Şampiy10
Magazin
Gündem

Aaa sizin de mi çocuğunuz üstün zekalı!

ocuğunuz varsa hele okula gidiyorsa, belli başlı sohbetler kaçınılmazdır. Günün birinde “Veli Olma Sanatı“ adlı bir kitap yazarsam şaşırmayın. Veli grupları, genellikle kadınlardan oluşur ve çoğunlukla bıkıp usanmadan, aynı konular konuşulur. Çocukların okul hayatı da bu konuların en başında gelir.
Okul seçimi üzerine, tecrübelerimi paylaştığım bir yazı hazırlıyorum ama bugün konum farklı. Ailelerin, son moda mevzusu, çocukların “üstün zekalı“ olma ihtimali. Kiminle muhabbet etsem, çocuğundaki zeka fazlalığından söz açıyor. Üstelik böyle düşünmelerinin kesin bir nedeni olmuyor, hemen her belirti, üstün zekaya yoruluyor. Çocuk yaramazsa da zekadan, okulda zayıf alıyorsa da zekadan... Matematiği kötüyse hele, “Kesin, EQ yüksek”, ondan! Eskiden, kimsenin yapamadığı farklı becerileri olan, ultra çocuklar dışında kimseye üstün zekalığı denmediği için kafamız karışmazdı. Beş haneli sayıları kafadan çarpamıyorsan, evdeki malzemelerle TUBİTAK’ın dikkatini çekecek bir icat yapmamışsan ya da orta mektepte klasikleri tamamlamamışsan, kimse üstün zekalı olduğunu düşünmezdi. Okul birincisi olduğumda bile, üstün zekalı olabilme ihtimalimi hiç aklına getirmeyen aileme, teesüflerimi sunarım.



Ortalama seviye artık yok mu?

Şimdi öyle mi! IQ yüksek değilse EQ yüksektir. Olmadı bir de nur topu gibi SQ var. Bilmeyenler için kabaca açıklayalım: IQ, sayısal zeka; EQ, duygusal zeka ve SQ, ruhsal zeka... Elbette, zekanın pek çok çesidi var ama şimdilik bunlar moda. İnsan istedikten sonra, her çocuğa bir zeka türü yakıştırmak mümkün. Çocuğu her şeye ağlayan bir annenin, “Üstün zekalı benimki, SQ’su çok yüksek ondan” dediğini duyduğumda “Hadi canım sen de! Bildiğin mız mız işte!” dememek için kendimi zor tuttum. Utanması sıkılması olmayan bir çocuksa, bir de sayısal dersleri kötüyse, kesin EQ’su çok yüksek deniyor. Çekingense zaten, IQ’dan! Eh bu durumda, ortalama çocuk yok demektir.
Aileler, çocuğunu kendiyle mukayese ediyor. İki yaşındaki çocuğun iPad oynadığını gören aile, onu üstün sanıyor. Oysa bu devrin çocuklarının oyuncağı, “iPad”. Bu çocuklar, teknolojinin içine doğuyor. Onlar için, bilgisayar oyunu oynamak, üstün bir yetenek gerektirmiyor. Ben de harika ip atlardım, dokuz taş oynardım. Şimdikiler de sokak oyunlarında

iyi değil. Annesi kadar iyi ip atlayamayan çocuk nasıl geri zekalı olmuyorsa, bilgisayar oyunu oynadı diye de üstün zekalı olmuyor. Elbette, yeni nesil çevresel uyarıcıların da etkisiyle bizden daha zeki. Peki ama, üstün zekalı diyebilmemiz için, bize göre değil, yaşıtlarına göre daha ilerde olması gerekmez mi?
Aklımda bir sürü soru, “Dünya Üstün ve Yetenekli Çocuklar Konseyi” yönetim kurulu üyesi, Prof. Ümit Davaslıgil ile görüşmek için Maltepe Üniversitesi’ne gittim. Ümit Hanım, aynı zamanda “Özel eğitim için öğretmen” yetiştiren bölümün başkanı. Üstün zeka neye denir, zeka nasıl gelişir, nasıl bir eğitim gereklidir, gelin birlikte öğrenelim...



Diğer çocuklarla tamamen soyutlamıyoruz

Şimdiki nesil daha mı zeki?
Evet öyle. Üstelik, zeka ile ilgili görüş de değişti artık. Ömür boyu eğitimle, zeka dinamik bir özellik gösteriyor. Zeka sürekli artabilir. Ama elbette kalıtımın izin verdiği ölçüde. Her çocuğun aynı zeka seviyesine gelmesi mümkün değil. Doğru eğitimle, herkesin kendi sınırlarının en üst seviyesine erişmesi.
1600 motor bir arabayı 300 km. hıza çıkaramazsınız. Bunun gibi bir şey galiba. O zaman, kaldırabileceğinin çok üstünde bir eğitim vermek hatta iki beden büyük palto alır gibi, yaşının çok üzerinde oyuncak vermek de çocuğa iyi gelmeyecektir, öyle mi?
Kesinlikle. Her çocuk, zekasının gelişmesi için biraz zorlanmalı ama seviyesinin sadece bir üstü verilmeli. Daha fazlası zarar verir. Doğru tespit ve ayarlama çok önemli.
Eğitimde bu durum nasıl ayarlanabilir?
Beyazıd İlköğretim Okulu’nda (devlet okulu) ben bir program başlatmıştım. Program şu: Yarısı üstün yarısı normal zekadaki çocuklar bir arada okuyor. Tamamen soyutlamak iyi değil çünkü. Matematik, fen, dil gibi zekanın öne çıktığı derslerde ayrılıp diğer dersleri birlikte okuyorlar. Normal olan çocukların da zekasında artış gözlemledik. Okulun daha çok desteğe ve iyileştirilmeye ihtiyacı var tabii.

Küçük bir çocukken bile anlamlı bakarlar

Herkes çocuğunun üstün olduğunu düşünüyor. Neye “üstün zeka” diyoruz?
Ailelerde üstün zekalı çocuk isteği çok fazla. Bu durum, çocukları da mutsuz ediyor. Bize çocuklarını teste getiren bazı ailelere, çocuklarının üstün olmadığını anlatmakta güçlük çekiyoruz. Bir özenti var. Kabul etmek istemiyorlar. Üstün çocuk, diğerlerinden farklıdır. Kendi de üstün olan ailelerde ise durum tersi, çocuklarının üstün olduğunu farketmiyor. Normal geliyor onlara.
Nedir belirleyici özellikler?
Üstün çocuklar, daha hızlı ve daha derin düşünüp, kavram oluştururlar. Dikkat süreleri çok uzun olur. Küçük bir bebekken bile anlamlı bakar, “pış pış”lamadan uyur, olgundur ve bir oyuncakla kendini çok uzun süre oyalayabilir. Gereksiz kol bacak hareketleri olmaz, genellikle erken konuşur, geç yürürler. Yürüdüklerinde, bir anda büyük insan gibi yürürler. Mükemmelliyetçilik de belirgin özelliklerinden biridir. Çünkü okumayı erken ve kolay, hatta kendi kendilerine öğrenirler. Kavrama ve olayları bağlama yetenekleri vardır. Mekanik sayı saymaların bir önemi yok, matematik kavramına sahip olmalı. Çok küçük yaşlardakilerden söz ediyoruz. Hangi sayı büyük hangi sayı küçük, beş yaşında basit toplama yapabilme, çok daha küçükken “çokluk” kavramına sahip olma... Çok kitap okurlar mesela. Değişik ilgi alanları vardır. Birden fazla işi aynı anda yapabilirler. 70-100 normal,
110-130 parlak, 130 üstüne üstün diyoruz kabaca. Ama Türkiye’deki testlerin yenilenmeye ihtiyacı var. Biz ilk testleri kullanıyoruz, Avrupa kaç kere yenilendi. Bizim testler eski olduğu için IQ daha yüksek çıkıyor. Yine de, az sayıda üstün zekaya rastlıyoruz.

Folklör, resim ve müzik çok önemli

Çocukların zekasını arttırmak için neler önerirsiniz?
Düşünmelerini sağlayacak iletişim kurmalılar. TUBİTAK’ın küçükler için çok güzel kitapları var. Lego ve puzzle çok geliştirici. Kitaplar ve filmler üzerinde konuşulmalı. Mesela, hikaye anlatılıp, sonu çocuktan istenmeli. Aileye çok iş düşüyor. Çocukları kurstan kursa koşturmak değil, üretmek için yönlendirmek önemli. Folklör, spor, resim, müzik de çok önemli. Ama heves gibi değil, ciddi ilgilenmesi için baskı değil motivasyon gerek.
Ödev?
Kesinlikle olmalı. Hatta sınıfta kalma da olmalı. Çocuğa kapasitesinin bir üstü verilmezse, zeka gelişmez, tembelliğe ve gerilemeye itilir. Biraz zorlamakta fayda var ama tabii aşırı olmamak kaydı ile. Ödev de zorlayıcı olmalı, çok ezber ve kolay olursa bıkkınlık yapar. Çocuğun beyni doyurulmalı. Biraz zorlanmalı. Aksi halde geriler.

Zekalarını yönetmeyi öğrenmek önemli

Üstün zekalı çocuk yetiştirmek de kolay değil galiba.
Banka hırsızları da üstün zekalı. Zekayı yönetmeyi öğrenmek önemli. Yoksa tehlikeli olabilir zeka. Her çocuk için geçerli bir kural var: Zekadan çok zekayı yönetmeyi kullanması önemli. Tüm çocuklar için, zekayı geliştiren eğitim nasıl olmalı?
Sınıflar, birbirine yakın seviyedeki öğrencilerden oluşmalı. Sayısal, dil, sözel sınıflar ayrı ayrı seviyelendirilmeli. Eski usul, hazırlık sınıflı orta okullar olması daha iyi olur.
Peki çocuk üstün ise yine de çok başarısız bir dersi olabilir mi?
Bazı dersleri çok iyi olabilir ama en kötü dersi bile yüzde 85’in üzerindedir. Bir çocuk zeki ise her alanda ortalamanın üzerindedir. Zekasını yönetmeyi bilememekten iletişim sorunları olabilir.

