Şampiy10
Magazin
Gündem

Yaşayanların ağzından gerçek berdel hikayeleri

Geçen hafta, “Berdel Töresi” üzerine yeni tamamlanmış ve ülkemizde konuyla ilgili yapılmış en geniş kapsamlı araştırmayı sayfama taşımıştım.

Araştırmacı Gürbüz Bolat ile yıllarca süren araştırmasının sonuçları ve konuyla ilgili gözlemleri üzerine yaptığımız söyleşimiz, müthiş dikkat çekti. Bana yazılan cevaplardan sonra, halkımızın, konuya artık, “Aman canım ne var, töre böyle işte” diye bakmadığını, bunu “toplumsal bir yara” olarak gördüğünü farkettim. Sadece kadınlar değil, erkekler de bu törenin “kabul edilemez” olduğu konusunda, hemfikirdi. Üstelik Gürbüz Bolat’ın son derece iddialı tezi; berdel töresinin bir insan ticareti olduğu yaklaşımı, okurlar tarafından da kabul gördü. İlginin bu denli büyük olmasını geleceğin Türkiye’si için umut verici bulduğumu belirtmeliyim. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin de teşekkür mesajında bu tezin kendi çalışmalarına da katkısı olacağını belirtti. Öyle sanıyorum ki bu araştırma, töre mağduru kadınlarımızın karanlıkta kalan yaşamlarına ışık tutacak. Ben de gösterdikleri ilgiden ötürü tüm okurlara, çalışmasını ilk kez benimle paylaştığı için de Gürbüz Bolat’a teşekkür ederim.

Bu hafta, 3 yıl süren saha araştırması sonucu olarak,

Gürbüz Bolat tarafından derlenmiş, berdel yapılmış insanların

gerçek hikayelerine

bırakıyorum satırlarımı...

15 yaşında berdel edilen yaşlı teyze anlatıyor

Evin tek kızıymış, berdel olduğunda. Öz annesi istemiş bunu. Çünkü bir oğulları yokmuş ve kocası (yani kızın babası) etrafa karşı oğlu olmadığı için mahçup olmasın, erkek evlat doğursun diye kocasına kuma almak istemiş ama paraları yokmuş. Anne de kuma aldığı kıza karşılık, kendi kızını berdel vermiş. “Adamı gördüm, adam 35 yaşında, babam ise 45 yaşında. Alacağı kız 15 yaşında. Ben 15 yaşındayım. Adamı beğenmedim. Bizim için davul getirdiler ve çaldırdılar. At arabasıyla bize köyü fırlattılar (dolaştırdılar). Tavuk tüyünü boyayıp kafamıza taç yaptılar. Ona bizim orada ‘tozlak’ derler. Boynumuza gümüş kolye taktılar. Denişiğim, benimle yaşıttı. Ne olduğunu bilmiyoruz ki ama seviniyoruz. Ne olduğunu anlamadık ki! Daha sonra, ne olduğunu anladığımda ‘Ben gelin olmam’ diye bar bar bağırdım. İstemediğimi söyledim. Görünüm (görümce) ‘Hadi kalk sokakta oynayalım’ derdi. Saklambaç, körebesi oynardık. Ben çocuktum. Adam benim saçımı yıkar, tarar... Elimi, ayağımı yıkardı. Çocuğum olana kadar, çocuk gibi baktı bana. Çocuğum olunca, kızımla beraber evcilik oynadım.”

M.’nin hikayesi

M. 11-12 yaşında bir erkek çocuktur. Abisi ölür. Abi ve ablası karşılıklılık kuralına göre bir ailenin çocuklarıyla berdel yapılmıştır. M.’nin ailesi, oğulları ölünce, gelini baba evine göndermek ister. Ama bu durumda, gelinin ailesi de berdel ile gelin olarak aldığı, M.’nin ablasını oğullarından boşatacaklarını ve çocuklarından ayıracaklarını söyler. Durumun çözülmesi için,

M. ile yengesinin evlendirilmesine karar verilir. M., ablasını kurtarmak için ölen abisinin eşiyle evlendirilir. Buraya kadar hikaye Türkan Şoray’ın efsane “Berdel” filmi ile paralellik gösterir ama sonrası filmlerden bile daha acıklıdır. M. 16 yaşında baba olur. 18 yaşına gelince, babası (daha önceden söz vermiş olduğu üzere), M.’yi ikinci kez evlendirir. Bunu duyan karşı aile, misilleme için oğullarına 16 yaşında bir kız kaçırırarak, M.’nin ablasına kuma getirirler. Bu sefer, kaçırılan kızın ailesi ile kan davası başlayacakken, yüklü bir miktar para ödemek koşulu ile aileler arası sulh sağlanır. Ama bu arada töre uğruna 5 genç insanın hayatı kararır.

Kan berdeli hikayesi

Yakın akraba iki aile arasına husumet girer ve cinayetle sonuçlanır. Cinayeti işleyen genç, bir kızla sözlüdür. Kan davası korkusundan aileler dışarı bile çıkamaz olur. Kan davasının sürmemesi için öldüren gencin ailesinden bir kızın, öldürülen kişinin ailesine verilmesine karar verilir. Ayrıca bir miktar da para ödenecektir.

Asıl amaç intikam olduğu için, berdel olarak hapiste olan gencin sözlüsü istenir. Söz bozularak, kız karşı aileye verilir. Hapiste olan genç ise çıktığında bütün aileyi öldüreceğini söyler ve aileler arası sulh hiçbir zaman sağlanamaz. Yapılan berdel, kan davasını daha da büyütmekten başka işe yaramaz.

11 yaşında fakirlikten berdel yapılan kadın olanları anlatıyor

“Babam ve abim karar verdi berdel olmama. Annemler abime kız baktılar. Onlar da başlık parası istediler. Babam ‘Biz başlık veremeyiz. Ben de karşılığında kızımı size vereyim, berdel yapalım’ dedi. Başlık ödeyemediği için babam, biz berdel olduk. Abime istediğimiz kıza karşılık, berdel oldum. Onlar severek aldılar birbirlerini. Ben ise küçüktüm. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Hiç sesimi çıkarmadım ve berdel oldum. Annem bana ‘Berdel yapacağız’ dedi. Sesimi çıkarmadım. Abimler de evlenebilmek için dört sene, büyüyüp, 15 yaşına gelmemi bekledi.”



Çok ilginç bir berdel hikayesi

Berdel töresi ile kurulan evliliklerin birinde, evin beyi dışarı çalışmaya gider. Bu çalışma sebebiyle, kızının yalnız kalmasını hoş karşılamayan kaynana, (karşılıklılık kuralı gereğince) eş berdel yapılmış oğlunun da gelini ile görüşmesine engel olur. “Onun herifi (kendi oğlu) evinde, benim kızımınki (damat) niye gurbette!” diyerek, 8 ay boyunca, damadı dönene kadar, aynı evde yaşadıkları halde, oğlu ile gelininin konuşmasına izin vermez.

30 yıllık berdel evliliği olan kadının, aşk hayatı ile ilgili itirafı

“Ben kocamı o gece hiç öpmedim. Hâlâ da öpmedim. Kocam yanıma geldiği zaman benim midem bulanır. Ondan iğrenirim.”

Urfalı kadın, berdel yapıldığı dakikaları anlatıyor

“Akçakale yolu üzerinde ben ve berdelimin taksisi yan yana geldi. Bizim taraf dedi (karşılığı olan berdeli kastediyor) ‘Gelini çıkar’, onlar kabul etmedi. Onlar dedi ‘Siz önce çıkarın, arabadan indirin.’ Aynı anda çıkarmaya karar verdiler. Aynı anda arabalardan çıkıp, diğer arabalara bindik. O sırada def çalıyordu.”

Yazının devamı...

Bayramlık lezzet durakları

Gezmeyi de, gezerken yiyip-içmeyi de severim. Hatta çoğu zaman, yolculuğun ve yolun kendisi, gidilecek yerden daha çok heyecanlandırır beni. Yeni bir yer görmekten çok, yolculuktur esas olan. O yüzdendir ki, “varmak”tan çok “yol almak”tır benim için seyahat.

Yolun sonu ile değil yol boyunca yapacağım keşifler ile ilgilenirim. Kaybolmayı da severim, keşfetmeyi sevdiğim kadar. En güzel keşifler, kaybolduğunda belirir, bilirim.

Ben, “lezzetli” yolculukları severim. “Yolun da tadı mı olurmuş” demeyin! Denizin, ağacın, havanın ve en çok da kelimelerin lezzetine varmalı insan. “Hayatın tadına varmak” diye bir söz var dilimizde. Boşuna değil elbette... Bir yol kıvrımında, ağaçların altına saklanmış buz gibi bir dereye ayaklarına sokuvermek, yoldaki köylüden alınmış karpuzu dişlemek gizlice ya da kayalıkların arasından, davetsiz bir misafir gibi dalıvermek ıssız bir denize...

