Şampiy10
Magazin
Gündem

Yazlık! Varlığı bir dert yokluğu yara

Yaz geliyor... Bu demektir ki, yazlıkçılar için iş başı vakti! Yazlığı olmayıp da niyetlenenler ise şu anda eminim arayış içine girdiler bile. Siz yine de bu yazıyı okumadan kararınızı kesinleştirmeyin derim. Yazlık sahipleri eminim şu an evlerini, neresinden toparlamaya başlayacaklarını, kara kara düşünüyorlar. Ben de bu grubun içindeyim. Zahmeti bir yana, hayatımda hiçbir tatil yerinden, yazlığımdan aldığım zevki almadım. En rahat, en eğlenceli, en en en en... Benim yazlığımdır! Ama gelin görün ki, bir o kadar da şikâyetçiyim “yazlıkçı” olmaktan. Derdinden, kaprisinden... Yanlış anlaşılmasın, öyle çok muhteşem bir ev filan değil benimki. Tam tersi, fazla eşyanın olmadığı son derece basit, tipik bir yazlık evim var Bodrum’da. Ama gelin görün ki ne tatil köyüne, ne butik, ne de beş yıldızlı otele değişirim evimin keyfini. Şimdi diyeceksiniz ki, “Ne sevdiğin belli, ne sevmediğin!”
Eh, yazlık da biraz aşkla nefret arası
bir şey zaten!
Buyrun izah etmeye çalışayım...

Acaba evimde uzaylılar mı yaşadı?

Hiç kışlık evlerinizle mukâyese etmeyin! İçinde yaşanmayan ev, inanılmaz eskiyor. İnsanın mantığına ters geliyor ama işin gerçeği bu. Her yıl tadilat gerekir mi yahu! Gerekiyor işte! İnsan mis gibi bıraktığı evinin 6 ay sonraki harap olmuş halini görünce yokluğunda, evinde uzaylılar yaşamış mıdır diye düşünebiliyor. Samimi söylüyorum çok acayip yıpranmalar olabiliyor. Mesela, evin dışarısıyla hiç bir bağlantısı bulunmayan bir duvarının sadece iki karışlık yeri patlayıp dağılmış olabiliyor. Masanızı, bir deve gibi ayaklarının üzerine çökmüş bulabiliyorsunuz. Televizyonunuz ise kesin çalışmıyor.
Oysa kışlık evlerde böyle şeyler hiç olmuyor. Şimdi evimde yaşadığım birkaç olayı size anlatırken düşündüm de, sanırım şu uzaylılar meselesini bir kere daha gözden geçirmeliyim.

Uzun soluklu bir yerleşim planınız yoksa hiç gitmeyin

Her yaz yazlık evi açması 15 gün, kapaması 15 gün sürer. Sakın abarttığımı düşünmeyin, eminim yazlığı olanlar bana şu anda çoktan hak verdi bile. Her dolabın içine beyaz sabunlar bırakacaksınız ki koku olmasın. Gene de, istediğiniz kadar iyi yalıtım yaptırmış olun, eğer açık cam bırakmadıysanız evinizi, dolaplarınızın içine kadar, bakımı yapılmamış akvaryum gibi bulmaya hazırlıklı olun. Mecburen açık cam bırakacaksınız. Bu sefer de, tele rağmen rüzgârla içeri giren otlara ve toprağa bulanmış evle boğuşacaksınız. Uzun zaman kalacağınız için, evi her açışta, makarnadan baklagile, deterjandan yağa yapacağınız alışverişte bir tatil parası harcayacaksınız. Dönerken, hem ziyan olmasın hem de böcek yapmasın diye, dolapların her bir köşesinden çayı-kahveyi kalan makarnaları geri toplarken helâk olacaksınız. Ben, yardımcılarım olduğu halde her yıl 3-4 haftamı, yerleşip toplanmaya harcıyorum. Lafın kısası; eğer, yazın uzun soluklu bir yerleşim planlamıyorsanız, sakın yazlık olayına girmeyin.

Misafir severim ama her dakika değil

Başımızın tacı misafirler... Eyvah Berna, çok tehlikeli sularda yüzüyorsun! Şimdi, yanlış bir şey yazsam eş-dost alınacak, dürüst olmazsam yazıma ihanet olacak! Önce belirteyim-hem de dostluklarımı garanti altına almış olayım- ben misafir severim. Öyle çok ve her dakika değil ama! Çünkü, ailemle yalnız kalmayı da severim. Zaten benim yatıya çağıracağım kişi sayısı azdır ve onlar da çok yakın oldukları için davet ettiğimde, can-ı gönülden çağırdığımı bilirler. Yarım ağız kimseyi çağırmam. Allah muhafaza, bir de kabul eden çıkarsa ne yapacağımı bilemem çünkü! Size de tavsiyem, evinizde konuk etmekten keyif almayacağınız kişileri, “ayıp olur” diye davet etmeyin. Yazlık bir ev sahibi olunca, gelenler sizin de tatilde olduğunuzu unutuyor. Misafir, “3 günlüğüne gelmişim zaten” diye düşünüp, gezdirilmek ve ağırlanmak istiyor. Havaalanından al-bırak, özel yemek yap, her gün bir yeri gezdir derken ev sahibinin pestili çıkıyor. Evet gelen 3 gün kalıp gidiyor ama gelen-giden bitmeyince işin tadı kaçıyor. Bir sene farkettim ki üçer gün misafir gezdirmekten, ben kendime üç gün ayırmamışım. Yazlık sahiplerine, işletme muamelesi yapılmasına karşıyım. Unutulmaması gereken şu ki: Bu bizim de tatilimiz!
Şimdi söyleyeceğimi yadırgayacaksınuz ama inanın şımarıklık değil: Ben yazlığı tatil değil, insanın başka bir eve taşınması olarak görüyorum. O yüzden beylere sesleniyorum: Lütfen eşlerinizin şikâyetlerini, şımarıklık olarak algılamayın. Yazlık dönüşü insan o kadar yorgun ve bunalmış oluyor ki, bir yere tatile gitmek ihtiyaç olabiliyor.

Yazlığınız varsa kendinizi turist gibi hissetmezsiniz


Peki mâdem bu kadar sıkıntısı var, neden “Yazlığımı, dünyanın en iyi otellerine değişmem” diyorum?

İşte nedenlerim:

- En baş sebepler; komşularım, komşularım ve yine komşularım... O kadar ki; benim evimin, sitenin diğer evlerinden on kat değerli olduğunu iddia ediyorum. Sebep; yine komşularım.

- Yazlığınız varsa, kendinizi o bölgede turist değil, yerli hissedersiniz.

- Sizi bekleyen, tatil köylerinde kurulan alelacele dostluklar değil, bin yıllık komşularınızdır.



- Otelde kalırken olduğu gibi akşamları giyim-kuşam-hazırlık gerekmez.

- Sitenin plajı varsa, termos-sarma-kurabiye üçlüsünü plaja indirir, komşuların getirdikleriyle ev yapımı açık-büfe keyfi yaparsın.



- Çocuğuna, “basma çıplak ayak pis yerlere!” diye dırdır etmezsin, yere yatsa mis gibi olduğunu bilirsin. Küçücük odanın içinde, “dar alanda kısa paslaşmalar” yaşamaz, gönlünce evine yayılırsın. Çocuğun sokaktayken, meraklanmazsın.

- Civardaki herkes seni tanıdığı için, veresiye alış-veriş nostaljisi yaşarsın.

- Kapı açık yatar, korkmazsın.

- Mangal yakarsın.

- Kolay misafir ağırlarsın.

- Dostlarla beraber, “yolumuz uzun biz kalkalım” demeden sabaha uzanırsın.

- Üşenince kahvaltıyı komşuda yapar, sıkışınca çocuğunu Günsel Teyze’sine paslar, ani misafir gelince de Aysel Abla’dan yemek ikmâli yaparsın.

- Televizyonu, bahçeye-balkona taşır, kendi açık hava sinemanı kurarsın.

- Kış için reçel yapar, yüreğinde güneşi saklarsın.

- En güzeli kimse “çık” demeden içtiğin gazozun “extra” olduğunu düşünmeden yazı bir haftaya sıkıştırmadan, “ev kokusu” içinde yaşarsın.