Özel sınıflarda müfradatın üstünde program var

Tanıdığım her kadın, en az üç işi aynı anda yapıyor. Hem çocuğunun sorusunu
cevaplıyor, hem yemek yapıyor, hem televizyon izliyor mesela!
Yönetimi çoğunlukla kadınlar sağlıyor zaten bu yüzden. (Gülüşüyoruz)
Peki, aileler çocuklarının zekasını ölçtürmek isterse nerelere başvurabilirler?
Bizde, yani Maltepe Ünüversitesi’nde, İstanbul ve Anadolu Üniversitesi’nde, “Üstün Zekalılar Eğitim” bölümü var. Buralarda ölçtürebilirler. Tabii ne yazık ki üstün zekalılar için bir eğitim yok burada. Çok isterim,
keşke olsa.
Diyelim üstün zekalı çıktı, hangi okullarda bu gibi çocuklar için özel sınıflar var?
Ben Okyanus Koleji ile çalışıyorum. Orada üstün zekalılara ayrı eğitim için sınıf ve program oluşturdum. Beyazıd İlköğretim Okulu’nu da ben başlatmıştım. Orası devlet okulu. Millenium Koleji’nde var. İlköğretim sonrası Tevitör’ün sınavına girebilirler. Gebze’de iyi bir lise var.
Ne fark oluyor, “özel sınıf” olunca?
Müfredatın üstünde bir program veriliyor, özel sınıfta. Konular daha derin ve daha üst seviyede işleniyor. Bir öğrencim var Okyanus Koleji’nde, üçüncü sınıfa gittiği halde dördüncü sınıf matematiği görüyor ve o da hafif geliyor.

Yazının devamı...

Hastalıkların kaynağı zihnimizde mi?

Neren acıyorsa canın orada atar” derdi, rahmetli anneannem. Bir haftadır benim “canım” boynumda atar oldu. İşçi ve yönetici arasındaki bu köprünün ayaklarından biri çökünce, bedenin trafiği kilitleniyor. Kayan diskler, omurgaya basıyor, dayanılmaz ağrılar insanı canından bezdiriyor. Ne ara bu hale geldim anlamadım. Ortada ters hareket yok, kaza yok, darbe yok. Üstelik ağır kaldırmam ve bedenime iyi bakmaya çalışırım. Çoğu insan bana karşı çıkacak ama sporun genellikle bedene zararlı olduğunu da bilirim. Fizik tedavi merkezlerine bir uğramanız, spor salonlarının insanlara ne yaptığını görmek için yeterli. Türk doktorları henüz çıkıp basının önünde itiraf edemeseler de hastalarına sporu tavsiye etmekten vazgeçtiler. Amerika’da, yürüyüş bantları, spor salonlarından toplatıldı. Ortopedistler, sporun yol açtığı travmalarla ilgili halkı bilgilendirmeye başladı.
Neyse bu konuyu burada uzatmak istemiyorum, bu başka bir yazının konusu. Demem o ki, hayatımıza yapay bir şekilde sporu eklemek değil hareketi artırmak gerek. İnsanoğlunun ilacı, doğada yürüyüş. Doğayı bulamıyorsanız, o, insanı hiçbir yere götürmeyen saçma sapan yürüyüş bantları dışında nerede olursa olsun yürüyün. İmkan varsa yüzün.Teknolojinin bize sunduğu araçların kullanımını biraz azaltıp, manuel hayata geçebilsek, ileride, filinta gibi yaşlılar oluruz, tıpkı dedelerimiz gibi.
Hele o belediyelerin sokaklara koyduğu, dehşet saçan aletlere hiç yanaşmayın. Basket sevdası yüzünden, dizleri, kalçası, omuzları kırk yaşında harap olmuş, ameliyatları uç uca ekleyen bir adamın eşi olarak benden söylemesi.
Hayatın yükünü omuzlarında taşıdın
Gelelim benim boynuma. “O kadar dikkat ettim de n’oldu?“ diye sorarken yakaladı beni Esra.
Gerçi doktorlar bunun yapısal bir durum olduğunu ve bedenimi kötü kullansam çok daha büyük problemlerle karşılaşabileceğimi söyledi. Üstelik oyuncularda çok sık görüldüğünü de eklediler. Ama gene de “Neden?” diye sormaktan alamadım kendimi. Esra bir anda yapıştırdı cevabı.
“Tüm hayatın yükünü omuzlarında taşıdın arkadaşım kolay mı!“ Önce dalga geçiyor sandım. Ama Esra, kendinden emin ve her zamanki spiritüel edasıyla anlatmaya devam etti. Zihinsel problemlerin, fizyolojik rahatsızlıklara sebep olduğu ile ilgili bir sürü araştırma ve yayından bahsetti. Hemen kitapçılara koştum. Çoğunun basımını bulamadım ne yazık ki. Ama bu sefer de Melis, çekmecesinden çıkarıp bir kitap hediye etti bana. Meğer pek çok kişi bu konuyu biliyor ve araştırıyormuş.
Ben, benim gibi bilmeyenler olabileceğini düşünüp sizin için küçük bir derleme yaptım ama ileriki haftalarda da bu konunun yakasını bırakmaya niyetim yok. Yeni bilgileri bu sayfada sizinle paylaşamaya devam etmek niyetindeyim.
Piyasada şu anda bulabileceğiniz, okudukça “Ay evet, işte ben” diyerek beni anacağınız bir kitap öneriyorum: Düşünce Gücüyle Tedavi (Louise Hay). Bu kitapta hemen her hastalığın ya da rahatsızlığın, zihinsel ya da karakterinizde gizli sebeplerini bulacaksınız. Emin olun, hastalıkların kaynağında kendi kişilik yapınızın özelliklerini buldukça çok şaşıracaksınız. Sorunu tespit ettikten sonra, gidermek için, tekrar tekrar söyleyerek, kendimizi ikna etmemiz gereken, olumlama cümleleriyle de bu rahatsızlıklardan kurtulmak için çabalamamız gerekiyor. Parantezleri, bu cümlelere örnekler için kullandım. Bunları ilk okuduğunuzda inanmıyor olacaksınız. Ama sıkıntıdan kurtulmak istiyorsak, sonunda kendimizi ikna etmeyi başarmalıyız. Bence denemeye değer.

Önce bedenimizi tanıyalım...


Sırt sorunları-üst bölge: Duygusal destek yoksunluğu. Sevilmediğini hissetme. Sevgiyi göstermeme.

(Kendimi seviyor ve onaylıyorum. Yaşam beni destekliyor.)

Sırt sorunları-orta bölge: Suçluluk. Sırtına binen yükün altında ezilmek.

(Geçmişimi bırakıyor ve ileriye doğru yol almayı seçiyorum.)

Sırt sorunları-alt bölge: Parasızlık korkusu, ekonomik destekten yoksunluk.

(Hayatın kendisine güveniyorum. İhtiyacım olan şey daima karşılanıyor.)

Disk kayması: (İşte ben) Hayatta hiçbir desteğin olmadığı duygusu.

(Hayat tüm düşüncelerimi destekliyor kendimi seviyor ve onaylıyorum.)

Boyun ağrıları: Soruna bir başka açıdan bakmayı reddetmek. İnatçılık, esnek olmamak.

(Bir şeyi yapmanın pek çok yolu var. Esneklikle, konuyu her açıdan görebiliyorum.)

Kas sorunları: Aşırı korku. Her şeyi ve herkesi çılgınca kontrol altına alma arzusu. Güven ihtiyacı.

(Hayatta olmak ve kendim olmak güzel.)

Kalça sorunları: Büyük kararlar almadan duyulan korku. Gidilecek bir yönün olmaması.

(Hayatım denge içinde. Her yaşta kolaylıkla ve zevkle ilerleme gösteriyorum.)

Kemik sorunları: Otoriteye karşı çıkmak.

(Düşüncelerim yalnızca bana ait. Kendimin efendisiyim.)

Fıtık: Zedelenmiş ilişkiler. Gerginlik. Yanlış ifade etme.

(Kendim olmakta özgürüm.)

Kemikler: Evrenin temel yapısını temsil ediyor.

Kollar: Hayat deneyimlerini kucaklama kapasitesi ve yeteneği.

Bacak sorunları: Çocukluk travmalarının etkisinden kurtulamamak. Gelecek korkusu.

Diz sorunları: İnatçı ego ve gurur. Uzlaşmama. Taviz verememe.

(Anlıyorum ve şefkat duyuyorum.)

Ayaklar: Kendimizi, hayatı, başkalarını anlama kapasitemiz.

(Kendimi değiştiriyor ve değişen dünyaya ayak uyduruyorum.)

Ayak bileği: Hareket ve yol belirleme.

Parmaklar ve sembolleri: (Baş p.) Hayatın detayları, (işaret p.) ego ve korku, (orta p.) kızgınlık ve cinsellik, (yüzük p.) birliktelik ve üzüntü, (küçük p.) aile ve sahte bir görünüm verme çabası.

Dirsek: Yön değişimleri ve değişimleri kabullenmek.

Bazı rahatsızlıklar ve hastalıkların sebepleri


Ağrılar, sızılar: Sevgiye hasret çekmek.

Anemi (kansızlık): Yaşam korkusu, yeterli olmama duygusu.

(Hayatı seviyorum.)

Astım: Nefes almaya hak duymamak. Bastırılmış gözyaşı.

(Hayatımın sorumluğunu alma güvenini duyuyor, özgür olmayı seçiyorum.)

Yüksek tansiyon: Uzun zamandır çözülemeyen duygusal sorun. (Geçmişi huzurla bırakıyorum.)

Düşük tansiyon: Çocukta sevgi yoksunluğu. Yenilgi. “Nasılsa değişmeyecek” demek. (Yaşamım bir sevinç kaynağı ve ben şu anda yaşamayı seçiyorum.)

Kanser: Derin acı. Uzun süre taşınan kırgınlık, sır, hüzün bedeni kemiriyor. Nefreti içine gömmek.

(Geçmişimle ilgili her şeyi sevgiyle affediyorum. Yaşamımı mutlulukla doldurmayı seçiyorum. Kendimi seviyorum.)

Lösemi: İlham ve yaratıcılığın hunharca yok edilmesi.

(Geçmişin sınırlarını aşıp şu anda yaşıyorum.)

Kolesterol: Haz alma korkusu. Haz kanallarının tıkanması.

(Hayatı sevmeyi seçiyorum.)

Karın ağrısı: Sabırsızlık. Çevreden duyulan rahatsızlık.

(Her şey barış dolu.)

Lenf bezi sorunları: Aile çatışmaları. İstenmediğini hisseden çocuk. (İsteniyorum.)

Baş dönmesi: Dağınık düşünceler ve görmeyi reddetmek. (Hayatla uyum içindeyim.)

