Şampiy10
Magazin
Gündem

Hem rehabilitasyon hem de hobi...Mandala

Kış kapıda... Her ne kadar kabul etmek istemesek de sokaklardan evlere dönüş vakti geldi. Tıpkı annesi tarafından sokaktan eve çağrılan çocuklar gibi, kış da bizi eve çağırıyor. Oysa “dışarlıklı” olmaya o kadar alışmıştık ki! Balkonda oturmalar, sokaklarda dolaşmalar, kapı önlerine yayılmalar...

Kendimi mi kandırıyorum yoksa yıllar geçtikçe insan farklı mı düşünüyor bilmiyorum ama artık kış da benim için bir başka lezzet. Yazın, sıcak akşamların kıymetini bildiğim kadar hatta belki de daha fazla evimin sıcağının da kıymetini biliyorum. Yazın kalabalık sofralarının neşeli muhabbeti kadar, kışın evde buluşan az ama öz dostlukların sohbetinin de tadını çıkarmayı öğrendim. Akşam demlenen çay, battaniye altında sevdiklerine sokularak izlenen film, kapalı kapıların mahremiyeti... Kış, mevsimlerin en mahremi...

Elbette, kışın zorluklarını ve kasvetini düşündükçe yukarda anlattığım romantik tablo uzak bir ihtimal gibi geliyor insana. Ama kışın sıkıcılığını dağıtmanın ve bu “eve mahkûm” mevsimi renkli günlerle geçirmenin bir yolu var: Hobiler. “Amaaaan ne hobisi” deyip geçmeyin! Hayatı bir oyun parkına çevirmenin en kolay yolu hobi sahibi olmak. Kişiyi geliştirmesi, dönüştürmesi bir yana, sahiden de çocukluğundan itibaren, aslında oyun ve aktivite ihtiyacı hiç bitmeyen insanoğlu için bir gereklilik “hobi”. Tablet, cep telefonu ve oyun konsollarıyla kendimizi oyaladığımız şu günlerde, vaktimizi harcamak değil üreterek değerlendirebileceğimiz bir hobi için kullanmanın keyfi, inanın paha biçilmez.

Hele kış ayları için vazgeçilmez.

İnsanın iç dünyasını boyalarla kağıda aktarması

Son zamanlarda, hobi sahibi arkadaşlarımın gittikçe arttığını gözlüyorum. Hobi, belki de sadece sanal aleme hapsolmayıp elle tutulur dünyada hayallerle birlikte var olabilmenin bir yolu. Bu konuda gördüğüm en faal kişi kesinlikle can arkadaşım Esra (Akkaya). Saatlerce “patch-work” ya da yerel adıyla “kırk yama yapar”. Düzenli kursuna gider. Grubu vardır, toplanır saatlerce dikerler. Kızımın ilk çeyizi Esra’dan bir yatak örtüsü oldu mesela. Bir kış boyunca, hayallerini, duygularını, sevinçlerini,umutlarını küçücük kumaşlarla birleştirdi ve yaza çıkarken duygularının mirası örtüyü Ada’ya verdi. Resim dersi alır, mum yapar, ahşap boyar, tığ örer... Herkes Esra’nın evine bayılır, çünkü eşyasında elinin emeği, kalbinin izi vardır. Bir ara ben de kırk yama denedim. Ama acemilikten çıkamadım. Mâlumunuz, benim hobim fotoğraf çekmek. Elbette fotoğrafçılık, “sokak” ister. Bu yüzden, bizim aile için yağmur-kar-soğuk fark etmiyor. Her mevsim sokaklardayız. Ama insan sıcacık evinde, kimi zaman televizyon karşısında uğraşacağı bir hobi de istiyor. Sonunda kendi izimi bırakamadığım ve sonucunu değiştiremediğim için “puzzle” bana pek cazip gelmemiştir ama yapanların sabrına hayranlık duyarım. Örgüde de pek başarılı olamadım. Kanaviçeye bayılırım ve arada yaparım ama çok dikkat istediği için yorgun iş saatlerinin arkasından kolay gelmiyor. Bu yıl, Esra’dan özenip biraz tığ işine girmeyi planlıyorum.
Aslında tüm bu hobiler en çok insanın kendini rehabilite etmesine yarıyor. İşte tam bu noktada yepyeni bir hobi devreye giriyor: Mandala.
Tabii “Mandala” yeni değil, tam tersine insanlık tarihi kadar eski. Sanatlara yön veren, tüm kültür ve dinlerin kullandığı bir kavram. Yeni oluşu, son zamanlarda bir hobi, rehabilitasyon hatta tedavi amacıyla hayatımıza girmiş olması. Reklam çekimleri sırasında çalışma arkadaşım Burçin sayesinde keşfettim ben de. İşin özünde resim olduğu için önce mesafeli yaklaştım. Çünkü; benim kadar resim kabiliyeti olmayan insan azdır. Boyalarla uğraşmak bana her zaman cazip gelmiştir ama bu konudaki yeteneksizliğimi bir alın yazısı kabul edip resme hiç bulaşmadım. Üstelik resim dersi almak da ayrı bir mesai. Bu yüzden belki de en meşakkatli uğraş. Aslında itiraf etmeliyim ki bir ara kendimi tatmin etmek için, şu taslağı çizili olan ve numaralara göre yönlendirmeyle boyanan hazır tablolardan bile yaptım. Mandala ile beni tanıştıran Burçin, beni hemen düzeltti. Bunun için kursa filan gidilmediği gibi bir yetenek de gerekmiyormuş. İnsanın iç dünyasını, boyalarla kağıda aktarması ve ruhâni bir boyuta geçmesi amacıyla yapılıyormuş. Burçin bana Helga Fiala’nın , Meta yayınlarından çıkan “Mandala” kitabını hediye ettikten sonra kendi yaptıklarını gösterdi. Kabaca; içi rengârenk ve özgürce boyanmış bir daire diyebileceğim, “Mandala”nın aslında çok derin ve mistik bir felsefe taşıdığını bu kitaptan öğrendim. Merak edenlerin bu kitabı almasını öneririm çünkü bu yazıya sığdıramayacağım kadar derin bir felsefe. Ama son yıllarda HIV’den akciğer hastalıklarına kadar pek çok alanda tedavi amaçlı kullanıldığını belirtmeliyim. Ayrıca bütün çocuklarda olmakla birlikte özellikle hiperaktif ya da yaramaz çocuklarda olumlu etkileri Mandala’yı hepimiz için daha önemli kılıyor.

Mandala’yı psikoloji ve felsefeyle birleştiren isim C.G. Jung


Aslında gözümüzün aşina olduğu bir desenler zinciri “Mandala”. İnsanoğlunun mağara duvarlarına çizdiği ilk resimlerin temel deseni Mandala mesela. “Küre şekilli yeryüzünü ve kendi iç yüzünü aynı şeklin üzerinde görünür kılma çabası “ olarak tarif ediliyor kısaca bu resimler. Dikkat ederseniz, günlük hayatımızda ne kadar çok rastladığınıza şaşıracaksınız.
Mandala’yı psikoloji ve felsefeyle birleştiren en önemli isim C.G.Jung. “Yin ve Yang”ın bir Mandala olduğu çok açık değil mi!
Kısaca hem yetişkinler hem çocuklar için bir meditasyon biçimi olarak boyama yapmak olarak düşünebileceğimiz Mandala, sonuçta duvarınızı süsleyebileceğiniz bir sanat eserine dönüşüyor.