Twitterdan (@bernalacin35) bana gelen “yazlık muhabbetleri”nden bazıları:


n Her sene “bir dahaki sene bu kadar eşya götürmem deyip, yine de her yıl koliler dolusu lüzûmsuz eşyanın götürülüp getirilmesi demektir. (@s_krc)

n Çocukların, su ve yemek için eve çıkmadan “anneeee su sallandııır” dediği yerdir. (@kikirik_sukela)

- Balkonda, komşularla içilen kahvenin tadının tüm kış boyunca damakta kalmasıdır. (@l1e2y3)

- Mangal partileri, melisa kokusu... Bir de okey taşlarının sesi olmasa! @gozdekarabıyık)

- Tertemiz yaz aşkları yaşamak, saçma sapan atlayış stilleri geliştirmek, arkadaşların eğlenirken, ”efendi çocuk olmak” uğruna, evde misafirlerle oturmak (@toginet)

- Mutfaktan çıkamadan günü bitirmek demek (@dilaprenses)

- 80 sene aramayıp, yazlık alınca doluşan akrabalar demek (@LaskaJeCas)

- Ruh çağırma gibi numaralarla geceleri arkadaşları korkutmaya kalkıp, sonunda korkan olmak (@damlacinar)

- Komşularla, sabahlara kadar oyunlar oynamak (@susluburjuvaa)

- Her yaz, anahtarı unutup kapıda kalmak demektir (@nazliyksl)

- ”Balkonu yıkamadan çıkamazsın” diyen anneler, çarşaflar ve pikeler kuruyamadan gelen sürpriz misafirler (@nesli1824)

Yazının devamı...

En masalsı, en romantik en muhafaza edilmiş kent

Nisan ayının yarısını geride bıraktık. Dallarda mor salkımları, bahçelerde laleleri, pazarda erikle karadutu görmesem, baharın tam ortasında olduğumuza inanmam mümkün değil. Diliyorum, Nisan ayının ikinci yarısı, bu en kıymetli ama çabucak elimizden kayıp giden mevsimi yaşamamıza olanak tanır. Ne de olsa en güzel mevsim bahar...



Hep söylüyorum, bahar gelince insanın kapıdan içeri giresi gelmez, bir anda “dışarlıklı” oluverir. Seyahatsiz bir bahar düşünülemez. Ülkemizde tatil planları hep yaz için yapılır. Belki, yazın çalışmak daha zor geldiğinden, belki iş yerleri öyle izin verdiğinden ya da kışa daha kolay katlanabilmek için, izinler hep Temmuz-Ağustos aylarına bırakılır. Oysa hem yurt içinde hem de yurt dışında, seyahat için en kötü dönemdir yaz ayları! Kalabalıktır, fiyatlar uçar, servisler kötüler, trafik alır başını gider. Eğer sadece bir tatil köyüne kapanıp deniz-şezlong planlamıyorsanız, gelin sözüme kulak verin ve bu yıl baharda gezin.



İlkbaharda tercih edin

Ramazan ayından ötürü bu yıl nikahlar, düğünler, Mayıs-Haziran aylarına kayıyor. Bu hafta, biraz da balayı çiftlerini düşünerek bir gezi yazısı yazmayı seçtim. Haftaya, Türkiye’nin en büyülü yerine götürmeyi planladım sizi ama şimdilik bu sürpriz! Dünyanın sanırım en muhafazakar kentine, yolculuğumuz başlıyor! Benim de balayı duraklarımdan biri olan, en romantik, en değişmeyen, en sürprizli, en fotoğrafik, en keşfe açık, en masalsı: Venedik...



Nisan-Mayıs-Haziran ayları, Venedik seyahati için en mükemmel zamanlama diyebilirim. Ağustos ayını aklınıza bile getirmeyin; nem yüzünden karada boğulabilirsiniz. Kışın ise su altında kalma sokaklarda yürüyebilmek için metrelik çizmeler satılıyor. Defalarca, farklı zamanlarda ziyaret ettiğim için rahatlıkla söyleyebilirim ki Venedik,

Baharda gezilmeli. Sokaklarında kaybolun

170 kanal ve 400 köprüyle, pek çok minik adacığın “kırk yama” misali birbirine eklenerek oluşturulmuş olan bu kenti gezmenin en iyi yolu, yürümek. Avrupa’nın, motorlu kara taşıtlarına izin verilmeyen tek büyük kenti olan Venedik’te, korna ve egzossuz bir dünyanın, akışına bırakın kendinizi. Kaybolurum diye hiç korkmayın, çünkü zaten kaybolacaksınız. Venedik, labirent gibi bir yapı ama her köşe başında, “Per San Marco” oku olduğu için, dön dolaş San Marco meydanında bulacaksınız kendinizi. Zaten, bir kentin sokaklarında kaybolmazsanız, o kenti tanıyamazsınız. Siz de benim gibi, sıradan turistik mekan ziyaretlerinden pek hoşlanmıyorsanız, kaybolmanın keyfini çıkarın.

Yıllar sonra bile gitseniz her şey yerli yerinde

Venedik kadar “aynı” kalabilen bir yer görmedim hayatımda. İlk olarak, 15 yaşımda ailemle gitmiştim. 25 yıl boyunca, ne bir dükkan ne de bir pizzacının yerinin değişmediğine şahit olmak, bir yerlerin değişmeden korunabildiğini görmek, hafif kıskançlıkla birlikte umut veriyor bana. San Marco ve İtalya’da sıkça rastlayabileceğiniz ve benim çok sevdiğim bir çarşı-köprü olan Rialto köprüsü, Venedik’in en meşhur iki yeri. San Marco’dan yola çıkıp da Rialto’ya varana kadar keşfedeceğiniz sokaklar ise size kalmış. Doğu Roma değil, Bizans etkisinin hakim olması sebebiyle, İstanbul eserlerini çağrıştıran kubbeler ve yapılar mutlaka dikkatinizi çekecek. San Marco’nun terasında bulunan, 1204 yılında İstanbul’dan getirilen atlar bunun en güzel örneği bence. Her köşesi, sanat için yaşayan
bu kenti, içinize çekin...
Venedik, Ortaçağ sonrası Avrupa’nın en önemli ticaret başkentlerinden biriymiş. Türklerden ve Araplardan öğrendikleri aritmetikle, burada Avrupa’nın en büyük okulunu açmışlar. Nüfusu gün geçtikçe düşen, ender Avrupa kentlerinden... Bir günde 150 bin turiste ev sahipliği yapabildiği için kalabalıklığını, turizme borçlu.

Balçık üzerine evlerini inşaa etmişler

Venedik hakkında az bilinen gerçek: Venedik, daha kurulurken, suların üzerine kurulmuş bir kent. Atilla’nın Hun ordusuyla, “bastığı yerde ot bırakmadığı” günlerde, Venedikliler, kendilerini korumak için önce geçici olarak bu adacıklara gelmişler, sonra deniz yoluyla şimdiki Slovenya’dan taşıdıkları kütükleri, kazık yaparak, bu balçık yapının üzerine evlerini inşaa etmişler. Peki yüzyıllar boyunca bu ahşaplar çürüyüp evler çökmüyor mu? Su altındaki oksijen azlığından ahşap çürümediği gibi, mineral düzeyi yüksek bir suya maruz kaldığı için, kaya gibi sert bir hale dönüşmüş. Saldırılardan korumak için, akarsuların yönünü değiştirerek şehrin etrafının sularla kaplanmasına izin vermişler. 20’nci yüzyılda, artezyen kuyuları açıldığında, Venedik de batmaya başlamış. 1960’tan beri, kuyuların kullanımı yasaklandığı için, batma süreci yavaşlamış. Gezerken göreceğiniz, pek çok evin giriş merdivenlerinin sular altında kalması bu yüzden.

Mutlaka gidin, görün, yapın...


- San Marco Meydanı ve Dükler Sarayı en bilinen yerler.

- Benim gibi fotoğraf aşığıysanız, San Marco Meydanı’ndaki kuleden (Campanile), şehri kuşbakışı fotoğraflayın.

- Avrupa’nın en ünlü Bienali olan Venedik Bienali’nin yapıldığı, canlı bir bölge olan, Castello.

- Dünyanın “getto” adı verilen ilk gettosu: Canneregio... Musevi bölgesi...

- Rialto köprüsü... Pazarı... Çarşı... Nehir kıyısı lezzet durakları...

- Maske almadan dönmeyin...

- Meydanlardaki kafeler... Canlı klasik müzik eşliğinde, kuşlarla birlikte kahve keyfi...

- Napoleon’un kurduğu Galleria dell’Accademia... Tintoretto’nun tablolarındaki Türk bayraklarını gözden kaçırmayın...

- Gondol turu... Muhteşemmmm.

- 1 numaralı, Vaporetto ile tüm kenti, istediğiniz yerinde inip, çepeçevre gezebilirsiniz.

- Kesinlikle adalar... Yarım günde üç adayı dolaştıran ada turlarını, San Marco Meydanı’nda bulabilirsiniz. Murano adasında meşhur camların yapımını göreceksiniz ama asıl güzel olanı Burano adası. Dantelleri ile ünlü ve yemekler de nefis. Rengarenk ve küçücük evleri, rüya gibi... Ev sahipleri de farkındaki dışarıya astıkları çarşaflarını bile, evlerine ve birbirine uyumlu renkte seçmişler. Ömrümde ilk defa, evlerin darlığından dolayı dışarı asılan çarşaf ve şemsiyelerin bu kadar estetik olduğunu gördüm. Bırakın görüntü kirliliği yaratmayı, çevreyi güzelleştirdiğini söyleyebilirim. İtalyan zevki, dokunduğu her şeyi güzelleştiriyor galiba.