Gelelim, somut lezzetlere: İddia ediyorum, en lezzetli keşifler, yol üstünde insanı bekler. Söz konusu olan, ister yurt içi, ister yurt dışı yolculuklar olsun bu kanaatim değişmez. Bir yerden, bir yere giderken, yol üstünde arabalara göz kırpan, küçük bir çardağı olan, genellikle aile boyu çalışılan küçük işletmeler, ziyaretçilerini hayal kırıklığına uğratmaz.
Hatta yolun keyfinden mi yoksa bir daha ele geçmeyecek bir an yakalamış olmanın hevesinden midir bilinmez, böyle mekanlarda yenilen yemeğin hazzı, ödenilen hesapla ters orantılı olarak, paha biçilmez olur. Ama maalesef ne kadar arzu edilse de aynı yere kolay kolay tekrar gelinmez. Gelinemez. Bu yüzden tavsiyem şudur; mutlaka keşfettiğiniz lezzet duraklarını, not edin. “Nasıl olsa unutmam” demeyin! Ve arkadaşlarınızla paylaşın. Siz tekrar gidemeseniz de dostlarınıza aynı keyfi yaşatın. İşte şimdi, paylaşma sırası benim. Malum, bayram çok yakında... Eğer Marmaris dolaylarına yolunuz düşecek olursa yeni keşfettiğim bu lezzet duraklarını es geçmeyin derim...

Teneke Tavuk ‘Çardak altında ziyafet’

Marmaris’i geçer geçmez, Datça yolu üzerinde... Yarım saat bekliyorsunuz. Teneke bir kaba, tavuk dik şekilde saplanıyor, altında sebzelerle birlikte pişiriliyor. Bulgur pilavı da unutulmamalı. Bir tam tavuk, sebzeler, istendiği kadar bulgur pilavı ve salata... 3-4 kişilik bu sofra, 40 lira... Çok iyi eğitimli genç bir karı-koca, İstanbul’dan sıkılıp buraya kaçmış. Kadın, “Oscar ve Çilek Kokulu Kız” çocuk kitabının yazarı Şafak Uysal. Şimdi mutfakta eşiyle birlikte,
mutlu mutlu tavuk pişiriyor. Yoldan geçerken uğrayacak misafirler için çardak altındaki masaları kuruyor.

Deniz Kızı ‘En iyi deniz mahsulleri burada’

Bakın yine iddialı bir laf etmek üzereyim! Doğma büyüme İzmirli ve hayattaki en büyük zevkleri arasında seyahat ve yemek olan biri olarak, bir konuda tevazu göstermek niyetinde değilim: Ege mutfağı... Sadece ülkenizden söz etmiyorum. Denize kıyısı olan her yer benim için cazibe merkezidir. Avrupa’da da Akdeniz’e kıyısı olan her köyü gezmeye ve yemeklerinin tadına bakmaya gayret ederim. İtalya ve Yunanistan’ın genel olarak deniz mahsullerinde çok iyi olduğunu belirtmeliyim. Her yanımız denizlerle çevrili olduğu halde, nedense deniz mahsülleri konusunda ülke mutfağımız, mangalda balıktan ileri gitmiyor. Ama öyle bir yer keşfettim ki bırakın Türkiye’yi dünyada benzeri yok. En yumuşak ahtapot mu? Orada. En çıtır kalamar mı? Orada. En kütür karides mi? Yine orada. Açıkçası, artık başka yerde, bu saydıklarımı nasıl yerim bilmiyorum. Sanırım yolum düştükçe değil, ne yapıp edip yolumu düşüreceğim bir yer keşfettim: Deniz Kızı...

Marmaris’e yakın, Bozburun’un komşusu, Söğüt köyündeki, denize sıfır bu mekanda, yemekten önce yüzmenin keyfi de ayrı. Yemekten sonra yüzmeyi hesaba katmayın, çünkü buna haliniz kalmayacak. Tekrar ediyorum, eşsiz deniz mahsülleri yemek istiyorsanız, direksiyonu Söğüt köyüne kırmanız yeterli. Deniz Kızı lokantası sizi bekliyor. Şimdiden “Afiyet olsun.”

Losta Baklava ‘Köklü bir mekan’

Marmaris’e yakın Selimiye köyünde, bir ev baklavacısı. Selimiye köyünün adı uzun yıllar Losta olarak kullanılmış. “Losta Baklava” da adını köyünden almış.
Eski ve köklü bir mekan. Baklavası inanılmaz lezzetli. Her şey cevizli. Özellikle, çıtır çıtır yuvarlak sarmalardan almanızı tavsiye ederim.

Sultan Sofrası ‘Etli yaprak dolmasını tadın’

Bodrum havaalanına gelir de aç olursanız mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Havaalanından, Bodrum’a giderken, yol üzerinde ve alana çok yakın. Güllük tabelasını geçince, sağda. Bir aile işletmesi... Anne yemekleri yapıyor, kızlar servisi... Eve sipariş de mümkün... Mekanın müdavimleri arasında içli köfteleri alıp, dondurucuya atanlar çok. Ben etli yaprak sarmasına bayıldım. Aklınızda olsun...

Yazının devamı...

Berdel töresi, insan ticareti mi?

Hiçbir yerde yayınlanmamış iddialı bir araştırma:

Çarpıcı bir tez ve araştırmayla karşı karşıyayız. İnsanın ilk duyduğunda, yüzüne tokat gibi çarpan, yüreğini parçalayan, bir süre sonra kendini suçlu hissetmesine yol açan bir çalışma bu! Töre, benimsemesek hatta korkunç bile bulsak bir kabullenmişlikle yaklaştığımız bir kavram.
O kadar ki, devlet adamları bile töreler ve sonuçlarını, kültürümüzün doğal bir sonucu olarak karşılamışlar tarihimiz boyunca. Diyarbakır Baro Başkanı’nın, Yavuz Donat’a yaptığı, Berdel töresini “normal” sayan açıklamalarının üzerinden çok geçmedi daha.
Bu araştırma ve onun sonuçlarıyla ilgili yaptığım bu söyleşiden sonra iyice farkettim ki; kabullendikçe kanıksamış, kanıksadıkça “doğal” saymışız! Sanki sıcak memleketlerde yaşayanların derileri güneşten yanmaz diye düşünür gibi, “Benim kadar canı yanmaz, alışıktır“ saymışız , töre mağdurlarını. Gürbüz Akhan Bolat’ın, uzun yıllara dayanan gözlem ve akademik bir araştırmanın sonucu olarak ortaya koyup, titiz bir çalışmayla ispatladığı, berdel töresinin, insan ticareti olduğuna dair bu doktora tezine, iknâ olup olmamak size kalmış ama anlatılanların gerçekliğine tüm kalbinizle inanmalısınız.
İbn-i Haldun’un 600 yıl önce söylediği söz, artık çığlık çığlığa yankılanıyor topraklarda: Coğrafya kaderdir! Maraşlı olan Gürbüz Akhan Bolat, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü’nden emekli, yıllarca Güneydoğu’da hizmet vermiş ve araştırmalar yapmış, evli ve iki erkek çocuğu babası bir araştırmacı.

“İnsan ticareti kabul ediliyor”

Doktora tezinizde, “Berdel töresi, insan ticaretidir” diyerek, iddialı bir önerme ortaya atmış ve sonra bunu bilimsel olarak ispatlamışsınız. Epey yadırgatıcı bir iddia?
İtalya’da 2005 yılında yapılmış bir Birleşmiş Milletler Protokolü var. Ben, 2005 yılından beri “insan ticareti” üzerine araştırma yapıyorum. Bu konuda da bir tezim var. Palerma Protokolü’ne göre, insan ticareti üç ayak üzerinde duruyor; birilerinin vücutlarının ürettiklerinin ve hizmetlerinin, suistimali, bundan menfaat elde edilmesi ve insan hakları ihlali. Berdel töresine baktığınızda, bu üçü de var. İnsanlar kanıksadıkları için, “E canım ne var bunda, töre bu” diyor ama aslında ortada bir ticaret var ve bu uğurda insanlar, en çok da kadınlar yaşamlarıyla bedel ödüyorlar. Bu arada, insan ticareti, insan kaçakçılığı değildir. Nelere insan ticareti denir?
Türkiye’de ilk akla gelen fuhuş maksadıyla insan ticaretidir. Kölelelik ve kölelik maksadıyla yapılan insan ticareti de ülkemizde mevcut. Mesela dilendirmek maksadıyla, Diyarbakır’dan çetelere kiralanan çocuklar var. Organ ticareti. Ve zorla evlendirme.

Zorla evlendirme de kapsam mı?

Kesinlikle öyle. Çin’den örnek vereyim; Herkes, erkek çocuk istiyor ve hamilelik sürecinde, kız bebeklere kürtaj uygulanıyor.

Ne diyorsunuz, korkunç bir şey bu!

Ne yazık ki öyle ve bunun sonucunda, erkek nüfus fazlalaşmış oluyor. Vietnam ve Tayvan gibi komşu ülkelerden, kadın satın alınarak, Çin’de gelin olarak satılıyor. Bu da insan ticareti kapsamında bulunuyor. Berdel töresinde de aynı suistimal var ve bu yüzden insan ticareti.