Kulaklar: İşitme kapasitesi. Sorunlar ise duymak istememe. Sağırlık ise inatçı reddediş.

(Sevgiyle dinliyorum.)

Alkolizm: Yarasızlık, suçluluk, yetersizlik duygusu.

(Özdeğerimi görmeyi seçiyorum.)

Bağımlılıklar: Kendini sevmeyi bilmeme.

(Kendimi sevmeyi seçiyorum.)

Alerji: Kime alerji duyuyorsunuz? Kendi gücünü reddetmek. (Dünya güvenli ve dostça. Barış içindeyim.)

Hemoroid: Geçmişe takılı kalma. Pişmanlık. Suçluluk hissi. Geçmişin sorumluluğu altında ezilme.

(Geçmiş geçmişte kaldı.)

Bağırsak sorunları: Eski ve ihtiyaç duyulmayan şeyi atmaktan korkmak.

(Bırak gitsin. Her şeyi yapmak için zamanım var.)

Beyin: Yanlış programlanmış inançlar. İnatçılık.

(Hayat değişimler sürecidir.)

Baş ağrısı: Değersizlik duygusu. Kendini eleştirme.

(Yaptığım şeyleri, sevgiyle yapıyorum.)

Diş sorunları: Uzun süre kararsızlık. Düşünceleri analiz edememe.

Göz sorunları: Gördüğü şeylerden hoşlanmamak. Çocuklarda, ailede olan biteni görmek istememek.

(Görmekten hoşlanacağım bir hayatı yaratıyorum.)

Kalp damar daralması: Zihinsel katılık. Katı yüreklilik. Çelik gibi irade. (Sevecen, mutlu bir dünya yaratıyorum.)

Kalp sorunları: Kalp, sevgi ve güven merkezi. Uzun süreli duygusal sorunlar. Kalbin katılaşması, stres.

Kalp krizi: Haz duygusunu, para, pozisyon için feda etmek. (Önce sevgi gelir.)

Karaciğer sorunları: Sürekli şikayet etmek. Kendini kandırmak. Haklı çıkmak için sürekli başkalarında hata bulmak.

(Kalbim açık olarak yaşamayı seçiyorum.)

Akciğer sorunları: Hayatı kabul etmemek. Depresyon. Dolu dolu yaşama kendini layık görmeme. (Hayatı dolu dolu yaşamaya hakkım ve kapasitem var.)

Bronşit: Bağırılıp, çağırılan aile ortamı.

Aybaşı (regl) ve kadınsal sorunlar: Kadın olmaktan duyulan suçluluk duygusu. Cinsel organların ayıp, günah, pis olduğu duygusu. (Kadın olarak bedenimin normal işlevlerini kabul ediyorum.)

Düşük: Gelecek korkusu. Yanlış zamanlama.

(Hayat bana daima uygun çözümleri getiriyor.)

Kısırlık: Hayat direncine duyulan korku ya da anne baba olmaya ihtiyaç duymamak.

Mide bulantısı: Korku. Bir fikri ya da deneyimi kabul edememe. (Hamilelerde sık rastlanan durum.) (Güvendeyim.)

Ülser: Yeterli olmama ve başkalarını memnun etme kaygısı. (Kendimi seviyorum ve kendimle barışığım.)

Prostat: Zihinsel korkuların erkekliği zayıflatması. Yaşlanma korkusu. Cinsel baskı ve suçluluk.

(Gücümü kabul ediyorum. Ruhum genç.)

Bitkinlik-halsizlik: Yaptığı işi sevmemek. Can sıkıntısı.

Şişmanlık ve aşırı iştah: Korunma isteği. Aşırı duyarlılık. (Kutsal sevgiyle korunuyorum.)

Hipoglisemi: Hayatın yükü altında ezilmek. (Hayatımı kolaylaştırmayı seçiyorum.)

Tiroid: Aşağılanmak. İstediğim hiçbir şeyi yapamıyorum. “Bana sıra ne zaman gelecek?”

Hipertiroid: İstediğini yapamamaktan oluşan düş kırıklığı. Hep başkalarını düşünerek yaşamak. (Gücüme sahip çıkıyor ve kararlarımı kendim veriyorum.)

Uykusuzluk: Korku. Hayat sürecine güvenmemek. (Günü ardımda bırakıyorum. Huzurlu bir uykuya dalıyorum. Yarın, yeni bir gün ve çözümleriyle geliyor.)

Yazının devamı...

‘Başbakanım duy sesimizi Türk çocuklarını Hollandalılara veriyorlar’

Bir süredir sosyal medya #Cocuklarıma DokunmaHollanda diyerek, Hollanda'da yaşayan Türk ailelerin dramına dikkat çekmeye çalışıyor. Hollanda'da yaşayan pek çok Türk aile, twitter aracılığıyla sesini duyurmaya çalışıyor. Sonunda bu konu nihayet televizyona da taşındı. Atv Haber, Hollanda Sosyal Hizmetler Kurumu tarafından çocukları ellerinden alınan ailelerle yaptığı görüşmeleri yayınladı. Gerçekten tablo, yürek parçalayıcıydı. Bu nasıl bir uygulamaydı? Rutin bir bürokrasi miydi? Yoksa altında yatan başka şeyler var mıydı? Hollanda, kuralları her vatandaşına eşit mi uyguluyordu yoksa çifte standart söz konusu muydu? Elbette, konu öznesi kendi insanımız olduğu için fazladan bir duyarlılık içindeyim ama bir anne olarak, hangi çocuk ailesinden koparılsa, aynı sızıyı duyardım yüreğinde.
İtiraf edeyim konuya önceleri mesafeli yaklaştım. Çünkü suistimale açık bir konuydu. Biliyoruz ki Avrupa ülkeleri, hakları ihlâl edilen çocukları ailelerinden alıyor. Çok kişi şimdi bana karşı çıkabilir ama ben bu uygulamanın bizim ülkemizde de olması gerektiğini düşünüyorum. Sokaklarda dilendirilen, şiddete maruz kalan, eğitim hakları elinden alınan, tacize uğrayan, para karşılığı satılan pek çok mağdur çocuk var. Fabrika gibi çocuk üretmekle, aile olmayı birbirine karıştırmamak gerek. Çocuğunu kendi malı olarak benimseyen, "Benim değil mi istediğimi yaparım!" düşüncesini savunanların karşısındayım.
Hayır onlar "bizim" değil. Herkes Allah'ın bir kulu ve biz onlara bakmakla ve korumakla görevlendirilmişiz. Buna inanıyorum.

Çocuğunu kucağında taşımak suç olabilir mi?

Peki, Hollanda, Türk aileler çocuklarının haklarını gerçekten ihlâl ettiği için mi, alıyordu bu çocukları? Öyleyse, söyleyecek fazla söz yoktu? Belki tek tük örnek olsaydı bu kadar dikkat çekmeyecekti ama gittikçe artan olaylar insanın içine kurt düşürüyordu. Bu kadar çok mu kötü Türk aile vardı? Ya da soruyu şöyle soralım, hep mi Türk aileler kötüydü?
Twitterdan çok sayıda aile yazdı bana. Sudan ve haksız sebeplerle Hollanda'nın Türk çocuklarına el koyduğunu haykırıyorlardı. Haberlerde, kendisiyle röportaj yapılmış aileler de aynı şeyi söylüyordu. Çocukların alınış sebeplerinden bazıları şöyleydi; Çocuğu kucakta taşıma (Bir ailenin üç kızı bu sebepten elinden alınmış çünkü Türkler kucağa çocuk alır, Hollandalılar almaz deniyor), kaşıntıdan sebep çocuğunu doktora götüren bir annenin böcek halüsünasyonu gördüğü iddiası (sonuçta evde cam tozu çıkmış ve çocuğun alerjisi tespit edilmiş ama çocuk anneye geri verilmiyor), komşu şikâyetleri (çocuğuna kızdı diye, şikâyet eden bir komşunun ihbarı üzerine), boşanma...

‘Sosyal hizmetler birimi polisten bile güçlü’

Aklımda bir sürü soru, Hollanda'da küçük bir köyün ilk Türk çocuğu olarak doğmuş, uzun yıllar orada eğitimci olarak çalışmış, Türk ailelerin çocuklarının yaşadığı sorunlarla ilgili komüsyon ve derneklerde çalışmış altı ay önce memleket aşkı ile İstanbul'a yerleşmiş Tülay Oktay ile buluştum. İşin aslı astarı neymiş, gelin, olayların kalbindeki kişiden dinleyelim...
Hollanda'daki sosyal hizmetler kurumunun işleyişinden bahseder misiniz biraz?
Aile ve çocukla ilgilenen sosyal kurumun iki ayağı var. Biri, problem yaşayan ailelere danışmanlık ve rehabilitasyonla destek veriyor. İhtiyaç varsa çocukların akıl sağlığını korumak için psikoloğa sevk ediyor ve her şey devlet tarafından karşılanıyor. Diğeri çok daha katı, çocuk haklarını koruyan birim. Onlar, polisten bile kuvvetli olduğu için çocuğu sorgusuz sualsiz alıp götürebiliyor. İş oraya intikâl etti ise işiniz çok zor. Komşu şikâyatiyle gelip çocuğu alabilirler. İşin daha zor olanı çocuğu tekrar geri almak!

