demiştin!

Ben! Hiç hatırlamıyorum, demem ben öyle şey! Ayrıca ne yaptıysam iyi yapmışım. Bak etrafına,var mı bir tane daha benim kızım gibisi!
Anne,Her zaman söylerim; benim kızım zekidir diye. Nasıl oldu bilmiyorum, on yaşından sonra bir açıldın sen. Boyunla beraber zekanda serpildi. Hep başarılı oldun. Aldığın her ödülde senden çok ben sevindim. İzlediğim her oyununda koltuklarım kabardı. Gurur duyuyorum seninle bir tanecik kızım.

Ama en çok hangisiyle? Hangi yaptığımı en çok beğendin? En çok gurur duyduğun hangisi?
Ada...

Anneeeeee ...

*
ağlıyoruz...

Yazının devamı...

Ne haftaydı ama!

Kırmızı halı, futbol maçları Meclis kavgaları, biber gazı Buyrun birlikte göz atalım...



Antalya Televizyon Ödülleri

Aslında bu geçtiğimiz hafta sonunun konusu ama ben de Cumartesi-Pazar yazdığım için, bir haftalık periyoda dahil ettim. Önceki yıllarda ben de jüriydim, o yüzden sonuçlar beni hiç şaşırtmadı. O zaman söylediğimi bugün de tekrar etmek zorundayım: Kategoriler bu kadar fazla olduğu sürece, ona ayıp olmasın, şunun hatrı kalmasın diye bol bol ödül dağıtıldığı sürece, bu tören hak ettiği değeri bulamayacak. Bir ödül töreninde, her dalda çok sayıda kişi “en iyi” ödülünü alırsa, bunun kıymeti harbiyesi olmaz. Adı üstünde “en iyi”! Kendi alanında, bir kişi alacak ki ödülün bir önemi olsun. Hele, “en iyi yeni sezon” diye bir kategori belirlenmiş ki akıl sır alacak gibi değil. Üstelik, “Suskunlar” dizisinin, yayından kalktıktan sonra “yeni sezon” kategorisinden aday olması ayrı bir muamma! Hem “Karadayı” hem “Muhteşem Yüzyıl”, “drama” dalında ödül alsın diye formülize edilmiş belli ki. Erkek oyuncu olarak da sadece drama dalında, hem Kenan İmirzalıoğlu hem Halit Ergenç ödül aldı. Kıvanç Tatlıtuğ ise zaten aday gösterilmemişti. Her jüri, Kıvanç Tatlıtuğ’u aday göstermek ister, performansıyla hakkıdır çünkü! Ama, Antalya Televizyon Ödülleri’nde, yapımcılar, kendi dizilerinin oyuncularını kendileri aday gösteriyor. Haliyle, yine işin içine hesap kitap giriyor. Son derece yanlış olan bu uygulamanın da değiştirilmesi ve adayları jürinin seçmesi şart. Aksi halde yapımcısıyla arası kötü olan bir oyuncu, ağzıyla kuş tutsa aday gösterilemeyecek. Özetle, ne seyreden bir şey anladı ne ödül alanın gururu okşandı. Zaten memlekette, tek tük ödül töreni var, herkesi memnun etme kaygısıyla, bunları da değersizleştirmemeli. Demem o ki Amerika yeniden keşfedilmemeli.

1 Mayıs





Tam anlamıyla bir skandal! Hesapta halkın iyiliği söz konusuydu. Çukurlar tehlikeliydi. Herhalde, hiçbir inşaat sahası, insanlara ve bir bayrama bu kadar zarar vermezdi. “Benim dediğim olacak“ sevdasından, memleketçe utanç hanemize bir çentik daha atmış olduk. En baştan sendika başkanlarıyla konuşulsaydı, güzellikle önlemler alınsaydı,
1 Mayıs “Bayram” olsaydı... Sonradan yapılan açıklamalar da “özrü kabahatinden büyük“ dedirtti. “Orantılı güç kullandık“ dendi. Gerçi haksız sayılmazlardı, sonuçta bire bin de matematiksel olarak bir “oran”dır!

2 Mayıs



1 Mayıs utancını, ikiye katladı. Kendi gibi yeni yetmelerin gözdesi Justin Bieber, ülkemize geldi. Havaalanını birbirine kattı, gazetecilerin başında şemsiye paralandı ama bir gün öncenin tersine hiçbir kuralı tanımayan Bieber, polisçe ödüllendirildi. Ayağına gidildi, işlemleri yapıldı, gülücüklerle selamlandı. Bieber’in gazı, biber gazını solladı. Binlerce vatandaş bir Bieber etmiyormuş, kanıtlandı.

Futbol dolu bir hafta sonrası... Yorumlarım ve tahminlerim...

21’inci yüzyılda ilk kez bir Türk takımı, UEFA’da yarı final oynadı. Heyecan doruktaydı. Ne yazık ki olmadı. İstanbul’da oynanan ilk maçı kazanmış ama o maçta, final biletini kaybetmiştik aslında. Kaçan penaltı, direkten dönen toplar, “buraya kadar“ der gibiydi. Farklı bir galibiyet yaşansaydı, Portekiz’de kıl payı kaçan zafer, Fenerbahçe’nin olacaktı. Eh, futbolun da zevki burada değil mi? Maç bittikten sonra bile “olsaydı”lar meşgul ediyor zihnimizi. Artık söylenecek tek söz var: Bize bu heyecanı yaşattığın için “Teşekkürler Fenerbahçem.”
Futbolda heyecan bitmiyor tabii. Şimdi pek çok kadının “gene mi maaaaç“ diye isyan ettiğini biliyorum. Hem UEFA hem Şampiyonlar Ligi’nde final maçları var önümüzde. Ben Bayern Münih kupaları kaldırır diyorum. Hem Şampiyonlar Ligi kupasını hem de Süper Kupa’yı... Kazanmakla yetinmeyen, maç bitene kadar, skorunu muhafaza etmeyi değil büyütmeyi hedefleyen futbol anlayışıyla, bence sonuna kadar
hak ediyor kupaları.
Gelelim UEFA’ya... Chelsea ve Benfica arasındaki final maçının kazananı dilerim Chelsea olur. Benfica, Fenerbahçe’yi yendiği için böyle söylediğimi düşünenler çok olacaktır. Oysa, sahiden ilgisi yok. En nefret ettiğim futbol anlayışının Benfica’da olduğunu gördüm. Centilmenlikten uzak, acımasız ve kaba bir deyimle “sürekli çamura yatan“ oyunlarını, maçı oynayarak değil entrika dolu ve rakip futbolcuları yaralayarak saf dışı bırakma stratejilerini son derece sevimsiz ve sportmenlikten uzak buluyorum. Ben futbolcunun da futbolun da zeki, çevik ama en önemlisi ahlaklısını seviyorum.
Ve bugün... Günlerden Pazar... Yine bir futbol heyecanı... Galatasaray, Sivas Spor karşısında galibiyet alırsa, şampiyonluğunu ilan edecek. Aksi halde, amansız rekabet devam edecek. Ben haftalar evvel, twitterda Galatasaray’ın şampiyonluğunu kutladım.
Bu aşamadan sonra, bence Galatasaray, liderliğini riske atacak bir yenilgi almaz. Elbette kimse bilemez. Düğüm bu akşam çözülecek. Ben bir Fenerbahçeli olarak, Galatasaray’ın bu akşam şampiyonluğunu ilan edeceğini düşünüyor ve şimdiden kutluyorum.