- Venedik’e gitmişseniz ve biraz da çevre gezmek istiyorsanız, Slovenya’nın Bled gölünü görmeden dönmeyin. Çektiğimiz fotoğraflar o kadar inanılmaz ki sanki foto montaj yapılmış gibi duruyor. Muhteşem ve bu dünyaya ait değilmiş gibi duran bir güzellik. Turların programında yer alan bu gezi unutulmaz...

Yazının devamı...

Türkiye’nin Milano çıkarması

Avrupa ülkeleri arasında en sevdiğim, İtalya’dır. Toscana bölgesi ve özellikle Floransa’ya “aşık” olduğumu söyleyebilirim. Baştan aşağı gezmişimdir İtalya’yı da bir tek Milano’dan pek hoşlanmamışımdır. Turistik olarak keyif alamadığım bir yerdir Milano. Duoma dışında önemli bir tarihi yapısı ve merkezi yoktur. Dön-dolaş, Duoma’ya çıkar bütün yollar. İnanılmaz bir alışveriş hastalığı gözlenir bu kentte. O kadar ki, insanı alışverişten soğutur. Sokaklarında dolaşan en ortalama Milano’lu kadın bile stil sahibidir. Benim gibi hiçbir geziden sıkılmayan bir kadını bile bir gün içinde sıkan bir kenttir Milano. Ya da “sıkar-dı” mı demeliyim acaba? İlk defa, bir “amaç” için gittim Milano’ya. Daha önceleri, “cennet” diyebileceğim Como’ya giderken şöyle bir uğrayıp geçerdim sadece. Yeri gelmişken belirtmeliyim, Como ve Maggiore göllerini görüp de etkilenmemek mümkün değildir. Hele Maggiore Gölü’nün üzerinde, “Cennet Adaları” denilen üç küçük ada vardır ki göreni kendine hayran bırakır.
Bu defa, dünyanın en önemli etkinliklerinden biri olan “Milano Tasarım Haftası” için gittim. Bu yıl İstanbul Maden İhracatçıları Birliği’nin (İMİB) çok özel bir sergisi vardı Milano’da. Tasarımın önemine çok inandığım ve özel ilgi alanım olduğundan hem ülkemiz için önemi büyük olan bu sergiyi yerinde gezmek, hem de tasarım konusunda “Dünya nereye gidiyor”u öğrenmek üzere oradaydım. Ve ilk defa Milano’dan zevk aldım. Anladım ki Milano, özellikle bu döneme özel sokak sergileriyle, fuarlarıyla ve tasarım haftasıyla renkli ve cazibeli bir kent. Çok samimi olarak söylüyorum ki gördüğüm tasarım sergileri içinde en çarpıcısı farklı disiplinlerden 6 tasarımcı ve mimarın, mermere bambaşka bir kimlik kazandırdıkları ülkemizin sergisiydi. 4 bin yıllık bir geleneğimizin parçası olan “mermer”in konu edildiği çalışmalar, “Işıkla Yıkanmak” adıyla, Zona Tortona Superstudio Piu Art Garden’da ,900 metrekarelik bir açık hava sergisiyle tüm dünyadan gelen tasarımseverlerle buluştu. Dünyanın en iyileri arasında gösterilen İtalyan mimar Fuksas Melkan Gürsel-Murat Tabanlıoğlu, Alişan Çırakoğlu, Fransız endüstriyel tasarımcı ve iç mimar Mathieu Lahanneur, moda tasarımcımız Dice Kayek ile Fransız sanatçı ve tasarımcı Arik Levy arınma, su ve ışık kavramlarını mermerle buluşturmuşlardı. Serginin açılış daveti çok büyük ilgi gördü. Tasarım haftası sebebiyle her köşe başında bir davet olmasına rağmen, “Işıkla Yıkanmak” sergisinin önünde uzun kuyruklar oluştu. Kusursuz bir organizasyondu. Tasarımların her biri mermerle ilgili bir deneyim sunuyordu. Bir tanesini örnek vermek istiyorum: Dice-Kayek’in mermerden modern hamam tasarımının içine girdiğinizde, yine mermerden olan yan paneller hareketleniyor ve aralıklardan gelen buharla, iç ve dış dünyayı iç içe geçiren müthiş bir his veriyordu. Aril Levy’nin tasarımı ise labirent gibi tasarlanmış ve bir daralıp bir rahatlayan formuyla yaşam yolculuğumuza gönderme yapan bir enstelasyondu. Açıkçası önümüzdeki yıllarda, artık unuttuğunuz mermeri tasarım dünyasında çok farklı formlarda göreceğimizi düşünüyor ve geleneğimizi Dünya’ya sunan bu etkileyici organizasyonda emeği geçen herkesi kutluyorum.



Taksilerde dikkatli olun yanınıza şık kıyafetler alın


- “Yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüğünü anlat“ diye bir lâf vardır ama bu İtalya gezileri için geçerli olmasa gerek. Açıkçası, gezimizin yarısı tasarım, sanat ve alışveriş üzerineyse diğer yarısı tamamen yeme-içme üzerineydi. Milano’da avlu mimarisi çok yaygın ve bu yüzden mekânlar avlulara yayılmış durumda. Şansımıza bir gün hava çok güneşliydi de biz de bu avluların tadını çıkarabildik. Milano çok pahalı bir kent ama ilginç olan şık bir yerde de basit bir kafede de yeseniz aynı rakamları ödüyorsunuz. Üstelik lüks mekânlar, İstanbul’un lüks mekanlarına oranla daha ucuz kalıyor. O yüzden bu kente yolunuz düşerse, sıradan yerlere paranızı boşa harcamak yerine, iyi mekanlarda ödediğinizin karşılığını almanızı öneririm.



- En büyük harcama taksilere yapılıyor. Aman dikkat, taksi şoförleri de kazık atmaya meyilli olabiliyor. Malpensa havaalanından şehir merkezi 90-100 Euro tutuyor. Şehir büyük olmamasına rağmen, en kısa mesafeler 10-20 Euro arası... Eğer, Milano’ya gelmeyi düşünüyorsanız, mümkün olduğunca Duoma çevresinde konaklayın.

- Eğer tasarım ya da moda haftası olduğu dönem Milano’ya gitmek istiyorsanız, çok çok erken rezervasyon yapın. Bu dönem otel fiyatları beş katına çıkıyor, unutmayın!

- Kadın kadına çıkılan yemeklerde, muhabbet çok eğlenceli oluyor. Elbette, erkek dünyasına sırlarımızı vermeyi düşünmüyorum. Bırakalım, onlar bizi pasta yapımından konuşuyoruz sansınlar.

- Milano’da önce “hafif bir şeyler yeme” niyetiyle sofraya oturuluyor. Beş dakika sonra insan kendini “makarna” ile aşk yaşarken buluyor. Üstelik benim gibi ”aynından bir porsiyon daha” diyerek bakışları üzerinde toplayanlar da çıkabiliyor. Tatlısız bir “son” mümkün olmuyor. Her ne kadar dönüş günü pantalonlar güç kapansa da buna değiyor. Elbette memleket toprağına ayak basınca, cacık ve salataya tâlim etmek de kaçınılmaz oluyor.

- Diğer İtalyan kentlerinden farklı olarak, Miano’da sıradan bir kılıkla sokağa çıkmış kadınlara rastlanmıyor. Kendinizi kötü hissetmek istemiyorsanız, yanınıza muhakkak havalı hissedeceğiniz birkaç parça giysi alın derim.

- Erkekler sanırım her yerde aynı. İtalyan erkekleri sürekli çevrelerindeki kadınlara kur yapma halinde. Zengin ve olgun erkeklerin yanında yirmili yaşlarının başında olan kızların olması da bana çok tanıdık geldi, neden acaba?

- Brera bölgesi tasarım cenneti... Mutlaka uğrayın. Avluların içinde, mobilyadan heykele, objeden resme, tasarımın tadını çıkarın.

- Turistlerin pek bilmediği “kanal kenarı”, aileler için çok keyifli. Geceleri, kanalın kenarına dizilen işportacılarda çok zevkli alışveriş yapılıyor. Pazarlık etmeyi ihmâl etmeyin.

- Hyundai otomobil firması çok farklı bir enstelasyonla tasarım haftasına damgasını vuran sergilerden biriydi. Araba kullanmadan izleyenlerin hareketlerini algılayan bir ışık sistemiyle “hissedilmek” kavramına yaptıkları vurgu çok çarpıcıydı. Satılan ürünü göstermeden de tanıtım yapabileceğini göstermiş olmaları klişe reklamlar için ilhâm kaynağı olmalı.

- Eğer bir gezide birlikte olduğunuz insanlarla keyfiniz hoşsa her yer insanın gözüne güzel görünüyor. Elbette, insanların görmediğiniz yüzleri de yine seyahatlerde çıkıyor.

- Eğer zarif insanlarını estetik duruşunu ve tasarım sevdasını çıkarırsanız, Milano, Kadıköy’ümün tırnağı etmez. “Zarafet para etmez” demeyin, ediyor bilelim.