“Cana, canla ödeme yapıyorlar”


Berdel ve ticaret kavramını nasıl bir formülle birleştirdiniz?

İlkel toplumlarda, ticaret nasıl yapılırmış: “Sen bana buğday ver, ben sana pirinç vereyim” şeklinde! Berdel töresinde de kızlarını takas ediyorlar.

Bir de “kan berdeli” var ve bunun kan davalarının önüne geçmek için yapıldığını ve çok faydalı olduğunu savunanlar var.

Ahhh, algılar topluma öyle bir oturmuş ki değiştirmek çok zor ve algı değişmeden bu gibi yerleşik ve kabul görmüş uygulamalar, tedavülden kalkmıyor. Birini öldürmüşler ve ona karşılık öldüren kişinin kızkardeşini bir bedel olarak veriyorlar. O kadını, ömrünün sonuna kadar, düşmanı olarak gören birinin evinde yaşamaya mahkum ediyorsunuz. Bir cana karşı bedel olarak bir kadının yaşamını veriyorlar. Cana, canla ödeme yapıyorlar. Ve berdel verilen kadın, bir intikam unsuru olarak, ömrünü acı çekerek tüketiyor. Son derece aydın biri, kan berdeli için “vücudun yaşaması için, kolu kesmek gibi gerekli” demişti! Maalesef, bunun normal karşılanması asıl problem. Zaten problemi kabul etsek, problem olmaktan çıkacak.

“Kızların intiharına göz yumuyorlar”

Trampa berdel nedir?

Trampa, Rumca kökenli bir kelimedir ve “değişim” anlamına gelir. Bu, berdel töresi, “eşitlik ve karşılıklılık” kurallarıyle işler. Parasızlıktan doğan bir töredir. Aile oğluna alacağı kız için gerekli başlık parasına sahip değilse, oğluna aldığı kız için para yerine kendi kızını verir. Önemli olan iki tarafın da eşit şartlarda olmasıdır.

Sanki bu daha makul gibi?

İlk başta öyle görülüyor ama bunun da felaketle biten sonuçları olabiliyor. Örneğin, bir tarafın evliliği iyi gitmez ve ayrılmaya karar verirlerse, öbür çift o arada birbirine aşık da olsa diğer çift ayrıldığı için ayrılmak zorunda. Bir emniyet mensubunun annesi berdelle evlenmiş ve kocasına razı olmuş ama karşı taraf ayrıldığı için, kadının elinden çocuğunu da alıp kocasından ayırmışlar. Örneğin; kızı kocasından dayak yedi ise kadın gidip, oğluna da gelinini dövdürtüyor. Karşılıklılık yasası, hep olumsuzlukla işliyor yani.

Ne diyorsunuz!

Pek çok berdel ile evlenmiş ya da çocuğunu evlendirmiş kişiyle görüştüm ve çok acı hikayelere rastladım. Karşılıklılık kuralına göre, diğer çift ayrıldığı için nişanlısından ayrılmak zorunda kalan ve intihar eden kızlar var. Babası, gördüğü halde müdahale etmiyor ve kızının intiharına göz yumuyor. Böylece, ortadan sorun kendiliğinden kalkmış oluyor.

“Bu geleneği ne yazık ki ağırlıklı olarak kadınlar sürdürüyor”


Bu kurguyu, bu kadar detaylı işletenler, ağırlıklı olarak kimler?

Bana tepki göstereceksiniz ama ne yazık ki kadınlar!

Yapmayın yahu, erkek egemen düzene boyun eğmek zorunda kalan kadınlar mı suçlu?

Bunu söyleyeceğinizi tahmin etmiştim ama ne yazık ki araştırmalarım sonucu gördüm ki bu düzenin devam etmesini en çok kadınlar istiyor. Oyunu kadınlar kuruyor. Kadına kötülüğü yine kadınlar yapıyor.

İspat edin...

Bir kadınla konuştum,

67 yaşındaydı. Ailenin tek çocuğuymuş. Annesi, kocasının erkek çocuğu olmadığı için, kocasının “kör ocak” olmasını istemediğinden, kendine kuma almak istemiş ama bunun için paraları yok. Kadın, kendi 15 yaşındaki kızını, bir başka adama verip, adamın 15 yaşındaki kızını, kocasına almış. Teyze o günleri şöyle anlattı: “Babam anneme, ‘kızımız daha çok küçük’ dediğinde, annem ‘ne yapalım kör ocak mı kalacaksın’ dedi. Kendim duydum.” Başka bir kadın, “Berdel olduğum gün mezara girdiğim gün” diye anlatıyor ama sonra oğluna gelin almak için, kendi kızına da berdel yaptığını söylüyor. Tamamen, kadının organizasyonu yani. Böyle öyle çok hikayem var ki!

“Belki büyüseler onlar da severlerdi”



Peki, evlat sevgisine rağmen nasıl yapabiliyor kadınlar bunu?

Bildikleri, “tek hayat” bu olduğu için herhalde. Doğru yaptıklarını sandıkları için. Kişilerin de ailelerin de üzerinde bir toplumsal dayatma çünkü.

Kadınlar ne diyor?

Elbette çoğunluk, çok acı hikayeler anlatıyor ve memnun değiller ama sonraki kuşaklarda da töreyi sürdürme eğilimindeler.

Günümüzde yaşadığımız, çocuklara tecavüz, kadına şiddet olayları ile bu töreler arasında köprü var mı sizce?

Elbette! Töre adı altında, kızları satılabilir ya da değiştirilebilir görmek normal sayıldığı sürece, şiddet ve tecavüz toplumun geneline yayılır.

Erkeklere de yazık. Hiç mi

sevdikleri olmaz?

Genellikle memnun olduklarını söylüyor erkekler ama çok da anlatmıyor ve üstü kapalı geçiyorlar. Ama, kendinden 8 yaş büyük bir kadınla evlendirildiği için, karısını öldüren de var.

Kadınlara sordunuz mu, hiç evlenmeden sevdikleri olmuş mu?

Sordum. Bir cevabı hiç unutamam. Kadın, gözleri dolu dolu dedi ki: “Bilmem... Belki büyüseydim, severdim...”

Bu söz üzerine, artık pınarlarda biriken gözyaşlarım boşalıyor, yanaklarıma... Azbuz değil, ülkemizde berdel ile evlilik yapanların sayısı. Gürbüz Bolat,

berdel ile evlenen kadınların, anlattığı yaşam hikayelerini paylaştı benimle. Kalbim paramparça... Sözlerim yarım... Haftaya, bu gerçek yaşam öykülerini paylaşmak üzere...

Yazının devamı...

Boşanma ve çocuklar

Henüz altı aylık yazarlık hayatımda, ilk “istek” yazımı yazmış bulunmaktayım. Böyle bir şeyi ne kadar becerebildim bilmiyorum ama bir vazife kabul edip elimden geldiğince yerine getirmeye çalıştım.
Dünkü yazımda, ailemizin büyük büyük anneannesi Kadruş’u kaybettiğimizden ve sonrasında küçük çocuklara bu haberi verirken nasıl zorlandığımızdan bahsetmiştim. Sonunda uzman görüşlerine başvurarak edindiğim bilgileri de bu sayfada sizinle paylaşmıştım. İşte, geçtiğimiz günlerde tüm bunlar yaşanırken arkadaşlarımla olanı biteni paylaşırken, onlar da bana çocuklarıyla yaşadıkları benzer bir sıkıntıdan söz ettiler. Malum, benim yaşlarımdaki kadınlar arasında, boşanma konusu sıkça gündeme gelir. Zaten ne ilginçtir ki tıpkı evliliklerde olduğu gibi, arkadaş gruplarında boşanmalar da çorap
söküğü gibi gelir.
20’li yaşların ortasında, arkadaşlardan biri bekarlık zincirini kırdığı zaman, aynı gruptaki diğer arkadaşlar da mecburmuş gibi peşi sıra evlenir. 30’ların ortasından itibaren ise, bu sefer, boşanan bir çiftin ardından, bahçeye peydah olmuş bulaşıcı bir hastalık gibi diğer çiftlere de sirayet eder ayrılık... Cesaret mi yoksa, farkındalık mı bunun sebebi bilmem ama gözlemim odur ki evlenirken olduğu gibi boşanırken de arkadaşlar birbirini tetikler.
Arkadaşlarıma, çocuklara ölüm kavramını anlatmanın zorluklarından ve bunun için psikologlara danışacağımdan söz edince, boşanmanın eşiğinde olanlar, “hazır araştırma yaparken bizim için de boşanma ve çocuk konusunda da tavsiye alsana” dediler.
Elbette şaşırdım! Çünkü çoğunun, boşanmayı düşündüğünü dahi bilmiyordum. Sonra anladım ki tam olarak kararını veremediği için bir uzmana da danışmayan ama bir yandan da çocuklarına ne diyeceğini
kestirememenin stresiyle yaşayan pek çok kişi özellikle de kadın var!