Afife Tiyatro Ödülleri



Türkiye’nin en saygın ve en önemli ödül töreni... Ne yazık ki televizyonda yayınlanmadı. Törene katılamadım ama daha sonra arkadaşlarımın paylaşımından izledim.
Son derece şık ve Avrupa ayarında bir tören olmuş. Koca bir yıl boyunca dizilerin elli katı oyun oynandığı için, rekabet de o oranda yüksek. Yine de komedi ve dram dışında kategori yok. Bu yüzden, kazananlar sahiden büyük bir havuzdan çıkıp ödülü almanın gururunu yaşıyor. Ödülleri gözünde fazla büyüten biri olmadığım halde, benim de aldığım ödüllerim arasında “Afife”nin yeri ayrıdır. Korhan Abay da ödül törenlerinde sunumun ne kadar önemli olduğunu kanıtlıyor.
Çok başarılı ve artık bu ödülle özdeşleşti diyebiliriz. Büyük bir alkışı hak ediyor. Ben, hem ödül töreniyle hem de katılan tüm tiyatrocularla gurur duydum. Ne diyelim, darısı diğer ödül törenlerinin başına...

Meclis kavgaları terbiye sınırını zorladı...

Uzun yıllardır Meclisimiz ne yazık ki kavgasız ve hakaretsiz gün geçirmiyor. Bize de bir zamanların Tâlat Halmân ve Hasan Ali Yücel gibi, entelektüel, edebiyata muhteşem çevirileriyle imza atmış, zarafet timsali bakanlarımızı hasretle anmak düşüyor. Kavganın bile bir uslûbu olması gerektiğini çoktan unutmuş milletvekillerimiz, bu hafta, terbiye sınırlarında zirveyi zorladılar. Sanatçılara, her fırsatta “Halk için örnek teşkil etmeniz lazım” diyen devlet adamlarımız, halkı temsil ettikleri için örnek teşkil etmesi gerekenin, kendileri olduğunun farkında değiller belli ki! Elbette istisnaları tenzih etmek gerek ama Meclis toplantılarını izlediğimizde, istisnaların kaideyi bozmadığını görüyoruz.
Üstelik, çocukların da haberleri izlediğini, çevresinde olup bitenlere duyarlı vatandaşlar yetişmesi için izlemeleri gerektiğini düşünürseniz, artık etrafına küfreden, bağırıp çağırarak konuşan çocuklara da kızmamamız gerekecek. Milletvekillerimize müdahale edemediğimize göre artık görev RTÜK’e düşüyor. Çocuklara fevkalade zararlı olan bu görüntülerden çocukları uzak tutmak ve terbiyelerinin bozulmasını önlemek için, ya haberleri geç vakite almalılar ya da siyasilerin konuşmalarına bolca “bip” uygulatmalılar! Hayali kahramanların her hareketinin sansürlendiği dizilerimizdense, gerçek kimlikleriyle halkı temsil edenlerin Meclisine sansür daha gerekli belli ki!

Yazının devamı...

Dikkat! Bu sette çocuk var

Bir arkadaşım, sohbet ederken, çocuklarını “anı” olsun diye dizilerde ya da reklamlarda oynatmak istediğinden söz etti. Ben de ona, “anı olur olmasına da kötü anı olur çocuklarının hayatında” dedim. Ona anlattığım bir kaç hatıradan sonra, zaten vazgeçti bu sevdasından.
Şu anda ben ve benim gibi pek çok oyuncunun, ağır çalışma şartlarından dolayı uzak kalmayı tercih ettiğimiz dizi setlerine, çocuklar nasıl dayanıyor hiç düşündünüz mü? Sabahlara kadar uzayan çalışma saatlerinden sonra okula giden çocuklar... Uykusuz kalan çocuklar...Üşüyen çocuklar...Yemek düzeni olmayan çocuklar... Oyun oynamadan, bayram bilmeden, yatma vakti olmadan büyüyen çocuklar... Çocuk oyuncular...
Bir dizide, elime 40 günlük bir bebek gelmişti. Benim bebeğim olacaktı, “film icabı”...
Aylar içinde bebek bana o kadar alışmıştı ki, annesinin kucağında ağlıyordu. Huysuzlanmaya başladığında “seni istiyor” diyerek, bana veriyordu annesi bebeği.
İlk büyüttüğüm bebek oldu benim. Az kavga etmedim, az gözyaşı dökmedim, onun için. Tam bebeğin sahnesi geldiğinde bir bakardık uyumuş! Uyandırılırdı el mahkum, ağlaya ağlaya...
O ağlardı, dayanamaz ben de ağlardım. Sahne icabı, ağlaması gerekirdi, asistanlar poposunu çimdirirlerdi hafiften. Sahne çekilmeliydi çünkü, vakit geçiyordu... Kimsenin ne beni, ne onu dinleyecek hali vardı sette. Dizi yetiştirilmeliydi, gerisi teferruattı...Yapımcı da, yönetmen de, ben de, anne de suç ortağıydık yaşananların. Uluslararası Çocuk Hakları’na aykırı bu durum, çok yakında çıkarılmasını beklediğimiz yasayla artık yaşanmayacak diye ümit ediyorum.
Her Anneler Günü’nde hâlâ BENİ ararlar
Bir başka dizide, okuma yazma öğrettim bir çocuğa. Okul çıkışı doğrudan sete geldiği için, ödevlerini benimle yapardı. Bir tek benim elimden yerdi sebzeyi. Kim bilir belki beni annesinden çok gördüğünden, belki de çocuk beyninde oyun ile gerçek olanı karıştırdığından, “annesi” oluvermiştim sanki. Kucağımda uyurdu geceleri, sahne ışığının yapılmasını beklerken. Elbette benim yorgunluğum da iki katına çıkardı ama vicdan sahibi kimse görmezden gelemez, bir çocuğun ilgi bekleyen gözlerini. Çocuklarımı oynayan küçük oyuncular, her Anneler Günü’nde belki de bu yüzden hâlâ ararlar beni.