- İstanbul üstünde inişe geçince, “Bu muhteşem kente, bizim elimizde yazık oluyor” diye düşünüp bir kere daha hâyıflandım.

Yazının devamı...

İtirazım var!..


Sabahın erken saatleri, Milano uçağındayım... Ülkeme, uzaktan bakıyorum şu an... İrtifa, sanki daha berraklaştırıyor zihnimi. Toprağıma basarken artık olağan gelen pek çok şey, bu yersiz yurtsuz ortamda beni daha çok rahatsız ediyor. Tıpkı gözünüze aşırı yaklaştırdığınız bir nesneyi daha net görebilmek için araya biraz mesafe koymak gerektiği gibi, yaşadığım yerle arama mesafe girince düşüncelerim netleşiyor gibi hissediyorum. Sadece sonuna geldiğimiz haftayı düşünmek yetiyor:

İTİRAZ EDİYORUM...

3 En başta biber gazına... Bu yeni moda şiddete ilk gün itibariyle karşıyım. Memlekette biber gazından göz gözü görmüyor da n’oluyor? Sanırsınız, tek eksiğimiz biber gazıydı, artık asayiş berkemâl! Üstelik bir de halk, polise antipati duymaya başlıyor. Her ne kadar “Emir kulu” oldukları bilinse de, 6 aylık bebeği gazdan hastanelik olan bir anneye bunu anlatamazsınız!

Hem insanların, istemedikleri bir yaptırımı protesto hakkı yok mu? Her protestonun, anarşik bir eylem olarak algılanmasına da İTİRAZIM VAR! Üstelik gaz bu! Tüpteki gibi durmuyor, yayılıyor ve olayla ilgisi olmayan çoluk çocuğu hastanelik ediyor. Halkın vergisiyle halkı korumaya yemin etmiş polis de zor durumda kalıyor. Dumanaltı olduk vesselâm! İTİRAZIM VAR!

3Ben ki sosyal medyayı pek severim... Ama bu Twitter katillerine İTİRAZIM VAR! Her gün birilerinin yalan ölüm haberiyle yüreğimiz yerinden oynuyor. Sadece bu haftakileri sayıyorum: Murat Boz ve Kıvanç Tatlıtuğ.

Hadi geçtim sevenlerini, bu insanların anneleri var! Murat Boz’un annesi bu haberi görmüş ve fenalaşmış diye duydum. Kalp krizi geçirip ölmediğine şükür! Sanal dünyada da kadına şiddet var anlayacağınız.

Bu nasıl bir vicdansızlıktır! Amaç da merak edip haber linkini tıklayanların takipçilerini çalmak. “Hack”lemek yani. Pes!

Ayrıca “hacklenmek” de evine hırsız girmesi gibi bir şey. Benim başıma geldi, ordan biliyorum. Altı haneyle ifade edilen takipçi sayın, bir bakıyorsun sıfırlanmış. Takip ettiğin yüzlerce kişi de öyle... Aylarca sohbet ettiğin insanlar bir anda uçup gitmiş. Kalmışsın bir başına... Eğer Twitter kullanıcısı değilseniz dediklerimi anlamanız zor ama kullanıcılar şu an hislerimi paylaşıyorlar, eminim. Sosyal medya suçlularının cezasız kalmasına, İTİRAZIM VAR!

3Futbol zevkimi alanlara İTİRAZIM VAR! Lig zaten, saçma sapan bir hâle geldi. Üç kuruşluk zevkimiz vardı o da bitti. Ama Avrupa maçlarında bari rahat bırakın. Memlekette herkes kendine bile düşman... Galatasaray, Fenerbahçe Avrupa’da ülkeyi temsil ediyor, içerde millet beddua ediyor! Her iki takıma da başarılar dilediğimde işitmediğim kalmıyor. Hadi isteyen Lazio’yu tutsun, anlamam ama itiraz etmem. Ben Lazio’ya karşı Fener’i tutunca niye hakarete uğruyorum? Taraftarlığın böylesine, İTİRAZIM VAR!



3Ötekileştirmeye, reddetmeye, safları belirlemeye İTİRAZIM VAR! O kadar parçalara bölünmüşüz ki bir “yap-boz”un parçaları gibi doğru yerden eklenmezsek birbirimize, haritamızı bulamayız yerli yerinde! Affetmek, unutmak hatta barış bile çözmez karmaşamızı. Affetmek, mağrurdur. Haklı-haksız arar, büyüklük taslar. Unutmak, imkânsızdır. Unutmuş gibi yapa yapa kin toplar. Barış; kırılgandır ve bir halkası koptu mu sonu savaştır. Kabulleniştir yeni bir başlangıç için, insanın tek çıkar yolu. Çare; yok saymak değil yaşananları ya da “affediyorum” diyerek, ezmek bir başkasını... Barış dediğinde de çağrıştırır savaşı ve taraf olmayı.



Kabul etmek kolay değil belki ama ancak böyle çevirebiliriz sayfayı...

Diziler bitiyor mu?


“Diziler bitti“ diyor bu ara herkes. Benim gibi nerdeyse çocukluktan beri bu sektördeyseniz ve çeyrek yüzyıldır dizilerle yatıp kalkmışsanız, bu lâfları daha önce de defalarca duymuşsunuzdur. Özel televizyonculuğun başladığı 90’lı yıllarda, dengeli bir yayın anlayışı vardı. Her akşam bir dizi, bir program, bir de gece “show”u olurdu. Sonra, kantarın topuzu dizilere kaydı. Dizi üstü dizi izler olduk. Reklâm verenlerle bir kriz yaşandı, diziler pahalı geldi. Yarışmalar moda oldu. Sonra tekrar dizilere dönüldü ama bu sefer ekonomik kriz patladı, yapım masrafı daha az olduğu için tekrar programlara dönüldü. Bu aralar yine programlar revaçta. Yakında yine değişir denge. Ama dizilerin de kendi içinde bir dengeye gelmesi gerek. Şunu biliyoruz ki en büyük dizi izleyicisi kadınlar. Oysa, dizilerde kadınları fena halde iten bir durum var. Yapımcıların genellikle erkek olmasından mıdır bilinmez, dizilerimizde rahatsız edici bir “yaş fetişi” var.

Kadınlar hep pür-ü taze, rol arkadaşları erkekler ise gayet olgun. Çocuklar ise zaten hemen hemen anne ile aynı yaşta. Hiçbir hesaba uymayan bir rol dağılımı. Zaten memlekette kızlar çocuk yaşta evlendiriliyor, diziler de bu durumu onaylamış oluyor.

O yüzden kadın seyirci kendini izlediği karakterin yerine koymak istemiyor artık. Diziler de günden güne eski çekiciliğini kaybediyor. Tek istisnai durumun, Aşk-ı Memnu olduğunu belirtmeliyim. Çünkü o, hikaye gereği genç bir kadın ile ondan yaşça büyük bir adamın çatışması üzerine kuruluydu. Benim, benzer yaşları oynadıkları halde kadın oyuncuların genç, erkeklerin hep yaşça büyük olmasına İTİRAZIM VAR! Bugünkü tabloya bakınca, bir zamanların en çok izlenen dizisinin

“Şehnaz Tango” olduğunun hatırlanması gerekiyor. Perran Kutman’ın muhteşem performansıyla canlandırdığı sıradan bir kadın olan “Şehnaz”, her kadın için yeniden sevip sevilmenin, umut ışığıydı.

Bir de bugüne göz atalım:

- Beren Saat ve Nejat İşler, İntikam dizisinde, çocukluk arkadaşını oynuyor. Hesapta, arada birkaç yaştan fazlası olmaması gerekiyor. Elbette nüfus kağıdı değil, gösterdiği yaş önemli bir oyuncu için. Ama herhalde kimse, pırıl pırıl bir yüze sahip olan Beren’in yaşından büyük gösterdiğini söyleyemez.Yorum sizin!

- Karadayı dizisinde Kenan İmirzalioğlu hâlâ asistan! Bergüzar Korel de savcı hanım! Halbuki, hikâyedeki küçük bir değişiklikle, çok daha inandırıcı olmaz mı?

- Muhteşem Yüzyıl, mecburen kadınları her daim genç kalan bir dizi oldu. Oğullar, annelerinden nerdeyse on yaş büyük bu dizide. Kızlar ve anneler de yaşıt. Kırk yıllık bir hikâye anlatılınca bu sonuç kaçınılmaz oluyor tabii. Bu çelişki, makyajla giderilebilirdi belki ama nasılsa bütün dizilerde kadınlar genç, eh Osmanlı kadınları da hep aynı kalsın n’apalım!

- Umutsuz Ev Kadınları. Hemen her oyuncu, Amerika’daki orijinal versiyondaki oyunculardan, on yaş kadar daha genç. Songül Öden de dizi icabı kızını 14-15 yaşında doğurmuş oluyor mecburen. O kadar tatlı oynuyor ki elbette seyrediyoruz ama boyu kadar kız çocuğu reva mı gencecik kadınlara!



