Şampiy10
Magazin
Gündem

Anne ve bebekler için el ele










ayatta hiç tanımadığımız birinin yaşamını kurtarmak kadar mutluluk verici çok az şey vardır. Ailemiz, yakın çevremiz veya arkadaşlarımız için gösterdiğimiz yardım ya da fedakarlık, bir bakıma sorumluluklarımız kapsamındadır. Oysa, hiç görmediğimiz ve varlığımızdan haberdar olmayan birilerine mutluluk vermek, periye dönüşüp eline sihirli değnek almak gibi bir his... Mutluluğun en saf hali... Hele ki, bir anne ve bebeğin hayatını kurtarabilmek, elinizdeki değneği küçücük oynatmanıza bağlıysa... Ne bir teşekkür ne de minnet beklemeden vermenin, birilerinin hayatına değmenin, kendini işe yarar hissetmenin tarifsiz sevinci için şimdi bir fırsatımız var!
Sosyal sorumluluk projelerinin, genellikle çok işe yarar olmadığını, sansasyonu bol ama hayata katkısı olmayan reklam amaçlı olmaktan öteye gitmediğini sıklıkla belirtiyorum. 2011 yılında UNICEF ve Prima’nın ortak yürüttüğü bir sosyal sorumluluk projesine katılmıştım.
Her UNICEF logolu Prima paketi için, firmanın bir tane “Anne ve yenidoğan tetanoz” aşısı bağışlaması ile yürüyen bu kampanya sonucunda, her 9 dakikada bir bebeğin yaşamını kaybettiği 8 ülkede bugün, “Anne ve yenidoğan tetanoz”unun tamamen ortadan kalktığını öğrendim. Bugüne
kadar, bu denli çarpıcı bir başarı elde eden kaç sosyal sorumluluk projesi olmuştur bilmiyorum ama ben bu sonucun içinde tuz tanesi kadar da olsa katkımın olmasından dolayı tarifsiz bir mutluluk yaşıyorum.

Hayatı kolaylaştıran yardım çantaları tasarladık

Bu yıl, “1 paket=1 hayat” kampanyası, tüm dünyada “Anne ve yenidoğan tetanozu”nu ortadan kaldırmak amacıyla, daha geniş ve güçlü yeni bir proje için hepimizin desteğini bekliyor. Önceki kampanya, sadece küçük bebeği olan ve Prima kullanan annelerin katılımına yönelikken, yeni proje ilaveten Prima kullanıcısı olmayanlar için de aşı bağışını mümkün kılıyor. Yapılacak şey çok basit, anneler, çocuklarının kendileriyle birlikte olan bir bebeklik fotoğrafını, Prima’nın facebook sayfası olan Prima dünyasında paylaştıklarında, bir aşı bağışlamış olacaklar. Prima, sayfasına yüklenen her anne-bebek fotoğrafı için, UNICEF’e bir “anne ve yenidoğan tetanoz” aşısı bağışlayarak, anne ve bebek ölümlerinin en baş sebebinin önüne geçmek için tüm anneleri iş birliğine davet ediyor. Paylaşacağınız tek bir fotoğrafla, bir anne ve bebeğin yaşamını kurtarmış olmanın sonsuz mutluluğunun yanı sıra bir de sürpriz var: Tasarımcı Özlem Süer’le birlikte, Ceyda Düvenci, Defne Samyeli ve ben, birer bebek çantası tasarladık. Anneler çok iyi bilir ki; bez, biberon, kaşık, yedek giysi
derken bavul kadar bir çanta hayatın ayrılmaz parçası oluverir.
Üstelik niyeyse bu çantalar işlevsel oldukları oranda çirkindirler. Yeni doğum yapmış kadınların, bir yandan da hâlâ kadın oldukları ve estetik değerleri olduğunu görmezden gelen üreticilere inat, biz Özlem Süer’in önderliğinde son derece sevimli, renkli ve kullanışlı çantalar tasarladık. Üstelik, seçimlerimizi, babaların omuzuna da yakışacak şekilde yaptık. Böylelikle, bu çantaları eşinize de rahatlıkla taşıtabileceksiniz.
Facebook’ta Prima dünyasına, bebekleriyle olan fotoğraflarını yükleyenler arasından yüzden fazla anneye tasarladığımız bu çantalar hediye edilecek. Ülkemizde olduğu gibi tüm ülkelerde, yenidoğan tetanosundan ölümler
tamamen bitene kadar, hep birlikte yola devam etmeliyiz.
Eminim, bu konudaki en büyük katılım, Türkiye’den olacak. Bu proje artık, sadece Prima, UNICEF’in değil, hepimizin... Ve ben, “bize” güveniyorum.

Ceyda Düvenci

Vücudumun ihtiyacından fazlasını yemiyorum

Hazır Ceyda ile bir araya gelince fark ediyoruz ki laf bitmiyor. Ana konumuz tabii ki kızlarımız. Bir de seyahat... Bir fincan kahvenin eşliğinde, dünya seyahati yapıyoruz neredeyse. Fark ediyorum ki, hayat gailesinden sıkça görüşemesek de 15 yıllık muhabbetimiz her dem taze... Sohbetimiz devam ederken, twitter’da bir fotoğrafımızı paylaşmayı da ihmal etmiyorum. Aman Allah’ım, sayfam bir anda “Ceyda nasıl zayıflamış bu kadar” sorularıyla dolup taşıyor. Bir yıl önce de çok zayıfladığımda sürekli bana sorulan aynı soruyu hazır üç kilo geri almışken ben Ceyda’ya soruyorum...
Bak twitter’da herkes “Ceyda nasıl zayıfladı” diye soruyor, geçen yıl sen bana sormuştun. Şimdi ben
sana soruyorum, nasıl zayıfladın bu kadar sahi?
Benim yemekle ilişkim kesildi sanırım. Yemek yemek aklıma bile gelmiyor. Sadece ihtiyacım kadarını yiyorum. Aslında açlık bile hissetmiyorum diyebilirim. Bazen yemeği unutuyorum, bakıyorum başım dönmeye başlıyor, yemek yemem gerektiği için yiyorum. Az az yiyorum. Sofradan genellikle aç kalkıyorum. Vücudun ihtiyacı kadarından fazlasını yemiyorum 10 aydır.
Ekmek, meyve filan?
Genellikle yemiyorum. Ya da az yiyorum diyelim.
Biz Dukan rejimi yapmıştık seninki de bunun gibi bir şey mi?
Benimki hiçbir adı olan bir şey değil. Dedim ya yemekle ilişkim eskisi gibi değil artık. Sadece ihtiyaç olarak yiyorum, o kadar. Canım da pek istemiyor. Az az her şeyi yiyorum ama karbonhidratı hiç yememeye çalışıyorum.
Canın lahmacun filan çektiğinde?
Az yiyorum. 1 lahmacun değil yarım lahmacun yiyorum mesela.
Kilolu ya da zayıf fark etmiyor, benim için Ceyda’nın güzelliği, gülerken hafif kısılan, o sıcacık bakan gözlerinden geliyor. Bu sosyal sorumluluk projesinde iyi ki beraber çalışıyoruz Ceyda’yla. Kendi bebeğinin doğumunda ve doğum sonrasında zorlu günler yaşayan bu güzel anne, başka çocukların hayatının da üzerine titriyor. Güzeller güzeli kızına “balköpüğüm” diyor. Kızına bakarken, bir başka gülüyor. Biz, bir araya geldik, anneler ve bebekler için elele verdik, sizin de bu güzel birlikteliğe katılmanızı bekliyoruz.



Anne ve ‘yenidoğan tetanozu’ nedir?

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre her 9 dakikada bir bebek, anne ve yenidoğan tetanozundan (AYT) hayatını kaybediyor. Gelişmiş ülkelerde annelerin büyük kısmı hastanelerde doğum yapar ve bebekler hem hayatlarının ilk yılında, hem de sonraki dönemde rutin olarak aşılanır. Ancak, gelişmekte olan ülkelerde AYT hâlâ anneleri ve doğacak bebeklerini tehdit ediyor.
“Sessiz katil” olarak da bilinen anne ve yenidoğan tetanozu, en çok sağlık hizmetlerinin yetersiz olduğu ülkelerde kendini gösteriyor. Yenidoğanlar, göbek bağının sterilize olmayan aletlerle kesilmesi, kirli ellerle sarılması gibi sağlıksız doğum uygulamalarından ötürü hastalığa yakalanmakta. Yenidoğan tetanozu, bebeklerin doğumdan 3 ila 28 gün sonra yakalandıkları bir hastalık. Daha sonra meydana gelirse, sadece tetanoz olarak adlandırılır. Anne tetanozu ise hamilelikte veya doğumdan sonraki 42 gün içinde meydana gelen tetanozdur. Ülkemizde bu tehdit yıllar önce aşılarla bertaraf edilmiştir.
Hastalanan bebeklerden tedavi görenlerin arasında bile ilk ayda ölüm oranı yüzde 70’i bulmakta. Anne ve yenidoğan tetanozu, hamilelik sırasında yapılan basit aşılarla önlenerek bu hassas dönemde kadınla birlikte doğmamış bebeği de korumaya alınabilir. Tetanoz aşısının hamile kadına uygulanmasının ardından,
antikorlar plasenta üzerinden cenine geçer. İki doz aşı, annenin ve üç yıllık bir sürede doğuracağı bebeklerin korunması için yeterli. Bebekler doğumdan sonraki ilk iki ayda koruma altındadır.
Kısaca UNICEF: 170’den fazla ülkede ve bölgede çalışmalar yürüten, erken dönemden ergenliğe kadar olan çocukların yaşayıp, gelişmelerine yardımcı olmayı ilke edinmiş bir kuruluş. Çocukların yaşamını iyileştirmek için, eğitimden sağlığa ve AIDS’ten korunmaya, şiddetten sömürüye varan, çeşitli konularda çalışmalar yapar. 1951 yılından bu yana Türkiye ofisi bulunuyor. UNICEF, kişiler, iş çevreleri, vakıflar, hükümetin gönüllü katkıları ile finans elde eder. Gönüllü olmak ya da katkı sağlamak isteyenler için
detaylı bilgi: www.unicef.org.tr

Yazının devamı...