‘Binden fazla çocuk ailelerinden alındı’

Peki kaç tane Türk aile çocuğundan koparılmış durumda? Durum sahiden vahim mi?
Dün Hollanda'daki gazeteci arkadaşlarımı aradım. Basına yansıyan kaç olayın olduğunu sordum. En az bin olduğunu söylediler. O kadar vahim yani!
Sizin birebir şahit olduğunuz durumlar oldu mu?
Tanıdığım bir kadının çok önemli olmayan, günlük hayatını engellemeyen hafif bir öğrenme engeli vardı. Öyle dışarıdan fark edilen ya da hayatını zorlayacak bir engelden bahsetmiyorum ama. Kadının eşi vefat etti. Önce, yardım etme amacında görünüp haftada bir uğramaya başladılar. Sonra iki oldu. Bir kaç yıl sürdü bu. "Bizim kurumda kalsın sadece hafta sonu eve gelsin" dediler. Sonunda nasıl olduysa oldu, yıllarca yardım amacıyla eve gelen sosyal hizmetler görevlisi çocuğu kendi üzerine geçirdi. Hadi çocuğu kurumda tuttular, neden alıp bir de bir Hollandalı'nın üstelik kurum çalışanının nüfusuna geçiriyorlar? İnanılır gibi değil. Ve bir kere aldılar mı geri almak çok zor onların elinden.
Şoktayım. Orada siyaset yapan Türkler var. Milletvekili de var. Onlara söylemediniz mi?
Geçen sene, Dış Türkler Başkanlığı'na söyledim. Hollanda sorumlusu, Bakanımız Fatma Şahin'in de konuyu duyduğunu söyledi. Geçen gün karşılaştığımda Sayın Şahin'e sordum, işin üzerinde olduklarını belirtti. Bu olaylar zaten kurcalanmaya başladıktan sonra bu kadar patlak vermeye ve gündeme gelmeye başladı. 21 Mart'ta Kraliçe'nin taht devir töreni için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Hollanda'ya gidecekmiş. Bu konuyu konuşacağı da umut ediliyor. Oradaki Türkler şu anda "Başbakanım yardım et!" diye haykırıyor.
Peki Hollanda, herkese bu
kuralları uyguluyor mu yoksa çifte standart var mı?
Hem de nasıl var! Hele dile hâkim değilseniz, biraz garibansanız yandınız. Sosyal kurumlardan birisi sizi kafasına takarsa, kılıfına uydurup çocuğu alır. Yaşadığım bir olayı örnek vereyim: Çalıştığım okulda 12 yaşında bir Hollandalı kız vardı. Annesinin sevgilisinin, evlerine geldiğinde
kendiyle de ilişkiyi girdiğini söyledi. Adam hem anne hem de 12 yaşındaki kızıyla birlikte oluyor yani. İdareye bildirdim ama hiçbir şey olmadı. Asıl bu durumda çocuğu almaları gerekirdi. Ama almadılar. Türk ailelerin çocukları, saçma sapan sebeplerden alınıyor. Hadi yüzde onu çocuk istismarı yapıyor diyelim .
Ben duymadım ama öyle kabul edelim. Geri kalan ne olacak? Milletvekiline gittim, incelenmesini istediğimi
söyledim. Derinlemesine araştırılsın, bu çocukların haksız yere alındığı ortaya çıkacak.

Yunus'u geri istiyorlar!

Evliliklerinin ilk 10 yılında çocuk sahibi olamayan Azeroğlu çifti, ilaç tedavisi sonrasında Arif (14), Halil (11) ve Yunus (7) adını verdikleri üç çocuk sahibi oldu. 2004 yılında 6 aylıkken bir kaza sonucu annenin Yunus'u yere düşürmesinden sonra, ailenin üç çocuğuna el koyan Hollanda Gençlik Dairesi, koruyucu aile olarak çocukları Hollandalı lezbiyen çifte verdi. Verilen hukuk savaşında 2007 yılının Temmuz ayında Arif ve Halil'i Hollandalı aileden geri alan Azeroğlu ailesi, küçük Yunus için de hukuk savaşı veriyordu. Geçtiğimiz Şubat ayında Azeroğlu ailesi 7 yaşındaki Yunus için Lahey Mahkemesi'nde devam eden "Velayet Davası"nı kaybetti. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozbağ, şimdi Yunus'un geri alınması için gerekli çalışmaları başlattı. Ailesi umutla bekliyor.

‘Çocuk sahibi olamayan ve eşcinsel çiftlere veriyorlar’

Alınan çocukların verildikleri ailelerin yanında şiddete uğradığı, cinsel istismara maruz kaldığı da haberlerde yer alıyor. Kimlere veriliyor bu çocuklar?
Çocuk sahibi olamayacak ailere, eşcinsel ailelere sıklıkla verildiğini görüyoruz. Pedegojiye bu kadar önem veriyorlarsa yetiştiği aileden bu kadar farklı yapıdaki ailelere
de vermemeleri gerekir çocukları.
Bunun altında, çocuk sahibi olamayan Hollandalılara bir hizmet anlayışı olduğu da akla geliyor .
Maalesef öyle. Bir şey daha var. Çocukken hiç sıkıntı yaşamadım ama benim çocuklarım çok zorluk çekti. Hollandalılar artık itiyor Türkleri. Ben 1975 doğumluyum. Ve o zaman, bize hissettirirlerdi yabancı olduğumuzu ama şimdiki gibi dışlamazlardı. Benim çocuğum tamamen Hollandalıların bulunduğu bir çevrede dördüncü nesil olarak büyüdü. Buna rağmen, 8-10 yaşından itibaren bir dışlanma yaşamaya başladı. 8 yaşındayken en yakın kız arkadaşının annesi, görüşmelerini yasakladı. Kız da bunu oğluma söyledi. Derin bir iz bıraktı bu olay çocuk kalbinde. Mecburen Çinli, Afgan, Vietnamlı, İranlı çocuklarla yakınlaşmaya başladı çocuklarım. Biz bunları yaşamadık büyürken. Gençler itildikleri için yalnızca Türklerle görüşmeye başladı artık. Bu sefer Hollanda bunu da suç saydı. Gruplaşmak yasak orada. Meselâ, Türk gençler bir sokakta toplandılar ve sohbet ediyorlar diye polis gelmeye başladı. Türkler de bu oyuna geldi ve tepki gösterenler oldu. Etki, tepkiyi doğurdu. Yine de suç oranı çok azdır Türklerde. Hırsızlık yok denecek kadar azdır meselâ. Ama tahrik unsuru karşısında tepkisiz kalamamak zarar veriyor bize.



‘Başbakan’ın 21 Mart’taki ziyareti ailelere umut oldu’

Türkleri istemiyorlar öyle mi? Söylendiği gibi bir düşmanlık var mı sahiden?
Elbette çok iyi niyetli Hollandalılar da var ama Türk düşmanı olduğunu alenen beyân eden siyasi lider, extrame sağcı Geert Wilders'in ne kadar çok seveni olduğuna bakıldığında durumun vehameti ortaya çıkıyor. Zaten son on yıldaki hükümetlerin politikaları sonucu bugünlere geldi Hollanda'daki durumumuz.
İranlı ya da Afganlılara karşı tutumları nasıl?
Onlar siyasi mülteci. Ülkelerinde üst düzey insanların çocukları. Onlar da sorun yaşıyor ama bizim gibi, babaları kırk yıl önce işçi olarak ülkeye gelmiş insanlar kadar değil.
Orada siyaset yapan Türklerin de konuya sahip çıkmadığı sonucuna varıyoruz galiba?
Maalesef... Onlarla da uğraşılıyor. Milletvekili seçilen Selçuk Öztürk meselâ, arkadaşım. Seçim sırasında,Türklüğüyle ilgili kötü şakalar yapılan, karşı propoganda yürütüldü. Mahkemelik oldu. Yıllarca milletvekilliği yapan Nebahat Albayrak, parti başkanı olacaktı zaten başkan yardımcısıydı ama televizyon programlarında, Türk kadını diye demediklerini bırakmadılar. Bildiğim kadarıyla sonunda siyaseti bıraktı. Orada ayakta kalabilmek için Hollandalılaşmanız gerek. O zaman da bu konuları gündeme getiremiyorsunuz. Tek umudumuz, Avrupa Parlamentosu milletvekili Emine Bozkurt. Onunla pek uğraşmıyorlar. Ne de olsa o daha eski. Diyorum ya eskiden böyle değildi Hollanda. Son olarak-Hollanda'da yaşayan Türkler 21 Mart’ta başbakanın gelişiyle umutlandılar. Hollanda, eskiden, memleketine geri dönecek diye bakıyordu bizlere. Şimdi baktılar ki orada Türk nüfus artıyor, kimsenin döndüğü yok, çocukları ailelerinin elinden alıp Hollandalılaştırmaya çalışıyorlar. Büyük dram yaşanıyor.

Yazının devamı...

Ah bu tiyatrocular

“Bu yıl tiyatro dünyası yerleri dolmayacak kayıpları öyle üst üste verdi ki... Salı günü Metin abiyi de uğurladık. Nurlar içinde yatsın.”


er gün kayıplarımıza yenilerini ekliyoruz. Eskiler, kışı atlatamayanları, bahara kavuşamayanları kastederek, “çıkaramadı” derlerdi. Belki de yeni yılın kırkını çıkarmasıdır beklenen. Dikkat edin, her yıl

en çok kayıp bahara kadar olan dönemde yaşanır.

Bu yıl tiyatro dünyası, yerleri dolmayacak kayıpları öyle üst üste verdi ki... Aynı oranda çoğalamadığımız için, günden güne eksiliyoruz. Sanatın değerli bulunmadığı “ender!” ülkelerden biri olduğumuz için, doğan çocuk sayısı oranında artmıyor, “Müşfik Kenter”lerimiz.

Cüneyt Türel’ler, Macide Tanır’lar, Metin Serezli’ler, yıkılan tiyatro salonlarının üzerinde yükselen alışveriş merkezlerinde, hamburger yiyen çocukların arasından çıkar mı? İçim acıyor düşündükçe!

Salı günü, Metin Abi’yi de uğurladık. Nurlar içinde yatsın... “Tören istemiyorum” demişti ailesine. Haklıydı da... Hayatı sahnede geçmiş, her gün oyun ilanları gazetede yer almıştı. Sahnede sessizce yer almak, bir ölüm ilanında, vesikalık bir fotoğrafa sıkışmak, ona göre değildi. Teşvikiye Camii’nden, kendi gibi ustalar ve yetiştirdiği çıraklar tarafından yolculandı. İnanılmaz değerli bir kalabalık, sevgi ve saygı ile uğurladı bu güzel insanı.

Her kaybettiğimiz ustanın ardından acılı bir hikaye yoksa, iki damla gözyaşını çok gören basın, eli boş döndü cenaze namazından. Hepimiz aynı şeyi söylüyorduk çünkü: Çok güzel, mutlu ve yaşarken değeri bilinen bir oyuncuydu Metin Serezli. Öyleydi çünkü... Tıpkı, Müşfik Kenter, Cüneyt Türel, Macide Tanır ve niceleri gibi...

Ünlü ölümlerinin ardından, acı ve yokluk içinde bir geçmiş bulma çabası, tiyatro dünyasının kayıplarında sonuçsuz kalır genellikle. Hayatı boyunca en sevdiği işi şeyi yapıp bir de üstüne geçimini sağlayan nadir şanslılardandır onlar. Acısıyla, tatlısıyla yaşamın tadını çıkarmayı bilirler. On katı paraları da olsa, yapmak isteyecekleri şeyler değişmediğinden, daha fazla kazanç için harcamazlar, dostlarıyla yaşayacakları ehl-i keyf saatleri. Kederleri yok mudur? Vardır elbette, ama kederlerini belli etmezler. Hastalıklarını bile söylemezler. Heyecanlı bir oyunun finali gibi, bir gün perdeyi kaparlar sadece.