Yeni başlayanlar için Mandala!


Malzemeler: Her türlü boya ve kağıt... Akrilik boya ile uygulama oldukça zevkli. Sakin bir ortam yaratıp, istenirse hafif bir müzik açabilirsiniz. Hatta özel Mandala müzikleri bile var.
Konuşmamak gerek... Kağıdın ortasına bir nokta koyarak başlamalısınız. Bu merkezi noktanın adı “Bindu”. Sonra bu noktayı kuşatan bir daire çizmelisiniz. Ortadaki noktayı benlik, daireyi de evren olarak düşünmelisiniz. Daire aynı zamanda, düzenli olanla düzensizi ayıran olarak kullanılıyor.

Resmetme anında oluşturduğunuz Mandala, ruhunuzun aynası olacak. Hatta ortaya çıkan resimler yorumlandığında iç dünyanıza ait ipuçları ortaya çıkıyor. Bunun için Mandala ile ilgili kitaplardan faydalanabilirsiniz. Ruhunuzu yansıtan bir resim yaptığınız için başladığınız Mandala’yı ertesi güne bırakmamalısınız. Yani bir seferde, ortaya çıkacak bir desenden söz ediliyor. Büyük ve yaygın bir Mandala ile başlamak gerek. Hele yorgunken küçük ve karmaşık örnekler oluşturmamak gerek. Noktadan başlayarak dışa doğru ya da daireden başlayarak noktaya doğru şekillendirme yapabilirsiniz. Ama karmakarışık boyamamalısınız. Dıştan içe şekillendirme, dışsal olan ve yıkıcı olanı geride bırakmak ve varlığın özüne ulaşmak anlamına geldiği için, rahatlatıcı ve sakinleştirici bir etkiye sahip. İçinizden geldiği renk ve çizgileri kullanmalısınız. Sözle ifade edemediğinizi resimlerle dışa vurabileceğiniz Mandala, yetenek ve resim bilgisi gerektirmeyen bir desen oluşturma sanatı. Tüm evren daha henüz yeterince keşfedilmemiş dev bir Mandala ve evreni hissetmek için yapmamız gereken sadece anlattığım bir kaç basit kurala uyarak içimizden geldiği gibi boyaları kullanmak. Ben denemeye niyetliyim, ya siz?

Yazının devamı...

Ünlülerle yelken yarışı

Geçen hafta sonu, Bodrum'da sekizincisi düzenlenen "Vodafone Red Famous Cup" yelken yarışlarındaydım. Adından anlaşılacağı gibi, ünlü isimlerin katılımıyla renklenen bir yarış bu. Sekiz yıl önce, Marina Yatch Club'ın başarılı işletmecisi Şenkar Öztüzün'ün hayat geçirdiği ve bu yıl sponsorların desteğiyle iyice büyüyen bu yarışın sanırım dünyada başka bir örneği yok. İşin aslı şöyle; işinin ehli yelkenciler yarışıyor, her tekneye bir ünlü -denizcilik deyimi ile "safra" oluyor. Bu "safra" olmak durumu, "fasulyeden" olmak gibi bir şey bir anlamda. Ufak tefek işleri görüp daha çok denize düşmeden ayakta kalmaya çalışmak diyebiliriz. Tabii gerçek bir yelken yarışından söz ettiğimiz için ayakta kalmak da öyle basit bir iş değil. Tekne 70 derecelik bir açıyla suyu yararak hızla ilerliyor. Bir o yana bir bu yana yatan teknenin içinde, ağırlık oluşturmak için ha babam yer değiştirmek gerekiyor, ki bu da yabana atılır bir şey değil. 4-5 saatlik bir yarışın ardından karaya inince, yolda düz yürümek bile maharet istiyor. Benim bu yıl üçüncü yarışımdı. Nispeten tecrübe sahibi olmuş sayıyorum kendimi. En azından tekneyi ve ekibi güç durumda bırakacak bir yanlış yapmadım ki bu da başarı sayılabilir. Daha önceki yıllarda İzmir ekibi "Norm Civata" ve Selim Kaptan ile birlikte birinciliklerimiz vardı. Bu yıl "Exit" isimli tekne ve ekibi ile yarıştık. Gerçekten çok heyecanlı ve eğlenceliydi. Ama kaptanımızın, farklı bir yol denemek istemesi sonucu yaya kaldık. Fakat yarışı tamamladık. Adı,"Famous Cup" olmakla birlikte, misafirlikten fazlası elimizden gelmediğinden olsa gerek bu yıl katılan ünlülerin de aralarında bir yarışma düşünülmüş. Tekneye binerken, hepimize birer HTC One akıllı telefonun yeni modelinden dağıttılar ve yarış sırasında fotoğraf çekmemizi istediler. En iyi fotoğrafı çeken ünlü ve birlikte yarıştığı ekibe birer adet
telefon da ödül koydular.

Hepimiz çok eğlendik...

Yarış boyunca herkes deli gibi fotoğraf çekme derdine düştü tabii. Hava da oldukça sertti. Tekneler dalgalarla boğuşurken, bizim de fotoğraf çekmek için boğuşmamız gerçekten görülecek şeydi. Ben bir ara tek elle dayanamayacağımı anlayınca elimdeki telefonu cebime atıp, iki elle direklere yapıştım. Dalgalarla tekne arasındaki bu mücadelede ayakta kalmaya çalışırken, cebimde bir hafiflik hissettim. Bir baktım ki telefon yok! Çektiğim 170 fotoğrafa mı yoksa ödünç verilen telefonu kaybettigime mi yanayım derken, kaptan bir anda bana seslendi. Bir baktım telefon teknenin kıçında suya 5 santim kala duruyor. O tarafa ayakta gitmem mümkün olmadığı için attım kendimi sırt üstü yere. Kendimi yerde kaydırarak telefona ulaşıp , emaneti son anda kurtardım.
Sonuçta , ünlüler arası fotoğraf yarışmasını kim kazandı bilin? Tabii ki ben. Eh bu kadar gayrete hak etmiştim doğrusu. Meselâ Ozan Güven, benim kadar şanslı değilmiş ve telefonu sulara gömülmüş. Sevgili arkadaşım Bekir Aksoy ise emanet diye verilen telefona sahip çıkayım derken kendi telefonundan oldu. Sonuçta hepimiz çok eğlendik ama açıkçası ekibime birer telefon kazandırmış olduğum için olsa gerek bizim takım biraz daha keyifliydi sanırım. Eh benim fotoğrafçılıkla uğraşıyor olmamın payı da vardır muhakkak ama şunu da eklemeliyim gerçekten HTC'nin kamerası çok başarılı fotoğraf çekiyor.