Mavi beyaz bir aşk Santorini

Ben tam bir Egeliyim... Nereye gidersem gideyim, en “mavi” Ege sularıdır, en güzel evler bembeyaz boyalı, mavi pencereli olanlardır.
En keyifli yemekler, Ege akşamında yenir. Güneş Ege denizinde uykuya dalar da o yüzden günbatımı başkadır. Çiçekler Ege’de coşar. İzmir’de doğmamdan mıdır, Ege’nin maviliğinde yüzmeyi öğrendiğim için mi, yoksa annemin zeytin ağaçlarının gölgesini bana yatak yapmasından mıdır bilmem, kendimi bildim bileli, aşığım bu coğrafyaya. Karış karış gezmeyi severim dünyayı ama Ege’nin yerine sevemem hiçbir yeri. Dört gözle beklerim baharı... Ege’ye kavuşturur beni... Zeytinyağı tenekesinde sardunya, buram buram hanımeli, camlarda begonvil... İklimi gibi sıcaktır Egeli... Her zaman yerindedir keyfi... Dillerde hep aynı nakarat: Gülmeli ve sevmeli...
Egelilik bir ruhtur, ülkesi olmaz. Ege, Egelilerin diyarıdır ve sınırlara bölseler de suları, bölemezler Egelinin birbirine karışmış ruhlarını.
Bu yüzden, Ege’ye ait nereye giderseniz gidin, bu coğrafyanın bir aile gibi olduğunu, dili, dini, bayrağı değişse de Egeli olmanın benzerliklerini özgürce taşıdığını görürsünüz. Hem huyu, hem görünüşü birbirine benzeyen kardeşler gibi, bu kıyılar da benzer özellikleriyle ortak bir his yaratırlar gezginler üzerinde ve o histir ki bir kez yolu Ege’den geçeni, kendine müptelâ eder.
İşte size tam bir Egeli: Santorini.
Havalar biraz düzeldiği vakit, Ege’ye kaçan ruhum, bedenimi de sürükler beraberinde... Daha çok Bodrum’u mesken tutarım ama bu yıl suyun öte tarafı çekiyor beni nedense... Mikonos’u birkaç hafta önce anlatmıştım bu sayfada... “İnsan nereye bakarsa onu görür” demiştim ve benim gördüğüm Mikonos’un ne kadar sakin, çocuklu ailelere uygun ve Bodrum’a göre ne kadar ekonomik olduğundan bahsetmiştim. Tadı damağımda kalmış olacak ki bu defa bir başka “Egeliye” konuk oldum. “Mavi-Beyaz-Ege” tarifine en yakışan yer: Santorini. Romantik, turistik, şık, cazibeli ve buram buram Egeli...



İtina ile kurgulanmış büyülü bir dünya

Santorini’ye feribotla gelen biri, eğer bilmese, “Gidip de şu adayı gezeyim” demez! Hatta bu adada doğru düzgün bir yerleşim olduğunu bile kestiremez. Sarp bir kayalık ve tepesinde şapka gibi duran küçük bir yerleşim alanından başka bir şey görmüyor çünkü insan! Ada’nın diğer yanı, feribotun yanaştığı kadar dik bir kayalık değil ve yerleşim bu yamaçta kurulmuş çünkü. Herkesin aklında olduğu gibi benim de fotoğraf hafızamda bir Santorini resmi vardı doğal olarak: kendi beyaz ama kubbesi mavi küçük kiliselerin ardında uzanan deniz ve volkanik adalar... Ama limana ayak bastığımda tüm görebildiğim, dimdik bir kayalıktı! Yukarı çıkmak için seçeneklerimiz şunlardı: Teleferik, katır ya da beşyüzü aşkın basamaktan oluşan merdivenler... Hiçbiri bavullarla pratik görünmüyordu! O sırada yarım yamalak, otelimizin adını söyleyen birini fark ettim!
Aressana... Aressana... Peşinden gidince bizi ve başka turistleri bir servise bindirdiler. Sonradan anladım ki yan yana birkaç otele, servis yapan bir minübüse binmiştik. Çok çabuk ve ucuz bir şekilde kendimizi otelde bulduk böylece. Yol boyunca farklı renkteki evler, özelliği olmayan yollardan geçtikçe “Acaba yanlış yere mi geldim” diye düşünüp durdum! Otelimi, Mikonos için tecrübe ettiğim Jabiroo’dan (www.jabiroo.com) almıştım yine. Bu yüzden, kötü bir sürprizle karşılaşmayacağıma emindim. Sadece butik otelleri bünyesinde barındırdığı ve özel otelleri indirimli fiyatlarla servis eden bir internet sitesi olduğu için hem küçük hem de şık bir otelle karşılaşmak beni şaşırtmadı. Ada’ya yakışır bir tasarımla yerleri volkanik taş kaplı, duvarları turkuaz renk boyalı küçük ve şık bir otel... Ama en cazip yanı, Santorini’nin kalbi olan Fira’nın (Thira) tam merkezinde olması. Öyle ki; buranın sembolü olmuş kilisenin kapı komşusu. Otelimiz Aressana’nın kapısından çıkar çıkmaz, gün batımında en popüler olan nokta karşınıza çıkıyor. Her akşam güneşe, muhteşem manzara eşliğinde veda etmek için turistler bu noktada toplanıyor. Ve işte o zaman doğru yerde olduğuna inanıyor insan.



Amoudi Koyu ve Oia’yı mutlaka keşfedin

Otelden çabucak çıkıp, Fira’nın denize bakan dar yolundan ilerlemeye başladım. Manzara, yamaca kurulu otel ve lokantalar harika görünüyordu ama yine de hafızamdaki Santorini fotoğrafı tam olarak bu değildi. Daha sakin, bembeyaz merdivenler, yan yana mavi kubbeler, çiçekler, denize imrenir gibi bakan havuzlar arıyordu gözüm. Hayal kırıklığı olmasa da bir şaşkınlık yaşadım. Taa ki ertesi gün Oia’ya (iya) gidene kadar. Zaten, sonradan öğrendiğime göre, gördüğümüz Santorini fotoğrafları çoğunlukla buraya aitmiş. Asıl hareketli bölge Fira olmakla birlikte benim kalbim kesinlikle Oia’ya tutuldu. Hele bizim aile gibi fotoğraf çekme hevesindeyseniz, Oia ile aşk yaşayacağınızı garanti ederim. Oia’ya gelmişken, dik yamaç boyunca aşağıya inip Amoudi Koyu’nu da keşfedin derim. Sola dönüp balıkçıları geçin ve dar toprak patika boyunca yürüyün. Önünüze çıkan engebelere aldırmadan devam edin. 15 dakika kadar sonra, küçücük volkanik bir adaya bakan minik bir koy göreceksiniz. İşte buradan atın kendinizi buz gibi suya ve hemen yanıbaşınızdaki adaya yüzüp, Oia’ya bir de aşağıdan bakın. Amoide koyunun, salaş balıkçıları şahane; kocaman mangallar üzerinde balıklar pişiyor ve kızarmış patates-salata ile birlikte gün batımı eşliğinde servis ediliyor. Tam bir Ege ritüeli... Ne yazık ki biz gün batımı ve sonrasında fotoğrafçıların çok sevdiği “mavi saatler”i yakalamak uğruna, bu keyiften mahrum kaldık. Eşime o sırada için için kızsam da sonradan bu fotoğrafları görünce, fedakârlığımıza değdiğini anladım. Yine de mangalın cızırtısı kulaklarımda, balık-patatesin kokusu burnumda, bir gün batımında yeniden Amoudi koyuna gitmek için kendime söz verdim.
Santorini; doğanın muhteşem hediyesinin üzerine zevkle dokunmuş bir mimariyle, turistik olarak kurgulanmış rüya alemi... Simsiyah kum plajları çok çekici. Turkuazın, siyah bir zeminle buluştuğu denizde yüzmek, gizemli bir yolculuğun parçası yapıyor insanı.
Birbirine bağlı kurulmuş, gerçek üstü hissi veren köyleriyle, kapağının kaldırılmasını bekleyen büyülü bir masal kitabı gibi, ziyaretçilerini içine çekmek için bekliyor, Ege’nin sihirli elleri...



Hilal şeklindeki adanın tarihi

Adanın ilk adı Theraymiş. Santorini ismini Saint İrine’ye (Aziz İrene) atfen 13’üncü yüzyılda almış. 1956 yılında büyük bir deprem geçiren ada yerle bir olup sonra yeniden kurulmuş. Turizm ise 1970’lerin sonuna doğru gelişmeye başlamış. Bu yüzden, Mikonos gibi doğal bir köy havasında değil itina ile kurgulanmış büyülü bir dünya, Santorini. Yine aynı sebeple, bu muhteşem güzellikte inşa edilmiş bölgeleri dışındaki yerlerin cazip bir tarafı yok. Mikonos gibi doğal bir köy yaşamının günümüze uzantısı değil. Burada doğal güzelliği olan, volkanik bir patlamaya sahip geçmişiyle, coğrafyanın ta kendisi! Binlerce yıl önce, daire şeklinde volkanik ada olan Santorini, M.Ö. 1450’de büyük bir patlama yaşamış ve içi deniz ile dolan dev bir krater oluşmuş. Patlamanın büyüklüğünden oluşan
tsunami nedeniyle, Ege Denizi’nin en güneyindeki Girit’te yaşayan büyük bir uygarlık (Minos) sona ermiş. Adanın merkezi hilal şeklini alırken iç kısmında yaklaşık 300 metre yüksekliğinde bir kayalık oluşmuş. Kayalıkların bu haline; Kaldera deniliyor. İşte bugün üzerinde yerleşim olan hilal şeklindeki ada bu yüksekliğin üzerine kurulu olarak arz-ı endam ediyor.

Yazının devamı...

Türkiye bunları konuşuyor!

Başbakan

Haftalardır süren Gezi Park ve beraberinde getirdikleri ile Başbakan sürekli konuşuyor, sürekli konuşuluyor. Son dönemde, bitmez bir enerji ile günde üç ayrı konuşma yapan Başbakan’ın sert tutumu ve bu tutumun ardındaki olası nedenlere ilişkin bolca tahmin yürütülüyor.
İsyan edenlerin, halkın başka bir kesimiyle değil doğrudan iktidarla sorun yaşamasına rağmen, Başbakan’ın halkı zamirlere bölme üslubunun ardında gizlenmiş “özel” bir neden bekleyenler çoğunlukta. Ekonomiden, barış sürecine, Suriye’den Amerika’ya uzanan teoriler çok ama elbette gerçeği öğrenmek için zamana ihtiyaç var. Ama Başbakan oranlarla ifadesinde, yüzde
elliden, yüzde yüze geçmedikçe, bu konu gündemden düşmeyeceğe benziyor.