Setin en zor yanı, soğukta beklemek Hayatım set-okul-özel dersten ibaret


Bende anı çok, ama sözü bir çocuk oyuncuya bırakmak istiyorum.

Oyuncu sendikamızın ofisinde, sendikanın genel sekreteri, benimse konservatuvardan sınıf arkadaşım olan, sizlerin ise oyuncu olarak tanıdığı Şebnem Sönmez’in ev sahipliğinde, doğuştan gelen yeteneği ile hepimizin kalbinde taht kurmuş bir çocuk oyuncu ile buluştum. “Kınalı Kar” dizisiyle tesadüf eseri oyunculuğa başlayan, “Babam ve Oğlum” filmiyle hafızamıza kazınan, “Leyla ile Mecnun” dizisiyle ekranda olan, mesleğine aşık, artık çocukluktan, delikanlılığa geçmek üzere tecrübeli bir oyuncu: Ege Tanman...

Ege, 5.5 yaşında başladın oyunculuğa. Hatırlıyor musun nasıl geliştiğini olayların?

“Kınalı Kar” dizisi Bursa’da çekildiği için, Emrah Abi’nin (Emrah İpek) oğlunu oynamam için kreşte deneme çekimi yaptılar benimle. “Anı” olur diye başlattı annemler. Esas, “Babam ve Oğlum” filmiyle çıkış yaptım. Sonra çok sevdim ve tüm zorluklarına rağmen bırakmak istemedim.

36 saat uyumadan çalıştım

Herkeste aynı düşünce oluyor herhalde. Ben de diyorum ki böyle düşünenlere, anı olur olmasına ama sonra silemezsiniz (Çok gülüyor buna Ege)... Biraz yaşadığın zorluklardan söz etsene?

Mesela, ben 9 yaşındayken, 36 saat hiç durmadan ve uyumadan çalıştım. Hiç bir çocuk bunu yaşasın istemem. İşte bunların önüne geçmek için, “Bu sette çocuk var” kampanyasını destekliyorum.

Vaaaaaay, sendikacı olmuşsun iyiceeeee (hep birlikte epey gülüyoruz)... Geçtiğimiz 23 Nisan, Çalışma Bakanı’nın koltuğuna oturmuş ve gerekli düzenlemeler için çalışmışsın duyduğuma göre!

Evet. Çok güzel bir deneyimdi ve bu vesileyle, yeni çıkacak yasanın temellerini de benim bakanlık dönemimde atmış olduk (Gülüşüyoruz). Ben “Oyuncu Sendikası”nın ilk çocuk üyesiyim. Ancak sendikalaşarak, olumsuz şartların önüne geçebileceğimizi düşünüyorum. Şimdi belki komik gelecek ama, “artık benden geçti, ben büyüdüm, şimdiki çocuk oyuncu kardeşlerimizi kurtaralım” diyorum. Arkamda, haklarımı koruyacak bir sendika olduğunu bilmek güç veriyor.

Derslerini nasıl yürütüyorsun?

Özel bir okula gidiyorum. Lise birinci sınıftayım; gidemediğim ve kaçırdığım dersleri özel ders alarak tamamlıyorum. Yani, set-okul-özel ders arası yaşıyorum.

Oğlum ‘anı’ olsun diye başladı sonra da vazgeçmedi


Peki, bu soruyu annene sormak istiyorum. Ege yıllardır para kazanıyor, birikimi var mı kendi adına? Belki yurt dışına gitmek ve eğitim almak isteyecek, bunu gerçekleştirebilir mi? Çocukluğunu yaşayamamış, bari böyle bir şansı olacak mı?

Ege’nin annesi: Bir ev aldık, onun dışında tüm kazandığını Ege için biriktirdik. Zaten yurt dışında okumak gibi bir niyeti de var. Bu hayalini gerçekleştirebilir.

Sette seni en zorlayan şey?

Çok uzun saatler soğukta kalmak.

Demek ki bunun yaşı yok, bence de öyle...

Şimdiki setlerde karavan filan var, eskiden bir odaya 15 kişi toplanır ısınmaya çalışırdık.

Sen de “eski setler” diye konuşuyorsun ya, biz ne yapalım? ( Fena gülüyoruz) En çok içinde kalan şey nedir? Bayramda çalışmak; sokakta oynayamamak, okul gösterilerine çıkamamak?

Okul gezilerine katılamamak... Arkadaşlarım gezideyken ben hep çalıştım.

Çok kişiyle çalıştın, sana çocuk olarak en yardımcı olan set hangisiydi?

Babam ve Oğlum. Çağan Abi (Irmak) beni hep kollardı. Seti bana göre düzenlerdi. Hasta olduğumda, tüm çekim programını değiştirirdi. Çetin Abi de (Çetin Tekindor) Fikret Abi de ( Fikret Kuşkan) hep önceliği bana verirdi. Şebnem Abla (Sönmez) da beni kucağında çok uyutmuştur. Şimdiki setim “Leyla ile Mecnun” da çok rahat ve eğlenceli. Büyüdüm zaten artık.

En kötü deneyimin?

Ege’nin annesi: Ben anlatacağım... 9 yaşındaydı. Bir sette, akşamdan sabah 8’e kadar, kol ve bacak aralarından askılara alınarak havada uçurma sahnesi çekildi. Çocuğun her yanı kıpkırmızı oldu. Korkunçtu.

Siz niye bu zor şartlarda çocuğunuzun çalışmasına izin verdiniz?

Ege’nin annesi: Anı diye başladık sonra da Ege vazgeçmedi ve çok tutturdu. Başarılı oldukça vazgeçmek istemedi. Ben de perişanım. Soğukta sokaklarda sabahlıyorum. İşimi bıraktım. Hiç yaşantım yok. Ege’nin peşinde Bursa-İstanbul arası mekik dokuyorum.

Çocuğun olsa bu işe sokar mısın Ege?

Hayır. Bu şartlarda olmaz. Ben çok sevdiğim için katlandım ama çok da ızdırabını çektim.

Oyuncu Sendikası Genel Sekreteri Şebnem Sönmez

‘Sendikalarla birlikte çocuk işçiliğinin önüne geçeceğiz’


Nasıl başladı “Bu Sette Çocuk Var” kampanyası?

ILO (Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Çalışma Örgütü) Türkiye Direktörü Ümit Deniz Efendioğlu’nun, dikkatimizi çocuk oyuncuların çalışma şartlarına çeken bir mail atmasıyla başladı her şey. Ben de bir film için, yan sedyemde bir bebeğin doğmasını 8 saat beklemiş ve yeni doğmuş bir bebekle gözyaşları içinde çekim yapmış bir oyuncu olarak bu konuda çok hassasım. Bir sette çocuk oyuncu elbette olacaktır ama şartlar ona göre düzenlenmek kaydı ile! Çocuk Hakları ihlaline her alanda “dur!” demeliyiz. Hep birlikte! Örneğin; seyirci, dizi çekiminde bir çocuğun geç vakitte çalıştığını görürse, Çalışma Bakanlığı’nın yakın zamanda açılacak telefon hattına şikayet etmeli. Şahit olan herkes, isim vermeden de şikayet edebilir.