Ayrılık onları nasıl etkiliyor


Ben de istek üzerine, boşanma haberinin çocuklara nasıl açıklanması gerektiği ve boşanma sırasında çocuklara doğru davranmanın ipuçları ile ilgili olarak, uzman görüşü aldım ve “sipariş üzerine” bu yazıyı yazdım. Elbette, her ailenin bütünlüğünü korumasını dilerim. Ama, tıpkı bir çarkın dişlileri gibi evli çiftler de birbirini tamamlamıyorsa, kırılmadan, çarkı durdurmaktan başka çare yok.

İşte, boşanma öncesi ve sonrası dönemde, çocukların, yaşanacaklardan en az düzeyde etkilenmesi için Türk Psikologlar Derneğinden Doçent Dr. Nilhan Sezgin’in konu ile ilgili görüş ve tavsiyeleri:

Okul çağındaki çocuklar boşanmanın anne ve babalarının artık birlikte olamayacaklarını bilirler. Bu ayrılığın kendi yaşamlarını nasıl etkileyeceği konusunda endişeleri yoğundur. Nerede, kiminle yaşayacakları, annelerini ya da babalarını görüp göremeyecekleri veya okula nasıl gidecekleri, okullarının da değişip değişmeyeceği gibi pek çok konu onların küçük yüreklerini daraltan konulardır. Bu konularda pek çok soruları olsa da çocuğa her koşulda sevilip güvenle bakılacağı hissettirilmeli anlatılmalı ve ikna edilmeli.

Doğru zamanda söyleYİN Anne baba ayrı yaşamayı veya boşanmayı düşünüyorsa bile kesin karar verene kadar bu konuyu kendilerine saklamaları önerilmekte. Boşanma konusunda çocuğa karşı açık ve dürüst olunmalıdır ancak annen ve baban boşanmayı düşünüyorlar şeklinde bir paylaşım çocuğun aklını karıştıracaktır. Boşanma gerçekleşene kadar kaygıyla beklemesine yol açacaktır. Bu nedenle boşanma kararı kesinleştiğinde, boşanma gününe yakın bir zamanda söylenmesi tercih edilmeli. Bunu çocukla paylaşmanın tam zamanı yoktur, bu haberden hemen sonra okula, spora, dersaneye gitmek zorundadır. Çocuk bu haberi aldığında kendisini güvensiz ve yalnız hissedecek ve sizin yanında olmanıza ihtiyacı olacaktır. O nedenle birlikte olabileceğiniz zamanı seçin ve ona söyledikten sonra sevginizi hissedip size sarılabileceği, konuşabileceği bir ortam olmasına dikkat edin. Bu noktada anne babanın çocuğa ne söyleneceğine birlikte karar vermeleri ve mümkünse ikisinin birlikte çocukla konuşması gerekli.

Birbirinizi suçlamayın

Çocukla konuşurken birbirinizi suçlamayacağız konusunda anlaşın. Hiçbiriniz çocuğun sizin tarafınızı tutması için bir suçlamada bulunmamaya özen gösterin. Birbirinize ne kadar öfkeli ya da kırgın olsanız da bunu çocuğa yansıtmayın. Çocuğun önünde tartışıp bağırışmayın. Unutmayın siz sadece eşinizden ayrılıyorsunuz ancak çocuğunuz her ikinizden de ayrı kalacağı endişesini yaşıyor.

Açık ve gerçekçi olun

Çocuğun anlayacağı basitlikte açıklama yapın. Çocuğun yaşına uygun dilde konuşun. Örneğin; “Biz annenle, babanla çok düşündük...” diye başlayıp açıklamaya geçebilirsiniz. “Baban artık yeni bir evde oturacak” dedikten sonra

çocuğun, ayrı oturacak ebeveyni nasıl ve ne sıklıkta göreceğini, onunla kalıp kalmayacağını açıklayın.

Boşanmanın çocuğun suçu olmadığını vurgulayın

Çocuklar sıklıkla boşanma konusunda kendilerini suçlama eğilimindedirler. Odalarını toplamadıkları veya derslerini çalışmadıkları, anne veya babalarını üzdükleri için bu değişikliğin olduğunu zannederler. Bazen de anne babanın boşanmasına engel olamadıkları için kendilerini suçlayabilirler. Boşanmanın iki yetişkinin arasındaki bir karar olduğunu ve onların, iyi ya da kötü davranışlarıyla ilgisi olmadığını anlatın. Bu anlaşmazlık için üzgün olduğunuzu ancak bunun onlarla bir ilgisi olmadığını söyleyin.

onu boşanma ayrıntılarından uzak tutun

Boşanmanın nafaka, avukat mal paylaşımı gibi ayrıntılarını çocukla konuşmayın, çocuğun önünde tartışmayın veya bu konuyu çocuğun duyabileceği ortamlarda diğerleriyle konuşmayın.

Özetle yapmamanız gerekenler...


- Çocukların önünde veya duyacakları şekilde eski-eşinizle tartışmayın.

- Çocuğunuza eşiniz hakkında kötü şeyler söylemeyin. Çocuğunuz duyabileceği ortamlarda bu konuları başkalarına anlatmayın.

- Boşanmanız ve boşanma sonrası yaşantınıza ilişkin endişelerinizi çocuğunuzdan uzak tutun. Sizin yaşam endişeleriniz onun geleceğe ilişkin kaygılarını arttırıp güvenini azaltır.

- Çocuğunuzu eşiniz ve ailesi arasında aracı olarak kullanmayın.

- Çocuğun eşinizle olan ilişkisine engel olmayın. Sizin iyi onun kötü ebeveyn olduğunu ispat etmeye çalışmayın. Çocuğun taraf tutmasını istemeyin.

- Günlük yaşamın düzeninde aşırı değişiklikler yapmayın. Çocuğun yaşamındaki çoğu şeyi olabildiğince sabit tutmaya çalışın. Boşanmanın onların yaşamında yeterince büyük bir değişiklik olduğunu hatırlayın.



- Çocuğa özel armağanlar veya gereksiz müsamaha göstererek kendinize bağlayıp diğer ebeveynden uzaklaşmasına çalışmayın. Sizin, boşanmadan aşırı suçlanarak ona müsamaha göstermeniz, onun için durumu daha da güçleştirir.

- Çocuğunuzu dert ortağınız yapmayın. Kendi endişelerinizi kendinize saklayın veya diğer yetişkinlerle paylaşın.

- Çocuğunuzun sizi yatıştırması değil sizin onu yatıştırmanızın daha uygun olduğunu unutmayın.

- Çocuğunuzun evin “küçük hanımı” veya “küçük erkeği” olmasını sakın beklemeyin. Çocuklar sadece çocuktur, eski eşlerin yerine geçmezler.

Toplumsal olayları nasıl anlatmalı?

Çocuklara anlatmakta zorlandığım bir konu daha var: Toplumsal olaylar! Örneğin; Gezi olayları, herkesi etkilediği gibi çocukları da ekledi. Aslında, çocuklar, toplumsal olaylarla sandığımızdan daha fazla ilgililer. Depremler, komşu ülkelerdeki savaşlar, terör... Çocukları izole mi etmeli yoksa olan biteni takip etmesine izin mi vermeli? Toplumsal olaylarla ilgili sordukları sorulara nasıl açıklık getirmeli?
Psikolog Şenel Karaman, çocukların ve gençlerin politik olayların uzağında kalamayacaklarını söylüyor. Olayların ya doğrudan ya da dolaylı yoldan tanığı oldukları için çocukların, evlerindeki konuşmalardan etkilendiklerini ve tepkiler geliştirdiklerini belirtiyor. Ve özgüvenli ve özgür düşünceli bireyler yetiştirmek için izlenmesi gereken yolu şöyle tarif ediyor: Ebeveyn ve öğretmenlerin olayları konuşması, çocuğun olayları çarpıtmasına önlem almaları gerekir. Olayları ne kadar çarpıttığını anlamak için çocuklarıyla konuşmaları, durum hakkında ne bildiklerini ve düşündüklerini öğrenmeleri gerekir. Çocuğun ya da gencin çarpıtmaları, yanlış anlamaları varsa düzeltilmelidir.
Çocuğun başetme mekanizmalarını güçlendirmek gerekir. Fiziksel temas kurmak, bilgilendirmek, oyun oynamasını sağlamak, kendisini ifade etmesini sağlamak önemlidir. Belkide en önemlisi güven duygusunu vermektir. Bunlar sağlandıktan sonra çocuğun olaylar hakkındaki fikirleri tartışılabilir. Sosyolojik olarak bizim ülkemizin ekstern kurumu siyaset olduğu için her şeyin siyasi bir karşılığı vardır. Dini yaşantımızdan, alışkanlıklarımıza kadar birçok şey siyasi görüşler etrafında şekillenir. Çocuğunun özgür düşünce geliştirebilmesi için anne babada bir kabul dilinin olması, dinlemeyi ve tartışmayı bilmesi gerekir. Ailede farklı fikirlere tolerans yoksa bu gelişmez.