- Asıl bomba, geçen sezonun iki dizisindeydi. Birinde Metin Akpınar

ve İpek Tuzcuoğlu karı-kocaydı (Aşkın Halleri). Üstelik hikaye, genç bir kadınla evlenmiş bir adam filan değil! Otuz yıl öncesinden bahsedip birlikte yaşadıkları gençlik anılarından dem vuruyorlardı. Diğer dizi de Haluk Bilginer ve Ebru Bilgin’in oynadığı bir boşanmış karı-koca hikâyesiydi (Hayatımın Rolü). Onlar da birlikte geçirdikleri okul yıllarından filan söz ediyorlardı. Yapımcılar, kendi hayâllerini yansıtmak istemişlerdi herhalde. Arada 25-30 yaş farkı olan

insanlar, aynı zamanlarda genç olmazlar değil mi! Bizim dizilerde oluyor işte!

- 35 yaşındayken Öyle Bir

Geçer Zaman Ki dizisine başlayan ve iki sezon sonra bu dizide anneanne olan Ayça Bingöl, saç-makyaj ve oyunculuğuyla yaşlı görünmeyi göze alarak bu işin üstesinden geldi. Avantajı ise karşısındaki erkek oyuncuların da yaşça çok farklı olmamasıydı.

Bu liste uzar gider. Kısaca dizilerimizde kadınların büyük, erkeklerin hep genç gösterilmeye çalışılmasına ve akran anlayışının olmayışına İTİRAZIM VAR!

3Bir de THY’nin koltuk aralıklarını iyice daraltıp ,”Uçuş güvenliğiniz için koltuklarınız dik pozisyonda oturun” demesine İTİRAZIM VAR! Birbirinin bacağına koltuk yatıran yolcular kavga etmesin diye, bu formulü bulduğunuzu çocuklar bile anladı. Yapmayın!
3Son olarak: Sabah ,bu kadar erken uçuşa İTİRAZIM VAR! Yazdıklarımdan gördüm ki, sabah biraz huysuz oluyorum. En iyisi yazıları, öğleden sonraya bırakmak! Şimdi, Milano için inişe geçiyoruz. Yarın size, “Milano Tasarım Haftası” izlenimlerimi aktarmak dileği ile... Hoşçakalın...

Yazının devamı...

Aklımın yarısı yok çocuklarımla uçtu gitti...

Anne ve bebek sağlığı dendiği zaman, koşarak elimi uzatmak isterim. Bu hafta, Anne ve Bebek Sağlığı Vakfı’nın bir toplantısına katıldım.
20’nci kuruluş yılını kutlayan bu vakıf, 2013 yılı önceliğini, özellikle üniversite hastanelerinin, “Yenidoğan” yoğun bakım ünitelerinin iyileştirilmesine vermiş. Türkiye’de, bir yaşına varmadan ölen bebeklerin, yarısından fazlasının, yaşamının ilk ayında hayatını kaybettiğini düşündüğümüzde, yeni doğan yoğun bakım ünitelerinin önemi, açıkça görülüyor. Vakıf, konuşmacı olarak, ikiz bebeklerini erken doğumla dünyaya getiren ve iki buçuk ayını, Yenidoğan Yoğun Bakımı’nda geçiren Gülben Ergen’i, deneyimlerini paylaşması için çağırmış. Sertab Erener ve Nil Karaibrahimgil de benim gibi destek amaçlı oradalardı. İşte, Gülben’le karşılaşmamız bu vesileyle oldu. İşin ilginç yanı, bir gece önce rüyamda görmüş ve konuşmuştum. Aslında, rüyamda görmem çok da ilginç sayılmaz çünkü bir süredir Gülben Ergen ile ilgili düşünüyordum.
Bazen, bir insandaki farklılık, değişim, dönüşüm dikkatimi çeker ve o kişi hakkında düşünmeye başlarım. Bu, şahsen tanımadığım bir kişi de olabilir. Başlarım, o kişiyi gözlemlemeye ve kendimce çıkarımlarda bulunurum. Bir süredir de aklımda Gülben vardı. Gülben de benim gibi kamera önünde “büyümüş” biri. Bizim gibi, neredeyse çocuk yaşta tanınmış kişiler için, yılların verdiği olağan değişimin en doğru tanımı sanırım bu: Büyümek. Gülben’le tanışıklığımız uzun yıllara dayanır ve uzun aralıklarla karşılaşırız. İşte son karşılaşmamızdan ve sohbetimizden sonra emin oldum ki, “Gülben Ergen” yıllar içinde değişmiş, büyümüş ve dönüşmüştü. Evet yine her zaman ki gibi güzel, canlı ve sıcaktı... Ama farklı bir “hâl” vardı üzerinde.
Sohbet ettik, ben kendisinde gözlediğim değişimleri sordum, o da her zaman ki içten haliyle cevapladı. Bir yandan da, Sertab’ın, dünya tatlısı ve bir o kadar güzel annesinden, “Harika çocuklar” yetiştirmenin sırrını almaya çalıştık. Gülben, “Ne yedirdiyseniz bize de sırrını söyleyin” diye takılıp durdu, kendi de bu vakıf için çalışan Yücel Erener’e.



“Benim yerime kimse annelik yapamaz”

Bir süredir bana farklı geliyorsun. Sen de 10 yıl öncesinden farklı hissediyor musun?
Deli misin! Hele çocuklardan sonra, iyice değiştim.
3 çocuk, “Çocuklar Gülsün Diye” derneği... Bugün yine Anne ve Bebek Vakfı için burdasın. Hayatın, çocuklar üzerine kurulu herhalde artık. Üstelik 3 erkek çocuğu... İyi, darmadağan olmuyorsun!
Sen ne diyorsun! Aklımın yarısı yok benim, çocuklarla uçtu gitti! Düşünsene, biri arabayla oynamak istiyor, diğeri resim yapalım diyor, öteki gezmeye gidelim diyor! Her şeyi bırak bir kenara, üçü aynı anda kucak istiyor ve benim iki elim var.
İtiraf edeyim, ben beceremem diye, tek çocukta kaldım. Ve benim de aklımın yarısı, çocuk büyütürken gitti. Üç taneyi hayal edemiyorum.
Gene de keşke yapsan! Bir yanıyla da çok zevkli. Tek çocuk olunca, “Avokadoya ceviz katayım, aman meyve saatini kaçırmayayım” diyorsun. Üç tane olunca, cevizi, meyveyi koyuyorsun ortaya, hepsi ordan yiyor. (Epey gülüyoruz)
Tabii yine meyvelerini yesinler diye kırk takla atıyorum ama işin gerçeği bu, aksi mümkün değil çünkü anne olarak bir tanesin ve yapabildiğinin ötesine geçemiyorsun.
Elbette, bir sürü yardımcın olduğu için çok yorulmadığını düşünenler oluyordur. Ama belli ki sen çocuğunu kimseye bırakacak gibi değilsin.
Yardımcı, bana yardım ediyor. Benim yerime kimse, annelik yapamaz. Çocukların işini ben yapıyorum, kendi işlerimi yardımcılarımla çözüyorum. Üçünün zevkleri, istekleri ve programları ayrı. Ben de hepsine yetişmeye çalışıyorum işte.



“Az iş yapıyorum çünkü seçimim bu”

Sana bakınca, sanki hayatın başka bir yönünü keşfetmişsin de rota değiştirmişsin gibi hissediyorum. Bilmem yanılıyor muyum? İşlerini, özel hayatını nasıl bir düzende sürdürüyorsun?
Her şey çocuklarıma ayarlı. Sabah okula bırakıyorum ve kendi işlerime bakıyorum. Akşam okuldan alıyorum ve ancak onlar yattıktan sonra sahne çalışması yapabiliyorum. Ve buna bayılıyorum.
Tek deli benim sanıyordum. Eğer bir proje yapacaksam para filan değil, saat pazarlığı yapıyorum. O yüzden de ancak, dönem dönem çalışabiliyorum. Ben seçimimi, çocuktan yana yaptım ve az iş yapmayı da göze aldım. Sanırım, benzer bir şeyden bahsediyorsun?
Kesinlikle katılıyorum; bu bir seçim! Benim seçimim. Sonuçları da kabulüm. İtiraf edeyim, elbette eskisi kadar kazanmıyorum ve sahnelerde en çok yer alan kişi filan değilim.
Ama istesen, olursun. Bu senin elinde olduğu halde seçmiyorsun.
Kesinlikle ve seçimimle mutluyum.
İşte tam da bunu demek istiyorum, hayatının merkezinin değiştiği, gözünde görünüyor resmen. Ekranda, fotoğraflarında ya da sosyal medyadaki bir paylaşımında bile “bu kadın başka biri oldu artık” diyorum.
İnsan olmadığı birine dönüşmüyor tabii. Aslında hep içinde olan ama bir kabuğun altına gizlemiş olduğu özüne dönüşebiliyor zamanla. Yaşayarak, görerek, deneyimleyerek buluyor insan kendini.