Çok detaylı bir inceleme ile çocukların çalışma şartlarını belirlemişsiniz. Bir de ailelerin, geçim kaynağı olarak çocuklarını çalıştırma durumu var!

Ücretler çok yüksek yani özendirici olmayacak. Ayrıca kazanılan para zorunlu olarak çocuğun hesabına yatacak; veli kullanamayacak.



Yabancılar nasıl çözmüş?

İkiz, üçüz ya da dördüz kullanarak, çocukları dinlendire dinlendire çalıştırıyorlar. Hayvanları da böyle çalıştırıyorlar. Ben çalıştım. Maymun kullanırken, üçüz çalıştırıyorlardı. Biri dinlenirken, diğeri yerine geçiyordu.

12 Haziran Çocuk İşçiliğinin Önüne Geçme Günü. O güne kadar yasa çıkar mı?

Kesinlikle! Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in sözü var. Amacımız; örnek teşkil ederek, zaman içinde tüm sendikalarla çalışmalar yaparak, her alandaki çocuk işçiliğin önüne geçmek... Setlerde de her şeyi, çocuk haklarını esas alarak planlamak yapımcıların görevi.

Yazının devamı...

Adım adım Kapadokya

Kapadokya... Çoook çoook eskiden, Erciyes yanar dağının patlamasıyla yöreye dağılan lavların soğuması ve yüzyıllarca rüzgâr ve su erozyonuna uğraması sonucu oluşmuş, insanoğlunun bu doğal oluşumu keşfetmesiyle, yaşamaya başlamış, büyülü dünya... Hitit’ler, Frig’ler, Med’lerden Pers’lere kadar pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış müthiş bir coğrafya... Persler,”Katpatukya” yani “Güzel Atlar Ülkesi” adını vermiş bölgeye.
Büyük İskender’in istilâsını da yaşamış bu topraklar. Daha sonra, Helenistik kültür hâkim olmuş. Roma’nın etkisine girmiş bir zaman sonra ve yıllarca Roma ve Pontus Krallıkları arasına gidip gelerek çok zarar görmüş. Hıristiyanlığın, ilk yayıldığı topraklar olarak, tarihte ayrıca önemli bir yere sahip olmuş. Hıristiyanlığın, henüz serbest bırakılmadığı dönemlerde, ilk ibadethaneler, bu bölgenin vadi yataklarına yapılmış. 1071 yılında, Anadolu’nun Selçukluların eline geçmesiyle, Bizanslıların dini ibadetleri serbest bırakılmış. Bu bölgede sıkça rastlanan, aynı yerde ve aynı zamanda yapılan camii ve kiliseler, o günün toplumunda “hoşgörü”nün ne kadar yüksek olduğunu simgeliyor. Sürekli çeşitli akınlar altında kalmış bölge insanı, çareyi, doğa olayları ile oluşmuş mağaraları, kendine “ev” hatta “yeraltı” kenti yapmakta bulmuş. Mağaraların içine kiliseler, kiliselere freskler yapıp, sanatı da yaşamın içine katmış. Tarih, doğa ve insanoğlu elele verip bu eşsiz güzelliğe imza atmış.

Aşk Vadisi nefes kesiyor odaların her biri büyülüyor


Göreme: Kapadokya’nın en ünlüsü...”Göremezsin” anlamında “Gör Emi” sözü, günümüze “Göreme” olarak gelmiş. Peribacaları, kaya kiliseleri ile büyüleyici... Aziz Pavlus’un misyoner yetiştirdiği yer olması bakımından da önemi büyük. Çevre köylerle birlikte, 400 kiliseye ev sahipliği yapıyor. Peribacalarının en iç içe olduğu kesim büyük bir açık hava müzesine dönüştürülerek, Milli Park hâline getirilmiş. Turizmin en işlek olduğu yer burası. 3-4 km.uzaklıktaki Çavuşin, Göreme’ye yolu düşenlerin uğraması gereken bir köy. Papazevleri ve kiliseleri, günümüz köylüleri tarafından “güvercinlik” olarak kullanılıyor. Ben Çavuşin’de gerçek bir mağara evde kaldım. Village Cave, insana tam bir “mağara hissi” sunuyor ve böyle bir gezinin ruhuna çok yakışıyor. Çok keyif aldığımı belirtmeliyim. Çavuşin’e yürüme mesafesinde, herkesin pek bilmediği, bizim de kaldığımız evin sahibi Halim sayesinde keşfettiğimiz Bağıldere (turistik adı aşk vadisi-love walley) insanın nefesini kesecek güzellikte, sıra sıra ve çok görkemli peribacaları ile en güzel gezi rotalarından biri.

Uçhisar: Âşık oldum. Tıpkı İtalya ya da Fransa’nın dağ köyleri havası var, üstelik manzarası peribacaları... Kalesine çıktığınızda, tüm Göreme Vadisi ayaklarınızın altında uzanıyor.

Zelve-Paşabağ: İçine girince ayrılmak istemeyeceğiniz, gruplaşmış 15-20 metre yüksekliğinde peribacalarını görünce etkilenmemek elde değil. İnsanoğlunun barınma ihtiyacı ile oyduğu odalar, şaşkınlık yaratıyor.

Mustafapaşa-Sinasos: Kökleriniz benim gibi mübadele yaşamış bir aileye dayanıyorsa, daha da etkileneceksiniz. Kapadokya’da en sevdiğim yerlerden biri oldu. Ürgüp’ün hemen yanı başındaki bu eski Rum köyü, evleri ve sokaklarıyla büyüleyici. Mutlaka, yolun sizi yukarılara götürmesine izin verin ve Büyük Sinasos Konağı’nı bulup bu müze evi gezin. Mübadeleden sonra, Türklere geçen Sinasos, isim değiştirerek Mustafa Paşa olmuş. Kasabadaki manastır da görülmeli. Rumların, evlerinin güzelliğine çok önem verdiği herkesçe bilinir ancak mübadeleden sonra evleri devir alan Türkler, kendi ihtiyaçlarından ötürü, evlerin en güzel yerlerini hayvanlara ayırmışlar. Bu yüzden epey harap olmuş. Bu gün, restorasyon çalışmaları ile evler eski güzelliklerine yavaş yavaş dönüyor.