Yazının devamı...

Bekleyiş... AKIL ÇELEN

Bekliyorum... Soğuk... Kararlı bir sessizlik... Çaresiz bir bekleyiş... Beklemek her daim çaresiz değil midir zaten? İnsanlara en sevmedikleri şeyin ne olduğunu sorsak, çoğunluk, "beklemek" diye cevaplar herhalde! Oysa insanoğlunun kaderidir beklemek... Bize düşen, boyun eğmek... Geriye sayım, dünyaya gözlerini açtığın gün başlar. Doğduğun gün, bekleyişin başladığı gündür aslında... Ve ömrün bekleyerek geçecektir bundan sonra...
Ama hayatın en heyecanlı bekleyişi bile, mutlak sonu beklemenin yanında teferruattır bir bakıma.
Her bekleyiş bir değildir mutlaka... Beklemenin tadı da başka olur her defasında... Çocukken, doğum günlerini beklersin büyük bir heyecanla, sınav sonuçlarını beklersin sonra...
Geleceğini bilerek beklemek başkadır sevgilini, "keşke gelse" diye beklemek başka... Karnında büyüttüğün bebeğinin yüzünü görmek için beklemekle, askerdeki oğlunun yüzünü görmek için beklemek benzemez birbirine. Hep beklersin işte bir sebeple... Her bekleyişle biraz daha yaklaşarak ölüme...
Bekliyorum ben de... Hastane... Ameliyat... Babam... Korku... Yaşam... Beklemelerin en sevimsizindeyim... Yine de bir sükunet üzerimde...
Mutlak sonu beklemek üzere bizi yaradan, bekleyişlere dayanacak metânetle yoğurmuş hamurumuzu anlaşılan.
Beklemek de yaşama dair... Anladım ki, yaşamın ta kendisi beklemek. Cesare Pavase'nin sözünü artık daha iyi anlıyorum: "Gene de bir iştir beklemek. Bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan." Beklenti kalmayınca anlaşılır, beklemenin kıymeti. Herkes şikayet eder bekleyişten ama, Pablo Neruda'nın dediği gibi "Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem mutluluğun kapısına." O yüzden, beklemenin de tadına varmak gerek, yaşamın tadına varmak için... Sabırla, sükunetle, tevekkülle...
Bingür Hoca'nın (Sönmez) dudaklarının arasında benim sevincim. Babam önce Allah'a, sonra ona emanet. Şanslıyım bu kez. Beklememin mükafatı, büyük mutluluğun müjdeli haberi ile kavuşuyorum babama yeniden. Şükrediyorum... Mutluyum... Elbette bitmedi beklemem... Şimdi de çabucak iyileşmesini bekliyorum babamın ve sonrası için onunla Bodrum hayalleri kurmaktayım. Kısaca, yeni mutluluklara, sabırla temel atmaktayım. Dilerim, hep hayallerimizi buluruz, beklentinin kapısında... Kalın sağlıkla...
Not: Prof. Dr. Bingür Sönmez ve tüm ekibine, babamı bana hediye ettikleri için sonsuz teşekkürler. Var olun...



Siz hiç annenizi kıskandınız mı?

İtiraf ediyorum, ben, artık kıskanıyorum! Babamın annemin bir dediğini iki etmemesini, önünden ardından koşmasını, kendi hastayken bile önceliğinin, annem olmasını fena halde kıskanıyorum! Annem ve babam 43 yıldır evli ve evlendiklerinin ertesi yılı dünyaya geldiğim için, evliliklerinin nerdeyse 40 senesine bizzat şahidim. Bunun 35 yılını, evliliklerin çoğu gibi hır-gürü bol bir şekilde geçiren ebeveynlerime, 60 yaş itibariyle sihirli bir değnek değdi sanki. Nazar değmesin, bir aşk, bir aşk!
Bir taraftan bu durumdan memnun olmakla birlikte gene de kendimi kıskançlıktan alıkoyamıyorum. Kıskançlığımın 3 sebebi var:
Birincisi, tek kızı olduğum halde ve aramızda müthiş bir aşk olduğu halde, son zamanlarda, babamın bana, anneme gösterdiğinin onda biri kadar ihtimam göstermemesi... Bir örnekle izâh edeyim; babamın ameliyatı ve sonrasında refaketçisi bendim. Annem de gündüzleri yanımıza geliyordu. Babam, annem gelince, ameliyatlı haliyle kalkıp anneme yer veriyordu. "Ah yoruldu kadın buralara kadar" deyip durdu! O kadar ki artık annem bile bu ihtimam karşısında şaşırıp kaldı. Bana da bir "aferin"i beklemek kaldı. Bir başka örnek vereyim; stresten, hastanede kaldığımız müddetçe tansiyonum 8'in üzerine hiç çıkmadı. Bir ara annemin de tansiyonu 10 olunca, babam bana dönüp, "Annenin tansiyonu da 10 olmuş, çok üzüldüm" demez mi! Sahiden, düşüp bayılacaktım.
İkincisi; sevgili ebeveynlerim, ben onlarla yaşarken niye bu şahane tabloyu sergilemediler diye kıskanmaktayım. Hayır, hem ‘hır’ın hem ‘gür’ün sebebi ben miydim, meraktayım?
Üçüncüsü; ve en kuvvetli sebep, benim, eşimden, annemin, kocasından gördüğü itibarı elde edememiş olmam! Eeee "İş bilenin kılıç kuşananın Berna" diyeceksiniz! Siz de haklısın tabii! Ben de teselli olarak bu yazıyla bir taşla üç kuş vuruyorum işte!
İşin şakası bir yana, uzun evliliklerde, çiftler, 40 yıl sonra, birbirlerine iyice bağlanıp, "ikinci bahar" seviyesine ulaşıyor. ‘Canım-cicim’ yılları, 60'ından sonra yaşanıyor. Keşke yıllar, eşlerin birbiriyle mücadelesi ile değil hep aşkla geçse... Annemin sitem ettiği gibi "geç kalmış ilgi", vaktinde gelse... Şimdi ben bu satırları yazarken, üç kere tahtaya vurup, sonra kulağımı çekmeyi ihmal etmedim. Zararın neresinden dönülse kâr sayılmalı neticede. Eşimin hakkını yemek istemem; iki gün önce, evliliğimizde 17 yılı geride bıraktık ve birlikte geçirdiğimiz yıllar boyu bana gösterdiği ilgi ve sevgi için ona gerçekten minnettarım. Ama, annemin ulaştığı, "kraliçe" mertebesine ulaşmak için sanırım evlilikte 40 yılı devirmek gerek. Tabii eğer şansımız varsa.

Yazının devamı...

Çocuklara ölümü anlatmak

Geçtiğimiz günlerde, ailemizin en büyüğünü kaybettik. "Kadruş" 92 yaşındaydı. Eşimin anneannesi, ailenin "koca ninesi" idi. Elbette şaşırmadık ama ailede herkesin çocukluğunu bilen son büyüğün kaybı büyük bir hüzün bıraktı üzerimizde. Bu dünyanın demirbaşı gibiydi Kadruş. Evlat acısı da görmüştü, torunlarının çocuklarının sevincini de... Sanki hep var olacak gibi gelirdi bize. Ama kendinden önceki gidenlerin boşluğunu derinleştirerek, o da gitti işte... Ailede, kendi neslinin son temsilcisini de yolculayarak, bir devri kapattık biz de...
Ailece, "son görevimizi yaptık" diyerek huzurla rahatlama arası bir duygu yaşadığımız gün, birden büyük bir zorluğun kapıda olduğunu farkettik. Çocuklara "koca nine"lerinin öldüğünü nasıl söyleyecektik? Yaşları, 2,5 ilâ 11 arası 4 torun çocuğuna bu haber nasıl verilebilirdi?
Aile büyükleri olarak epey tartıştık. "Küçükler anlamaz söylemeyelim"den, "pat diye söyleyelim işte"ye varan pek çok fikir dolandı dilimizde. Ama asıl sorun, "ölüm nedir" diye soran, meraklı bakışlara verilecek cevabın bulunamamasıydı. Çocukların soruları arka arkaya gelmeye başladığında, büyük bir çaresizlik kaplıyor insanın içini. "O kadarını ben de bilmiyorum" noktasına kadar geliniyor kimi zaman.
"Gitti" desen, çocuk "ne zaman gelir" diyor, "gelemez" desen "biz gidelim" diyor, "şimdi değil" desen "ne zaman" diye soruyor. Dini açıklamalarda bulunsan, hem çocuğa yönlendirme yapmış oluyorsun hem de aklını hepten karıştırıyorsun. Bir arkadaşım kızına "Allah onu sevdi yanına aldı" diyecek oldu, üç gün boyunca çocuk "Allah beni sevmiyor bak yanına almadı" diye ağladı. Cennet tarifini çok beğenip "Ben de gideceğim işte bana ne" diye tutturan çocuk gördüm! En fenası, ailelerin iyi niyetli açıklamalarının neticesi olarak, derin korkular yaşayan, "Allah görür" diye çişini yapamayan, olan bitenden ötürü kendini suçlayan ve psikolog yardımına ihtiyaç duyan çocuklar var.
Velhâsıl kelâm biz bu işin içinden çıkamayınca, ben uzmanların fikirlerine baş vurdum. Dilerim, sadece çocuğunuzun ölümle ilgili meraklı soruları için bu açıklamalardan faydalanırsınız. Bu bilgilere
çok ihtiyaç duymayacağınız güzel günler sizinle olsun ama yine de aklınızın bir köşesinde bulunsun...