Metin Serezli’yi örnek verelim: İyi eğitim almış, entelektüel bir salon beyefendisi... Hem yakışıklı, hem yetenekli, hem komik, hem çalışkan, hem karizmatik, hem zeki... Tabii ki genç yaşta parlamış ve hiç sönmemiş bir yıldız. Gerçekten şöhretin keyfini çıkarabilmiş bir oyuncu. Üstelik çooook zengin! Çünkü istediği her şeye sahip. Elbette televizyon şöhretleri gibi jetleri, yatları yok, ama; hiç istemedi ki zaten. Sıcacık ve özenli bir ev, Bodrum, dostlar, seyahatler ve oyun çıkışı koşarak eve gitmek istediği mükemmel bir eş. Çocuklar ve torun keyfi de hayattan aldığı büyük armağanlar... Gerçek hayranlar...

Magazin basınının, kapısının önünde yattığı ünlülere bakıp, “unutulan ustalar” diye haber yapanlar, kendi cehaletlerini ortaya koyuyorlar yalnızca. Seyircisinin boş vaktini dolduran değil, hayatını değiştiren tiyatro ustalarının, her zaman, hayranlarının başının üstünde yeri olmuştur. Çünkü, birlikte var edilen belki de tek sanattır tiyatro. Seyirciyle üretilir. Bu yüzdendir ki, tiyatromuza söylenen her söz, seyirciye de hakarettir.

Seyirciyi de tıpkı ünlüler gibi, toptan aynı kefeye koymak büyük hatadır. Cenazeye gelen hayranlar çok net ikiye ayrılır:

 Ünlülerin fotoğrafını çekmek için, cenaze namazında itiş kakış, flaş patlatanlar...

 Duasını etmeyi, kendinde kimsenin bilmediği dönüşümlere, etkilere yol açmış belki de hayatına yön vermiş, kalbinden sevdiği bu kişiye, son duasıyla eşlik etmeyi görev bilmiş olanlar.

İkinci grubun sevgisinin büyüklüğünü yaşamayanlar, birinci grubun meraklı bakışları altında yaşamayı mühim sanırlar.

Tiyatrocular, pek çok meslek grubuna, hatta birlikte iş yaptıkları televizyonculara da “tuhaf” gelmiştir. Çoğunluk gibi düşünmediği ve hissetmediği için, “tiyatrocular” başlığı altında yargılamalar ve yadırgalamalarla, siyasetin hedefi olmaktan da kurtulamamışlardır. Hem tiyatro hem televizyon dünyasına ait biri olarak, samimi gözlemlerimi paylaşmak istiyorum sizinle...

Tiyatrocuları tanıyalım

- Kaç farklı oyunda oynarsa oynasın, aynı parayı kazandığı halde, yeni bir oyun daha kapmak için mücadele eden insanlardır. Başka bir meslek grubunun kolay anlayamayacağı bu durum, hele televizyoncular için saçmalığın önde gidenidir. Kazancı, para ile tanımlayan işlere sahip insanlar, haklıdır böyle düşünmekte. Daha çok alkış, daha çok seyirciyle nefes nefese olmak deliliğidir bu. Zaten “delilik” de bir payedir tiyatrocular için.

- Magazin gündeminde olmayı başarı saymadıklarından ve keyifli hayatları kısıtlandığından, az yer alıp çoğunlukla kaçmayı tercih ederler. Magazinel olmayınca, televizyoncular ve televizyon dünyasının magazin figürleri tarafından “başarılı” olarak nitelendirilmezler. Oysa, magazinel olmadan salonu doldurmak, bir tiyatrocu için esaslı bir başarı kriteridir.

- Onu süzecek hayran değil, anlamak için seyredecek ve üretmek için katılacak, onunla şekillenecek, kalbinden sevecek seyirci ister, anlamsız kalabalıklardan tatmin olmazlar.

- Tiyatro için, “Suya yazı yazmak” denir. Bu söz doğrudur ama niyeyse, “boşa iş yapmak” anlamında kullananlara rastlanır. Suya yazı yazmak ne büyük hünerdir oysa. Ama yazamayanlar ve yazılanı okuyamayanlar için, boş bir sayfa zannedilmesi normaldir... Bir kere tadını alan bilir... Su bir metafordur elbet. Ruha yazı yazmaktır tiyatro. Dünyaya iz bırakmak uğruna kalıbını basma gayreti olmadan, zarifçe ruhları dönüştürmektir işi... “Ben yaptım” diye kibirle altına atılan bir imza değil, birlikte yaşanan ve insanı her seferinde yeniden yaratan bir değişimdir.

- Sanıldığının aksine, televizyonu küçümsemezler. “Oyuncu” işte, adı üstünde. Oynamaktan, her mecrada keyif alan insandır. Sadece, seyirciyle birlikte yaratmanın tadı başkadır. Kendi gibi, izleyici de emek versin ister tiyatrocu. Dizisinden vazgeçip, trafikle boğuşup, vaktini ve parasını ayıran seyircisine duyduğu saygı başkadır. O yüzden her yer kapanır da tiyatroların kapanması zordur. Park, bahçe, mahalle farketmez... Her yer sahnedir isteyene...

- Parayı sevmez değildir. Günü kurtadıktan sonra, ileriye yatırım için “kasmaya” değer görmez sadece. Anda yaşadığı için, “anı” dışında birikim yapmayı akıl edemez genellikle. Kimi zaman yaşanan sıkıntılar bu yüzdendir işte. Büyük kazançlar olmadığı için, büyük batışlar da yoktur. Öldüklerinde arkalarında çok oyun bırakıp, oyunlara konu olacak bir hayat hikayesi bırakmama-larının sebebi budur.

- Tüm sanatlardan daha etkilidir tiyatro. Bu yüzdendir ki siyasetçilerin hedefi olur tiyatrocular. Kim çıkıp, “Tiyatro öldü!”, “Onlar..”, “Bu tiyatro dediğin eski sanat...” filan gibi cümleler kuruyorsa, “ödü kopuyor” demektir. Haklıdır da... Seyircinin hücresine nüfus eder çünkü tiyatro. Diğer sanat dallarından farkı; seyirlik değil, yaşanılacak bir deneyim olmasıdır. Yazar ve oyuncuyla üretmektir. Seyircinin suç ortaklığıdır. Sırdaşlıktır. Sinemadan çıkar gibi sadece etkilenerek çıkamazsın tiyatro salonundan. Dönüşerek, dönüştererek, bir yaratımın parçası olarak,başka biri olarak ayrılabilirsin ancak. Bu yüzden tiyatrocular, kanıt bırakarak değil, ruhları dönüştürerek değişirler ve değiştirirler dünyayı.

- “Kendini beğenmiş olur” denir, tiyatrocular için. Yalan değildir hani! Ne şöhretler görmüşlerdir, sahneye çıkınca “elini koyacak yer bulamayan...” Televizyonda milyonları hayran bırakıp, sinemada ödüller alıp tiyatro sahnesinde sesi çıkmayan... Havalı korumalarla, basını peşinde koşturup, sahnede dizleri birbirine vuran... Herkesin “ayakta durabileceği”, üç kağıtlarla seyirciye “yutturabileceği” bir oyunculuk mekânı değildir tiyatro sahnesi. “Er meydanı”ndan, alnının akıyla çıkanlar, bunun kıymetini bilir.

Çıplak krallarına toz kondurmak istemeyenler de, “tiyatrocular kendini beğenmiş” deyiverir.

Başka ülkelerin tersine, yargılayanı, yadırgayanı, eleştireni, hedef göstereni çoktur tiyatromuzun ve tiyatrocularımızın. Belki arada hatırlamak gerek Muhsin Ertuğrul’un tiyatroculara vasiyeti olan sözünü: “Fazla mütevazı olma, inanırlar..!”

Ustalarıma saygıyla... Sürç-ü lisan ettimse affola...

Tiyatro demişken oyun önerileri...


Craft - Uğrak Yeri

Devlet Tiyatroları - Sessizlik

Kumbaracı 50 - Gerçek Hayattan Alınmıştır

Dot - Sarı Ay

Şehir Tiyatroları - Zengin Mutfağı

Tiyatroperest - Anlaşılmaz Konuşmalar

Talimhane Tiyatrosu - Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi

NEVRA SEREZLİ’NİN ACISI





Hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı Metin Serezli için Teşvikiye Camii’nde öğle vakti cenaze töreni düzenlendi. Eşi Nevra Serezli ile oğlu Murat Serezli büyük üzüntü yaşadı.

Yazının devamı...

Hayallerinin peşinden koşan Ümmüye Abla

Kim Milyoner Olmak İster” yarışma programına, renkli, Ege usulü bağladığı yazması, şalvarı, dimdik duruşuna eşlik eden güler yüzüyle konuk olduğunda, hepimiz ekranlara kilitlendik. “Adım Ümmiye Gürbüz, Erdek’te pazarcıyım, Erdek ilçesinin Hamamlı köyündenim” diye tanıtmıştı kendini. Nice Robert mezunlarının, Boğaziçililerin beş dakikada elendiği bu bilgi yarışmasında, kendinden emin adımlarla en zor sorulara hiç tereddütsüz doğru cevaplar veriyordu. Heyecandan hemen twittera yazdım. Benim gibi etkilenen çok kişi vardı ama bir yandan da şalvarıyla çelişen Türkçesi, pek çok insanı şüpheye düşürmüştü. Bu kadar bilgili, düzgün konuşan bir kadın şalvarlı olabilir miydi? Acaba bir iş mi vardı işin içinde? Özal dışında zehirlenme şüphesiyle mezarı açılan liderin kim olduğu sorusuna, bir an düşünmeden “Arafat” cevabını yapıştırıp, 15 dakikada 15 bine ulaştığında, Kenan Işık’ın gözlerindeki hayret, bu kadının “gerçek” olduğunun kanıtıydı. Takip edenler bilir, o gün şöyle dedim hesabımdan: Ben bu ablayla tanışmak, sarılıp öpmek istiyorum...

Dediğimi yaptım da!