Fenerbahçe-Beşiktaş

Gündeme bomba gibi düştü ve hepimizin içini yaktı. Son haftalardaki dedikodular, pek hayırlı sinyaller vermese de bu kadar vahşi bir sonuç beklenmiyordu. Fenerbahçe için 2+1 yıl, Beşiktaş için 1 yıl olarak kesilen Avrupa Kupaları’ndan men cezası, tam anlamıyla “yüreğimize oturdu!” Takımlar, itirazda bulunacak elbette ama sonuç değişmezse, maddi ve manevi kayıplar büyük olacak. Elbette, bu durumdan kazançlı çıkan takımlar da var. Bursaspor Şampiyonlar Ligi’ne terfi ederken, Kayserispor da “play off”a katılacak. En büyük talih kuşu ise bu durumda Kasımpaşaspor’a konmuş olacak. Kasımpaşa da hiç hesapta yokken 3’üncü ön eleme turundan kupaya dahil olacak. Fenerbahçe ve Beşiktaş’la aynı durumdaki Romen takımı Steaua Bükreş’in ise 5 yıl ertelemeli 1 yıl men ceza alması, yani 5 yıl şike olayına karışmazsa ceza almayacak olması suları iyice bulandırdı. Sanırım, Türkiye’ye özellikle Fenerbahçe’ye kesilen cezaların çok ağır olduğu konusunda çoğunluk hemfikir. Bu arada, Türkiye’deki başka bir mahkemenin kararıyla, Aziz Yıldırım’ın görevinin askıya alınması, Fenerbahçe camiası için bir başka cephe daha açtı. En futbolsuz geçen mevsimde, gündem bir anda futbol oldu. Elbette benim gibi pek çok kişinin aklında bir sürü soru var: 3 Temmuz’da oynanması gereken
Süper Kupa, bu durumda ne olacak,
bu sorulardan sadece bir tanesi? Benim gibi Fenerbahçeliler için karın ağrıları içinde gelişmeleri beklemekten başka çare yok!
Elbette bu konu öyle çabuk tükenip bitmeyecek ve belli ki daha uzun
süre konuşulacak.

Müezzin Fuat Yıldırım

Gezi Parkı protestoları sırasında, “Camide içki içildi!” diyen iktidara inat, “Ben din adamıyım, yalan söylemem, içki içildiğini görmedim” diyerek, Müslümanlığın önce “doğruluk ve dürüstlükten” geçtiğini hatırlatan, Dolmabahçe Bezm-i Alem Valide Sultan Camii müezzini Fuat Yıldırım, inancını, devlet politikalarına kurban etmeyerek, ruhani bir sembol haline geldi. Böyle din adamlarına ülkemizin o kadar ihtiyacı var ki... Dilerim, sesini duyurmak ve temsiliyet hakkı isteyen Gezi gençliği gibi Müezzin Fuat Yıldırım da inandığını ve bildiğini söylemekten geri durmadığı için, iktidara başkaldırmış kabul edilerek ceza görmez!

Tarkan

Aysel Gürel’in anısına, pek çok sanatçının Aysel Gürel şarkılarını seslendirerek oluşturduğu karma bir albüm olan “Ayselim” çıktı. Âdeta, “yıldızlar geçidi” gibi olan albüm, kendinden önceki benzerleriyle mukâyese kabul etmeyecek kadar başarılı. Açıkçası, müthiş bir zamanlama ile çıkmış, çok keyifli bir albüm olduğunu söyleyebilirim. Bu yaz belli ki dillerde tanıdık şarkılar olacak. Birbirinden başarılı performansların içinden Tarkan ilk anda dinleyiciyi çarpıyor. Alışılmış şarkı-şarkıcı zincirine yeni yorumlarla eklenmek pek mümkün olmaz ama Tarkan müthiş yorumu, inanılmaz sesi ile bu kalıbı kırmış gibi görünüyor. İnsan, Tarkan’ın alaturka gırtlak nameleriyle dolu ama bir o kadar sağlam ve hâkim yorumunu dinledikçe yeniden dinlemek istiyor. Tarkan, “Firuze” yorumuyla, önümüzdeki yaza damgasını vuracak gibi görünüyor.

Beş Yıldızlı Hareket

Herkes, İtalya’da son seçimlerde yüzde 25 oy alarak birinci parti çıkan, Beppe Grillo isimli 64 yaşında Cenova’lı bir komedyenin kurduğu ve gücünü sosyal medyadan alan bu siyasi oluşumu konuşuyor. Asıl adı; Giuseppe Piero... Beppe olarak tanınıyor. Tam bir hiciv ustası. Keskin bir zeka ile sivri dilini hiç sakınmadan demokratikleşmek için halkı harekete geçirmek amacıyla kullanan çok popüler bir komedyen. Ne sağcı ne solcu! Sistemin bozuk işleyişine tümden karşı! Gelenekselleşmiş parti düzenine de karşı olduğu için bunu bir “hareket” olarak tarif ediyor. Kendini de kesinlikle bir lider olarak görmüyor. “Sözcü” olduğunu söylüyor. Dört yıl önce, bilişimci bir iş adamının da sosyal medyada örgütlenme konusundaki iş birliğiyle politikaya soyunan Beppe, önceleri mafya ve geleneksel politikacılar tarafından pek ciddiye alınmadı. İlk önce Sicilya’daki yerel seçimlerde sürpriz yaparak, kendine güvenen “koltuk sahiplerini” şaşırttı. Ve bir kaç ay önce, bu benzeri olmayan, sosyal medya üzerinden yürütülen siyaset neticesinde, birinci parti çıkarak, geleneksel düzeni darmadağın etti. Grillo, blogunda paylaştığı yazılarla, var olan siyasi düzenin çarpıklıklarına, komedyen olmanın verdiği esprili uslubuyla halkın dikkatini çekerken, bir yandan da okuyucusunu , hakları ve antidemokratik olarak gördüğü her şey için itiraz etmek üzere harekete geçmeye çağırdı. Güçlenmeye başladığında, medyadan ambargo yedi. Hiç televizyona çıkmadan, sadece sosyal medya üzerinden seçimi kazandı. Siyasetçilerden umudunu kesmiş İtalyan halkına “uyarıcı” etki de bulundu ve başta gençleri, genç ve yenilikçi bakışa açık herkesi yeniden aktif hale getirdi. Sanatçıları ve akademisyenleri, fikirleriyle yanına çekti ve sonunda siyasetteki ezberi beklenmedik bir şekilde bozdu. Grillo, kendisi aday olmadı. Sadece sözcü olarak kaldı. Bu hareketin beş yıldızı şöyle sıralanıyor: “Su, Çevre, Ulaşım, İletişim ve Büyüme”... Bu yeni sistemde seçilen, çoğunluğu genç vekiller ise, altı ayda bir internet üzerinden seçmenler tarafından yeniden oylanıyor. Böylece “garanti koltuk” kavramı da ortadan kalkmış oluyor. Her harcama, internetten şeffaf olarak halka açıklanıyor. Kim bilir, belki de Beppe, tüm Avrupa’ya yayılacak yepyeni bir siyasi akımın temellerini atıyor! Belli ki uzun süre, bu yeni söylem ve parti olmayan parti ve muktedir olmayan iktidar modeli konuşulacak. Kodları çözülmeye çalışılacak, sürdürülebilirliği tartışılacak. Ama şu çok belli ki; artık hiç bir şey eskisi gibi kalmayacak!

Banu Özkan Tozluyurt

“İmza: Kızın” isimli ilk mektup derlemesiyle, okuyucunun yüreğine öyle bir dokundu ki hemen ardından, “İmza: Karın” kitabı da büyük başarı yakaladı. Tanıdığınız pek çok kadının babalarına ve eşlerine yazdıkları mektuplardan oluşan bu iki kitap, baskı üstüne baskı yaparak okuyucuyla buluşmaya devam ediyor. (“İmza: Karın” kitabında, benim de eşim Tolga’ya ithafen yazdığım bir mektup bulunuyor.)
Ve şimdi yepyeni bir mektup-derleme-kitap raflardaki ve kalplerdeki yerini hızla aldı: “Babamı Beklerken...”
Psikolog Pelin Çınar
ve Burak Bilge tarafından hazırlanan bu kitap, Balyoz Davası sürecindeki sekiz babanın kızlarıyla olan hikâyesini, mektuplarla birlikte anlatıyor.
Boğazınızda bir düğüm, ve yüreğimizde yangınla okuyacaksınız...

Mektup özlemi: Çocukluğumun en etkili iletişim aracı mektuplar bu gün yine baş tacı! Ama bu kez, gündelik bir iletişim olarak değil, birikmiş duyguları ifade biçimi olarak edebiyatta hayat buluyor. Belli ki, benim neslim mektupları çok özlemiş. Öte yandan “mektup”, gençler için nostaljik ya da demode değil bambaşka bir mecra olarak yeniden filizlenmeye başlıyor. Anlık değil, uzun zamana yayılmış, fevri değil birikmiş duyguların, hisler kıtasının taze ifade biçimi artık mektuplar... Amaç mektuplaşmak değil, mektubun ta kendisinde hayat bulmak... Yaşadıklarımızı temize çekmek belki de...

Yazının devamı...

İyi ki doğdun Türkan Şoray!