En sempatik Pascal Nouma’ydı Hande Subaşı sesiyle büyüledi

Gelelim organizasyona... Açıkçası, ödül törenlerinde bile bu kadar tanınmış ismi bir arada göremezsiniz. Katılım gerçekten çok yoğundu çünkü sekizincisi düzenlenen "Famous Cup" organizasyonu her yıl bir önceki yıldan daha başarılı yapılıyor. Milta Marina ve Bayk'ın katkılarıyla düzenlenen yarışın bu yıl sponsor bağlantıları da çok etkiliydi. Vodafone zaten yarışa adını verdi. Ayrıca HTC de destekçilerdendi. Herkes için birer Volvo XC60 tahsis edilmiş. Eski Movenpick (şimdi ki adıyla Dorya) Otel’de konaklama ayarlanmış ki bence Bodrum'un en güzel otellerinden biri burası. Yazın Bodrum'da severek gittiğim ve adamakıllı canlı müzik dinlediğim nâdir yerlerden olan Marina Yatch Club ev sahibi olduğu için, her gece Fatih Erkoç, Garo Mafyan ve Fuat Güner'in sahne aldığı şahane davetlerle ağırlandık. Şimdi içinizden "ahhhh be ne şanslıymışsınız" dediğinizi duyar gibiyim! Sahiden öyleydik. Peki" biz" kimlerdik? Saymakla bitmez ama şimdi hafızamda kalan isimleri sizinle paylaşıyorum: Belma-Gani Müjde, Mehmet Aslantuğ, Ozan Güven, Pascal Nouma, Sarp Akkaya, Kaya Akkaya, Billur Kalkavan, Buğra Bahadırlı, Zeyno Günenç, Bekir Aksoy, Yonca Evcimik, FatihErkoç, Ümit Erdim, Hande Subaşı, Serbest Dalgıç Şahika Encümen, Ersin Korkut, Ece Vahapoğlu, İvana Sert, Güneri Civaoğlu, Tayanç Ayaydın, Burak Hakkı, Kenan Vural, Alp Kırşan, Berke Üzrek, İvana Sert, Ece Erken, Burcu Esmersoy... Heyecanlı yarış, biraz deniz, gece müzik... Kısa ama müthiş keyifli geçen 2-3 günlük bu organizayon sonunda ödül almak da ayrıca mutluluk vericiydi. Ben, "en iyi fotoğraf hikâyesi" ödülünü aldım. Hande Subaşı, Bekir Aksoy, Ece Vahapoğlu, İvana Sert, Burak Hakkı, Yonca Evcimik ve Kenan Vural da yarıştıkları ekiplerle birlikte madalyalarını aldılar. Ama bence hafızaya kazınan isim, ödül gecesi Fatih Erkoç'un daveti üzerine sahneye çıkan Hande Subaşı oldu. Bir an önce solistlik için çalışmalara başlamalı Hande. Söylediği şarkılarla sadece seyircilerden değil, Fatih Erkoç'tan da tam not aldı. Ayrıca güzelliği ve zarafeti ile de sahneye çok yakıştığını belirtmeliyim.




Veeee bu yelken yarışının en eğlenceli, en komik ünlüsü kimdi derseniz, cevabımı tereddütsüz veririm: Pascal Nouma. Bu kadar canayakın insan az bulunur doğrusu. Türkçe konuşurken ki şirin aksanıyla en sempatik ünlü ödülü olsa kesinlikle Pascal alırdı.

Yazının devamı...

İnsanı da havası da her daim sıcak Portekiz

Eylül’ün ilk haftası ailece bir Portekiz seyahati yaptık. Şu anda tam mevsimi olduğu için sizinle hemen paylaşmak istedim. Biz ordayken gölgede 36 dereceyi bulan sıcaklık güneşin altında gerçekten kavurucuydu. Bu yüzden Ekim ayında (bayram tatili mesela) Portekiz’in bahar havasında olacağından eminim. Portekiz’i, Lizbon’a indirgememek gerek. Birbirine çok yakın ama dokusu birbirinden farklı pek çok görülecek yeri var.
4,5 saat süren uçuş süresi ile Avrupa için gidilebilecek en uzak nokta Portekiz. Bu yüzden ülkenin geneline yayılacak bir gezi planlamak, hem bu coğrafyayı tanımak, hem de birbirine yakın ama lezzeti birbirinden farklı yerleşimleri keşfetmek açısından önemli. Çoğu, tarihi olan pek çok köy ve kasaba yan yana dizilmiş olduğu için, arabayla en fazla bir saat yol yaparak farklı değişik yerler keşfetmek çok keyifli Portekiz’de. 9 günlük tatil sonrasında, başta Porto, göremediğim pek çok şehir, köy, kasaba kaldı aklımda.
Ama doğası bu kadar yeşil, her bir köyü mücevher gibi bu ülkeyi “koş-koş” gezmek istemedik. Portekizliler gibi, ağır ve tadını çıkara çıkara yol almayı tercih ettik.


İşte gezdiğimiz yerler ve seyahat notlarım


- Lizbon Havaalanı zaten kente çok yakın. Önce, havaalanı yakınında, fotoğrafçıların girince kolay çıkamayacağı “Fotocolor” adında bir mağazada bulduk kendimizi. Yoksa “kaybettik” mi demeliyim. Portekiz seyahatimiz boyunca tek alışveriş noktamız burası oldu. Fotoğraf meraklıları mutlaka ziyaret etmeli.

- İlk gün, havaalanına yarım saat mesafedeki Cascais’e gittik. İnanılmaz güzellikte bir tatil beldesi ve Portekiz’in en zengin ve gösterişli yeri. Gösteriş derken yanlış anlaşılmasın, görgüsüzlükten bahsetmiyorum. Kocaman bahçelerin içine gizlenmiş, klasik Akdeniz evleri gerçekten büyüleyiciydi. Portekiz’in her köy ve kasabasında sürekli festival ve etkinlikler oluyor. Biz de Cascais’de klasik araba yarışına şahit olduk. Tam bir görsel şölendi. Aynı zamanda burası bir golf merkezi. Cascais’in küçük ve şirin çarşısını gezerken dondurmacı “Santini”ye uğramayı ihmal etmeyin. Deniz mahsülü sevenlerdenseniz Portekiz’in geleneksel tuzda karidesi için Boco do Inferno bölgesindeki “Mat do Inferno” şahane.

- İkinci gün, Lizbon. Tam merkezde, büyüleyici güzellikteki Estrala semtinde park ve katedralin yanında, eskiden okul olan bir otelde kaldık. Semtin adını taşıyan ilginç otelimizde, halılar bile matematik problemi desenliydi. Lizbon, çok karakteristik bir kent. Şuursuzca betonlaşan İstanbul gibi sınıf atlama hevesinde olan görgüsüz bir kadın gibi değil, tecrübeyle yaşını almış ama asla tarzından ödün vermeyen, geleneklerine sahip bir kadın gibi... Öyle lüks ve sosyetik havalı bir kent hiç değil. Ağırbaşlı ve muhafazakar daha çok... Çoğunlukla dış yüzeyi, bir çeşit renkli seramik kaplı evleriyle, adım başı parklarıyla, doğal, sıcak ve sakin insanlarıyla, Lizbon 1900’lerin başında donmuş gibi. Otelimize çok yakın olan “Tasca da Esquina” da yerel lezzetlerle tanıştık ve bayıldık. Tavsiye ederim.