Yaşa göre kavrayış biçimleri


Türk Psikologlar Derneği’nden, Doç. Dr. Nilhan Sezgin çocukların yaşa göre ölümü kavrama biçimlerini şöyle açıklıyor:

1) Özellikle okul öncesi yaşlardaki çocuklar, henüz ölüm kavramını tam olarak anlayabilecek zihinsel gelişimi tamamlamadıkları için ölümün geriye dönüşü olmayan özelliğini kavrayamazlar.

a) Bu konuda yapılan araştırmalar, yaşamın ilk altı ayından sonra insan yavruları ölümün veya kayıbın ne olduğunu bilmediklerini ancak, uzun süre birlikte oldukları, onlara bakıp doyuran insanı tanıyabildiklerini ve onun yokluğunda onu özleyip aradıklarını ve geri gelmemesi durumunda "kayıp" yaşadıklarını belirlemiştir. Bu araştırmalar 6-18 ay gibi erken bir gelişim dönemindeki bebeklerin bile kayıp karşısında üzüntü yaşadıklarını belirtmektedir.

b) 2-5 yaşlar arasındaki çocuklarda ise "anne gittiği zaman geri döner" kavramı gelişmiştir. Bu dönemdeki çocuk artık ölümün yaşamamak olduğunu bilir ancak onlar için ölüm, halen geriye dönüşü mümkün olan, geçici bir olgu olarak değerlendirilmektedir.

Çocuk, bir kuşun öldüğünü görmüştür veya bir masalda ölen kahramanlar ile tanışmıştır ancak bu dönem çocuğu, ölen kişinin Pamuk Prenses gibi tekrar yaşama dönebileceğini düşünür veya kuşu, tavşanı ölen çocuk onu gömer ve "öldüğü için onu gömdüm" der; fakat ertesi gün mezarı açıp kuşunun, tavşanının uyanıp uyanmadığını kontrol edebilir.

2) Beş yaştan on yaşa kadar; ölümün ne kendilerinin ne de tanıdıkları birinin başına gelebileceğine inanmamak-tadırlar. Bu dönemde ölüm ve ölümün nedenlerini sorgulamaya başlasalar bile onlar sadece yaşlı, ihtiyar kişilerin ölebileceğine inanırlar. Bu dönemde sıklıkla ölüme ilişkin suçluluk duyguları ağır basar. Çocuklar, ailedeki ölümün onların "yaramazlıklarının" bir cezası olduğunu düşünürler.

3) Yaklaşık 12 yaş civarındaki çocuklar, Piaget'nin soyut işlemler dönemindedirler ve artık bir yetişkin gibi herkesin öleceği ve ölümün geriye dönüşü mümkün olmayan bir sürecin parçası olduğunu kavrayabilirler. Artık onlar için yaşamın bütünü içinde doğumun bir başlangıç olması gibi ölüm de bir aşamadır. Bu dönemdeki çocuk artık ölümü kendi yaşı bağlamında değerlendirebilme becerisi de kazanır. 13 yaşında babasını kaybeden bir çocuk "yaşamımın geri kalan en az 60 yılını babasız yaşayacağım" diyerek ağlayabilir.

Ölüm çocuktan saklanmamalı. Pek çok toplumda yukarıda değinilen nedenlerle ölüm bir tabu olarak görülür ve bu konunun çocuklarla tartışılması uygun karşılanmaz. Çocuklar kendilerine "ağır geleceği" gerekçesi ile ortamdan dışlanırlar. Çoğunlukla, "annen uzun bir yolculuğa çıktı" gibi inandırıcı olmayan yalanlar veya başka hikayeler anlatılarak evden uzaklaştırılırlar. Oysa çocuk bir şeylerin yanlış gittiğini hisseder, sorular sorar.

Çevredeki büyükler, akrabalar çaresizlik içinde hikayeye yeni çeşitlemeler ekledikçe veya sorulara kaçamak yanıtlar verdikçe aklı daha da karışır. Çocuğa gereksiz hediyeler alınır, her istediği yapılır, ancak kaybı hakkında konuşmasına izin verilmez. Bu koşullarda çocuk er ya da geç ailedeki değişikliği anlayacak kendi yaşı ve kişiliğine göre, yaşayamadığı bu yası geleceğe taşıyacaktır.

Bu gibi yaşantısı olan kişiler yetişkinlere olan güvenlerini yitirecek, ileriki yaşantısında olumsuz etkilerini hissedecektir.

Böylece çocuğu korumak uğruna ona tüm yaşam boyunca taşıyacağı bir yük verilmiş olacaktır.

Bu uyarılara özellikle dikkat edin!

Türk Psikoloji Derneği’nden Beyhan Budak anne-babaları uyarıyor:
- Çocuğunuza ölümü anlatırken, ölümün geri dönülmez olduğu, yaşamın sonu olduğu, her canlının bir gün mutlaka öleceği ve herkesin bunu yaşayacağı şeklinde ifade edilmelidir.
- Yakınlarda ölen bir hayvanı örnek göstererek de ölümü açıklayabilirsiniz.
- Ölümü anlatırken çocuğun kafasında eşleştirebileceği uykuya dalmak, toprak olmak, ölümün bir ceza olması gibi örnekler kullanmak çok uygun değildir. Çocuk sonrasında bunlara karşı fobik davranışlar geliştirebilir. Çocuğa yakınını kaybettiği, artık geri dönmeyeceği anlayabileceği bir dille izah edilir. Uzaklara gitti demek de uygun değildir. Çocuk kaybettiği yakının uzaklara gittiğini düşünürse bu terkedilme olarak yorumlayabilir. Ya da ölen yakın için seni yukarıdan izliyor demek çocukta kaygıya sebep olabilir.
- Çok duygusal patlamaların olduğu cenazeler hariç çocuklar cenaze törenine katılabilir. Bu onun kafasında hem ölümü somutlaştırması hem de bir son olarak algılamasını kolaylaştırır.

Haberi verirken nasıl yaklaşmak gerekir?


Türk Psikologlar Derneği’nden Psikolog Şenel Karaman çocuğa ölüm haberini vermenin yolları ile ilgili bize şu önerilerde bulunuyor:

- Olabildiğince en kısa zamanda yakın kaybı çocuğa söylenmelidir. Bu bilgiyi çocuğa en yakın olan söylemelidir. Ebevenylerinin ikisi de vefat etmişse en yakınındaki, çocuğun sorumluluğunu alacak kişi söylemelidir.

- Genelde gördüğümüz “Gitti” deniliyorsa “Öldü” de denilmelidir. Gerçek olan gitmesi değil ölmesidir.

- Bazı aileler gerçeği söylemek yerine "Hastaneye gitti, iş seyehatine çıktı” gibi yalan bilgiler verirler. Oysa ölümü öğrenmek çocuk için travmatik olsa bile o da diğerleri gibi yasını tutacaktır.

- Çocukları üzülmesin diye önünde duygularını gizleyenler çocuklarına sadece duygularını gizlemesi ve acısını içinde yaşamasını öğretirler.



- Çarpıtmaları önlemek, durumu doğru anlamasını sağlamak için çocuğun soru sorması cesaretlendirilmelidir.

- Çocuk her ne sorarsa sorsun doğru cevap verilmelidir. “Ben de mi öleceğim?” gibi anne babayı geren sorular olsa bile geçiştirilmemelidir. Net ve açıklayıcı olunmalıdır.

- Kendi acınızı unutmadan, gizlemeden onun acısına da duyarlı olun. Sarılın, öpün, anlayan gözlerle bakın.

- En çok sorulan sorulardan biri çocuğun cenaze ve gömülme törenlerine katılıp katımayacağı konusunda olur. Cenaze törenleri ölenler için değil biz geride kalanlar içindir. Ölenin öldüğünü anlamamız, vedalaşmamız için gereklidir. Bütün kültürlerde bu törenler vardır ve koruyucudur. Ancak çocuk gitmek istemiyorsa zorlanmamalıdır.

YARIN: Boşanma ve çocuklar

Yazının devamı...

Zümrüdüanka ile maviliklere!