Akıllı ve tuttuğunu

koparan kadınlar

“Ekonomiye Kadın Gücü” sosyal sorumluluk projesine destek vermek için, gün ağarmadan Bandırma’nın Erdek ilçesinin Hamamlı köyünün yolunu tuttum. Saat dokuz buçukta kapısını çaldığımızda, Ümmüye Abla çoktan sobanın üstüne çayı koymuştu. Yolda tost yediğimi duyunca hafiften fırça atarak, kızının elde açtığı böreği getirdi sofraya ve sabah komşunun ineğinden sağdığı sütü, bir başka komşunun bize de düşen yumurtasını, kendi yapımı tereyağını, salçasını koydu yanına. Yedik elbet. Her köy insanı gibi “tokum” sözünü duymuyordu Ümmüye Abla. Sakız gibi bembeyaz, kenarları kendi el emeği kanaviçe işli örtülerine oturmaya kıyamazdınız. Küçücük ama el işleriyle, kitaplarla ve aile yadigarlarıyla süslediği evi çok özenliydi. Gerçekti ve karşımdaydı. Şalvarı ve uğurlu yazması üzerinde, tam hayal ettiğim gibiydi. Misafirliğimizden sebep çok sevinçliydi. Kızı Hûma da kendi gibiydi. Akıllı, tuttuğunu koparan, cana yakın... Bir süre sonra, suyun öte tarafından gelenlere has güzelliği ve tatlı diliyle katılıyor muhabbete. Bennu Gerede, sergi için fotoğraflarımızı çekiyor. Eşim de anı olsun diye... Ümmüye Abla tek bir şey rica ediyor benden. “Kızımın resimlerini basma, o benim mahremim” diyor. Saygı ve sevgi duyuyorum...

İnsan kitap okumadan nasıl yaşar ki..?

Tam 51 yaşında Ümmüye Abla. Kendiyle eğlenmeyi bilen ender insanlardan. Komşusu yarışmada izleyince, “Ümmüye dişlerimi vereydim keşke, televizyonda iyi çıkardın” demiş. Epey gülüyoruz bu teklife.

Tam bir kitap kurdu ama insanların bunu niye bu kadar büyüttüğünü anlamıyor. “İnsan okumadan nasıl yaşar, bu zaten normal, herkes okur” diyor. Gerçekten çok şey biliyor ama bugünlerde çoğu kişinin kitap okumadığını bilmiyor. Belki de bilmek istemiyor benim gibi. İlk okuduğu kitap Gorki’nin “Ana” romanı. Çocukluğunda Yapı Kredi’nin bir okuma yarışmasında kazandığı, bu yüzden çok sevdiği ama kırk yıl önce kaybettiği “Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi” kitabını geçen gün bir eskicide yeniden bulmuş. Mutluluğu görülecek şeydi. “Kimi mandal karşılığında kitabını verir eskicilere, benim içinse en kıymetlidir onlar” diyor. Tüm ana haber bültenleri peşinde. Kabul etmiyor. Köyde hummalı bir yol çalışması olduğundan söz açıyorum; çok olağan bir durummuş gibi, “Başbakan gelecekmiş” diyor. Ailece, başlarına gelen her şeyi normal kabul ediyor, hiçbir şeye şaşırmıyorlar. Çoktan hakedilmiş bir itibarı kabul ediyor gibiler. Haklılar da...

‘Hedefimiz eko-müze evi açarak tarihimizi gençlere göstermek’

Nerelisiniz? Ümmüye Abla: Selanik Kavala... Mübadeleyle gelmiş büyükler.
Dedem gibi... Hemşehri çıktık desene... Kim kim yaşıyorsunuz
bu evde?
Ümmüye Abla: Kızım, ben bir de askerdeki oğlum... Üç kişilik bir
aileyiz biz.
Beraber mi çalışıyorsunuz?
Ümmüye Abla: Kızımı, çalışmak için eşikten dışarı adım attırmam. O evin içindeki işleri yapar. Sadece ev işi değil; tarhana, salça, peynir, yağ... Otları da beraber ayıklarız gece. Ama sokaktaki işe sokmam onu. Pazara da götürmem. Oğlum tekniker olarak inşaatlarda çalışır. Her işi ben yaparım. 15 kilometre yol yürüyorum dağa gitmek için, bir o zor geliyor. Bir pot potum (traktöre benzer ufak, motorlu bir araç) olsa ne güzel olurdu. Dağda ot toplamayı seviyorum ben. Hem toplar, hem bağır bağır türkü söylerim ben ot toplarken. Daha dün bağıra çağır, “Debreli Hasan”ı söyledim. Kekik zamanı kızım da gelir bir de pazar komşum, çok sevdiğim Nurten... Çayımızı da demleriz akşamüstü dağda. Keyfimiz tam bizim. Ateş yakar, mantar toplar pişiririz.
Bir hayalin var mı?
Ümmüye Abla: Müze ev açmak. Eko-Müze... Bahçe... Benim gibi insan bahçesiz olur mu? Ama yok işte! Ama nasıl yapayım? Bir yol gösterseler bana. Yoldan geçenlerin, direksiyon kırmak isteyeceği bir yer yapmak istiyorum.
Hûma: Bizim bir tarafımız Balkanlardan gelme. Onların bütün eski giysileri bizde. Onları sergilemek istiyoruz. Aile yadigarı eşyalarımızı koysak diyoruz. Duvardaki tüfek dedenin dedesinden mesela... Ben Bursa çevresinde eski gelenekle sütlü sabun, krem, şifa reçeteleri uygulamayı bilen tek gencim. Kültürü yaşatmak istiyoruz. Bu değerler kaybolsun istemiyoruz. Biz farkındayız, herkes farkına varsın, tanısın istiyoruz.
Nasıl bir yer olacak bu eko-müze?
Ümmüye Abla: Bir tarafında kendimiz yaşarız. Bahçesinde ekolojik tarım yaparız. Eskilerin yaptığı gibi, tarhana, salça, mantı, erişte yaparız. Kızım sabun, cilt için doğal kremler yapar, onları sergileriz bir kenarda. Hem, ziyaretçiler ve çocukları doğayla iç içe, eski kültürü yaşayarak vakit geçirir hem ben elde yaptıklarımızı satarım. Hayvanlarım olur. Bir tarafına da mini golf, tenis kortu olsa, Allaaaahh... Çay ikram etsem gelen geçene, açtığım böreğimden ikram etsem. Yoldan geçen, yazlığına gelen gelse, hem güzel vakit geçirip hem eskiyle bağlarını güçlendirse, müze evin içinde tarihimizi yaşasa... Etraftaki diğer el işi olan kadınlara, çevreye de katkısı olsa... Birileri akıl verse... Bir yol gösterse de yapmanın bir yolunu bulsam!
Hûma: Annem çok üzülüyor. Gençler geçmişini unutmuş. Türklüğü, geldikleri yerleri, köklerini, asaletini unutmuş. Bizim elimizde geçmişin izleri var, bunları paylaşmak istiyoruz.
Oğlun...
Ümmüye Abla: O kendi işini yapıyor, orada ilerlemek istiyor.
Hûma: Çok çalışkandır. Son gün bile çalıştı öyle askere gitti.

Ekonomide kadın gücüne destek vermek için geç değil

Ekonomiye kadın gücü Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının himayesinde, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı ile Turkcell’in birlikte yürüttüğü bir proje. Dünkü yazımda, kadınları ekonomik hayata katma amaçlı bu projeyi tanıtmıştım. www.ekonomiyekadıngücü.com sitesinden destek bekleyen kadınlara borç ya da karşılıksız destek verebilirsiniz. Ayrıca tüm faturalı hatlardan FON yazıp 5886’ya gönderirseniz, 5 lira ile katkıda bulunmuş olursunuz.



‘Televizyonda İlber Ortaylı’yı kaçırmayız’


Ana-kız yapmaktan en keyif aldığınız şey?

Ümmüye Abla: Erdek’te, denizin şıpırtısında, ana-kız kahvaltı etmek. Ama yapamıyoruz pek. Bir buçuk ay sonra ıhlamur, sonra kekik başlar.

Hûma: Offf hele kekik... Sıcakta, yılanların arasında... Allahın kekiği dersiniz... Gelin görün zorluğunu.

Hiç bir yer gördün mü?

Ummiye Abla: Bursa’dan öte bir yer görmedim.

Nereyi görmek istersin?

Ummiye Abla: Balkanları... Köklerimin olduğu yerleri görmek istiyorum.

Şaşırdınız mı yarışmadan çağrılınca?

Hûma: Yoo şaşırmadık. Bu dünyada iyi güzel her şey bizim için.

Annenin bu kadar ilgi görmesi şaşırtmadı mı seni?

Hûma: “Bir gün seni herkes ayakta alkışlayacak” derdim hep anneme. Bu bir şey değil. On parmağındaki marifetin birini gösterdi daha annem. Biz annemin kapasitesini bildiğimiz için şaşırmıyoruz. Ama görenler şaşırıyor tabii. Ben de şaşıranlara şaşırıyorum. Biz kaliteye inanırız. Ama ruh kalitesine... Farkımızı biliyoruz. Biz Atatürk’ün toprağıyız. (Hûma ağlamaklı oluyor)



Neler izlersiniz?

Ümmüye Abla: İlber Ortaylı’yı izleriz, bir de çok belgesel izleriz. Survivar da izleriz. Bak, katılsam herkesi geçerim. Hayatta kalmak için her şeyi biliyorum. Ne aç kalırım ne doğa şartları yorar beni. Tam bana göre... (Gülüşüyoruz)

Hûma: Borsaya da meraklıyız. Kanalı açarız, dergileri alırız, patronlar kulübü ve hit kulübü de takip ederiz. Paramız olduğundan değil ama merak işte...

Hit kulübü nedir ben hiç bilmiyorum bunları. (Çok gülüyorlar) Kitaplar?

Ümmüye Abla: Amma büyüttüler. Normal olan, benim. Kitap okumak normal. Buna bu kadar şaşıranlar eksikliği kendinde arasın bende fazlalık yok.

Şimdi elindeki kitap?

Ümmüye Abla: Yılmaz Karakoyunlu’nun “Mor Kaftanlı Selanik”... Biz daha çok köklerimizle ilgili kitaplar okuruz.

‘Nazım Hikmet sorusunu cevaplamalıydım’


Kendine kızgınlığın?

Ümmüye Abla: Çok sevdiğim Nazım Hikmet ile ilgili soruya cesaret edip cevap veremedim yarışmada. Bilgim yeterince güçlü değilmiş. Kendime kızıyorum.