Ürgüp: Çevresi kadar çarpıcı değil ama turistik açıdan çok geliştiği için, yeme-içme için en güzel mekânlar burada. Şarap üretim ve tadım yerleri de Uçhisar ve Ürgüp’ü mesken almış. Ürgüp’ü meşhur eden Mustafa Güzelgöz olmuş. 1963 yılında eşek üstünde ilk gezici kütüphaneyi kurmuş ve bölgenin kültür hayatına büyük katkı sağlamış. Çalışmalarından ötürü, dönemin ABD Başkanı Kennedy tarafından ödüllendirilmiş, Amsterdam’da yılın kütüphanecisi seçilmiş ama kendi ülkesinde ne yazık ki memuriyetten atılmış. Her yerde ödüllendirilirken, ülkemizde cezalandırıldığını duyduğumda ben hiç şaşırmadım, ya siz?



Bölgenin en masalsı kasabası...


Avanos: Burada yaşayan ilk insanlar gibi seramikçilik geleneğini sürdüren, yeraltı yaşamını bu gün çömlekçilerin üretim alanı olarak yaşatan, ortasından geçen Kızılırmak nehri ile Kapadokya’nın sayfiyesi havasında, bambaşka güzellikte bir kasaba.

Güzelyurt: Tek kelime ile muhteşem. Kasaba olarak ne Ürgüp ne Göreme, kesinlikle Mustafapaşa ve Güzelyurt derim. Prehistorik çağ yerleşimi bozulmadan günümüze kadar gelen, halkın geçmiş tarih ile iç içe yaşadığı, masalsı bir kasaba. Ihlara Vadisi’ne yakın olduğu için bu rotayı, Ihlara-Kaymaklı ya da Derinkuyu ve Güzelyurt olarak aynı gün içinde gezebilirsiniz. Panoramik bakış noktasına çıktığınızda (oklar sizi götürüyor), gördüğünüz manzara karşısında etkilenmemeniz mümkün değil. Daha sonra, şimdi otel olarak işletilen konaklarla bezeli sokakları ve konakların içini gezebilirsiniz.Yüksek Kilise, peri bacasının tepesine çıkmanıza olanak sağladığı için ve görkemli yapısı sebebiyle görülmesi gerekenler arasında.

Kaymaklı Yeraltı Şehri: Kapadokya’nın tamamı yeraltı kentleriyle dolu bir alan. İnsanoğlu’nun hayatta kalmak için, yerin altına kurduğu, binlerce kişilik, korunma sistemli, havalandırmalı, şaraphaneli, kiliseli ve birbirine bağlı şehirler, akıl ve hayâlin çok ötesinde. Üstelik, gün yüzüne çıkmamış çok büyük bir bölüm, hazine gibi halâ toprağın altında yatmakta. En derini, adından da anlayabileceğiniz gibi Derinkuyu Yeraltı Şehri. En geniş ve içinde gezmesi en zahmetsiz olan ise Kaymaklı... Benim tavsiyem, burayı mutlaka ziyaret etmeniz. Yeraltı kentlerinin hepsi birbirine benziyor, belirteyim.

Ihlara Vadisi: İnsanın ömrünü uzatacak bir doğal güzellik ve yine vadi boyunca oluşmuş mağaraların içinde, gizli saklı kiliseler. Nehir kenarında yürüyüşe devam ettiğinizde, Belisırma Köyü karşınıza çıkacak. Belisırma lokantasında alabalık yiyip, Belisırma Köyü’nün yamaç evlerini seyreyleyin.

Doğa ile iletişim kurmak, insanoğlunun tarihteki varoluş yolculuğuna tanıklık etmek için bir gün mutlaka Kapadokya’ya gidin...

Yazının devamı...

Büyülü bir dünya Kapadokya

Her şey, 11’inci doğum günü için, Ada’ya ne yapmak istediğini sormamla başladı. Biraz büyüdüğünden beri, partilerden pek hoşlanmayan kızım, 23 Nisan doğumlu olmasının avantajıyla, bu yıl da geçen yıl olduğu gibi, yeni bir yer görerek, yeni yaşını kutlamak istediğini söyledi. Açıkçası, ben Disneyland ya da Portekiz gibi seçenekler sunmuştum ama Ada’dan farklı bir öneri geldi: “Anne, Kapadokya’ya gidebilir miyiz, balona binebilir miyiz?” İşte, 5 günlük, büyülü Kapadokya yolculuğumuz böylece başlamış oldu.

Kapadokya’daki yolculuğumuzu, gittiğimiz ve gördüğümüz yerleri, az bilinen büyülü vadileri, çektiğimiz fotoğraflarla anlatmayı, yarın ki yazıma bıraktım. Önce, Kapadokya tatili planlayanlar için ufak öneriler...


Yolculuk: THY, artık Nevşehir’e de sefer koymuş ama zaten Kayseri de hemen hemen aynı uzaklıkta. Kayseri Havaalanı’na, çok ilden, çok sayıda sefer var. Kapadokya-Kayseri arası son derece düzgün bir yol. Ulaşım süresi bir saat civarı...

Oteller: Her yer otel! Merkezi olması ve doğal yapının korunmuş olması bakımından, Çavuşin veya Uçhisar’da kalmanızı öneririm. O kadar çok terk edilmiş, mağara, Rum konağı ve köyevi var ki... Bunlar restorasyonla, küçük otellere çevrilmiş ve çevrilmeye devam etmekte. Bazı bölgelerin, imar planı henüz yok ve hızla yapılmalı, aksi hâlde, 2000 yıllık mağara evlerin bir anda Osmanlı Konağı havasında turistik otellere dönüştüğüne şahit olabiliriz! Ben, gerçek bir mağara evde kalmak istedim. Aklınızda bulunsun, pek çok otel, mağara tarzında ama gerçekten “peribacası” içine yapılmış değil. Göreme’ye çok yakın ve turistlerce yeni keşfedilmiş bir yer olan, Çavuşin köyü, benim konaklamak için seçtiğim ve çok memnun kaldığım bir yer oldu. Savaştan gelen bir grup askerin, bir çavuş komutasında buraya gelip, köylülerin “Şurada bir in var, gidip yerleşin” önerisiyle yerleştikleri ve “Çavuş’un İni”nden türeyerek, bugün “Çavuşin” olarak adlandırılan köy, tüm doğallığıyla insanı kucaklıyor.