“En iyi tekne arkadaşınızın teknesidir” derler. Bizim yolculuk biraz bu hesap oldu. Gerçi, en büyük hayalimin küçük bir tekne sahibi olmak olduğunu hemen belirtmeliyim. Sadece, henüz buna cesaretim yok. Eşim ne yazık ki benim kadar deniz sevdalısı olmadığı için, Ada ve ben bu işte tek başınayız. Üstelik, tekne demek yeni bir masraf kapısı demek. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde, ne yazık ki hâlâ lüks sayılıyor tekne sahibi olmak. Denize kıyısı olan Avrupa ülkelerinde, orta direk tüm ailelerin teknesi var. Danimarka seyahatim sırasında, her küçük kıyının ufak bir marina içerdiğini ve bu marinaların pek de lüks olmayan çok sayıda tekne ile tıka basa dolu olduğunu görünce, denizciliğin de kültürel bir etkinlik olduğunu bir kez daha anladım. Aileler hafta sonu, hava yağmurlu dahi olsa, külüstür sayılabilecek arabalarına çocuklarını ve bisikletlerini yerleştirerek, minicik teknelerinin yanında alıyorlar soluğu ve denize açılmasalar bile, günü teknelerinde yiyip içerek geçiriyorlar. Elbette ne tekne ne de marina ve bakım fiyatları bizdeki gibi el yakmıyor. Her bütçeye göre seçenekler var. Denizin nimetlerinden faydalanmak sadece zengin kesim için değil herkes için ulaşılabilir rakamlarla mümkün. Denize kıyısı bu kadar büyük bir ülke olup, denize ait kültürden bu kadar uzak olmak, bizim büyük eksikliklerimizden biri.
Eh artık, üniversitelerimizde, “Su Ürünleri” bölümlerinin bile kapatılması planlandığını düşünürseniz, sanırım bu söylediklerime hak verirsiniz. Dünya üzerinde, Kuzey Kıbrıs’tan başka et ve kebap kültürünün hakim olduğu başka bir ada var mıdır mesela?
Ya da Türkiye’nin dışında balıktan başka deniz mahsülü pişirmeyi bilmeyen kıyı kasabalarına rastlayan olmuş mudur?
Bir Egeli olarak, ülkemizde deniz kültürünün en yoğun yaşandığı yerde büyümeme rağmen, gezdiğim yabancı kıyılarla aramızdaki denizle içi içelik farkını ve bundan kaynaklanan kültür eksikliğini görünce üzülmeden edemiyorum.



Gökova Körfezi’nin bakir sularındaki eşsiz güzellikler

Benim küçük yolculuğuma gelince: İtiraf etmem gerekirse çok şanslıydım. Teknemiz, hayatımda gördüğüm en güzel teknelerden biriydi.
“Yerli köklü” bir Bodrumlu ailenin, denizle iç içe geçmiş 40 yılının, tecrübeyle sabitlenmiş, rafine zevkinin ürünü olan Zümrüdüanka, 33 metre ağaç bir yelkenli. Sadelik, pratiklik ve teknoloji harmanlanınca ortaya yüzen bir ev çıkmış. Kamaralar deseniz, otel odasından konforlu ve ferah.
Ama beni en çok deniz suyunu tatlı suya ve ordan da içme suyuna çeviren sistemi etkiledi. Böylece denizden çıkıp, tekne kenarında duş yaparken, kimse “suyu boşa akıtma“ demiyor, denizden gelen su yine denize karışarak, çevreyi de kolluyor. Böyle bir teknenin hakkını vermek için sadece sahip olmak yetmez. Ona bolca vakit ayırmalı insan. Senede 15 gün tatilde gezmeyi değil, teknenin sahibi Hasan abi gibi denizi bir yaşam biçimi olarak seçmek gerek. (Bu arada belirtmeliyim Zümrüdüanka, tamamen ailenin kendi için kullandığı ve hiçbir şekilde ticari kullanıma açık olmayan bir tekne) Kendimi düşünüyorum da böyle bir imkanım olsa 3 ay denizin üzerinde yaşayabilirdim.
Peki ya siz?
Rotamız, Gökova Körfezi’ydi. Yeşille mavinin buluştuğu, deniz aşıklarının vazgeçilmez koyları... Defalarca yanmasına ve her yangından sonra en az 3 yıl denizin de yangından arta kalan kirliliği taşımasına rağmen, gene de o kadar güzel ki... Hasan abi, işi dışında hayatının neredeyse tamamını Ege sularında geçirdiği için her girintiyi, kayaların arasında saklanmış küçük oyukları bile ezbere biliyor. Bu yüzden, herkesin bilip de gittiği turistik koylara değil, bakir sulara demirliyoruz. Turkuaz rengin her tonu üzerinde, sıcacık sularda kulaç atıyoruz. Eşi Esma ablanın ısrarları sonucu, teknenin botuyla yakınımızdaki Sedir Adasına gidiyoruz. 15 yıl önce Esra (Akkaya) getirmişti beni ilk olarak buraya. Kleopatra Plajı olarak de bilinen bu adanın kumu dünyada eşsiz. Çok küçücük boncuklardan oluşmuş gibi bir yapısı olan bu kum bembeyaz ve yumuşacık. Dibi bu kumla kaplı olduğu için, denizin rengi de Nil yeşili. Sanırım, yeryüzündeki en güzel ve büyüleyici deniz burada. Ama sabah erken saatlerde gitmek şart. Öğlen itibari ile turist akınına uğradığı için plajın keyfi kaçıyor. Adada eskiden sedir ağaçları varmış ama şimdi her yer zeytin ağacı dolu. Bu küçücük adadaki 2000 yıllık tiyatroyu ve zeytin ağaçlarının gölgesinde ziyaretçilerini bekleyen antik kalıntıları görmeden sakın dönmeyin. Ayrılmadan önce bir kez daha adadaki kayaların oluşturduğu ve özel koruma altındaki kumlara basıp kendinizi denize bırakın. Hatta size bir tavsiye: Denizin içinden bir parça kum çıkarıp, yüzünüze ve elinize “peeling” yapın. Etkisine şaşıracaksınız. Kumları zamanında burdan epey taşıdıkları için artık koruma altına alınmış. Özetle, şişeleyip yanınızda getirmeye kalkmayın çünkü yasak. Adadan karşıya baktığınızda, eski dönem siyasilerin, Sedir adasının tam karşısındaki sit alanına, kılıfına uydurarak -artık nasıl uydurdularsa- yaptıkları evleri görerek Şoke olacaksınız. Ülkemizin, sadece ağacını, kıyısını, koylarını siyasi rantlardan korumak için eylem yapmak istesek, ömrümüzün yetmeyeceğini bir kere daha anladım. Önümüz yaz ve Ağustos ayı Kurban Bayramı... Bir fırsatını bulursanız, bir günlüğüne olsun Ege’nin maviliğinde süzülün. Kuş olun, balık olun ve sonunda yeniden küllerinizden doğun.

Yazının devamı...

32 yıl önce o yaz, o Ramazan ve kaybolan gelenekler

Ramazan ayı, Temmuz ayına denk gelince, çocukluğumun o yazını hatırladım ve dedemi... İzmir’de geçirdiğim, tıpkı bugünkü gibi uzun ve sıcak yaz günlerine denk gelen Ramazan ayını... Ramazan’ın, Arapça “Ramaza” yani “Çok sıcak olma” kökünden geldiği düşünülür. Ramazan Ayı ilk başlarda sıcak aylara denk geldiği için bu isim verilmiş. Öyle anlatırdı dedem. Bu yıl da çocukluğumda olduğu gibi, ismi ile müsemma bir ay olacak demektir. Ramazan ayının 32 yılda bir aynı güne geldiğini duymuştum. Bu hesaba göre, hatıralarımın üzerinden 32 yıl geçmiş! Dedemin geceleri kimseyi uyandırmadan sahura kalkışının, kendimi dedemin ayak sesine kurarak yatışımın, dedemin gece karşısında beni görünce gülen gözlerinin, pilavın çıtırtısının, buz gibi hoşafın tadının, balkonda dedemin anlattığı hikayeleri, yemeğe hiç ara vermeden dinleyişimin, yeni duyduğum efsaneleri tok karna daldığım rüyalara katışımın üzerinden 32 yıl geçmiş demek ki...
Pek çok adeti bugün muhafaza edememenin burukluğuyla hatırlıyorum o günleri... İzmir’de çocuklar için çok eğlenceli geçerdi Ramazan ayı. Mesuliyetini almadığımız ama keyfini sürdüğümüz günlerdi. 50 dereceyi bulan sıcaklar yaşanmıştı o yıl. Dedemin deyişiyle ajanslar yani haberler, “en sıcak yaz” olduğunu söylemişti. Klimayla tanışmadığımız yıllardı. Karşılıklı camlar açılarak “cereyan” ya da “kurander” yaratarak serinlemeye çalışırdık. Yarım gün mesai yapılırdı. Kadınlar sahura kadar uyumaz, yemek yapar, sonra öğlene kadar kalkmazdı. Erkeklerse, sahurdan sonra yatmaz, doğruca çalışmaya gider ama erken işten çıkıp gelir, akşama kadar uyurlardı. Sıcaklarla mücadelenin yolu, bu düzenle sağlanırdı.
İftara doğru sokaklar boşalacağına, çocuklarla dolardı. Ellerde tabaklar, komşu teyzelere evde pişenlerden yollanırdı. Tabağın düzenini bozmadan, tatlı aşırmak konusunda uzmandık. Yaptığımız anlaşılırsa, yemekten önce zılgıt yemek Allah’ın emriydi tabii. Ama gene de komşular arasındaki yemek alışverişinde, çocukların haraç kesmesine kimse engel olamazdı.
Malum, İzmir, farklı dinlerin bir arada yaşadığı ve herkesin adetlerini kendi başına değil paylaşarak yaşattığı bir kenttir. Ramazan ayı olunca da her dinden komşu eşlik ederdi sofralara. Küçükken, Ramazan ayının tüm dinlerin ortak ayı olduğunu sanırdım. Şimdi düşünüyorum da ne kadar şanslıymışım. Kemeraltı, Ramazan ayı öncesi dolar taşardı. O zaman, ne AVM’ler ne de süper marketler vardı. Kemeraltı “can”dı.