Ne olmak isterdin?

Ümmüye Abla: Tarihçi

Eko-müze evini açacağına inanıyor musun? Belki Kültür Bakanlığı yardım eder.

Ümmüye Abla: Hiç sanmam. Benim de açacak maddiyatım yok. Otuz yıldır ismi bile belli yoksa.

Yaaaa ne koyacaksın bu “eko-müze ev”in adını?

Ana-Kız: Karıncalar Çiftliği

Karıncalar Çiftliği... Ne güzel isim... Bu zeki, çalışkan, bilgili kadının elinden birileri tutmaz mı? Allah’ın lütfu olan bu akıllı, çalışkan, değerli kadınlar kalkındırıldığında, işte o zaman, bizim de Kadınlar Günümüz kutlu olur...

Yazının devamı...

“Ekonomik Güç” şart!

Her yıl 8 Mart yaklaşırken, kadınlara yönelik pek çok sosyal sorumluluk projesi için öneriler gelir. Çoğunlukla, kadına şiddete dikkat çekmeye yönelik olur bu projeler. Duyarsız kalamayacağım bir konu olduğu için de muhakkak birinde yer alırım. Ama bu yıl, vazgeçtim. Evet vazgeçtim! Çünkü bu kampanyaların hiçbir işe yaramadığını görüyorum. Harika fotoğraflar çekiliyor, sergiler yapılıyor, eee?

Kadına şiddet gittikçe artıyor, kadın haklarında eşitlik yok, çocuk gelinlerin sayısı düşmüyor ve kız çocukları hâlâ okula gönderilmiyor! Peki biz bu havalı fotoğraf çekimlerini niye yapıyoruz? Bu fotoğraflar sanırım sadece kendi işimize yarıyor. Basında bol bol yer alıyor ve dikkat çekiyor, ama kime? Fotoğrafı çekilene! Yani iş amacından sapıyor. İki yıl önce, suya kafamızı sokarak “sessiz çığlık“ fotoğrafları ile kadına şiddete dikkat çekmeye çalışmıştık. Olağanüstü fotoğraflar, ben dahil bu projede yer alanlar için büyük sükse oldu ama bu işten çıkar sağlayan bir mağdur kadın oldu mu bilmiyorum!

Şiddeti magazin figürü yapmak

Çuvaldızı önce kendime batırdığıma göre şimdi iğneyi biraz başkalarına batırabilirim. Ünlü erkeklerin kırmızı oje ve makyajla objektif karşısına geçtiği bir başka “Kadınlar Günü” projesi daha var. Asıl amacı neye hizmet etmekti tam olarak anlayabilmiş değilim ama basında “kadına şiddet”e dikkat çekmek için olduğu yazıyordu. Fotoğraflar başarılıydı. Ama topuklu ayakkabı, kırmızı ruj, oje süren ünlü erkekler “hepimiz kadınız” mı demek istiyordu acaba? Kadın denilince akla ruj, oje, rimel geliyordu belli ki. Zaten şiddete uğrayan kadınlar da kırmızı oje olmadan sokağa adım atmıyorlardı ve tek dertleri sürdükleri rujun dayak yerken dağılmamasıydı muhakkak! Eminim, iyi niyetle başlamıştı bu proje de ama bir faydası oldu mu? Sanmıyorum.

Gelelim bu yılın son projesine... 8 ünlü kadının, yüzleri darp olmuş fotoğrafları, magazin basınındaki yerini aldı. Makyaj ve photoshop karışımı biraz da abartılı bu fotoğraflar, fotoğrafı çektiren güzel kadınlara “çirkin görünme” cesaretlerinden dolayı “aferin” dışında ne veriyor? Dayağı ve şiddeti magazin figürü haline getirip, reklam malzemesi yapmaktan başka
ne işe yarıyor?

Somut projeler yapmalıyız

Bırakalım artık bu “sözde” sosyal sorumluluk kampanyalarını. Bizim kadınımızın hayatına değecek, somut projeler gerekli. Kendim de böyle birkaç projede yer almıştım. Bir fayda sağladığını görmediğim için bu yıl hiçbir şey yapmama kararındaydım. Taaa ki telefonun ucunda Bennu Gerede’nin sesini duyana kadar. Sadece üç cümle kurdu bana. “Evet” dedim. Her zaman bu gibi tekliflerden sonra sorduğumuz, “Kimler var” sorusunu hiç sormadım. Çünkü “Kimler var” diye sormak, “Bu iş bana ne kadar yarar“ diye sormaktır aslında. Ve tüm bu sosyal sorumluluk projelerinin altında yatan, gizli hissi açığa çıkarır bir bakıma. Kimseye laf atmak değil maksadım. Ben de sormuşumdur çoğu kez, gizlemiyorum. Ama bu defa, sormadım. Daha geri planda kalacağım, bana bir getirisi olması mümkün olmayan çünkü ucunda havalı fotoğraflar amaçlanmayan, daha meşakkatli ama somut ve hızlı bir şekilde kadınların faydalanabileceği bir proje... Üstelik madem elimde böyle bir sayfada sizinle bilgi paylaşımı şansım var, projeye bir de yazarak destek vermek istedim. Çünkü biliyorum ki somut bir şeyler yapmak lazım.
Önce kadınların kendi ayakları üzerinde durabilmesi, ekonomik güce kavuşması, bu gücüyle kocasının karşısında daha saygın bir konuma erişmesi, sözü geçer olması, çocuklarını okutması, okuyan kız çocuklarının daha güçlü kadınlar olarak yetişmesi gerek. Ancak o zaman, şiddete karşı durabilen kadınlardan söz edebiliriz. Gelişen Türkiye ancak kadının ekonomik hayata katkısıyla mümkün olacaktır! Kadınlar gününüz kutlu olsun...

Gelin, hep birlikte kadınlarımızı destekleyelim



Bennu Yıldırımlar, balık ağları ören ve balıkçılık yapan Gülbahar Hanım’la buluşmak için Diyarbakır’a gitti.

Sumru Yavrucuk, işini büyüten, çay ocağı ve market işleten İnciser Hanım’ın bir çayını içmek için Muğla’daydı. Ayse Kulin, Trabzon’da Emine Hanım’ı ziyaret etti.

Biz ne yaptık: Girişimci kadınları kendi memleketinde ve kendi yerinde ziyaret ederek birlikte bir gün geçirdik. Bennu Gerede de bu misafirliğin sıcak ve doğal anlarını fotoğrafladı. 7 Mart günü ise bu sefer Turkcell’in organizasyonu ile ev sahibi bizdik. Türkiye’nin dört tarafındaki girişimci kadınlar İstanbul’a geldi ve yine birlikte olduk.

Artık arkadaşız. Benim dileğim gerçek oldu. “Kim Milyoner Olmak İster” yarışmasında gördüğüm günden beri tanışmak istediğimi twitter’da da ilan ettiğim, Erdekli pazarcı Ümmüye Abla’nın evine gittim. Zeka küpü ve bilge bir kadın. Yarın bu sayfada onu daha iyi tanıyacak ve tanıdıkça hem sevecek hem şaşıracaksınız. Gerçi o da bu şaşkınlığa şaşırıyor ya neyse yarının sürprizini kaçırmamak için daha fazla anlatmıyorum. Bu girişimci ve çalışkan kadın da bu platformda desteklerinizi bekliyor.

Nedir bu proje: Girişimci kadınlara destek vermek isteyenler borç veya bağış ile destek olabiliyorlar. Türkiye’de bir ilk... Sosyal Borçlanma... Mikrokredi... Bu sayede kadınlar, becerilerini işe dönüştürüp iş sahibi olabiliyorlar.



Mikrokredi nedir: Nobel Barış Ödülü sahibi Prof. Muhammed Yunus öncülüğünde yürütülen bu programda, her türlü maddi destek, girişimci fon havuzuna akrarılıyor. İhtiyaç sahibi kadınlar, iş kurmak veya iş büyütmek için bu fondan kredi alıyor. 46 haftalık, düzenli taksitlerle geri ödüyor. Siz de bu havuza para yatırarak borç verdiğinizde, ödeme geri alındıktan sonra, 52. hafta paranızı iade alabiliyorsunuz. www.ekonomiyekadıngücü.com sitesinden, destek vermek

istediğiniz girişimci kadını seçip ona borç verebilir ya da “geri ödeme talep etmiyorum” seçeneğini işaretleyerek bağış yapabilirsiniz.

Beyhan Aydıner-İğne oyası

20 yaşında evlendi. 3 çocuğu var. El emeği göz nuru iğne oyası bana hediyesi. Siz de destek olup, Beyhan’ın kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayabilirsiniz.

Meltem Solmaz
Mum


Bir çocuk annesi, gıda mühendisi ama iş bulamayınca mum yapma ve süslemeye karar verdi. 1000 lira mikrokrediyle malzeme alarak işe başladı. 2 bin lira kredi ile atölye açıp seri üretime geçmek istiyor. Bu mum bana kendi eliyle hazırladığı hediyesi. Atölye açması için siz de destek olabilirsiniz.

Emine Algül-Telefon kılıfı

İki çocuğundan evvel sekiz kere doğum yaptı hiçbiri yaşamadı. Yaşadıkları yüzünden ruh sağlığı bozuldu ve tedavi gördü. Mikrokredi alarak dekoratif eşya yapmaya başladı. El işi hem ruh sağlığına iyi geldi hem ailesinin geçimini sağlamasına yardımcı oldu.


Proje adı: Ekonomiye Kadın Gücü
Himaye: T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
Ev Sahibi: Türkiye İsrafı Önleme Vakfı ve Turkcell
Destekçiler: Sizler

Detayları öğrenmek isteyen ve destek vermek isteyenler için: www.ekonomiyekadın
gücü.com

Tüm operatörlerin faturalı hat sahipleri FON yazıp 5886 ya kısa mesaj atarak 5 lira ile katkıda bulunabilirler.

Yazının devamı...