Gelelim kaldığım “mağara-ev” tarzı otele:

Sahibinin adı Halim. Babasının dedesi, köye imam olarak gelip, evlenince bu mağara eve yerleşir. Halim’in torunu da göze alındığında, 6 kuşaktır bu evde yaşadıklarını görüyoruz. 1960’lı yıllarda burada erezyon olunca, kayalar çökmeye başlamış ve yöre halkı, devletin verdiği evlere taşınmış. Artık, toprak oturmuş ve mağara evleriyle, mağara kilisesiyle son derece büyülü olan bu köye turist akını başlamış. Halim de, kendi doğup büyüdüğü evin bir kısmını restore edip, küçük bir otel haline getirmiş. Kendisi köyün yerli-köklüsü olduğu için, her noktasına hâkim bu coğrafyanın. Fazla bilinmeyen vadileri ve köyleri önererek, tatilinizi farklı bir boyuta taşıyor. Sanki, orada yaşayan bir köy evinde konuk oluyormuş gibi hissediyorsunuz. Mütevazı ve sıcak... Köy kahvaltısı muhteşem... Sadece üç gerçek mağara odası bulunan Village Cave için erken rezervasyon şart...

Yiyecek-içecek: Ahhhh nerede Kayseri mutfağı! Ne yazık ki Kapadokya bu konuda fazla “turistik” olmuş! Mantı diyorsunuz, o minicik minicik elde açılmış Kayseri mantısı hayal ediyorsunuz, marketten alınmış, hazır mantı servis ediliyor. Humus istiyorsunuz, pastırmasız geliyor. Gözlemeler, yufkadan... Bu yüzden, tavsiyelerime kulak verin derim...



İşte, keşfettiğim üç harika yer

Lil’a: Uçhisar, Müze Otel’in restoranı... Kapadokya’nın en meşhur ve en şık mekanı... İçi, gerçek antikalarla dolu bir mekan ve yemekler çok güzel. Ucuz değil ama paranızın karşılığını alıyorsunuz.

Barfiks: Sakın atlamayın. Çok bilinen bir yer değil, küçük bir mekan... Ürgüp içinde, Mustafa Paşa’ya doğru yer alıyor... Sahibi Karslı olduğu için, başka yerde pek bulamayacağınız türden, kurutulmuş kaz eti yiyebilirsiniz. Mezeler ve gerçek Kayseri mantısı harika. Eski bir Papaz’ın evi restore edilerek dönüştürülmüş, Kapadokya’ya yakışır bir restoran yapılmış.

Ehl-i Keyf: Ürgüp Merkez... Ana meydana bakan ferah salonu, şöminesi ve güler yüzlü servisi ile keyifli bir akşam geçirilecek bir mekân...

Özel mekan Mustafa Paşa mevkiinde bir müze ev

Büyük Sinasos Konağı... Mübadele öncesi, Rum bir aileye ait olan, yerin altındaki dehlizleriyle, insanı şaşırtan bu evi mutlaka ziyaret edip şimdiki sahibi Sibel Hanım’ın, tüm tarihimize sahip çıkan el yapımı bebeklerini görmelisiniz. Hele yanınızda bir çocuk varsa kesinlikle bayılacak...

Balon turu: Anlatılmaz yaşanır. Peribacalarının yanına inip boylu boyunca yeniden yükselmek tarifsiz.

Pilotumuz Halis Aydoğan, bizi tam anlamıyla rüya alemine uçurdu.

Hava durumu: Aman benim yaptığım hatayı yapmayın,

Kapadokya her mevsim geceleri soğuk bir coğrafya, unutmayın! Hele 23 Nisan haftası, gündüz bile 5-6 derece civarındaydı. İlk gittiğimiz gün, son derece güneşliydi sonra birden inanılmaz bir dolu yağdı ve bir anda her yer kar yağmış gibi bembeyaz oldu. Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Bu manzarayı gören, kar yağmış olduğuna yemin edebilir. Hava çok değişken, birden çok sıcak olup birden buz kesebiliyor. Her daim şemsiye ile dolaşmak şart. Ben 3 kere şemsiye satın almak zorunda kaldım. Her seferinde havaya kanıp, şemsiyeyi arabada bıraktım ve yağmura yakalandım. Tabii bunu bilen satıcılar her köşede şemsiye sattığı için, çok sorun yaşamıyorsunuz. Günlük gezi planınızı gökyüzüne bakarak yapın. Ne tarafta gökyüzü mavi ise dümeni o yöne kırın. Mayıs-Haziran, en ideal seyahat zamanı. Gündüzleri, çok sıcakta kayalıklara tırmanmak bunaltıcı olabilir. Gece ise her daim serin. Yaz aylarında bile bavula mutlaka akşam serinliği için bir şeyler koymak şart.

Kültür yapısı: İnsanların yüzüne bakınca, çok kültürlü bir mirasa sahip olmalarından kaynaklanan, hoş görülü ifadelerini hemen tanıyorsunuz. Çavuşin köyünde, hıristiyanlığın ilk yayıldığı kiliselerden birinin önünde, meyve suyu satarak geçimini sağlayan bir müslüman kadın bana taze yaptığı, musevi kültürüne ait olan “hamursuz” ikram etti. Tüm dinlerin bir arada nefes aldığı bu vadide ben de, bir gün tüm ülkemin bu anlayışa kavuşması için dua ettim.

Çocuklu aileler: Bana sorarsanız, çok küçük çocuklar için zor bir bölge Kapadokya. Eğer kolay yorulmayan, gezmeyi seven ve pek mızmızlanmayan çocuklarınız varsa, 8-9 yaşından itibaren, bu geziyi planlayabilirsiniz. Derin vadilere inip, peri bacalarına tırmanacağınız için, küçük çocukla zorlanabilirsiniz. Turistler, tırmanma sopalarıyla filan geliyorlar ve ne yaş ne de bedensel engel tanımadan bu büyülü coğrafyanın, her köşesini keşfe çıkıyorlar.

Çocuklular için bir uyarı daha; balon gezisi düşünüyorsanız, 6 yaş altı alınmıyor. Zaten sepetin derinliği 1 metre civarı. Tekrar söylüyorum, Kapadokya gezisine çıkacağınız çocuk, hiç değilse ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi olmalı.

Alışveriş: Avanos ziyareti sırasında, çömlekçilere mutlaka gidin, hatta çömlek yapmayı deneyin derim. Sadece beş dakikanızı alacak bu deneyim çok hoşunuza gidecek. Ada, o kadar zevk aldı ki, yaptığı çömlek henüz ıslak olduğu için, uçakta, elinde taşıyarak İstanbul’a getirdi. Çömlekçilerde, el yapımı nefis ürünler var. Ayrıca, toprak pişirme kaplarında yapılan yemek sahiden çok güzel oluyor. Ben, bir kutu kap-kacakla eve döndüğümü itiraf etmeliyim. Kapadokya “onyx” cenneti. Taştan objeler her yerde ve çok ucuza satılıyor. Uçhisar’a giden yolda, Güvercinlik vadisine bakan tepeden güvercinlere yem atarken, hemen yanınızda el işleri satan teyzenin tezgahına da bir göz atın. Ben, doğal taşlarla ördüğü bileklikleri bayılarak takıyorum ve her gören nerden aldığımı soruyor. Bu el işi bileklikler çok da güzel hediyelik oluyor. Üstelik, 10 lira... Aynı yerde,yine el işiyle bezenmiş nazar boncukları satılıyor. Benim gibi, nazar boncuğu aşıklarının kaçırmaması gerek. Tam ortada, nazar boncuklarıyla süslenmiş bir ağaç var. Siz de yerli-yabancı tüm turistler gibi önünde anı fotoğrafı çektirmek için sıraya gireceksiniz, emin olun. Uçhisar Kale’sinin yanında, kuru yemişçilerde harika kuru meyveler bulunuyor. Yine aynı yerde renk renk örtü satan dükkanlar var. Ben “Tokat Taş Baskı” çok sevdiğim için, tercihimi onlardan yana kullandım.