- Üç gün Lizbon’da kaldıktan sonra bu seyahatime sebep olan otelin bulunduğu, Montemor-o-Novo’ya geçtik. Bir saat uzaklıktaki Portekiz’in ünlü şaraplarının üzümlerinin yetiştiği bağlar bölgesi... Açıkçası, Portekiz yolculuğumun iki sebebi vardı. Birincisi Avrupa’yı didik didik gezmiş olmama rağmen bu ülkeyi görmemiş olmam, ikincisi ise Jabiroo.com’da seyahat yazılarını okurken “L’and Vineyards” oteline aşık olmam. Jabirro’da indirimli fiyata satışta olduğunu görür görmez konaklama satın aldım. Yani kulağımı tersten tuttum. Önce oteli bulup üzerine tatil inşaa ettim. İnsan bir otel için bir ülkeye gider mi demeyin, ben gittim! İyi ki de gitmişim. Bağların arasında, toprağa karışan üzüm kokusunda, rüzgarın fısıltısında üç muhteşem gün... Oda demek gerçekten haksızlık olur. Bir oda bir

salon, bir oda büyüklüğünde banyo alanı, önde veranda ve arkada küçük bir keyif havuzuyla su bitkilerinin bulunduğu minik bir bahçeden oluşan ev desem daha doğru galiba. Yatak odasının tavanı tıpkı üstü açılan bir araba gibi açıldığı için gecenin serinliği üzerime yağarken yıldızların içinde uyudum. Üstelik, Bodrum’da pansiyondan bozma apart oteller fiyatına!

Her bölgesinde lezzetli yemekler


En etkileyici

Oceanario ya da Oceanarium. Yani akvaryum. Avrupa’nın en büyüğü Lizbon’da. Büyük küçük herkes için muhteşem. Barselona’daki yanında solda sıfır kalır, o kadar söyleyeyim. Üstü açık gezi otobüsleri (sightseeing) iki günlük bilet veriyor ve fiyatı uygun. Hem kentin en güzel yerlerini gezip hem de akvaryuma bu otobüslerle gidebilirsiniz.

Evora

Montemor-o-Novo’da kalırken, Portekiz’in bağlar bölgesinin bu muhteşem tarihi kale kentine geldik sıklıkla. Yarım saatlik ağaçlar arasında ilerleyen son derece düzgün bir yolu var. Gerçi Portekiz’de yolların kendi, vardığınız yerleşimler kadar cezbedici. Geleneksel Portekiz mutfağının en güzel yemeklerini de burada yedim. Bir karı-kocanın işlettiği, 5-6 masalık mekanın adı “Tasquinha D’Oliveira.” Hanım yemekleri, bey servisi yapıyor. Bizim ağız tadımıza çok uygun. Çeşit çeşit otlar, organik sebzeler... Nohut, mercimek de çok kullanılıyor ama bizdeki gibi etle değil balıkla. Kuzu eti ve patatesten oluşan bol otlarla pişirilmiş tandır inanılmaz. Rezervasyon şart.

Alentejo

Portekiz’in 700 yıllık bağlar ve şarapçılık bölgesinin genel adı. Şarap tadım merkezleri adım başı. Şarap fabrikaları da burada. Bu bölgenin, İspanya sınırında Monsaraz adında küçücük bir kale kent var ki sahiden görülmeye değer. Kente girmeden evvel, köy evlerinin başladığı yerde yaşlı kadınların yerel yemekler yaptıkları bir lokanta var. Nefis.

Santa Cruz

Son gün kalmak için Santa Cruz’a geçtik. Lizbon havaalanına 45 dakika mesafedeki bu okyanus kenarı yerleşimi, dalga sörfünün cenneti. Civarda pek bir şey yok ama yarım saat mesafedeki Ericria şirin bir sahil beldesi. Geceleri çok canlı olan Ericria’da bir aile işletmesi olan balık lokantasına gittik. Masalarda kağıt örtü, karides, midye, kalamar kilo ile servis ediliyor. Hep beraber Portekiz-İrlanda maçını izledik, Portekizlilerle “Ronaldooooo” diye bağırdık birlikte. Açıkçası, turistik olmayan böyle yerel bir gece yaşamanın zevki bambaşkaydı. Yemeklerse olağanüstüydü. Kapanışı sütlaçla yaptıktan sonra, sokak konserine katıldık. Santa Cruz’da gezilecek bir yer yok ama muhteşem bir okyanus ve hayatımda gördüğüm en şık tasarım otellerden biri var. Cam bir fanus gibi tasarlanmış otelde baktığınız her obje tasarım harikası. “Areias do seixo charm” otel, okyanusla başbaşa sakin bir-iki gün geçirmek için muhteşem. Ada ile yüreyerek okyanusa indik ve azgın dalgalarla köpek balıklarından korktuğumuz için denize giremesek de sırılsıklam olana kadar koşup eğlendik.

Portekiz’de bizde olmayan ne var derseniz?


- Yeşil. Her yer yemyeşil. Büyük kentleri bile bir vaha adeta.



- Park. 50 haneli köyün bile kocaman parkı var. Lizbon’un park alanı, yerleşim alanı kadar nerdeyse. Hem de ne parklar. O çiçekler, havuzlar, yürüme alanları... Zenginliği arabayla, markalarla değil parklarla ifade eden bir ülke Portekiz.

- Sakinlik. İnsanların siniri alınmış gibi. Önce, insanın bu rahatlık karşısında içi şişse de bir süre sonra bu rehavet mutluluk veriyor. Komşu ülke İspanya halkının agresif hatta kimi zaman kaba olabilen hallerinden eser yok. Portekizliler, nazik, sakin, yardımsever ve güler yüzlü.

- Eğlence. Bizde gittikçe azalan festival kültürüne inat, Portekiz’in köylerinde bile üç günde bir festival var. Öyle büyük organizasyonlar değil ama çok keyifli etkinlikler. Üstelik ücretsiz. Anlayacağınız: Festival bahane, eğlence şahane.



- Bizim tatil beldelerinden çok daha ucuz ve yeme içme on kat daha kaliteli.

- Tiyatro-sinema salonu. Hem de tarihi... Hem de her köyde... Şaka gibi...

- Fazlası olmayan ama ihtiyacı karşılanan mutlu insanlar. Her yerde belediye hizmeti konser, tiyatro ve gösteriler. Gazozuna eğlence imkanı...
Kim mutlu olmaz?

Yazının devamı...

Hayatımıza yeni giren diziler...