Aşkın gözü Wabi Sabi

Aşkın gözü kördür demiş eskiler. Bu sözü düstur edinen yakın çevre, aşık olan kişinin gözünü açmakla vazifeliymiş gibi, eleştiri yağmuruna tutarlar sevdanın öznesini. Ne kadar kusuru, eksiği varsa öyle bir gözüne sokarlar ki, artık sahiden kör olur aşk ve toslar duvara. Oysa aşkın gözü “Wabi-Sabi”dir bana göre. Kusuruyla hatta sevdiğini benzersiz kılan kusurlarından dolayı sever insan. Aşık, kusurları görmezden gelir sanılır oysa aşık olanlar çok iyi bilir ki kusurları görmeye görür insan ama başka bir gözle... Sevdiğinin yüzündeki yara cesaret, sesindeki boğukluk hüzün, dudağının çarpıklığı mahçubiyet anlamı taşıyabilir aşık için. Kekeleyen birinin heyecanına sevdalanabilir insan ya da hayatın ciddiyetine inat, boşvermişliğine... Ama işte o zaman “çevre” devreye girer. Sadece gördüğü aynı olmadığı için kör zannederek seveni, açar yaylım ateşi. “Sorumsuzun biri!” der teki, oysa bilmez, hayatı böyle hafife alışıdır belki aşkın sebebi. Gözüne batıra batıra, sonunda başkalarının gözüyle görmeye başlayınca, ne aşk kalır ne aşık ortada.
Wabi-Sabi sanatının ve felsefesinin ne olduğunu dünkü yazımda uzun uzun anlattım. Kısaca, kusurlarla birlikte muhteşem güzelliği bulan eski bir Japon sanatı diyebilirim. Bugün, bu felsefeyi ilişkilere uyarlayarak, kusurlarıyla hatta kusurlarından ötürü bir ilişkiyi daha mutlu hale getirmekten söz etmek istiyorum. Bir insanı, eksiklikleriyle ve kusurlarıyla birlikte eşsiz bulduğumuz, büyük “aşk”tan bahsediyorum.

Ferhat’ın gözünden Şirin’in güzelliği

Dün de bahsettiğim gibi Mevlevilikle. Wabi-Sabi benzerlikler gösteriyor. Elbette Tasavvuf çok daha eski ve kadim bir öğreti. Wabi-Sabi ile ilgili kitap yazarlarının Rumi’den alıntılar yaptığını görünce kurduğum bağlantıdan emin oldum. Rumi’nin “Göreviniz sevgi aramak değil, kendi içinizde sevgiye karşı diktiğiniz engelleri aramak ve bulmaktır” öğüdü, “Wabi-Sabi Sevgisi” kitabında yer alıyor. Ben de çok sevdiğim şu sufi hikâyesiyle örnek vermek istiyorum Wabi-Sabi’ye: Dönemin Sultanı, Ferhat ile Şirin’in hikayesini duyar ve çok etkilenir. Hemen Şirin’i huzuruna ister. Sultan, Şirin’i görünce şaşırır, “Güzelce bir kızsın sözüm yok ama benim haremimde senden kırk kat güzeller var, Ferhat niye senin uğruna dağları deldi!” der. Şirin mahçup gülümser ve usulca verir cevabını: Ah efendim! Siz bir de beni Ferhat’ın gözleriyle görün.
İşte Ferhat’ın gözleri ,Wabi-Sabi’nin gözleri...
Bir arkadaşıma yeni evlendiklerinde eşi , “Senin bacaklarında gamze var ve ben aşığım onlara” derdi. Biz sadece gülmekle yetinirdik. Çünkü onun “gamze olarak” güzel bulduğu şey aslında kadınların kâbusu selülitti. Aşkın gözü kör değil, Wabi-Sabi idi.
Kadınların çok sık düştüğü bir hata başına buyruk erkekleri sevip sonra onu evinin erkeği yapmayı çalışması meselâ. Oysa zaten aşık olduğu, “başına buyruk”luktur aslında. Bu yüzden biter çoğu evlilik. Çünkü iki sonu vardır bu durumun; ya erkeği değiştiremediği için biter ilişki ya da değiştirdiği erkeğin yeni halini beğenmediği için. Deli dolu hâline aşık olmuşsan bir adamın, evinin erkeği yaptığında, koltukta uyuklayan halini istemezsin aslında. Serseriliği olmasa, efsane olur muydu James Dean!

Delirten küçük sorunlarla baş edin

Kuşkusuz şiddet ya da büyük uyumsuzluk ve anlaşmazlıklara bir çözüm olamaz “Wabi-Sabi Sevgisi”.
Ama ufak görünüp de insanı delirten sorunlara çare olabilir. Arielle Ford, “Wabi Sabi Sevgisi” isimli kitabında kusurlu ilişkilerde kusursuz aşkı bulmanın yolu olarak tanımlıyor bunu. Önerilen yöntem şu: Sizi deli eden sorunu net olarak belirleyin. Ardından ilişkinizin en başında bu durum nasıldı hatırlayın. Kuvvetle ihtimal o zamanlar size bunun hoş göründüğünü ama zaman içinde tekrarlana tekrarlana rahatsız edici olmaya başladığını fark edeceksiniz. Durum böyleyse zaman içinde bakışınız değişmiş demektir. Artık aşk gözüyle bakmadığınız için bugün farklı hissediyor olabilirsiniz. Eğer eşinizle mutlu yaşamak istiyorsanız, hoşlanmadığınız ufak tefek kusurlarına karşı bakışınızı değiştirmelisiniz. Kusur olarak gördüğünüz şeyler, mutluluk verici hâle gelebilir.

Ailece fotoğrafçı olduk, mutluyuz!

Kendimden örnek vereyim: Fotoğrafçılık, eşimin hobisidir. “Aaaa Berna sen de! Ne güzel hobisi varmış bundan örnek olur mu” dediğinizi duyar gibiyim. Ama içi beni yaktı yıllarca. Her şeyin fazlası insanı delirtir. Emin olun, çevremdeki çok az insanın katlanacağı kadarına katlandım.
Gittiğim seyahatler burnumdan geliyordu. Gece yarısı eksi 15 derecede, 5 yaşımdaki kızımla beraber saatlerce bir köprünün üstünde, O istediği pozu yakalasın diye birbirimize sarılarak beklemiştik. Bir gün, çek çekli bir bavulu andıran fotoğraf çantasıyla görüntülendiğimizde, “Kocası evi terk etti” diye yazmışlardı. Oysa beyefendi, fotoğraf çantası yanında olmadan yemeğe bile gitmezdi. Fotoğraf uğruna, otobüsler mi kaçırmadık, 50 derece sıcakta gölet turlarına mı çıkmadık, anne-kız beklemekten bitap düşüp kaldırım kenarlarında mı uyuklamadık. Arkadaşlarım tahammülüme hayret ediyorlardı. Sonunda çok sevdiğim fotoğraf sanatından nefret eder oldum. Gezilerimizde ayrı takılmaya başladık. O fotoğraf çekerken, biz anne-kız başka program yapıyorduk. Ama bu da ilişkiyi iyiye götürecek bir çözüm değildi. Hem dırdır etmeyi kendime yakıştıramıyor hem söylenmeden duramıyordum. O da hem en sevdiği tutkusunu huzurla hobiye dönüştürememenin sıkıntısını yaşıyor hem de fazla belli etmese de bana gıcık oluyordu. Sonra düşündüm, ben bu adama niye aşıktım? Tutkulu bir erkek olduğu için. Şimdi benim dışında kaldığım bir tutkusu için suçluyordum onu. Peki, halim selim, coşkusu az, içi çekilmiş, bir şeylere heyecan duymayan bir adam olsa yine aşık olacak mıydım? Pek sanmam. Ariel Ford’un, kitabında, sevgilinizin ilgi alanlarına ortak olduğunuzda, yalnızca o kişiyi değil tutkusunu da seversiniz diye tanımladığı Wabi-Sabi ilkesine uymalıydım. O zaman yapacak tek şey vardı: Ben de bu tutkunun bir parçası olmalıydım. Oldum da. Kurslara gittim, eşimden yardım istedim, gerçekten çok çalıştım ve fotoğrafçılığı öğrenmeye başladım. Tahmin edildiği kadar kolay olmuyor doğrusu. Fotoğraf makinem olmadan evden dışarı çıkmıyorum, bir sürü kitaptan çalışıp her gün 250 poz çekerek pratik yapmaya çalışıyorum. Bir poz için 45 dakika bekleyebiliyorum. Üstelik Ada’yı da dahil ettim. Şimdi ailece fotoğrafçı olduk. Haftada bir gün, hep birlikte çekime çıkıyoruz. On iki saat hiç dinlenmeden, yağmur-çamur-soğuk demeden yürüdüğümüz oluyor. Pestilimiz çıkıyor.
Ama Ada da ben de gık demiyoruz. Mutluyuz çünkü. Eşim de bu çabamı karşılıksız bırakmadı. Koca fotoğraf çantasıyla dolaşmıyor artık. Günün sonunda, Karaköy’de balık-ekmek ve üstüne baklava-çayla ödüllendirilince, keyfimiz doruk yapıyor. Şu anda eşime minnettarım. Bu sayede olağanüstü bir hobi sahibi oldum.
Fotoğrafçılık, artık beni yıpratan değil ailemi bağlayan bir uğraş.

Biliyor musunuz?



Japonlar kırık nesneleri tamir ettiklerinde, çatlakları altınla doldururlarmış. Ya da çatlak görünecek şekilde ışıklandırarak sergilerlermiş. Çünkü çatlak vazonun ışık geçirmesine olanak verdiğinden, çatlağın vazoya değer kattığını düşünürlermiş. Bir şey hasar gördüğünde, bir geçmişi olduğuna işaret ettiği için daha güzel bulunurmuş. Buna insanın yüzündeki çizgiler de dahilmiş.
İster sevgili, ister eş, ister arkadaş olsun birini farklılıklarından ötürü severiz. Bununla beslenip renklenmek varken sonra bu farklılıklara “yanlış” etiketi yapıştırıp değiştirmeye çalışırız. Yaşadığımız çevrede edindiğimiz her alışkanlık kutsaldır bizim için ve aynını karşımızdakinden bekleriz. Diş macununun ortadan sıkılması bile büyük bir tartışma konusu olabilir. Hangi bilimsel veri ya da hangi kadim bilgi bize bunu öğretmiştir bilmeyiz ama eğer birlikte yaşadığımız kişi tüpü kuyruğundan sıkmazsa vay haline! Doğruluğuna öyle inanmışızdır ki ömrümüzü bu mücadeleye adayabiliriz. Oysa tecrübeyle sabittir ki neresinden sıkarsan sık kullanım süresi değişmez. “İlle de benim bildiğim doğrudur” demek yerine “O öyle öğrenmiş ben böyle” diyebilsek. Ah bir diyebilsek!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.