“Tasavvuf sayesinde güçlükleri ardımda bıraktım”

Tasavvufla da ilgilisin belli ki. Konuşmalarında, olayları algılayışında bunu okuyabiliyor insan.
Evet ve iyi ki de öyle. Yaşadığım zor dönemler oldu ve tasavvuf sayesinde ardımda bıraktım güçlükleri. Erken doğum yaptığımda, boşandığımda, çocuklarımı büyütürken, tasavvufu hep içimde hissederek bu güne geldim.
İkizler 7 aylık filan doğmuştu. Pek yansıtmadın ama zor olsa gerek.
İşte bu gün, o dönemimi anlatmaya geldim buraya.
Ben de yazabilirim...
Farkındayım. (Gene gülüşüyoruz)

81 ilin tamamında okul açmak istiyor

Hayallerini merak ediyorum. Gülben Ergen, bugünden sonrası için neyi hayal eder?
“Çocuklar Gülsün Diye” derneği benim için çok önemli.
14 okul açtık. 81 ilin tamamında açmak istiyorum. Bu beni her şeyden çok mutlu eder.
Bir de oğullarımın büyüyüp derneğin başına geçmesini, böyle bir yemek vermelerini, sonra “Annemizin kurduğu bu dernek...” diye başlayan bir konuşmalarını yaparlarken, onları izlemek istiyorum.
Biz de var mıyız?
Deli misin? Böyle bir masa yaparız işte, Sertab, Nil fena mı olur? (Bu fikir hoşumuza gidiyor)
Valla onu bunu bilmem ama ben senin seksen yaşını görmek istiyorum. O zamana kadar ne gibi dönüşümler geçirip, nasıl bir kadın olacağını görmek isterim.
Bu ikimiz için de iyi bir temenni (Seksen yaşımızı hayal edip epey gülüyoruz ve Gülben konuşmak için sahneye çıkıyor.
Ve ben artık iyice hissediyorum ki bu kadın, seksen yaşında, yaşamdan kazandıklarıyla daha da güzel olacak...)

Yazının devamı...

Yaşadığın şehirde seyyah olmak

Balat sokakları

10 yaşındaki bu kız bir yandan annesine yardım edip bir yandan benimle sohbette... Balat...

Seyahat etmeyi çok sevdiğimi her fırsatta söylüyorum. Hatta, seyahat etmeden geçirdiğim bir hafta olmuyor diyebilirim. Bu kadar çok gezmeyi nasıl başardığımı sorarsanız, sırrım çok basit: Ben en çok, İstanbul’a seyahat ederim ve “İnsan yaşadığı kentte seyyah olmalı” derim.

Bahar gelince, insanoğlu gezmek ister. İnsanın içi, yerinde durmaz bu mevsim. Seyahat planları yapanlar ya da bir yere gidemediği için şikâyet edenler, aslında aynı ortak paydada buluşurlar. Akıllar havadadır artık bu mevsim.



Arkadaşlarımla, “gezi” sohbeti yapıyorduk geçenlerde. Herkes, iştahla yaptığı programları anlattı. Floransa’nın köyünden girdik, Fransa’nın Riviera’sından çıktık. Birden, “Yerebatan’a gittiniz mi” diye sordum. Bir sessizlik...

“Çocuktum, babam götürmüştü galiba, su mu vardı ne!” dedi, sonunda biri.

Kapalı Çarşı, Mısır Çarşısı, Karaköy, Haliç, Balat, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Küçük Su Kasrı, Göksu...

Başladım saymaya... Cılız bir iki cümle işitildi sadece; çocuklar okul gezisi yapmıştı galiba, yıllar önce gitmiştik bir kere, istiyoruz aslında... “El insaf!” demişim, gayr-i ihtiyari!

Burdan kalkıp, binbir zahmete girip, tonla para harcayıp yurt dışına giden “çok” ama burnunun dibindeki yerleri gezen “yok”. Yanlış anlaşılmasın, ben de ülke dışına çok seyahat ediyorum ama Versailles Sarayını avucunun içi gibi bilip Topkapı Sarayı Hazine Dairesi’ni bilmemeyi anlamıyorum. Kendi şehrini keşfetmeyip, “Paramız yok seyahate çıkamıyoruz” diye hayıflananları da anlamıyorum. Hele ki İstanbul’da yaşıyorsan hiç anlamıyorum. Her yanı, ayrı bir ülke zenginliğinde olan bu kenti, gez-dolaş bitiremezsiniz.

Ben, her hafta sonu ailemle birlikte, elimizde makineler, fotoğraf çekmek için İstanbul’un bir köşesini ziyaret ettiğim halde, gitmediğim birçok yeri olduğunu biliyorum. İstanbul’u bitirsen, yakın çevresinin zenginliği var. Kendi ilini bitirsen yakın iller var. Her ilimizde hazine var. Konya, Antep, Kayseri... Ülkemize gelen turistler emin olun bizden daha çok geziyor bu toprakları. Sanırım, Türk turistler de İtalyanlar’dan iyi biliyor, Toscana’yı. Belki de insanoğlunun doğasında var bu. İlle para harcayacak, zahmete girecek, bir yere hakkını vermesi için. Gelin, sözüme kulak verin. Bir fotoğraf makinesi edinin, ayağınıza bir spor pabuç geçirin, İstanbul kazan siz kepçe gezin. Hem de hemen şimdi.

Nisan-Mayıs İstanbul’un en güzel ayları, bilin.

Lâle, sümbül, erguvan, gül... Sıra sıra, boyadığında Boğaz’ı, kaçırmayın manzarayı.

Çiçek kokuları, deniz kokusuna karıştığında, yakalayın saçlarından baharı. Unutmayın, insanın ruhu seyyah olmalı. Siz gezmek istedikten sonra, paraymış, zamanmış, hepsi bahane, sokaklar şahane!

Yazının devamı...

Almanların modern tıbba alternatif yöntemi homeopati

Geçen hafta, “İnsanın neresi ağrıyorsa canı ordaymış” diye başlamıştım söze, bu hafta ekliyorum, “İnsanın fikri neyse zikri de oymuş.” Yaşamda akarken, gördüklerimi, hissettiklerimi, öğrendiklerimi, kısaca kendime eklediklerimi paylaşıyorum bu sayfada. İki haftadır yaşadığım korkunç boyun travması ve Batı tıbbının ameliyattan başka çare bulamaması neticesinde, çıkar yollar aramaya başladım. Bu arayışlarda, önüme düşenleri, epey bir araştırıp sonra paylaşmayı da görev bildim. Konu, sağlık olunca altenatif arayışlar, herkesin merak konusu oluyor. Geçen hafta rahatsızlıkların kökeninde yatan zihinsel problemlerle ilgilenmiştim. Bu hafta konum: Homeopati.
Homeopati ile yıllar önce internette karşılaşmış, kabaca “tamamlayıcı tıp” olduğunu öğrenmiştim. Alman bir tıp doktoru ve aynı zamanda eczacı olan Samuel Hahnemann tarafından, 270 yıl önce bulunan, adına ilaç diyemeyeceğimiz ama eczanelerde satılan ürünlerle tedaviyi amaçlayan bir metod. Almanya’da inanılmaz yaygın.

Tanışmamız kızımın karın ağrısı nedeniyle oldu

İlk kullanmam şöyle oldu: Avusturya’da seyahatteyken, kızımın hafif karın ağrısı ve mide bulantısı şikâyeti olunca bir eczaneye girdik. Zaten eczane alışverişini pek severim. Almanya bu konuda sahiden ileri. Vitaminler, yara ve ağrı merhemleri, basit ağrı kesiciler ve bağışıklık artırıcılar, probiotikler her seyahat dönüşü bavulumdaki yerini alır.
Zaten, Almanya ya da Avusturya’da eczanelerden, “ciddi” ilaçları reçetesiz alamazsınız. Eczacı hanıma, kızımın durumunu anlattım ve normalde bu gibi durumlarda kullandığım birkaç ilaç adı saydım ama reçetesiz bunları almam mümkün olmadı. Eczacı, bana “Homeopati” ilacı önerdi. Bilmediğim şeyi kızıma veremeyeceğimi söylediğimde, bunun bildiğim anlamda bir “ilaç” olmadığını, etken maddesi bulunmadığını, yeni doğan kızına bile verdiğini ve Almanya’da çok yaygın olduğunu uzun uzun anlattı. O sırada, eczanede bulunan bir doktor da onayladı. Aldım. Tabii önce kendim yuttum. Bir iki saat bekledim, bir sorun olmadı. Birkaç eczaneden daha onay aldım. Sonunda Ada’ya verdim. Zaten büyük bir sorun yoktu ve çocuk hemen rahatladı. Ertesi gün, aynı eczaneye gidip baş ağrısı için bir homeopati ilacı olup olmadığını sordum. Bu seferki damla formundaydı. Başım ağrıyınca 5 damla damlatıyorum ağzıma. Lodos baş ağrılarımın devası oldu bu ilaç. O gün bu gündür her Almanya seyahatimde birkaç homeopati ilacı alırım. Her seferinde eczacılar da bana bir homeopat ile görüşürsem daha iyi sonuç alacağımı söylerler. Sonunda görüştüm.
Tabii ki yine beni yönlendiren, çaresiz bir şekilde boyun ağrısıyla kıvrandığımı gördükçe bana acıyan arkadaşım, Esra oldu. Ameliyattan kaçmak için fizyoterapinin yanına bir de homeopati eklemeye karar verdik. Üstelik bu denemeler için doktorumdan da onay aldım. Doktorum da baş ağrılarına çare bulamadığı için “reiki”ye gittiğini ve ağrılarından bu sayede kurtulduğunu, vücuda zararı olmayacak her yolu denemekte fayda olduğunu söyledi.
Anahtar şu: Vücuduna bilmediğin maddeyi sokma. Zarar verme ihtimali olan hiç bir şeye yanaşma!