Eylül ayı ve okulların açılmasıyla birlikte, aileler kapı önlerinden, sokak önlerinden, komşu balkonlardan, bağ-bahçelerden eve girince, yeni diziler de onların hayatına girmek için tâlip olmaya başladı... Eylül ortasından itibaren, televizyon dünyası için son derece yırtıcı bir dönem başlar. Hemen her gün yeni bir dizi "merhaba" der ve 3 hafta sonra, güvenilir olmayan izlenme ölçümlerine göre ekranlara veda eder.
Bu yüzden seyirci de temkinlidir. Alışır da 3 gün sonra ayrılır diye, yeni başlayan dizilere mesafeli yaklaşır. Ocak ayında başlayan diziler biraz daha şanslıdır. Artık giden gitmiş, kalanlar seyircinindir. Bu dönem dizileri, kalan ihtiyaca göre belirlenir. Genellikle de daha uzun ömürlü olur.
Bu sezon da diziler, seyirci karşısına çıkmaya başladı. Gene süreler uzun, gene hedef olabildiğince çok bölüm yapabilmek...
45 dakika süreyi aşmayan ve hikâyesinin başı sonu belli olan dizi izlemek bu yıl da hayal!
Geçtim Cnbc-e dizilerini örnek vermeyi, kendi dizilerimizin 15 yıl önceki standartına dönmek bile mümkün görünmüyor bu durumda. Hatırlasanıza, dizilerin hikâyelerinin bir sonu vardı yakın bir tarihe kadar. Artık "bakalım sonunda ne olacak" diyen bir izleyici var mı?
Sonsuza kadar sürecek gibi tasarlanan dizilerin içinde "kim kimi öptü" den öte bir merak unsuru bulmak gün geçtikçe güçleşiyor.
Seyirci gözünü biraz yabancı dizilere çevirmedikçe, farkı farkedip bu gidişata dur demedikçe bir değişiklik olması da zor görünüyor. Yabancı dizilerin artık Türkçe dublaj seçeneğinin olması, bu dizilerin izlenme oranını artırır diye umuyorum. Dileğim; seyircinin bir an evvel daha kıvrak, tempolu ve zeki senaryoları olan bu dizilerin tadına varıp, kanal ve yapımcılardan bunu talep etmesi. Böylece, gün geçtikçe yapım kalitesi artan dizilerimiz ivme kazanarak çok daha heyecanlı ve keyifli bölümlerle ekrana gelebilir. Oyuncular da set ekipleri de insani şartlarda çalışma koşullarına kavuşabilir.
Kapımızda savaş, komşumuzda isyan, içimizde kargaşa, "eski tas eski hamam" yaşantımız bizi beklese de, eşitsizlik, işsizlik, trafik çilemiz sürse de kısaca eski yaşamlarımıza dönsek de diziler yeni hikâyeleri ile sıkıntıları avutmak için bekliyor. Meslek icabı her yeni başlayan dizinin bir bölümünü muhakkak izlerim. İşte bu hafta yeni başlayan dizilerden izlediklerim ve izlenimlerim...



Genç oyuncuları ekranda görmek keyifli


- Ben Onu Çok Sevdim: Trajik yaşam hikâyesi tam bir film konusu olan eski Başbakan Adnan Menderes'in yaşamının bir bölümününün anlatıldığı dizide Adnan Menderes rolünde Mehmet Aslantuğ var. Ben, Aslantuğ'un role çok yakıştığını düşünüyorum. Hele profilden gülümsemesi, Adnan Menderes'in hafızalara kazınmış bir fotoğrafına inanılmaz benziyordu. Fiziksel benzerlikten öte, ifade benzerliğiydi bu. Özenli bir yapım ve titiz bir yönetim sonucu son derece kaliteli bir dizi çıkmış ortaya. Adnan Menderes'i sevdirmek için hem çapkın hem karısına sadık bir karakter yaratmaya çalışmak biraz zorlama geldi sadece. Salı gecesi yayınlanması ise dizi için bir handikap.



- Med-Cezir: Star TV'nin yeni dizisi sezona iyi bir giriş yaptı. En başta lise öğrencilerini yakalayacaktır. The O.C. dizisinin yerli adaptasyonu olan "Med-Cezir" de Çağatay Ulusoy'un imaj çalışmasını kim yapmış bilmiyorum ama kendisini tebrik etmek isterim. Uygulanan saç modeli, karaktere ve Ulusoy'a çok yakışmış. Duyduğuma göre Çağatay Ulusoy bir oyuncu koçuyla çalışmış. Bunun doğru olduğunu düşünüyorum çünkü Ulusoy'un bu rolle atılım yaptığı çok net görülüyor. Masum ve toy delikanlı rolünde inandırıcı. Dizi genel olarak titiz bir yönetmenin elinden çıktığı belli olan güzel bir yapım olmuş ama oyuncu seçimiyle ilgili küçük bir eleştirim olacak. Dizideki genç kız rolündeki oyuncular rollerine göre büyük, anneler ise rollerine göre çok genç duruyor. İzlerken " kim anne, kim kız " karışıyor. Bazı genç kız rollerinde masumiyetin korunmasının seyirciyi içine alması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi halde izleyiciye uzak ve çok "Amerikan " kalıyor. Barış Falay her zamanki gibi bu rolde de çok başarılı. Ve dizinin sürprizi bence kesinlikle Taner Ölmez. Bu genç oyuncu bence bu yıl çok konuşulacak. Böyle genç ve başarılı oyuncuları dizilerde görmek büyük keyif

- Kayıp: "Med-Cezir" ile karşılıklı yayına girdi. İyi bir oyuncu kadrosu, hızlı ve heyecanlı bir hikaye örgüsü var. Yerli dizi rehavetinden uzak. Senaryo, izleyiciyi sohbet eşliğinde değil dikkatle izlemeye davet ediyor. Mete Horozoğlu, ezber bozan bir polis karakteri yaratmış ve çok başarılı. Çocuk oyuncu Erhan Can Kartal ise muhteşem bir yetenek. Bence mutlaka bir bölüm seyredip şans verilmesi gereken bir yapım. Benden söylemesi.

Önümüzdeki haftalarda yeni diziler hayatımıza karıştıkça, izlenimlerimi sayfamda paylaşmak üzere, şimdilik hoşçakalın. Herkese iyi seyirler...

Yazının devamı...