Dün, yani 28 Haziran, yaşayan bir efsanenin, Türkan Şoray'ın doğum günüydü. Sadece doğum gününü bile hatırlamam bana o kadar çok şey düşündürttü ki! Kimler geldi kimler geçti bu topraklardan! Krallardan padişahlara, nice iktidarlar gördü Dünya! Hayatlarının bir bölümünde, “Dünya'nın sahibi” olmuş insanlardan kaçı kaldı gönüllerde? Dünün, en güçlü ve halkı elinde tutan pek çok ismi, bugün nefretle anılmıyor mu?
İktidar sahibiyken, koltuklarında hiç kalkmayacakmış gibi oturanlardan, önlerinde eğilenleri sevgi timsali sananlardan kaçı var kalplerin hafızasında! Sıralarında nice hükümdarları konuk etmiş, bugün ise krallarını kimsenin hatırlamadığı, ama kendi dimdik ayakta duran antik tiyatroları görünce, tüm dünyayı ele geçiren iktidar hırsı, nasıl da boş bir heves olarak görünür göze... Kalan, büyüyen, çoğalan, üretilebilir ve insanları bağlayan tek şey sevgidir oysa! Bu yüzdendir ki, iktidarlarından sonra, sadece halklarına sevgi vermeyi başarmış liderlerin posterlerini görürüz duvarlarda! Parayla, korkuyla, şiddetle güç sahibi olunabilir bir süre ama mutlak kuvvet, sevgi ile insanların kalbinde yer ederek mümkün olabilir. Tarih, bunun binlerce örneğini taşır da insanoğlu yine de sevgiden geçen değil, hakimiyetle elde edilecek gücün peşinde nâfile dolanır!
Türkan Şoray'ın doğum gününü hatırladığımda, bu sene 52. sanat yılı olduğunu da hatırladım beraberinde. Nice Başbakanlar, Cumhurbaşkanları, ihtilâl ve iktidâr sahiplerinin tanıklığında geçmiş 52 yıl... Bir dönüp bakın ülkece geride bıraktığımız yarım asıra! Bugün, halkımızın ortak paydada saygı duyduğu, duygu hafızasında ortak sevgide buluştuğu, bizi biz yapan bir parçamızda mutlak yer tutan, sayılmayan bir oyla her zaman gönüllerin iktidarında kalan kaç kişi sayabilirsiniz?
Sanatın ve sanatçının; gelip geçen tüm siyasi kişilerin, yöneticilerin ve para sahiplerinin kazanamayacağı, "sevgi iktidarının" en mükemmel örneklerindendir Türkan Şoray, kuşkusuz. Doğum gününü yürekten kutlar ve kalbimin gizli köşesinde, kendinin bile bilmediği düşler diyarını bana ve benim gibi milyonlarca seyircisine hediye ettiği için teşekkür ederim.
Bu sayfayı yazdığımdan Türkan Hanım’ın haberi yok! Affına sığınarak, sizinle bazı özel fotoğraf ve anılarını paylaşıyorum. Yazım için, yardım istemek üzere, Türkan Şoray'ın büyük bir hayranını aradım. “Hayran” demek sanırım oldukça hafif kalır! Çocukken, ailesine ısrar edip, setine giderek Türkan Hanım’la tanışan ve o gün bu gündür, Sultan'ın peşini bırakmayan, dostluğunu kazanarak şu anda büyük bir firmanın yöneticilerinden olduğu hâlde, Türkan Şoray ile ilgili tez yazan akademisyenlerden belki de daha fazla bilgi, anı ve belgeye sahip olan Demir Aytaç'tan, Sultan'ın bir kaç fotoğrafını istediğimde bana beraberinde bir de yazı yolladı. Bu paylaşımı için kendisine teşekkür ederim. Böyle entelektüel ve araştırmacı bir hayran da Türkan Hanım’ın büyüklüğüyle açıklanabilir ancak. Yılların birikimiyle ve hayranlığıyla yazılmış bu yazı, Türkan Şoray'ı o kadar güzel anlatıyordu ki sizinle de paylaşmak istedim. Hayranının kaleminden, "Sultan":
“Hakkında kitaplar yazılan, araştırmalar yapılan, akademik platformlarda tartışılan, Türkiye’de bugün beş kuşağa aynı anda hitap edebilen, tanınabilirlik anketlerinde bütün kategorileri altüst edip, adı siyasi liderlerin önünde çıkan, her dönem kendisini yenileyerek zirvede kalmayı başaran, Euroimages Başkanı Adinolfi’nin “dünya çapında bir oyuncu” olarak nitelendirdiği Türkan Şoray efsanesinin arkasındaki gerçek: Şoray’ın vizyonu, stratejisi ve uygulamada göstermiş olduğu olağanüstü irade ve disiplindir.
Konusunda yüksek öğrenim görmemiş Türkan Şoray, çok ince bir siyaset ve strateji ile sürdürülebilir bir efsane olmuş ve toplumda çok az kişiye nasip olabilecek ağırlıklı bir konuma kalıcı olarak yerleşmiştir. Bu başarıda hiç şüphesiz, Türkan Hanım’ın, stratejinin uygulanmasında her an gösterdiği güçlü irade, sanat gücü, üstün yeteneği, oyunculuk kabiliyeti, iş disiplini, özel yaşamındaki titizliği, değişime ayak uydurabilmesi, toplumun değerlerine ters düşmemesi için gösterdiği özveri ve güzelliği mutlaka çok büyük bir etkendir. Bütün bunların sonucunda hedefe ulaşılmış ve ortaya “partiler üstü statüsü” ile, hem halkın, hem de aydının onayladığı bir tablo çıkmıştır. Türk halkı yıllarca Türkan Hanım ile ağlamış, onunla gülmüş ve mutluluğu kendisinde bulmuştur.

Gerçeküstü bir yanı var güzelliğinin...


Perihan Mağden, Türkan Şoray için: “Ömrümde gördüğüm en zarif, en ince, en kibar, en başkalarını kırmaktan korkan insandır... Gerçek üstü bir yanı var güzelliğinin... Bu kadarı da olmaz dedirten bir yanı...” diyor ve ilave ediyor: “En az altı, yedi kez izlemiş olduğumuz bir Türkan Şoray filmini birkez daha kalbimizin ona karşı duyduğumuz sevgiden çatlayarak izliyoruz... Onun büyüsü bu. Başka hangi artist yılan gözlü kem sözlü kimilerinin ‘deli saçması’ diye niteleyebileceği filmleriyle, insanı ekranın karşısına böylesine kayıtsız şartsız bir sevgi seliyle mıhlar? Yalnız O!”

Değerli sosyologumuz Nilüfer Göle ise şöyle tanımlıyor: Onun kalbi, sinema için atan bir genç kız kalbine benziyor... Hiç kimseyi incitmeden imajına sadık kalma çabası çok yüksek... Türkan Şoray’ın bu topraklara has bir güzelliği var. Bundan da daha önemlisi çok alaturka. Hatta alaturkacılığın küçümsendiği dönemlerde, Zeki Müren gibi, o da alaturkayı baştacı etmeyi bildi ve başardı. Hakikaten anlamlı, manalı, hüzünlü, kırılgan ama susan sultan, hanımefendi...”

Atilla Dorsay ise, Türkan Şoray için yazdığı ‘Sümbül Sokağın Tutsak Kadını’ adlı kitabının sonunda, Şoray’a ait tüm duygularını tek bir cümle ile özetlemektedir: “Evet, ben Türkan Şoray’ı erdemli bir kadın olduğu için seviyorum.”

Değerli edebiyatçımız Selim İleri ise şöyle demiştir: "Türkan Şoray'ın varlığı, Türk Sineması için, kimilerinin sandıkları ve düşündükleri gibi yalnızca çok güzel yüzlü bir insan olarak dondurulamaz..."

Fatih Özgüven, “Türkan Şoray, insana bazen bu ülkede adı konamayan bütün (dişi/erkek) duyguların, acıların emanetçisi gibi gelir. Bu yüzden Türkan Şoray’ın hepimizin üzerinde hakkı vardır. Türkan Şoray sonsuz kırılgandır, hem de sonsuz dayanıklı bir maddeden yapılmış gibidir. Türkan Şoray’dan vazgeçmeye karar verirseniz, o bunu hisseder, bir kere daha biçim değiştirir” diyor.

“Hayat bana, insanların illaki sevdikleri işi yapması gerektiğini öğretti; o zaman başarılı olunuyor"

O, Türkan Şoray ki, 1975 yılı Kurban Bayramı’nın birinci gecesi, TRT’nin siyah-beyaz "tek" kanalının özel söyleşi programında, sinema ve sanat ile ilgili konuları adeta hızla yanıtlamış ve bir devlet büyüğü ve diplomasinin temsilcisi gibi konuyu bayram öncesi yaşanan Erzincan depremine getirerek, olaydan duyduğu büyük acı ve üzüntüyü seyircisi ile çok içten paylaşmış “bundan böyle vatanıma milletime acısız, üzüntüsüz hepimizin yüzünün gülebileceği bayramlar diliyorum” diyerek toplumun nabzını tam anlamıyla yakalamıştır.
Cumhuriyetin 50’inci yılı dolayısı ile devlete bağışlanmak üzere kendi adına yaptırdığı okulun açılış konuşmasını yaptığı gün, henüz 27 yaşındadır. Benim de bulunduğum açılış töreninde, her zamankinden çok heyecanlanmış, günlerce hazırlanan konuşmasının tamamını unutmuş ve içinden geldiğince, ‘Ben hayatta en çok öğretmen olmak isterdim. Şimdi burada, öğretmenlerimize sesleniyorum. Sizlerden güleryüzlü öğrenciler yetiştirmenizi istiyorum’ demiştir. Geçtiğimiz günlerde Türkan Hanım’la yapılan bir söyleşideki şu cümlesine de dikkat çekmek isterim: ‘Öbür hususa çok dikkat ederim: Eğer sinemamızın başarısı söz konusu ise hep ‘Türk sineması’ demişimdir. Yok, kötü ve eleştirilecek bir husus tartışılıyorsa ‘yerli sinemamızın’ imkanları derim. Gençlerin bu detaylara dikkat etmesi lazım. Başarı ufak ayrıntılardadır.” Bircan Usallı Silan, ‘Dört Yapraklı Yonca’ adlı yapıtında, Türkan hanım için: “O, Türk sinemasına tam kırk yıl vermiş ve bu kırk yıl boyunca da hep zirvede kalmayı başarmış bir insan, hayatta en büyük eksikliğinin yüksek öğrenim görmemek olduğunu her vesile ile dile getirmektedir” diyor. Şoray’a bu konuyu niye bu kadar çok ön plana çıkardığını sorduğunda ise, hepimize ders niteliğindeki şu yanıtı alıyor:
‘Dürüst olmak hem kendime hem de herkese karşı, kendime olan güvenimi ve saygımı artırıyor... Bir ikinci neden ise okumanın ne kadar önemli olduğunun altını çizmek istemem. Her şeye sahip olsanız da eğer okuyamadıysanız, hep yüreğinizin bir yanında eksik sevinç oluyor. Bu bilinsin istiyorum.’ Aynı kitapta yer alan, Türkan Hanım’ın, ‘Hayat sana neler öğretti?’ sorusuna yanıtının da altının çizilmesi gerekir: ‘İnsanların illaki sevdikleri işi yapmaları gerektiğini, eğer böyle olursa başarılı ve mutlu olacaklarını öğrendim...’
52’nci sanat yılında Türkan Şoray'a saygı ve yıllarca bizi mutlu ettiği için hepimiz adına teşekkürlerimi sunuyorum...” Demir Aytaç.
İyi ki doğdun Türkan Şoray....