Pideyi eve varmadan tırtıklardım

Bostanlı’da önünde uzun kuyrukların olduğu bir pide fırını vardı. Ömrümde duyduğum en baştan çıkarıcı kokular bu fırından yayılırdı. İftardan en az 2 saat evvel, bisikletimle gider, kuyruğa girerdim. Benim gibi pek çok çocuğun Ramazan ayı göreviydi bu. Kuyrukta beklerken oyunlar oynar, muhabbet koyar, vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık. Saman kağıda sarılı pideleri kapar, bisiklete atlar, havanın sıcağıyla kucağımı yakan pidelerin hararetini harmanlar, yanaklarım “al al” evin yolunu tutardım. Tek elle bisikletin gidonunu idare eder, diğer elimle de pideyi tırtıklardım. Her seferinde, eve varınca pidelerden birini bitirmek üzere olduğumu fark eder, her seferinde şaşırırdım. Anneannem sonunda çareyi, bana bir tane fazla pide aldırmakla bulmuştu. Pidenin biri benim yolluğum olmuştu böylece. Dedem hayatımda tanıdığım en aydınlık adamdı. Çok sertti sert olmasına ama kimsenin orucuna, ibadetine karışmaz, ne sahur ne de iftar için ev ahalisini yormak istemezdi. Fazladan talepleri olmazdı hiç Ramazan ayı boyunca. Ama oruçlu ya da değil, ailenin birlikte masa başına oturmasını severdi. Ben seviyorum diye kimi zaman da yer sofraları kurulurdu. Ailenin tek torunu olduğum için isteklerim pek geri çevrilmezdi. Kocaman sini, peşkirin üzerine açılır, dedemle ben hemen bağdaş kurarak otururduk. Nedendir bilmem, masadan daha rahat otururdum yer sofrasında. Bu yıl “Gezi” dostlarının, İstiklal Caddesi’nde kurduğu yer sofrasını görünce burnumun direği sızladı.

Her şehrin kendine has âdetleri


Hep diyorum ya muhafazakar filan değiliz biz! Neyi muhafaza edebilmişiz! Ben size İzmir’in eski halini anlattım. Gelin, Türkiye’nin çok azını muhafaza edebildiği güzelim Ramazan adetlerinden birkaçını hatırlayalım:


- Anneannem, Samsun-Bafra’lıydı. Çocukluğunda, “Sele-Sepet” şenliği yapıldığından söz ederdi. Ayın ortasında, iftardan sonra çocuklar ellerinde fenerlerle evleri gezer, bahşiş, mendil, hediyelik ve ikram edilecek yiyecekleri sepetlerine doldururlarmış. Bugün hâlâ var mı bilmem. Ama muhafaza edilmesi gereken güzel renklerden biri olduğu muhakkak.

- Sinop’ta da “Helesa” adında, Samsun’dakine benzer bir şenlik yapılırmış. Yine ayın 15’inci günü, gençler bu sefer maket bir kayık ve yine fenerler ve mumlarla evleri dolaşıp bahşiş toplarmış. Bahşiş atanlar da parayı mendile sarıp bir de ucunu yakarak yere atarlarmış.

- Kütahya’da “Küpecik” geleneği de yine çocukların maniler söyleyerek bahşiş toplaması esasına dayanıyor. Çocuklar belli ki şehirler değişse de bu geleneği seviyor. Bugün, “aman ayıp” diyerek, yok olmaya mahkum ettiğimiz çocukların bahşiş toplama geleneği, bildiğim kadar Kütahya’da devam ediyor.

- “Oruca direk vurma.” Bugün de az da olsa rastlanıyor. Benim kızım ve arkadaşları da bazen oruca direk vuruyor. “Neymiş?” derseniz: Çocuklar için, öğle namazına kadar oruç tutmak demek. Sanırım benim jenerasyonum

olup da oruca direk vurmamış yoktur.

- Karaman ve Aksaray’da geceleri çeşitli oyunlar oynanırmış. Bunların en ünlüsü: Yüksük oyunu. Komşular toplanıyor, bir tepsiye 9 fincan diziliyor ve altına bir yüksük ya da yüzük saklanıyor. İki ekip oluşturuluyor. Kazanan taraf kaybedenlere komik cezalar veriyor. Hem eğlence, hem sosyalleşme ve sıcak dostluklar bir arada yaşanmış oluyor. İnsan, keşke bugün de herkes bir başına bilgisayarda sabahlara kadar oyun oynayacağına, arada bir de can-cana oyunlar oynansa diye içinden geçirmeden edemiyor.

- Şanlıurfa’da benim en sevdiğim ve bugün kaybettiğimiz için en üzüldüğüm, Meddah geleneği varmış Ramazan ayında: ‘Meddah’ gelir ve ay boyunca çeşitli hikayeler anlatırmış. Teravihten sonra kahvede toplanılır, Meddahın anlattığı, Arzu ile Kamber, Tahir ile Zühre hikayeleri dinlenirmiş. Meddah, ‘Yarın akşam devamını anlatacağım’ diyerek hikayenin en heyecanlı yerinde hikayeyi kesermiş. Tüm Ramazan ayı boyunca bu sürüp gidermiş.

- Gaziantep’te gördüğümde çok şaşırdığım ve bir o kadar da mutlu olduğum, Ramazan ayı geleneklerinin devam ettirildiği bir kahve var: “Tahmis Kahvesi”... 4. Murat, Bağdat seferinden önce burada dinlenip kahvesini içmiş. Ramazan’da sabahlara kadar, çalgılar eşliğinde geleneksel eğlence var hâlâ bu kahvede. Mengiç kahvesi ve zahter çayı ise hazmı kolaylaştırmak için şahane...

- Özellikle Bursa’ya ait olsa da Ramazan ayının olmazsa olmazı, bana göre “Karagöz-Hacivat” gölge oyunları... Az biraz bu gelenek devam ettirilse de muhafaza edilmesi şart oyunlardan olduğu unutulmamalı!

- En eğlenceli geleneklerden biri de Amasya’da karşımıza çıkıyor. Üstelik 150 yıllık bir gelenek. Zamanın paşası, bir Ramazan günü, Amasya kalesinden davul-zurna çaldırıyor. Sonra bu gelenek bandoya dönüşüyor. İftardan önce başlayıp, sahura kadar bando sevilen parçaları çalarak Amasyalılara konser veriyor. Kendim şahit olmadım ama duyduğuma göre bu konserler bugün de sürüyormuş.

- Isparta’da camiler renkli kağıtlarla süslenirmiş.

- Kayserilileri unutmayalım. Arabaşı çorbası, Ramazan ayının olmazsa olmazı...

- Tekirdağ’da sandallarla sahil turları...

- Dedemin de hevesle beklediği “yeni ay”! Artık bizde kalmayan bir adet. Aslında, “Şaban ayının 29’uncu günü yüksek bir yerden batı ufkuna bakılır. Güneş batınca yeni ay hilal şeklinde görülürse ertesi günün Ramazan ayının başlangıcı ilan edilir.

Çocuklar gece, damlara çıkar, ilk kim yeni ayı görecek diye yarışır. Bu yıl bu adetten sebep, yani yeni ayın görülmesi beklendiği için, Filistin bizden bir gün sonra Ramazan ayına başladı.

- Her ilin adeti: İftara misafir çağırmak. Azalsa da devam eden adetlerin başında geliyor diyebiliriz.

- Ve Ramazan davulcuları... Kimileri rahatsız olduklarını söylese de ben davulların bu ayın en büyük rengi olduğunu savunanlardanım. İster sahura kalkın ister kalkmayın, ister oruç tutun ister tutmayın, ister Müslüman olun ister olmayın ama büyük bir geleneğin bu gümbür gümbür sesine gönül kapınızı açın. Bazı şeylerin değişmemesinin verdiği güven duygusuna kendinize bırakın. Sevgi dolu, neşeli, kapısı dostluğa açılan adetlerimizi muhafazaya almayı unutmayın. Sevgi ve dostlukla kalın...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.