Tecrübeli bir öğrenciden yeni başlayanlar için tüyolar

Yine okullu olduuuuukkkk... Çocukluğumdan beri okulların açılmasını büyük coşkuyla karşılarım. Sanırım annemden kalma bir his bu... Bizim evde, okulların açılması da kapanması da büyük bir olay olarak yaşanırdı. Okullar kapanırken “kızım benim oldu” diye bayram ilân eden annem, okullar açılırken çok şerefli bir göreve atanmışım gibi bir havayla nerdeyse davul zurnayla beni uğurlardı. Yani açılırken de kapanırken de okul hayatı bana güzeldi. Ve bu gün bir anne ve aynı zamanda bir veli olan ben, aynı coşkuyu yaşatmaya çalışıyorum. Bunu da büyük bir zevkle yapıyorum. O yüzden, pek çok kişiye bunaltıcı gelen okul hazırlıklarının yapıldığı şu günler bana gayet eğlenceli geliyor. Kitaplar tasnif ediliyor, formalar ortaya çıkıyor, saçlar örülüyor, kalem uçları sivriltiliyor, etiketler defterlere yapıştırılıyor, yanar dönerli kap kağıtları alınıyor... Bütün bunlar bir sürü renkli oyuncak benim gözümde. Belki böyle baktığım için bana sıkıcı bir iş gibi değil, eğlenceli bir oyun gibi geliyor bu hazırlıklar.
Elbette şu ara en büyük heyecan, ilk kez okula başlayacak miniklerin evinde yaşanıyor. Kimi büyük bir hevesle bekliyor kimi okula gitmek istemiyor. Bir arkadaşım yana yakıla beni aradı dün. “Sen n’aptın Allahaşkına çabuk anlat” dedi. Bir ân kafamı toparlayamadım. “N’apmışım yahu” dedim. “Ali zırıl zırıl ağlıyor okula girmek istemiyorum diye. n’apacağımı şaşırdım. Hani bayıla bayıla gidecekti okula benimki de! Şimdi söyle bakalım benim yapmadığım neyi yaptın sen?” Öyle kalakaldım telefonda. “Vallahi bilemedim” dedim. “Bir danışmana sorsan...” dedim. “Sordum” dedi. “Onun dediklerini yapıyorum, sen kendi sırrını söyle bakayım, var bir numaran senin ki kızın bayıla bayıla gidiyor her yıl okula” diye ısrar etti. Bir ân düşündüm ...O sırada arkadaşıma söylediğim cevabımı samimiyetle şimdi sizinle de paylaşıyorum:Ben gerçekten n’aptım bilmiyorum. Ama bunu öğrenmenin yolunu biliyorum. Konunun muhatabına sormak! Belki şimdi size garip gelecek ama öğrenciler nelerden hoşlanır, nasıl motive olur, neleri değiştirmek ister ve okula nasıl şevkle gider diye kendi kızıma sordum. Yani Ada ile bildiğiniz ropörtaj yaptım. Ne demişler: ”Hekimden sorma çekenden sor”. Ben de öğrenciyi yine öğrenciden sordum. İşte, okula büyük bir aşkla gidip, ödev yapmaya bayılan aynı zamanda büyük bir hevesle kitap okuyan ve tüm bu özellikleriyle öğrenci türünün nâdir örneklerinden biri olan kızımla yaptığım söyleşiyi size olduğu gibi aktarıyorum.



Yeni arkadaşlar, yeni kıyafetler, yeni bir hayat

Ben: Şimdi sana bazı sorular sormak istiyorum. Ama benim annen olduğumu unutarak cevaplayacaksın. Sen bir öğrencisin, ben gazeteciyim ve bir öğrenciyle röportaj yapıyorum.
Ada: Peki yanlış şeyler söylersem düzeltebilir miyiz? Bir de soruları kendime göre mi cevaplayayım yoksa tüm öğrencilerin genel fikrine göre mi cevap vereyim? Çünkü herkesin fikri başka. Meselâ ben ödev yapmayı seviyorum, ama öğrencilerin çoğunluğu sevmez. Bu durumda ben neye göre cevap vereyim?
Ben: (Anlaşılan kendi kızımla söyleşi yapmak, tahminimden daha zor olacak. Baksanıza daha konuşmanın başında beni serseme çevirdi) Kendine göre cevap ver. Tüm öğrenciler adına cevap vermen gerektiğinde bunu belirtirim.
Ada: Tamam başlayabiliriz.
Ben: Teşekkür ederim. Şimdi 6’ıncı sınıfa giden bir ortaokul öğrencisisin. Yani artık oldukça tecrübeli bir öğrenci olduğunu söyleyebiliriz. İlkokula ilk başladığın günü hatırlıyor musun? Çok heyecanlanmış mıydın?
Ada: Hiç unutur muyum! Hem de nasıl heyecanlanmıştım. Ayyy şimdi düşününce gene çok heyecanlandım. (Küçük kızlara özgü bir kıkırdamayla gülüyor ve sahiden heyecanı gözlerinden okunuyor.)
Ben: Neden heyecanlanmıştın?
Ada: Yeni arkadaşlar, yeni kıyafetler, dersler... Yeni bir hayat başlıyor diye...
Ben: Okula başlarken seni en mutlu eden şey ne olmuştu?
Ada: Yeni bir şeyler öğrenecek olmak. Yeni arkadaşlarla tanışacak olmak. Okula giden arkadaşlarım anlatmıştı, benim de çok hoşuma gitmişti. Onlar gibi okula gitmek istiyordum.
(Demek ki küçücük çocuk deyip geçmemek gerekmiş. Meğer, aralarında ciddi ciddi sohbet ediyorlarmış. Buradan çıkacak sonuç: Çocuklarınızın, okulu seven başka çocuklardan okul hayatını dinlemesini sağlayın. Anlaşılan çocuklar bizim anlattıklarımızdan çok birbirlerinden duyduklarından etkileniyorlar.)

‘Aileler yalan söyleyip çocuk anlamadı sanıyor’

Ben: Ailen seni motive edecek şeyler yapar mı?
Ada: Evet. Özellikle annem çok yapar. (Bakar mısınız Ada nasıl da havaya girdi. Bana, benden bahsederken “annem” diye konuşuyor) “Derslerin iyi gidecek, inşallah çok güzel bir yıl olacak” diye iç ferahlatıcı konuşmalar yapar. Her yıl mutlaka okula annem ve babam bırakır. Açıkçası bu çok hoşuma gidiyor. Okula gitmiş olmamın önemli olduğunu hissettiriyor. Okul çıkışı kırtasiyeye gider, eğlenceli bir kaç kalem filan alırız. Akşam, sadece benim sevdiğim yemeklerden oluşan bir sofra kurulur. Neşeli ve sohbet dolu bir yemek yeriz.Yeni arkadaşlardan, öğretmenlerden filan konuşuruz uzun uzun. Annemler de arada kendi eğlenceli okul hikâyelerini anlatırlar. O akşam benim istediklerim olur. Doğum günüm gibi davranılır nerdeyse. Özel bir gün olur benim için yani.
Ben: Okula başlarken hiç korktun mu?
Ada: Hayır. “İyi düşün iyi olsun!” Annem her zaman böyle der. Hep “yapabilirsin” dediler. Yapamadığım, beceremediğim zamanlarda bile “olsun, bir dahaki sefer daha iyi olur” dediler. Korkacak bir şeyim olmadı hiç.
Ben: Bazı çocuklar okula başlamak istemiyor, sence niye? Ailelerine ne önerirsin?
Ada: Sanki eski hayatları ve tatil günleri tamamen bitti sanıyorlar. Okul başlayınca eğlenceli her şey bitecek sanıyorlar. Bu yüzden aileler, okul başladığında çocuklarını gezdirmeye devam etmeliler. Hafta sonu Sultanahmet’e götürebilirler ve Eminönü, Sirkeci tarafındaki kırtasiyelere gidebilirler. Yeni kalem almak, insanı yazmak için motive eder. Sirkeci’dekiler hem çok büyük hem çok ucuz. Oyundan da birden koparılmamalı çocuk. Çok zorlanmamalı yani. 3’üncü sınıftan önce test kitabı alarak gözü korkutulmamalı.
Ben: Ailelerin çocuklarına karşı en büyük hatası ne sence?
Ada: Anne-babalar hep “yalan söyleme” diyor ama görüyorum ki küçücük çocuklarına kendileri yalan söylüyor. “Dişçiye gidicem”, “Acımaycak”, “çocuklar gelmiyor” filan gibi. Çocuk küçük de olsa bunu anlayıp öğreniyor mutlaka. Güveni kırılan çocuk, her konuda sorun yaşıyor. Arkadaşlarımın en çok şikâyet ettikleri şey, annelerinin onları kandırıyor olması. Kendileri anlatıyor bunu bana. Ama aileler çocuk anlamadı sanıyor. Arkadaşlarım öyle diyor. Bu çok kötü.