Yazının devamı...

Marjinal değil bir Ege köyü

Geride bıraktığımız üç hafta, heyecanlı, üzücü, sarsıcı, şaşırtıcı, kışkırtıcı, ezici, umut verici, kalp kırıcı ve hepsini toplarsak “yorucu” geçti. Ülkedeki bu beklenmedik “hareket”lilik, fikri ne olursa olsun, biraz duyarlı her bireyi , tam zamanlı takipçiye dönüştürdü. Şafak sökmeden uyumaz olduk. Yarım yamalak rüyaların ardından, tüm yaşananların gerçekliğine şüphe duyarak uyanır olduk. Tüm alışkanlıklar ters-yüz oldu. Uyanınca yataktan kalkamadan twittera girer olduk. Ruhu dik olan herkes, başıönünde, akıllı telefonundan gündemi okudu. Yaz üstü harcamalar elbise sandalete değil, internet paketlerine yapılır oldu. İşte, evde hep aynı konu konuşuldu. Millet, vekillerinden bin kat fazla siyasete kafa yordu. Bahara suç atacak hâlimiz yoktu. Sonunda, pes etmedik ama yorulduk.
İşte tam bu haldeyken, sular hafif duruluyor, yorgunluk, duygular soğudukça daha fazla kendini gösteriyorken, eşim, kendinden hiç beklenmeyecek bir teklifte bulundu: Kalk, 3 gün bir yere gidelim!
Ve bu sefer de ben kendimden hiç beklenmeyecek bir cevap verdim: Hiçbir yere gidemem, ne olur ne olmaz! Ayrıca zaten yorgunum!
Dünya tersine dönmüştü! Her daim, pabucu kapının ağzında yaşayan ben değildim sanki! Üstelik, ne zaman bir yerlere gitme fikrini öne sürsem, işini bahane eden ve ayak sürüye sürüye seyahate çıkan eşim ısrar ediyordu, tebdil-i mekân için. Benimse otel bakmaya bile ne hevesim ne de mecâlim kalmıştı.

Ada ile ilgili yanlış bilinenler


- “Çocukla gidilmez! “Tam tersiiii! Çocukla gidilecek en güzel yer. Ada’yı büyütürken, Bodrum’da ufak, hemen kumun üstünde, pratik, küçük bir otel o kadar çok aramıştım ki! Ne yazık ki ülkemizde, en güzel koylar, o devasa tatil köyleri ve 5 yıldızlı otellere parsellendiği için, pansiyon dışında bir seçenek bulmak nerdeyse imkânsız. Plajlar bile işgâl edilmiş vaziyette. Oysa Mykonos’ta durum çok farklı. Her yer gayet düzgün ama aşırı lükse kaçmayan plaj dolu. Şezlongu kullanırsan parasını ödüyorsun ama gidip havlunu kumun üstüne atınca da kimse ters ters bakmıyor. Tuvaletlerini kullanmalarına, duşa girmene bile bir şey demiyorlar. Üstelik, plaj boyu yan yana o kadar çok 5-10 odalı, son derece şık küçük otel var ki, mayonu değiştirmeye odaya gidebiliyorsun. Ben, Ornos plajı üzerindeki Villa del Sol otelinde kaldım. Üç katlı ama küçük bir villa verdiler bana hem de otel odası fiyatına. İki tane iki kişilik banyolu odası, bir de mutfak ve tuvaletli büyük bir salonu vardı. Üstelik nefis tasarım objeleriyle döşenmiş bir oda... Lüks olduğu halde, kalabalık aileler ya da arkadaş grupları için, ekonomik kalıyor. Otelin kendi restoran ve plajı da var. Yemekleri de muhteşem. Otel müşterilerine, plaj da ücretsiz. Yol yok, araba yok, göz alabildiğine kumsal ve muhteşem bir deniz. Yunanlı ve İtalyan çocuklu aileler doldurmuştu kumsalı. Evin tam önünde çok şık bir de havuz var. Ben deniz sevdalısı olduğum için, plajı tercih ettim. Küçük-büyük her yaştan çocuklu aile için kesinlikle Ornos bölgesini tavsiye ederim. Üstelik, “Hora” denilen ana merkeze 3 dakika.

- ”Marjinal eğlence var!” Zaten, “Marjinal” neye deniyor, iyice kafamız karıştı... Şu kadarını söyleyebilirim; muhakkak vardır ama ben görmedim. Hayatta her zaman “nereye” ve “nereden” bakarsan, orayı görüyorsun. Muhakkak vardır ama biz ailece tatil yaptığımız için, bizim gittiğimiz yerler, çoluk çocuklu yerlerdi. Kalabalık aileler, çoğunluktaydı. Bodrum Çarşı’ya benzer, Hora’da özellikle “Little Venice-Küçük Venedik” bölgesinde, ufak ve çok şirin barlarda insanlar eğleniyorlardı. Ama “marjinal” bir şeyle , karşılaşmadığımı söylemeliyim.

- ”Mykonos aşırı kalabalık!” Bunu söyleyenler, Bodrum’a, Çeşme’ye, Fethiye’ye hiç gitmemişler herhâlde! Ama elbette tüm yazlık yerlerde olduğu gibi, Mykonos’un da şimdi tam zamanı! Canlı ama kalabalık değil. Hava boğmuyor. Köy havası korunmuş, fazla bina yok, eski zamanların Bodrum fotoğrafları gibi... Kısaca çok ferah...

- ”Sosyete akın ediyor, fiyatlar uçuyor! “Yanlış! İnanılmaz lezzetli yemekler, Bodrum’un yarı fiyatına... Bir Bodrum aşığı olan ben, yaptığım bu karşılaştırmalara çok üzülüyorum ama itiraf etmek zorundayım ki uçak dahil, Mykonos’ta tatil, Bodrum’da tatilin yarı fiyatına yapılıyor.

Otel organizasyonu yine bana düştü

Sonunda, bir akşam iş dönüşü, Tolga kurnaz bir manevrayla, 3 kişilik Mykonos uçak biletlerini önüme koydu. Kızayım mı, sevineyim mi bilemedim! Otel organizasyonu gene bana düşmüştü. Bu sefer ben de kurnazlık ettim ve hiç uğraşmadan, zaten son zamanlarda hayatımın en önemli parçası olmuş internete girerek, bir süredir sadece yazılarını okuyarak keyiflendiğim Jabiroo’ya göz attım. Ücretsiz olarak, yalnızca mail adresimi bırakarak daha önce üye olduğum bu seyahat sitesinden, çeşitli gezi noktalarıyla ilgili yazıları, önerileri filan okuyordum. İlla okuduğum yerlere gitmek için değil, dünyanın bu kadar güzel köşeleri olduğunu görmek için okuyordum. Gidebilme ihtimâlini seviyorum çünkü. Hayal kurarak, gitmiş gibi
ya da her an gidecek gibi hissetmek, mutlu ediyor beni. Üstelik, bu defa hayali gerçekleştirmeye bir adım daha yakındım. Elimde uçak biletleri, Jabiroo’nu sayfasına girdiğimde, Mykonos’ta bir otel açıldı önümde. Artık, “Bu bir işaret” diye düşündüm. Ve hiç tereddüt etmeden, sitenin indirimli sunduğu odalardan birini seçip satın aldım. İnce eleyerek, sık dokuyarak, seçim yapan biri olduğum için aslında riskli bir hareket yapmıştım. İyi ki de yapmışım. Eğer siz de benim gibi sadece küçük ve butik otelleri seviyorsanız, bu uygulamayı kesinlikle tavsiye ederim. Şimdi sizi, Mykonos notlarım ve eşim Tolga Eşiz’in şahane fotoğraflarıyla baş başa bırakıyor, hepimizin güzel tatil yapıp, mutlu bir yaz geçireceği günler diliyorum.

Mykonos’ta mutlaka


- Denize gir. İnanılmaz pırıl pırıl, turkuaz bir deniz ve incecik kum. Plajlar her yerde halka açık. Ben özellikle Ornos’u beğendim. Hele çocuklular için şahane... Ama, akşamüstü partisi isteyenler için, Paradise beach...

- Ornos plajinda Konstantis restoranında çatlayana kadar, Yunan mutfağının tadına varın.

- ”Hora“ muhteşem. İncik, boncuklar nefis. Özellikle de “doğal taş, kristal, lav ve derilerle tasarım yapan “Athene Protasis” markasına bayıldım. Bu yazıyı yazarken kolumda olan şahane bileziğe baktıkça 7 Euro’ya aldığıma inanamıyorum.



- Gün batımında, yel değirmenleri... Mykonos’un simgesi... Kaçırnayın... Güneşi batırdıktan sonra, aşağı indiğinizde, kilisenin hemen yanındaki ağaçlı büyük avluda, taze ev yapımı makarna yapan güzel bir restoran var. Deniz mahsullüsünü yemeden ayrılmayın...


- Deniz mahsulünün her çeşidi, gayet mâkul fiyatlara doya doya yiyin...

- Değirmenlerden bakınca göreceğiniz “Little Venice”e karşıdan bakmakla kalmayın, arka sokaklarına da girin. Kendinizi bambaşka bir yerde hissedecek, sahiden Venedik’te olduğunuzu sanacaksınız.

- Araba kiralayın! Otoparklar ücretsiz, taksi az. Araba kiralamak günlük 35 Euro.

- Ben Agean Havayollarını kullandım ama Atlas Havayolları’nın İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan Mykonos’a sefere başladığını unutmayın.

- www.jabiroo.com a göz atmadan seyahat planlamayın.

Yazının devamı...