Yarın: Adım-Adım Kapadokya...

Yazının devamı...

Gelin ve damat adaylarına sesleniyorum

Bahar geliyor, düğünler dernekler başlıyor.
Gelinlerin en sevdiğimevsimdir “yaz”. Haklıdırlar da, üşümeden, yağmur stresine girmeden, güneşin güzel enerjisiyle evlenmek
başka keyiftir. Ben de Temmuz’un 25’inde
evlenmiştim.Hoş, bir gün önce sağanak yağmur
yağmur aklımı almıştı! Allah’tan korktuğum
başıma gelmedi demis gibi bir yaz akşamı evlendim!

Bu yıl, Temmuz ayının ikinci haftası Ramazan olduğu ve iki bayramarası evlilik adetten
olmadığı için,Mayıs- Haziran, dakikaya bir
nikâh düşecek belli ki... Gelin adayları, nikâhdüğün olayını abartmakta öyle ustalar ki içinde bulunduğumuz ay pek çok damat adayının burnundan gelmekte.

Evlenmek üzere olan pek çok erkeğin gözünde “error” (hata) yazıyor.Herkeste bir düğün telaşı, damat adaylarında “hatamı yapıyorum” bakışı hakimşu sıra... O yüzden, müstakbel gelinlere naçizane bir tavsiye: “Elbette özenin ama hayatınızın en önemli olayı hâline getirmeyin. Göreceksiniz ki değil...Ne olduğunu anlamadan geçip gidecek bir gün için, ilişkinizi ilk günden germeyin”. Ben kendi düğünümde de abartmamıştım. Zaten o yüzden olsa gerek, düğünmekânına en son ben geldim. Bir günde gelinliğimi seçip, iki provada bitirdim.

Saçıma da prova filan yapmadım. Bana kalırsa, düğün, romantik bir şey değil zaten. Sürekli sırıtarak, tanıdığın tanımadığın bir sürü
insanla fotoğraf çektiriyorsun. Zaten nasıl başlayıp bittiğini anlamıyorsun bile. Romantik olan “balayı”. Bu yüzden genç çiftlere, paralarını, eşi dostu eğlendirmek (ki nasılsa herkes bir kusur bulacak) için harcayacaklarına,
evliliklerine güzel bir başlangıç yapacakları “balayı” için harcamalarını öneririm. Biz, İtalya’ya gitmiştik ve hâlâ o günleri hatırladıkça kalbimısınır.

Bu evliliğin sırrını kimse anlamadı!

Ben 42 yaşındayım ve 25 yıldır, ilk ve tek aşkımla birlikteyim. Bunun 8 yılı flört, 17 yılı evlilik... 23 Nisan günü, bizim zamanımızda moda olan “çıkma” teklifi ile başladı ilişkimiz. Ve sanki, aşkımızın hediyesi gibi, on altıncı yıl dönümümüzde, yine bir 23 Nisan günü kızımız doğdu. Henüz lise öğrencisiyken beni yakalayan bu sevda, ne yıllar geçtikçe ünlenmeme aldırdı ne de değişen çevreye kandı. Bu evliliğin “sırrı ne!” kimse anlamadı!

Bu yüzden, boşanmaların son derece olağan
karşılandığı bir ortamda, ben tek bir erkekle
ömrümü geçirdiğim için yadırgandım hep.

Röportajlarda öyle acayip sorularla ve tepkilerle karşılaştım ki, ömrümü tek bir adamla geçirdiğim için neredeyse çıkıp özür dileyecektim. Her şeye anlayış vardır ünlüler dünyasında ama nedense “bir yastıkta kocamak” kabul edilir gibi değildir. Övünülecek bir şey olarak görmedim, evliliğimi uzun yıllar sürdürebilmiş olmayı. Şanslı olarak niteliyorum kendimi ve bu satırları yazarken bile tahtaya vurmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Geçen gün bir
arkadaşım, aşk maceralarını anlatırken, “Sen hiç yaşamamışsın, tek adamla geçen ömre yazık” dedi bana. Şaştım kaldım! Hiçbir zaman bilemeyeceği bir durum hakkında bile fikir sahibi olanlar çıkabiliyor işte! Ben kimsenin hayatı hakkında fikir yürütemem, çünkü hiç öyle maceralar yaşamadım. Ama yaşamamış olanlar da ömürlük ilişkiler hakkında fikir yürütmemeli. Yalnızca iki kişinin girdiği saf bir suya girmek gibi benim aşkım. Anlaşılması kolay değildir belki, ancak yaşayan bilir...

Aşk oradaysa istediğin kadar kazı altınndan yine çıkıyor

Bir yandan beni demode buluyor, bir yandan da böyle bir ilişki yaşamanın sırrı var mı diye merak ediyorlar. Aslında cevap, soruda saklı. “Sır”sız olmalı evlilik. Üstü yaldızla sırlanmış ve kazıyınca altından paslı teneke çıkan ilişkilerden değil.

Aşkın saf hali... Tıpkı altın gibi yıllar ne
kadar aşındırırsa aşındırsın, hep doğal ve sahi kalan... Aşk ve sevgi, gerçekten ordaysa, ilişkiyi istediğin kadar kazı, altından yine aşk çıkıyor çünkü... Bence her evliliğin kendine has bir formülü var. “Bir erkek şöyle yapıyorsa seviyor demektir, kadın aşıksa kesin sevgilisine böyle davranır, şöyle şöyle olduysa evlilikte aşk bitmiştir” filan diye anlatan yazarları okudukça, sahiden şaşırıyorum. İnsan kendi deneyim ve hislerinden yola çıkarak nasıl umuma
ahkâm kesebilir, bilmiyorum! Siz siz olun, başkalarından fikir alın ama gönlünüze yatmıyorsa, söylenenlere çok da takılı kalmayın!

İşte benden birkaç evlilik tüyosu!

Mâlum, düğün ayları geldi... İşte benden, evlilikle ilgili birkaç tüyo...

Uzun bir evlilik için önce bunu istemek gerekiyor. Yaşlılıkta el ele olduğunuzu düşündüğünüzde, içinizısınıyorsa, hazırsınız demektir.