Yazının devamı...

Tekno-diyet günleri

Tabii başlığı görüp "Yeni bir diyet modası var, Berna da uyguluyor" diye düşünüp, hem tatlı yiyip hem de bir haftada beş kilo verdiren mucize diyetin hayali ile bu yazıyı okumaya başlayanlar olmuş olabilir. Hemen belirteyim; bahsettiğim teknolojik diyet. Belki de detoks demek daha doğru olabilir. Ben 10 gün süren "telefon detoksu" programımdan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim. Aslında, "Sağlığım ve psikolojim için telefonsuz 10 gün geçirmeye karar vermiştim" demek isterdim! Bu beni çok havalı yapardı ama yalandan nefret ettiğim için bahsettiğim teknolojik detoksu, mecburen yaptığımı itiraf etmeliyim. Telefonsuz ve iletişimsiz geçen 10 günlük sürenin sonunda şunu anladım: İnsan telefonsuz da yaşıyormuş! Elbette şimdi pek çok kişi, "Eskiden telefon mu vardı, gayet güzel yaşıyorduk işte" demiştir. Ama hepimiz içimizde gayet iyi biliyoruz ki, varlığını bilmediğimiz şeylere ihtiyaç hissetmiyor ama bir kere alıştıktan sonra vazgeçemiyoruz. Ve artık telefonsuz bir yaşamı hayal bile edemiyoruz.
Benim bir akılsızlığım sonucu fevkalede akıllı telefonuma su girince, Portekiz'de bir köyde, önümde uzanan bağın üzümü gibi asılı kalakaldım! Telefon: Hiç yok.
İnternet: Nadiren 5 dakika. Beni o 10 gün içinde arayan iş arkadaşlarım nasıl bir sinir harbi içindeydiler onu bilmiyorum ama ben bu sayede gerçek bir tatil yaptım.
Yaşadıklarımı şöyle özetleyebilirim: Bir-iki gün hafif panik hali. Tekno-sosyal hayat silinince sanki kendini yok olmuş sanma hissi. Sonra kabullenme, çözülme ve rahatlama. İşte bu andan sonra tatilin tadını çıkarma seviyesi tavan yapıyor. "Mümkün değil telefonumu kapayamam" demeyin ve bu duyguyu yaşamak için elimize yapışık bu aletin bozulmasını beklemeyin. Olmadı bir kaza süsü verin ama kendi kendinizle geçireceğiniz bir haftayı gerçek tatil ilan edin! 1 hafta telefonsuz kalınca ne olmuyor!
- İşler batmıyor.
- Yokluğunuzda insanlar perişan olmuyor.
- Sosyal medyada hesabınız silinmiyor.
- Yaşam durmuyor.
- İnsan bir an önce yeniden telefona kavuşmak filan istemiyor.

"Ünlüler Alemi" nedir!



Aslında böyle bir "alem" yok! Ünlü diye tabir edilen ve ismi, sureti insanlarca bilinen kişiler var. Basında ya da sosyal medyada tarif edildiği üzere bu kişiler bir topluluk oluşturmuyor. Birlikte hareket edip, toplu demeç vermiyor, aynı düşünüp aynı hissetmiyorlar. Dolayısıyla, sanki "Silahlı Kuvvetler" der gibi "ünlüler" diyerek, hiçbir şekilde bir bütün oluşturmayan insanları tasnif etmek mümkün değil.
Gazetelerde şunu sıkça okuyorsunuzdur: "Ünlüler savaş için ne dedi?" veya "Ünlüler olimpiyatların ülkemizde yapılmasını istiyor mu?" hatta "Ünlüler kürtaja
karşı mı!"
Sanırsınız bu "ünlüler" aleminde, hayvanlar alemi masalındaki aslan kral gibi bir başkan var ve herkesin adına ortak fikir beyan ediyor!
Birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sürü insan gün gelir de toptan mahkemeye filan verilirse şaşırmam!
Geçen gün Twitter’da yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum: "Şimdi özür dile bakalım filancadan" diye bir twitt aldım. Genelde twittini sakınmayan bir Twitter kulanıcısı olduğum için herhalde bir eleştiri lafım "zülfüyâre dokundu" diye düşündüm. Sonra, merak edip bana mesajı yazan kişiye sordum. Ve anladım ki olayla benim hiç ilgim yok ama arkadaş birkaç ünlü Twitter kullanıcısının fikrini "ünlüler alemi" şeklinde tasnifleyip, aklına gelen tüm ünlüleri özür dilemeye davet etmeye karar vermiş. Birkaç gün önce de bir başkası "Tabii siz ünlüler geçin PC'nin başına, elinizde neskafe klavye kahramanlığı yapın. Sonra da 4 çarpı 4'lerinize atlar, gecelere akarsınız" diye yazmış. Dayanamadım cevap yazdım: "Hiç PC kullanmadım, asla neskafe içmem, klavyem yok telefondan yazıyorum ve
4 çarpı 4 kullanmıyorum, gece de evde çoluk çocuk takılıyorum. Sence karizmam çizilmiş midir!?" Bitmedi! Cevap geldi: "Aaaa öyle ünlü mü olur yaaaa?" Yaaaaa, işte durum böyle! Magazin programları, gazeteler, "ünlüler alemi" diye diye geldik bu hale! Oysa bu yanılgıya düşmemek için arada bir, hem Şafak Sezer'in hem Mehmet Ali Alabora'nın hem Levent Üzümcü'nün hem Doğuş'un tanınmış kişiler olduğu akla getirilse, buradan bir "alem" ortaya çıkamayacağı kolaylıkla anlaşılır. Herkese de kendinden mesul olmak kalır.