Baba-iktidar ve Gezi gençleri

ile en güçlü bağdır ülkemizde. Sanırım bu konuda herkes hemfikir. Ataerkil aile yapısı ise, en çok alışık olduğumuz toplumsal örgütlenme biçimi olarak kabul görmeye devam ediyor. O kadar ki; egemenlerin, yönetim biçimi bile ataerkil aile yapısının bir uzantısı şeklinde siyaseti şekillendiriyor. İktidar, “baba” figürüyle tanımlanmaya o kadar alışmış ki, her ne kadar iktidar mekanizması babadan oğula geçmese de, iktidara gelenler “baba” pozisyonuna geçmeyi her daim olağan sayıyor. Türkiye’nin iktidarda en uzun kalan ismi Süleyman Demirel’in lâkabı’nın “Baba” olması da gayet anlaşılır elbette. Bugüne baktığımızda, siyasette yine bu anlayışın değişmediğini görüyoruz. Tıpkı ataerkil aile modelindeki “baba” figüründe olduğu gibi, sözüne itaat edilmesini bekleyen, çocuğunun büyüdüğünü ve artık bir birey olduğunu kabul etmek istemeyen bir baba misali, kendisine mutlâk itaat edilmesini bekleyen bir iktidar anlayışıyla karşı karşıyayız. Âdeta; çocuğuyla “sınır” mücadelesi veren, sözü dinlenmediğinde sinirlenen ve sözünü dinlemeyen çocuklarıyla, itaatkâr çocukları arasında ayrım yapan bir baba-iktidâr modeli var önümüzde.
Ama son üç haftadır yaşadıklarımız, Türkiye’de hiç bir şeyin “tek” olmadığı gibi, aile yapısının da tek olmadığını gösterdi. Değişen Türkiye ile birlikte, aile yapısının da değiştiğini ve çeşitlilik gösterdiği gerçeğiyle karşılaştık. İşte ne olduysa, bu karşılaşmanın şaşkınlığından oldu!

İtaat dönemini mecbur kılan aile düzeni...

Elbette günümüz gençliğinin “aile” kavramından anladığını da tek tipe indirmek, değişen aile yapısını görmemekle aynı hatayı doğurur. Günümüzde hâlâ, babasının sözünün geçmesi gerektiğine inanan çünkü bu öğretiyle yetişmiş bir genç kesim var. Ancak, kendi ailesini kurarak ve babasının yaşına gelip, onun iktidar koltuğuna oturduktan sonra kendi egemenliğini ilân edebilen ve kendi ailesinin babası olarak iktidara gelebilen bu erkek bakışı, aslında bir yanıyla da mücadeleye dayalı. Babasının tahtına geçmeden, itaat dönemini mecbur kılan bu aile düzeni kendini tekrar ederek, yüzyıllardır kuşaktan kuşağa öğretilerini aktarmayı başarmış bir yapı. Ama görüyoruz ki, bir kısım günümüzün genç anne-babaları, bu zincirden çıkarak, bambaşka bir aile yapısına evrilmişler. İşte, “Gezi Park”ında, siyasilerin bir türlü anlayamadığı gençler, bu farklı aile yapısının çocukları.



Medya da politikacılar da sokakları okuyamıyor

Özgür düşünmeye sevk edilmiş, ailelerinden destek görmüş, itaat etmesi beklenmemiş, kararlarına saygı duyulmuş, iktidar mücadelesi ve hevesi olmayan bu kuşağı elbette otoriter düşüncenin kabul gördüğü bir zihniyetle çözmek olası değil. Bu yüzdendir ki gerek iktidar, gerekse muhalefet parti üyelerinin büyük çoğunluğu, “aslında” ne olduğunu anlamış görünmüyor. Çünkü tüm siyasi yapılanma, “baba-iktidar” merkeze dizili duruyor. “Baba”nın yerine geçme amacıyla yürütülen siyasi mücadelenin neferleri için, hiç bir zaman babasının ya da annesinin hegamonyasına itelenmemiş doğal olarak kendi dünyasının egemenliğini elinde tutan bu çocuklar, başka gezegenden gibi algılanıyor. Bu yüzden, durumu bildik formüllerle çözmeye çalışmak sonuçsuz kalıyor. Onlarca yılın, “darbe”, “örgüt”, “Ergenekon” şablonları ise Gezi Park gençlerine ve onları bir parça anlayıp destekleyenlere hiç oturmuyor. Hele hele, öğretinin her zaman yaşça yukardan aşağı aktığı bu düzende, gençlerden yepyeni şeyler öğrenmek pek de kabul edilebilir görünmüyor. Bu yüzden, politikacılar da medyanın çoğunluğu da sokakları okuyamıyor. Çünkü alfabe yeniden oluşuyor. Ama ister kabul edin ister etmeyin, herkes son günlerde çok şey öğreniyor. “Artık koca koca insanlarız” dediğimiz sırada, yepyeni bir kuşağın dünyasının kapıları açılıyor önümüzde. Bu kapıyı, gençlerin yüzüne çarpmayı seçmek de, dünyalarının kapısından bizi içeri buyur ettikleri için teşekkür etmek de seçenekler dâhilinde. Ben kendi adıma, teşekkür ederim.
İleriye dönük siyaset yapmayı planlayanların, yeni kuşağın algı ve anlayışındaki farklılıkları görmezden gelmesi söz konusu olamaz. Nihai neticede, iknâ edilmesi ve onayı alınması gereken , büyük bir kesim var.

Yaratılışları ve yetişme tarzları şiddete müsait değil


Üç haftalık süreçte edindiğim ilk izlenimlere göre, “Gezi Park” akımının “iktidar“ kavramına bakışı...

- Bir kere “baba” figürü istenmiyor. Herkesin bir babası zaten var ve ayrıca bir de siyasi baba figürüne kimse sıcak bakmıyor. Üstelik, gerçek babalar bile bir “iktidar” sembolünü değil, sevgi ve dayanışmayı temsil ettiği için, “baba” bir iktidar, yeni lugâtta yer almıyor.

- Özgür yetişmiş ya da çocuklarını özgür yetiştirmiş bir düşünce yapısı hakim olduğu için, “dikte” etme yöntemi ve “itaat” beklentisi, karşılık bulmuyor. Bu tip söylemler algı dışı kaldığı için, hedefine ulaşmıyor.

- Toplu ve kalabalık değil, çekirdek aile yapısı hâkim olduğu için, genel kurallar değil, kişiye özel davranış bekleniyor. Herkesi tek potada eritme gayreti derhâl ters tepiyor. Birey ve birey hakları öne çıkıyor. Herkesi olduğu gibi kabullenme ,“gerek şart” görülüyor.

- Bağırılarak ve ceza ile büyüyen ve büyüten bir anlayıştan gelmedikleri için, aksi ve sert söylemler korkutmuyor. Tam tesi bu kitleyi etkileyebilmek ve rızalarını almak için, zeki ve esprili söylemler gerekiyor. Gelecekte lider olmak hâyalleri olan siyasilerin, kıvrak bir mizâh anlayışı yoksa pek de şansı olacak gibi görünmüyor.

- Bilinen politik söylemler ve siyasi fikirlere sahip olmadıkları için “apolitik” olmakla yargılanan genç nesil, adı konmamış bir siyasi duruşun temellerini atarak tüm ezberleri bozuyor. İktidar ve sahipleri, aslında kendilerinin sandığı kadar önemsenmiyor. Kimin sandıktan çıkacağı ile değil, iktidar sahiplerinin tutumları ile ilgileniliyor. Azla yetinmeyip herkes için tam demokrasi isteğini öne çıkıyorlar.

- Seslerinin duyulması şart. Durdurulamaz bir direniş sergiliyorlar.O kadar ki “durmuş” halleri, yürüyüşlerinden daha etkili oluyor.

- Seslerini duyurmak için, demode bir “bağırıp çağırma” uslûpları yok. Kendileriyle de agresif konuşulduğunda dinlemiyorlar. Keskin bir sessizlikleri olabiliyor. Karşı konulmaz bir espri anlayışı ve inkâr edilemez bir zekâ bileşeni ile etkiliyorlar. Pasif ama vazgeçmeyen bir ifade biçimleri var.

- Kim ne derse desin; kırmıyorlar, saldırmıyorlar, gazı yiyorlar ama gaza gelmiyorlar. Yaratılışları ve yetiştirilmeleri şiddete müsait değil.

- Haklarındaki onlarca tevâtüre aldırmıyorlar. Takılmıyorlar. Kimin ne dediği ile değil, Kendi söylediklerinin dinlenmesiyle ilgileniyorlar.

- Alışmadıkları için, etraflarına çekilen çerçevelerden hoşlanmıyorlar. Sevmedikleri şeylerin bile “yapma” denilmesinden rahatsızlık duyuyorlar. Kendileri ile ilgili kararları kimsenin tekeline bırakacak gibi görünmüyorlar.

- İktidar ve muhalefetin, kendi çekişmelerinden yola çıkarak tarif ettikleri “kazanan” ve “kaybeden” olma konumuyla hiç ilgilenmiyorlar. Sadece kendi sınırlarını anlatıyorlar. Koltuk değil, kendi hayatlarının hâkimi olmak istiyorlar. O kadar sâkinler ki inatlaşılarak bastırılacak gibi hiç durmuyorlar.

- Genç olmak, yaşın ötesinde bir kavrama dönüşüyor. Kendi yaşıtları olan biat kültürünün çocuklarıyla aralarında jenerasyon farkı yaşanıyor. “Gençlik” bir algılama biçimi olarak, doğum tarihinden öte bir anlam taşıyor. Bu yüzden yaşça birbirinden farklı arkadaşlıklar yaşanıyor. “Algı yaşı” önem kazanıyor.

- Aileye değer veriliyor. Yeni kuşak, 68 kuşağı gibi ailelerine rağmen değil, aileleriyle beraber yürüyor. Bu yüzden, çok daha güçlü ve dirençli bir hareket ortaya çıkıyor.

- Bir lidere ya da grup üyeliğine ihtiyaç duymuyorlar. Ancak, oluşum tamamlandıktan sonra adı konulabilecek bir politik yapılanmanın eşiğinde duruyorlar.

- Ne istediklerini söylemedikleri için, bazı çevrelerce “ne istediklerini bilmedikleri” sonucuyla eleştiriliyorlar. Oysa, kendilerini ne istedikleriyle değil, “ne istemedikleriyle” ifade ediyorlar.

Ez cümle dostlar, “Gezi Park” gençleri yepyeni bir program diliyle Dünyaya bağlanıyorlar.

Görünen o ki, beyin yazılımları , eski sürümde kalmış olan politikacı ve siyaset yorumcularının durumu anlamalarına “işletim sistemleri “ müsaade etmiyor. Bir an evvel “güncelleme” yapılmazsa, gündem biraz zor kavranacak görünüyor. Hepimize kolay gelsin...

Yazının devamı...