Doğada her şeyin bir benzeri var

Homeopati” nedir?
Homeo: Benzeri, Pati: Hastalık demek. Şu anda en çok bilgiye sahip ve en çok kullanan ülke Hindistan. Amerika’da biri öğrenip Hindistan’a götürüyor. Yedi dil bilen hem eczacı hem botanikçi olan, çok yetenekli bir tıp doktoru tarafından 270 yıl önce bulunuyor. Homeopati, insana farklı bakıyor. Her insanın baş ağrısı farklı, her insan ayrı depresyon yaşıyor. Hikâyesi şöyle sıtmanın, salgın olduğu yıllarda Hahnemann, klasik tıpla hastaları iyileştiremeyince, botanik bilgisiyle bir arayışa giriyor. Kına kına bitkisini öğütüp yuttuğunda sanki sıtmaya yakalanmış gibi oluyor. “Çivi çiviyi söker” diye düşünüp sıtmalı hastalara öğütülmüş kına kına veriyor. Hastalar iyileşiyor ama bir süre sonra hastalık daha hafif olarak tekrar ediyor. Seyreltip verdiğinde etkinin arttığını görüyor. Kına artık yok olana kadar seyreltilip kullanıldığında hasta tamamen iyileşiyor.

Peki bir hasta geldiğinde nasıl tedavi ediyorsunuz? Benim sırt ağrılarım meselâ?
Siz ağrınızı detaylı tarif edeceksiniz. Sonra duygu durumunuzu anlatacaksınız. Herkes ağrı karşısında farklı şey hisseder. Kimi çaresiz kimi öfke hisseder. Kişi o ağrıyı nasıl yaşıyor, önemli olan bu. Hastalığın ismi yok homeopatide. Belirtiler ve şikâyetler var. Migren yok. Baş ağrısı çeken kişinin şikayetleri var. Yaşadığı belirtiler ve duygular var. Ona göre “remedy” veriliyor. Şifa veren ürünler bunlar çünkü içinde ilaçlarda olduğu gibi etken madde yok.

Ama alıp yutuyoruz. Nedir peki bu? Ne alıyoruz o zaman?

Açıklayın lütfen?
Prensip şu: İnsan istenmiş bir bebek olarak ve travma geçirmeden yani normal şartlar altında doğduysa, yüzde 100 yaşam gücüyle doğuyor. Çocuk hastalanmaya başladıktan itibaren, yaşam gücünü yıllar içinde kaybetmeye başlıyor. Yaşadığımız kronik hastalıklar bu gücü iyice zayıflatıyor. Ama vücut kendini yeniden başa döndürebilecek bu bilgiyi kaybetmiyor. Sadece hatırlamaya ihtiyacı var. Remedy bu bilgiyi veriyor vücuda. Vücut yeniden yaşam gücünü hatırlayıp kendini yeniliyor.
Bilgiyi nasıl hap gibi yutuyoruz? Ne var içinde?
Bir hastanın baş ağrıları var diyelim, uzun değerlendirmelerden sonra, sıkışıklık ve baskı hissinden dolayı bu ağrıların yaşandığı sonucuna varıldı. Bunun için meselâ, doğada sıkışık yaşayan bir çiçekten elde edilmiş ürün uygun görülüyor. “Çivi çiviyi söker” deyimi gibi kişideki durumun benzerinde yaşayabilen bir bitkinin yaşam enerjisi, rahatsızlığı hisseden kişinin de yaşam enerjisindeki eksilmişlikleri tamamlıyor. Bu bitki, belli bir öğütme işleminden geçiriliyor. Sonra su ile defalarca seyreltiliyor. Artık bir mikroskopla baksak o bitkiden eser göremiyoruz ama aslında bitki orada. Bilgisi ve yaşam enerjisinin özünü suya aktararak varlığını sürdürüyor.

Üç bardak su öğretisi!

Anlaşılması ve inanması biraz güç. Almanya’da bu kadar yaygın kullanıldığına şahit olmasam inanmayabilirdim.

İnanılmaz olduğuna, inanıyorum.(Gülüyoruz). Şu deneyi duymuşsunuzdur ve lütfen evinizde uygulayın. Almanya’da ana okullarında çocuklara uygulatılan bir öğretidir bu. Üç bardak temiz su koyun; bardağın birine her gün bir kere “seni seviyorum”, diğer bardağa “senden nefret ediyorum” diyerek hitap edin. Üçüncü bardağı ise görmezden gelin. On beş gün sonra sevgi ile seslenilen bardaktaki su bozulmadan kalacak, nefretle seslenilen su kötü kokacak ve görmezden gelinen su hem yosunlanacak hem kötü kokacak. Görmezden gelmek bir insana yapılacak en büyük kötülüktür.

Bunu kızımla denemeliyim.
Lütfen deneyin. Hatta, internette Masaru Emoto diye Japon bir bilim adamı, ararsanız su kristallerini bize göstererek ispatladığı deneyi görebilirsiniz.
Aynı şekilde homeopati ilacı yapılırken de suya, bitkinin özü geçiyor. Bilgisi ve yaşam gücüyle. Böylece bizdeki eksikliği tamamlıyor.
Anladınız işte. Sadece bitki değil. Metallerden yapılan ürün (remedy) grupları var, minerallerden, hayvan dokularından ve sütlerden de...

Peki o bize benzeyen bitkiyi yesek olmuyor mu?Onun adı fitoterapi. O da çok güzel bir başka alan. Homeopati maddeye ihtiyaç olmadığını söylüyor. İhtiyacımız olan özümüzdeki yaşam enerjisi.

Peki nasıl buluyor homeopati, insanın benzerini? Kişinin hazımsızlık sorunu var diyelim ve konuştuğunuzda aslında yıllardır, kayınvalidesinin yaptıklarını hazmedememekten olduğunu saptıyorsunuz. Ve kişinin karakteri de hassas diyelim. Doğada hassas bitkiler ya da metaller bulabilirsiniz ama hazımsızını nasıl bulacak? Hazımsız bitki ya da metal var mı? Hazımsızlığın tedavisi için kullanılacak ürün diyelim ki platin,nasıl bulunuyor bu?

Çok ilginç!
Neden?
Hazımsızlık için sahiden platin kullanılır çünkü. (Şaşırıyoruz. Sanırım ben doğuştan bazı bilgilerle dünyaya gelmiş ama sonra unutmuşum) Platin, bir yerden bir yere taşınırken, gaz oluşturan bir metaldir. Doğada herkesin benzeri var. Çok inceleme gerekli. Duygusal benzerlikler için de gönüllü denekler kullanılıyor. Bazı ürünler de tıpkı Homeopatiyi bulan Hahnemann gibi deneme yanılma yoluyla bulunuyor. Şimdi anladınız mı neden yedi yıl okudum!
Yedi yıl bana az görünmeye başladı, sahiden çok zor ve derin bir konu. Almanya bunu modern tıpla nasıl buluşturuyor.
Oradaki hastanelerde zaten homeopatlar, modern tıp doktorları ile el ele çalışıyor. Amaç bir insanı iyi etmek. Örneğin; hasta; kanser tedavisi için kemoterapi alıyorsa, yaşam gücü ve kemoterapinin yan etkileri için homeopatiden yararlanılıyor. Devlet, Alman vatandaşlarının homeopati tedavilerini karşılıyor. Herkesin çantasında, homeopata gitmeden rahatlıkla kullanabileceğiniz bir homeopati ilk yardım seti var zaten. Almanlar için homeopatisiz bir tedavi düşünülemez.
Vedalaşırken, homeopatinin dışına çıktık ve Aynur Hanım, merkezlerinde kullandıkları, enerji yüklü kristallerden omurgama ve kalbime yapıştırdı. Biraz spiritüellikten zarar gelmez. Ayrıca, koca bir kristali de boynuma astı. Şimdi, “Hadi canım” diyebilirsiniz. Olsun, ne kaybederim! Konu ilginizi çektiyse: www.dogalsaglikdanismani.com adresine bir göz atın.