“Evlilik Kurumu” lâfından nefret ederim. Eşim de öyle... Bu tanımlamayı yapanlara,”Bordrolu musun?” diye sorasım geliyor. Benim evlilik anlayışıma, kurumsal yapı hiç uymaz. Belki uzun bir evliliğin anahtarı olabilir kurumsal evlilik,
tıpkı uzun yıllar aynı iş yerinde çalışmak
gibi...Tabii evlilik memuru olmaya itirazınız yoksa! İki taraf da bu fikirdeyse sorun yok. Ama ya biri rutin bir düzen diğeri sürprizlerle dolu bir evlilik hayal ediyorsa? İşte temel sorun burada yatar.

Evlenmeden önce, sevgilinizin evliliğe bakış açısıyla, sizinkinin uyumlu olması çok önemli. Evlilikten ne anladığınızla ilgili karşılıklı konuştuğunuzda, ortak payda bulamıyorsanız sakın acele etmeyin.

Benim için “kusursuz ilişki” kavramı yoktur. Mâlum, Wabi-Sabi öğretisinden yanayım, yani kusurundan ötürü severim sevdiklerimi. (Wabi- Sabi’nin ne olduğunu geçtiğimiz haftalarda yazmıştım). Ne ben, ne eşim, ne de evliliğimiz kusursuz değil. Bence o yüzden eşsiz ve değerli. Birbirimizin hatalarından, kişiliğimizdeki çatlaklardan sızan ışıkla aydınlanıyor ve yolumuzu buluyoruz. Kusursuzluğu değil, hatalarımızla zenginleşen bir ilişki biçimini seviyoruz. Evleneceğiniz kişinin kusurlarını görmezden gelmeyin. Onları sevebiliyor musunuz, ona bakın!

EŞİTLİK! bizim evliliğimizin temelini oluşturur. Eşitsiz bir ilişki, kıymık gibi batar insanın yaşamına. Benim için öyle en azından.

Bizim şansımız, birlikte büyümemiz oldu. Birbirimizi etkileyerek ve dönüştürerek geldik bugünlere. Şu anda, sahip olduğumuz kişiliklerde
birbirimizin parçasını taşıyoruz. Bu da
birbirimiz anlamamızı kolaylaştırıyor. Elbette gidip siz de çocukluk aşkınızla evlenin demiyorum ama karşınızdakini tanıyacak süreyi kendinize verin. ”Aman biz tanıdık da
n’oldu!” türünden yapılan önermelere
kulak asmayın. İstatistikler bu sözleri onaylamıyor.

Araştırmalara göre çiftlerin birbirini iyi tanıması, işleri kolaylaştırıyor. Unutmamalı, istisnalar kaideyi bozmuyor.

Keşfe açık olmak, ilişkiyi her dem taze tutuyor. Bilimsel olarak, her yıl yeni bir coğrafi yer keşfetmek kişiyi genç tutuyormuş. Bence bu ilişki için de geçerli. Eğer siz de benim gibi gezmeyi çok seviyorsanız, mutlu olmak için kendinize buna açık bir eş bulun. Erkekler çoğunlukla, seyahat konusunda biraz ittirilmek istiyor. Önce geziyi ona cazip hale getirmeye çalışabilirsiniz. Örneğin boğazına düşkünse, Gaziantep seyahatine itiraz etmeyecektir. Baktınız, tüm çabalarınıza rağmen hiçbir şekilde
yerinden kıpırdamıyor, o zaman iyi düşünün derim!

Birlikte bir hobi geliştirmek veya O’nun tutkuyla bağlı olduğu bir hobisi varsa, ona ortak olmak, çiftlerin iletişimini kuvvetli kılıyor. Tenis ya da basket seven bir sevgiliniz varsa, öğrenmeye çalışın. Hatta sevgilinizden
öğrenmeye çalışın. Aralarda tartışma çıksa da o bile iletişimin bir parçası haline geliyor. Olmadı, seyirci olarak olayın içine girin. Aksi halde, çok vakit ayırdığı için sürekli şikâyet edeceksiniz. İyisi mi en baştan sempati duymaya
çalışın. Ben şanslıyım, eşim fotoğrafçılık
aşığı ve ben de sayesinde amatör fotoğrafçı oldum. Sırf fotoğraf çekmek için seyahat ediyor, bir ânı yakalamanın heyecanını paylaşıyoruz. Saatlerce bu konu üzerine sohbet ediyor, bir yandan da çekişiyoruz. Bu bizi heyecanlandırıyor
ve mutlu ediyor. Diyelim, eşiniz sizi
hobilerine ortak etmek istemiyor. Arkadaşlarıyla play-station oynuyor ve siz kenarda “saksı” olun istiyor. İşte o zaman iyi düşünün! Becerebiliyorsanız, kendinize bambaşka bir meşgale bulun. Yine de içinizde yükselen bir sinir hissediyorsanız, evlilik konusunda acele
etmeyin. Çünkü şunu bilin, evlendi diye
kimse değişmez.

Sofra birlikteliği önemlidir. İsterseniz, kahvaltılık hazırlayın ama tepside değil karşılıklı sofrada, sohbet ederek yemeğe alışın. Çocuk olduğunda benim ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.

Süslü bir kadın değilim ve makyajı da sevmem ama insanların bakımlı olmasının önemli olduğuna inanırım. Temiz ve özenli görünüm, beğeniyi daim
kılar. “Evli insanlar birbirinin her hâlini
görmelidir” diye bir kural yok! En azından benim için... Evlilikte de mesafenin korunmasından yanayım. Aksi halde,”kardeş” olma tehlikesi
olabilir! Uyarmadı demeyin!

Evlilikte cinsellik kesinlikle önemli.
Kural şu: Hiçbir kuralı dinleme! Kalbine
ve bedenine kulak ver. O sana keyfinin yerinde olup olmadığını, mutluluğunu, tatmin duygusunu anlatacaktır. 3 kere mi 5 kere mi diye kafanı yorma. Bu iş matematik dersi değil ne de olsa! İlla bilimsel bir yaklaşıma ihtiyaç duyarsan, kimya ile ilgilenebilirsin. Nasıl ki her elementin tepkime süreleri ve reaksiyonları farklı ise insanoğlunun da öyle... Turnusal kağıdı misali içinde bir şeyler renkler değiştiriyor mu? Ordan anla!

Günün birinde çocuk sahibi olmak istiyorsanız, müstâkbel eşinizin, iyi bir ebeveyn olacağını hissetmiyorsanız evlenmeyin. Hiçbir şey, günün birinde dudaklarını mahsunca kıvırıp, dolu gözlerle size bakan bir çocuk kadar canınızı acıtamaz. Haberiniz olsun...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.