GEZİ-YORUM


Gezi’de neler oluyor? Gitmeyenlerden dinlerseniz, anarşik bir şeyler oluyor. Hatta devrim hazırlıkları yapılıyor. Tehlikeli örgütler yuvalanıyor, marjinal gruplar bir takım işler çeviriyor...

Eğer Gezi Parkı’na giderseniz, insanların, özlemini çektiği bir Türkiye’nin minyatürünü oluşturma gayretini görürsünüz. Her yer çadır ve piknik yeri. Herkes samimi olarak birbiriyle ilgili. Sözü olup da içine atmış ne çok insan varmış meğer! Kabul görmenin, özgürce kendini ifade etmenin hafifliği herkesin üstünde bir meltem gibi esiyor. Parka gelen destekçiler, bu rûzgâra kendini kaptırıyor hemen. Şarkılar, danslar, tiyatro eksik olmuyor.

Süreçle ilgili açıklamalar yapan yetkililer televizyonda konuşma yaparken, Gezi Parkı, orta yerine indirilmiş kocaman bir piyanonun etrafında toplanmış binlerce destekçisiyle müziğin tadını çıkarıyor. Yabancı müzisyenler de bu muhteşem enerjinin cazibesiyle, unutulmaz performanslar sergiliyor. Böyle ânlarda, insanlar lâfın gelişi değil, gerçekten mutluluktan ağlıyor. Kısaca, kim, nasıl aktarmaya çalışırsa çalışsın, Gezi Parkı en güzel günlerini yaşıyor.

En eğlenceli: Kesinlikle LGBT. Farklı cinsel yönelimdekilerin sesi olan grup, kendilerini neşeyle ifade ediyor. Özgürce, kendileri olarak kâbul görmeye o kadar hasret kalmışlar ki, bu fırsatı şenliğe çeviriyorlar. Dansla, müzikle gelen geçeni hemen içlerine alıp coşturuyorlar. Elbette herkes gibi, istedikleri demokratik ve ötekileşmeyen bir yaşam biçimi modeli...



En dolu: Kadınlar... En çok “içine atmış” kesim. Her şeylerine karışılmasından usandıkları için, en büyük baş kaldırı kadınlardan geliyor. Serbest kürsüde ellerine mikrofonu alıp, şikâyetlerini sıralamaktan geri durmuyorlar. Kaç cocuk yapacaklarının, çocuğu nasıl doğurmaları gerektiğinin, giyimlerinin, çalışmalarının, kısaca özellerine ait her şeylerinin şekillendirilip kendilerine dikte edilmeye çalışılmasından usanmış durumdalar.

“Elini bedenimden çek” sloganlarıyla, en ateşli destekçiler, kadınlar...

Sanatçılar: Kapatılan ya da kapatılması planlanan kurum ve salonlara rağmen , “bize her yer sahne” diyorlar. Ülkenin en iyi oyuncu ve yazarları, gösteri hazırlayıp sahneliyor. Bu “sanat eylemi” önümüzdeki günlerde, bambaşka bir yaratıcılığın anahtarı olacak gibi görünüyor. Burada öyle halk konserlerine, plânlı popülerizme itibar edilmiyor. Kendiliğinden gelişen bir yaratım süreci işliyor. Doğal olan sahipleniliyor.

Başbakan’ın, özellikle oyuncuları hedef alan ve hedef gösteren konuşmaları, bedel ödeteceğini bildiren açıklamalarının sebebini kimse anlamıyor. Sanatçılar, dünya üzerindeki meslektaşları gibi, “ifade özgürlüğüne” vurgu yapmaya devam ediyor. Kendileri ve seyircileri için istekleri ise , “ucuz bilet” dolayısıyla “bol sanat” haklarının ellerinden alınmaması. Devletin, “halka hizmet” olarak görmesi gereken sanat kurumlarının ticari bakış altında yok olmaya mâhkûm edilmemesi. Gelişmiş devletlerin, sanat politikalarının ülkemizde de geçerli olması...

Yaşam: Destek için yemek masaları kurulmuş. Zaten, tıpkı misafirlikteki gibi, kimse “eli boş” gelmiyor. Sadece ağaçları beklemek için oradaki çadırlarda yaşayanlar değil, günübirlikçiler de karnını doyuruyor. Hatta, “Kek-pasta yedirmeye çalışan teyzeler orantısız ısrar uyguluyor” diye espriler yapılıyor. Yardımlaşma ve dayanışma en üst seviyede yaşanıyor. Komün hayatı sürüp gidiyor.

Popülasyon: Gezi Parkı sakinlerinin de, destekçilerinin de hepsi genç. Kimi 5, kimi 15, kimi 75 yaşında ama hepsi “genç”. “Genç” olmanın bir düşünme ve hissetme biçimi olduğunu çoktan kanıtladı bize “Gezi”ciler.

Bildiğinden dönmeyen, yeni fikirlere açık olmayan, ânın ruhunu hissetmeyen kimse bu parkta dolaşmıyor.

Bu parkta yaşananın ne olduğunu anlamak için yüreğin genç olması gerekiyor.

Yerleşim: Balık istifi... İğne atsan yere düşmüyor. Park alanı çok büyük olduğu için, park içine cadde isimleri bile konulmuş. Bu süreçte kaybedilen eylemcinin de polisin de adı böylece yaşatılıyor. Hrant Dink ismi ise yine bir çadır mahallesi caddesi olarak karşımıza çıkıyor.

Bu arada neler oluyor?

Gezi’de her ne kadar ulusal medyada tersi yansıtılmaya çalışılsa da; barış, huzur ve mutluluk dolu bir atmosfer yaşanırken, Vali ne zaman “müdahale olmayacak” açıklaması yapsa, Gezi Parkı’na gaz atılıyor. O kadar ki yaralıların tedavi gördüğü revir bile gazdan yana nâsibini alıyor. İnsan, “savaşta olsak, düşmana bile bu kadarı yapılmaz” diye geçiriyor içinden. Taksim karışıyor... Ankara korkunç müdâhâlelere mâruz kalıyor. Ortam öyle bir hâle geliyor ki şehir efsaneleri doğuyor. Sapla saman birbirine karışıyor. Herkes yorgun... Ne idüğü belirsiz eli sopalı adamlar dehşet saçıyor, kamu malına zarar veriyor. Kimi polis, kimi partili, kimi örgüt üyesi deniyor... Ortam ısısı bozuldukça mikroplar ürüyor ama ne yazık ki ortamı serinletecek açıklamalar yöneticilerden gelmiyor. Günler geçiyor, yaralılar artıyor, ölümler geliyor. Acılar büyüyor. Yine de artık yalnız ülkemizde değil, tüm Dünya’da beklenen “mâdem halk istemiyor, seve seve park olarak bırakırız” sözü bir türlü gelmiyor. Onun yerine, “Belki referanduma gidebiliriz” diye bir açıklama geliyor.

Referandum’a gidebiliriz derken...


 “Belki referanduma gidebiliriz” açıklaması zaten bir kesinlik taşımadığı için, şimdiden ortada kalmış gibi duruyor.

 İlk gün için beklenen en iyi alternatiflerden biriyken, bugün için çözüm odaklı bulunmuyor. Polis müdâhalesinden ve bunca acıdan önce referandum önerisi gelse olumlu bakacak kişiler dahi bu noktadan sonra bu alternatife yanaşmayacak görünüyor.

 Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı olduğu için, referandum sonucu hukuken mahkeme kararını bağlamıyor. Dolayısıyla, referandum bu noktada da bir anlam taşımıyor görünüyor. Hukukçular şimdi bunu tartışıyor.

 Eğer tartışma, iki ayrı fikri savunan İstanbullular arasında yaşanıyor olsaydı, referandum son derece demokratik bir çözüm gibi duruyorken, hükümet ve halk arasında yaşanan düşünce ayrılığının referandumla çözülme düşüncesi güç yarışını temsil eder bir hâl alıyor. Referandum artık amaca hizmet ediyor gibi durmuyor.

Cevabı olmayan sorular...

- Hükümetler, halka hizmet için seçildiklerine göre ve “Gezi Park” ile ilgili , halk tek bir istekte birleştiğine, halkın arasında “ağaçlar” konusunda bir husûmet bulunmadığına göre, hükümet niye halkın isteğine hizmet etmek yerine kendi fikri için diretiyor? Bunun cevabını bilen bulunmuyor.

- Referandum yapılırsa, oylama için halka , “ağaçları keselim mi?” diye sorulması mı planlanıyor!

- Referandum için hazırlanacak oy pusulaları için, kaç ağaç kesilmesi gerekiyor?

- Bir kaç günlüğüne gittiğim Yunanistan’da bile gördüm ki, halk “Gezi Park” olaylarını tâkip ediyor. Türkiye’den gelen birilerini buldukları an ise şu soruyu soruyorlar:

“Halkın parkına, ağacına sahip çıkmasını anladık da bu binanın (kışla) yapılması niye bu kadar önem taşıyor?”

Bu sorunun da cevabını bilen bulunmuyor...

- Gezi Parkı için görüşmeler yapılması kulağa iyi geliyor ama onca gündür meraktan olsun parka gitmiş birileriyle değil de, Başbakan’ın ilk gün bahsettiği, “Hayatında Gezi Parkı’nın yerini bilmeyen” ünlü insanlara neden fikir soruluyor?

- Gezi Gençliği, kendi sözlerini söylemek için direnirken, susturulmaya ve bastırılmaya karşı tepki verirken, bu yapılan görüşmelere, neden eylemi yapanlardan ve onlara destek verenlerden birileri çağrılmıyor?

- Direnişçiler, “bize sorulmadı “ dedikçe, neden yangına körükle gidiliyor da buradaki gençlerle uzlaşılacağına, “onlara sorulmamaya” devam ediliyor?

Gezi Direniyor...

- Medyanın, terörist gibi gösterme çabalarına rağmen, barış şarkıları söylemek için

- Kamu malına zarar vermekle ithâm edildikleri hâlde bir yaprağı incitmemek için

- Anlamak istemeyenlere rağmen, anlatmak için

- Marjinal ilân edilmelerine rağmen , analarıyla oturmak için

- Tüm provakosyanlara rağmen, sakin kalmak için

- Öfke ve kin söylemlerine rağmen, mizâhı elden bırakmamak için

- Onca biber gazına rağmen hayatta kalmak için

- Her türlü çıkarı bir kenara atıp “İNSAN” kalmak için...

Yazının devamı...