Yazının devamı...

Baharda İzmir’e sakın gitmeyin



ahar geldi. "İsmen" değil , "resmen" geldi. Belki pek çok kente gelmedi ama ben bu hafta gittim, baktım, İzmir'e gelmişti. Şu "cemre" nasıl ve ne şekilde düşüyor bilmiyorum ama kesinlikle emin olduğum bir şey var, ilk önce İzmir'e düşüyor. Siz siz olun, sakın bu aralar İzmir'e gitmeyin! Bahar ayları İzmir'e seyahat için en tehlikeli aylar. Ben bu hafta çektim ızdırabını, siz de benim gibi sonrasında bunalıma girmeyin diye uyarıyorum. Güneş içinizi yakar havada tuz kokusu , sokaklar "iğne atsan yere düşmez", insanlar deniz kenarında, Kordon'da sahil boyunca uzanan çimlerin üzerinde... Güzelim Karşıyaka'da palmiyeler fısıldaşmaya başlamış bile... Ellerde çiğdem, mısır, kumru, turşu... Allah ne verdiyse... Gökyüzündeki uçurtmalar kadar cıvıltılı sokaklar. Kadınları da çiçekleri kadar renkli.



İzmir’in güzel kızları

Bu aralar İzmir'e gideceklerin vay haline! Önce sıcak gevşetecek bedeninizi. Deniz kokusuna karışan çiçek kokusu hafiften başınızı döndürecek insanların neşesi aklınızı alacak. "Sahiden güzel bu İzmir'in kızları!" diye geçireceksiniz içinizden. Her yer küçük, şirin ve birbirinden güzel pastane ve kafelerle dolu olduğu için ne yiyeceğinizi şaşıracaksınız. Ot ve zeytinyağının ana besin maddesi olduğu bu kentte, sadece zeytinyağlı yemek yiyebileceğiniz lokantalarda zar-zor yer bulacaksınız. Yemeği ayrı, tatlıyla kahveyi ayrı mekânlarda tadımlayacaksınız. En az üç yerde tatlı yiyecek, kahve içecek gene de gözünüzü doyuramayacaksınız. Gün batımında güneşin denizin içine yavaşça dalışını hayranlıkla izleyecek, günden geriye kalan kızıllıkla büyüleneceksiniz. Ve geriye dönüş zamanı gelip çattığında geldiğiniz gibi dönemeyeceksiniz. Burnunuzda hanımeli kokusu, damağınızda sakızın tadı, boğazınızda hüzün bir gün bu topraklarda yaşamanın hayâliyle avutacaksınız kendinizi. Diyorum ya, siz siz olun bu aralar sakın gitmeyin İzmir'e, çünkü ayrılamazsınız.





Memleketin en modern ama en muhafazakarları burada yaşar


Hakkında en çok yazı yazılan şehir "İzmir" herhalde. Bu şehri ziyaret edenlerin dönüşte kaleme aldıkları yazılar, Osmanlı'yı ziyaret eden Fransız sanatçıların resimleri gibi gelir bana. Anlatılan bütün figürler vardır ama resmin bütünü başkadır İzmir'de. Yaşamak gerekir. Büyüsü kişiliğindendir bilmek gerekir.



Her ne kadar muhteşem bir coğrafyası olsa da, asıl başkalığı yaşayanlarındandır. Kimseye benzemez İzmirli'ler. Bu yüzden şiirlere, şarkılara, destanlara konu olur. Çelişkilerin doğurduğu bir farklılığı vardır bu kenti mesken tutanların. Memleketin en modern ama en muhafazakâr insanları burada yaşar meselâ. Şaka yapmıyorum! İzmirli'ler kadar muhafazakâr topluma az rastlanır. Bir İzmirli olarak müsaade edin izâh edeyim: Sahip olduğu her şeyi muhafaza etme eğilimindedirler. Değişiklikten hiç hoşlanmazlar. Hanımlar meselâ; kahvelerini içmek için her gün aynı saatte, aynı pastanede, aynı masada buluşup, aynı garson servis yapsın isterler. Çok ciddiyim. Yemek rezervasyonlarının, garson adıyla yapıldığı başka bir yer duydunuz mu? "Ahmet'in masasına 4 kişi..." Her seferinde salata nasıl olacak et nasıl pişmiş olacak diye tarif etmek bir İzmirli'ye göre değildir çünkü. Sonra ille de mekân sahibi hemşehri olacak. O yüzden en ünlü zincir kafeler İzmir'de batar. Mc.Donald's'ın tutunamayıp kapattığı tek yer olmuştur "Alsancak",

Ötesi var mı! Niye diye sormayın! "İzmirli tutuculuğu" diyebiliriz kısaca. Bakkal süpermarkete karşı ,galip gelmiştir bu kentte.

yazılmayan kurallar

Kafeler-barlar değil, en çok pastanelerdir buluşma yerleri. Annemle babamın tanıştıklarında ilk buluştukları yer olan Reyhan pastanesi, bu gün halâ favori. Hayat gayet rutin akar bu şehirde. Ama bu rutinlikten kimse sıkılmaz. Fazla değişikliği kaldıramaz İzmirli... Bünye meselesi... O yüzden de kapasitesi oranında gelişemez hiç bir zaman. Ama muhafaza ettikleriyle "benzersiz" kalır. Özellikle kadınlar arasında "Yazılmayan ama asla bozulmayan" kurallar vardır. Hava ne kadar ısınırsa ısınsın, 23 Nisan öncesi çorapsız çıkılmaz, 19 Mayıs tarihinden evvel açık ayakkabıyla gezilmez. Mevzu ne olursa olsun, "Cumhuriyet" takvimi esastır. Güzelliği tescilli İzmirli kadınların havası, kendine güveninden ve neşesinden gelir. Ezilmeyen, sevilen kadının güzelliğidir. Saçlar hep fönlü gezip makyaj konusunda azla yetinirler. Öyle kafaya göre giyinip çıkılmaz. Abartıya kaçılmaz. Gündüz vakti ,allı-pullu dolaşılmaz. Hava 40 dereceye yaklaşmadan askılı giyilmez.

Bir arkadaşımın kızının bat mitzvah kutlaması için gitmiştim İzmir'e. Musevilikte, 12 yaş doğum günü, yetişkinliğe adım atmak anlamına geliyor. Çocuklar eğleniyor, büyükler mürvetini görüyor. Bu kutlamalarda da din ayrımı yapılmıyor. İşte ispatı: Ben de Musevi değilim ama davetlilerdendim. Eğlencenin, başrolde olduğu bu kutlamanın konsepti, "Oscar" töreniydi.

Komşuda pişen her şey diğer komşulara da düşer


Uzaktan bakanların,"Aman ne modern" dedikleri şeylerin çoğu da muhafazakarlıklarındandır. Farklı dinler, "İzmir" çatısı altında birleşmiştir meselâ. Tarihi boyunca topraklarında yaşayan her kültürü var gücüyle tutar çünkü İzmirli. Milattan önce 2000 yıllarındadır kökü. Ayrım yapmadan, her yüzyılı sahiplenmiştir. Tutuculuğundandır bunca renkliliği. Herkesin kendi geleneğini özgürce yaşadığı bir yer değil, tüm geleneklerin bir arada yaşandığı bir yerdir. Neredeyse, her ay bir bayram yaşanır bu yüzden. 25 Mart-2 Nisan arası "Pesah" meselâ. Sonra Paskalya ve ardından Ramazan Bayramları yaşanacak kentte. Elbet komşuda pişen her şey diğer komşulara da düşer. Öyle, Museviler kendi arasında Müslümanlar bir tarafta, Hıristiyanlar öte tarafta olmaz burada. Herkes adetini yapar ve topluca yenir içilir kutlanır. Gerçek anlamda birbirinin kültürü ile beslenir İzmirliler. Biri hamursuzunu ikram eder, vakti gelince bir başkası, aşuresini... Ramazan pidesi, en sevileni... Birlikte afiyetle yaşanır bu şehirde.

yadırganan birliktelikler

Dışardan bakanlar yadırgarlar bu birliktelikleri . O yüzden çok dedikodusu yapılır bu kentin. İzmirli'ler de "Gavur İzmir" diyenlere gülüp geçerler. "Dostluk" tur bunun adı bilirler.

Tarih boyunca toprağında kutlanmış olan her bayramı kutlar, her şenliği sürdürür. Hıdrellez'in coşkusu bir başkadır bu coğrafyada. Maksat şenlik olsun, yüzler gülsün... Her kültüre göre ayrı kutlayabilir, baharın gelişini. Sadece, kendine ait bulduğunu benimseyip komşusunun kutsalına sırtını dönenler için anlaşılması zordur elbet. Toprağındaki tüm değerlere sahip çıktığı için gerçek muhafazakârdır İzmir. Bu yüzden unutmaz toprağındaki tüm dinleri de mezhepleri de, düşmanı denize döken Mustafa Kemal’i de...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.