Ağaçların, insanların tarihin evi; Birgi

Gezi Park’taki ağaçların korunma çabasıyla başlayıp, demokratik bir mücadeleye dönüşen protestolar ülke genelinde yayıldığında, Taksim’den çıkıp bir de kendi memleketimdeki durumu görmek için İzmir’e gittim. Ben gittiğimde çok şükür kimsenin çözemediği “eli sopalı adamlar” ortalarda yoktu. Gündoğdu Meydanı’nda büyük coşku vardı. Canım kardeşim Aslı ile Gezi Park’tan, ağaçlardan filân söz ederken, “Gel, yarın seni insanların ağaçlarla iç içe yaşadığı muhteşem bir yere götüreyim” dedi. İzmir çevresinde görmediğim bir yer bulmak zordur ama varmış meğer! Dünyada göreceğim en güzel yerlerinden biri meğer, doğup büyüdüğüm coğrafyadaymış da bunca gezen ben, nasıl olduysa atlamışım. Estetik, güzellik, zarafet, doğaya saygı, tarih, inanç, bilgi ve daha fazlası bu küçücük kasabada toplanmış: Birgi.
İzmir’den mâkul bir hızla gidildiğinde yaklaşık 3 saat uzaklıkta Birgi. Aslı ve ben günübirlik yaptık seyahatimizi ve hiç yorulmadık.
İzmir-Birgi arası yol çok güzel. Sabah 09.00’da evden yola çıktık ve yine akşam aynı saatte İzmir’e dönmeyi başardık. Yemeğe meraklı olduğumuz için, yol üstünde önce Ödemiş’te “Töngül” molası verdik. Töngül, maydonozu çok bol, yumurtalı ve kıymalı bir pide. Yüzyılı aşkın süredir, Töngül ailesi tarafından yapılıyor ve isim hakkı da yine aileye ait.
Ödemiş’te kime sorsanız gösterirler.

Üç gün gibi geçen beş saatlik ziyaret

Ödemiş-Birgi, zaten kapı komşusu. Birgi’ye vardığımızda iki tarafı sımsıkı ağaçlar ve ağaçların ardında inanılmaz güzellikteki Birgi evlerinin dizili olduğu ana yola girdiğimizde, nefesimin kesildiğini hissettim. Demek Dünya üzerinde, yaşanacak böyle yerler kalmıştı...Yolda ilerlerken Belediye binasını gördüm. İçeri girip biraz bilgi almak istedim. Belediye Başkanı Cumhur Şener bize çevreyi anlatırken, biz de az önce başkanın kıydığı nikâhın pastasını yedik. Bozdağ’ın yamacına kurulmuş, 3 bin nüfuslu bu şirin kasabanın yukarısından başlayarak, geze geze aşağı geri döndük. Arada, Birgililerin o inanılmaz güzellikteki evlerinin önüne çıkarttıkları sedirde oturan teyzenin yanına oturduk, yol üstünden “ısırgan otlu” gözleme bölüştük, emekli olunca buraya yerleşen emekli felsefe öğretmeninin, fırından çıkacak limonlu kekini bekledik... 5 saatlik ziyâretimizde sanki üç gün sürmüşçesine gezdik . Birgi’nin şu ân “slow city-yavaş kent” listesinde beklemede olmasına hâk verdik. Yavaş yavaş ve tadını çıkara çıkara yaşamanın sırrına vakıf olmuş beldeden, hafif, temiz ve huzurla ayrılırken, arkadaşımla burada ortak bir ev almanın hâyalini kurmaya başlamıştık bile. Dünya mirası listesinde de yer alan Birgi çok şükür ki SİT alanı ilân edilmiş.
İşte Birgi notları...

Pek çok efsaneye ev sahipliği yapmış

İsmi: Evliyâ Çelebi’ye kulak verecek olursak “Bir-iki” sözünün dönüşmesinden geliyor Birgi adı. Açıkçası çok iknâ edici gelmemiş ki tarihçilere, pek çok fikir üretmişler Birgi adının nereden geldiği ile ilgili. Bizans döneminde, “Pyrgion” adıyla anıldığı için, günümüze “Birgi” olarak gelmiş olabileceği, oldukça akla yakın seçeneklerden biri.
Tarihçesi: Neredeyse, insanlık tarihi ile birlikte diyebiliriz Birgi’nin tarihi için. Mitoloji’den bu yana pek çok efsaneye ev sahipliği yapması da bu yüzden belki de. Türkler’in eline geçmesi ise, Malazgirt savaşıyla birlikte olmuş. Pek çok “beylikler” görmüş. Aydınoğulları Beyliği, Birgi’ye damgasını vurmuş ve Umur Bey ise, bugün Birgi’nin sembollerinden biri olmuş... 18 yaşında denizciliğe başlayan Umur Bey, Aydınoğlu Beyliği’nin 3. hükümdarı olmuş. 39 yaşında, Haçlı Donanması’na karşı mücadele ederken şehit olmuş. Kabri Birgi’ye yapılmış.

Çakırağa Konağı’nda 11 gusulhane var


Birgi’nin mücevheri... Hemen belirteyim, pazartesi günleri kapalı ama diğer günler akşam 19.00’a kadar açık. İlk yapılışındaki mimari üslubu korunmuş ender konaklardan... 18. yüzyıl sonunda, Çakıroğlu Şerif Ali tarafından yaptırıldığı söyleniyor. Konaktaki duvar resimleri, 19. yüzyıl başında yapılmış. Yine iddia ediyorum ki benzer bir konak görmemişsinizdir. Bir Osmanlı, bir de İtalyan mimar tarafından yapılan konak, Venedik ve Osmanlı mimarisinin muhteşem karışımı... 3 katlı, dış sofalı, çift köşk odalı bu konağın alt katında sağ tarafta bir ahır, sol tarafta ise hizmetli ve nöbetçi odaları yer alıyor. Evde 13 çalışanın olduğu tahmin ediliyor. Gelelim konağın en çarpıcı odalarına. İki hanımı olan ev sahibi, iki hanımı için iki ayrı oda yaptırtmış. İzmirli ilk eşi için yaptırdığı odanın duvarına, memleket hasreti çekmesin diye İzmir resmi, İstanbullu olan ikinci eşinin oda duvarına ise İstanbul resmi yaptırmış. Resimler ise bir tablo niteliğinde. Şimdi sıkı durun, evde her odada yani tam 11 tane “gusulhâne” var. Elbette bir dolap kadar küçücük banyolar ama yine de o devirde, her odada olması takdir-e şâyan... Konak tam bir hazine. Kalem işi tavanları başdöndürücü. Yeniden restorasyona girecek olan ve iki yıl kapalı kalacak olan bu müze-konak mutlaka görülmeli.

Ulu Camii: Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından, 1308-1312 yılları arasında inşa ettirilmiş. Tuğladan zarif minaresi, kesme taş bu camiiye ayrı bir güzellik katmış. Minberi, Selçuklu süsleme sanatının en güzel örneklerinden biri belki de... Ceviz ağacından, kündekâri tekniği ile yapılmış ve hiç çivi kullanılmamış.

Derviş Ağa Camii: 1663 yapımı. Dış süslemeleri uzaktan dikkat çekiyor.

Karaoğlu camii: 1762 yapımı. Tam bir Osmanlı camii... 12 musluklu bir de çeşmesi var.

Sultan Şah Türbesi: Yolun ortasında, Altıgen taş bir yapı olduğu için hemen dikkat çekiyor. Aydınoğlu Mehmet Bey’in kız kardeşine ait bu türbe çok estetik bir yapı.

El işi: İpek dokumacılığı çok ünlü. Öyle ki dünyaca ünlü moda evleri üretimin hepsini önceden aldığından bizlere ipek düşmüyor bile nerdeyse.

Ağacın değerinin, taşıdığı “can” ile değil, sayı ile ölçüldüğü bu günlerde, Birgi’yi görün ve kâdim ağaçların gölgesinde bunu bir kez daha düşünün.



“Birgivi Mehmet Efendi Medresesi’nde huzurla doldum”

Ulu Camii’nin karşısında bulunan büyük bir mezarlık burası aynı zamanda. Ama, iddia ediyorum, bu kadar güzel bir mezarlık pek görmemişsinizdir. Âdeta ormanın içinde ve çok güzel oturma alanlarıyla bezeli bir mezarlık. Mekânların enerjisine inanır mısınız bilmem ama ben huzurla dolduğumu ve insanı hafifleten bir enerjisi olduğunu söyleyebilirim. Birgivi Mehmet Efendi, “Kanuni“ döneminin büyük âlimlerinden. İlim ve irfan sahibi olması, ardından yıllarca ders olarak okutulacak kitaplar bırakması bir yana, dürüstlüğü ve adalet duygusunun yüksekliği ile ünlü bir insan. Mezarının başucundaki selvi ağaçlarını, Birgivi Mehmet Efendi’nin kendi diktiği söylenir. Allah’tan, kesmeye kalkan vicdan noksanı kişiler çıkmamış da bugün bu ulu ve ruhâni güzelliği biz de yaşayabiliyoruz. Özellikle, çocuğu olmayanların burayı ziyaretinden sonra çocukları olacağına dair bir inanış var. Muradı gerçekleşen bir çift, biz oradayken, bebekleriyle “Birgi Baba”yı ziyarete gelmişlerdi. Tasavvuf erbâbı pek çok hocanın da mezarı yine, Birgivi Mehmet Efendi’ninkiyle yan yana. Üstelik içlerinde 1300’lere uzanan Mevlevi sarıklı mezar taşları da göze hemen çarpıyor. Birgivi Mehmet Efendi, yanlış bir gidişat gördüğünde taa İstanbul’a kadar gidermiş. Eleştirilerini sultana söylermiş. Efsaneye göre; Sultan Selim, Mehmet Efendi’yi yemeğe davet eder. Altın tabaklar içinde envai çeşit yemek ikram eder ama Mehmet Efendi, çıkınından çıkardığı peynir-ekmeği yemekte ısrar eder. Sultan bu duruma alınır. Mehmet Efendi, sebebini cesurca açıklar: “Şimdi bu yemekte saçı bitmemiş yetimin hakkı, mazlumun âhı vardır. Ben bu yemeği yiyemem” der. Ve bildiğini söylemekten kaçınmadığını, doğru bildiğinden dönmediğini bir kere daha gösterir. Efsaneleriyle, Birgivi Mehmet Efendi’nin ünü bugünlere gelir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.