Yeni başlayanlar için fotoğraf makinesi önerileri



Geçen hafta, fotoğrafçılık tarihi üzerine yazımı okuyan ve bu hobiye merak salan pek çok kişiden mesaj geldi. Ortak soru ise başlangıç olarak hangi makineyi seçmeleri gerektiğiydi. Fotoğrafçılıkla haşır neşir olduğum artık bilindiği için bu soruyla o kadar çok karşılaşıyorum ki! Aslında bu sorunun cevabı kişiye göre değişir. Ne yazık ki ülkemizdeki fotoğraf satıcıları çoğunlukla ezberden tavsiyede bulunuyorlar ve alınan makineler dolabın bir köşesinde sıkışıp kalıyor. Başlangıç için önemli olan en iyi makineyi değil, en taşınabilir olanı almak. Özellikle sırf “iyi” diye kadınlara kocaman makineleri satan satıcılar, onları resmen bu hobiden soğutuyorlar. Fotoğraf makinesi, ikinci elde kolay satıldığı için hiç “almışken en iyisini alayım” diye düşünmeyin. Biraz ilerlettikten sonra, kendi çekim tarzınıza göre makinenizi değiştirmek zor değil. Başlangıç için, bütçenize uygun, her an yanınızda taşımak isteyeceğiniz (başka türlü öğrenilmez) çok karışık olmayan bir makine seçin. Ama şu zoom aralığı çok geniş olan kompakt makineleri tecih etmeyin. Son dönemde çıkan “mirrorless-aynasız” makineleri tercih edebilirsiniz. Sony NEX serisi, Olympus, Panasonic ve Fuji'nin modelleri aynasız makinelede başı çekiyor. İlle de SLR
olsun derseniz, Canon'un yeni çıkardığı EOS 100D dünyanın en küçük SLR makinesi olarak oldukça cazip görünüyor. Tüm bu bahsettiğim makinelerin fiyatları 500-1500 dolar arası değişiyor.
Değişebilir lens ya da sabit lens kullanan makineler seçmek size kalmış. Temel fotoğraf kurslarının beş haftalık kurs ücreti de yaklaşık 350-400 lira.
Kursa gitmeniz hayatınızı çok kolaylaştıracak. Bir makine ve bir kurs ise size yepyeni bir dünyanın kapılarını açacak. Fotoğrafçılık ve makine seçimiyle ilgili detaylı ve güncel bilgiler isteyenlerin bu adrese göz atmasını öneririm; kamerakritik.blogspot.com. Şimdiden kolay gelsin...

Yazının devamı...

Kalbim Dalmaçya'da kaldı Hırvatistan

Seyahat ederken, o sırada görüp etkilendiğim yerlere yeniden gelmenin hayalini kurarım. Ama daha o anda bunun pek mümkün olmadığını bilirim. Hepimiz biliriz ki, seyahat ettiğimiz yerlerin çok azına yeniden gideriz. Dünyada gezilecek o kadar çok yer var ki! Ve ne yazık ki, içine doğduğumuz dünyamızın her yerini göremeden geçip gidiyoruz. Bu yüzden de, vakit buldukça yeni yerler görmek istiyoruz. Ama yine de aşk coğrafya tanımıyor ve kimi zaman insan kalbini bir kıyıda bırakıveriyor. İşte o zaman, kalbin attığı yere yeniden dönmek farz oluyor. İşte Hırvatistan kıyıları, benim bu hislerle özlemini çektiğim ve fırsat buldukça yeniden gitmekten mutluluk duyduğum yerlerin başında geliyor.
Lafı uzatmak istemem çünkü Hırvatistan ile ilgili anlatılacak çok şey var. Öyle nüfusu 5 milyonu bulmamış küçük bir ülke olduğuna kanmayın, gez gez bitiremeyeceğinizi garanti ederim. İnsanlar Hırvatistan'ı küçük bir yer zannettikleri için, bu Kurban Bayramı gibi 10 gün gelen tatillerde, başka ülkelerle birleştirilmiş turları tercih ediyorlar. Örneğin; Hırvatistan-Karadağ-Bosna-Üsküp vesaire... Büyük hata! 10 gün sadece Hırvatistan için bile yeterli değil. Çünkü, bu coğrafyanın güzelliği büyük kentlerinden çok, küçük köyleri ve mücevher gibi koylarında. Sadece büyük kentlerini gezdiğinizde Hırvatistan'ı görmüş sayılmazsınız. Bu Ege kıyılarını İzmir sanmak gibi bir şey. O yüzden tavsiyem, Hırvatistan'ı araba ile keşfetmeniz.

Denediğim 3 ayrı güzergâh

15 yaşında, Yugoslavya iken ilk kez ailemle gitmiştim. Doğu blokunun parçalanmaya başladığı yıllardı. Komünizmin kendine has havası henüz hâkimdi. İtiraf edeyim, çok farklı ve etkileyici gelmişti bana. Neyse, konuma dönmeliyim. O zaman, Murat 124 ile Kapıkule'den çıkmış ve bütün Avrupa'yı gezmiştik. Yani bu seyyah ruh bana aile yadigari diyebiliriz. O yüzden de hiçbir zaman, seyahat etmenin bir lüks olduğuna inanmadım. İnsan gezmek istesin yeter!
İkinci gidişim: Kendi kurduğum çekirdek ailemle oldu. Uçak yolculuğu yapıp, indiğiniz yerden araba kiralamak en rahatı. Gidiş Zagreb, dönüş Dubrovnik olarak planlanacak uçuş en mantıklısı olur.
Üçüncü gidişim: Yine, Ada, Tolga, ben. Bu defa, Karadağ'a (Podgorica havaalanı, Hırvatistan sınırına yarım saat) inip, Hırvatistan'a geçerek sadece Cavtat, Dubrovnik, Korcula (ada) yapıp, tekrar Karadağ'a dönerek, Karadağ'ı keşfettik. (Podgorica bileti çok daha ucuz) Tarihi 6’ncı yüzyıla dayanan, Hırvatlar'ın kurduğu bu güzel
coğrafyaya kısaca göz atalım:
Hırvatistan'ın en iyi yanları: Plajlar için para ödemiyorsunuz. Zaten her yer doğal plaj. Tüm bakir koylara basit de olsa bir iniş yapılmış ve mayo değiştirmek için kabin var. Her işletmeye giriş parasız. Ayrıca para verseniz de duş yok. Korkmayın deniz çok tuzlu değil. Sokaklarda herkes plaj elbisesi ve parmak arası terlikle dolaşıyor. Kim zengin kim değil dışardan anlaşılmıyor. Para görgüsüzlüğü hiç yok.
Kötü haber: Eskiden rahat rahat gidiliyordu ama maalesef, bu yıl itibari ile vize uygulaması başladı.
Para birimi: Kuna. Bizim para daha değerli olduğu için insan bir mutlu oluyor.
Yemek: Deniz mahsülleri. Her şey kilo ile... 1 kg karides ve 1 kg midye... Sipariş böyle veriliyor. Hem de bizdeki 1 porsiyon fiyatına.

Hırvatistan'da favorilerim

Cavtat: En sevdiğim.
Dubrovnik'in 15 km.aşağısında ,"eski şehir" anlamına gelen şahane bir balıkçı köyü. Foça benzeri bir yer. Limanındaki balık lokantaları şahane ve fiyatları uygun. Övünmek gibi olmasın ama kimsenin pek bilmediği bu beldeyi ben harita üzerinden keşfetmiştim. Muhteşem bir deniz. Dubrovnik havaalanından, Dubrovnik'e gelirken yol üzerinde tabelasını göreceksiniz. "Konavle" de tepedeki tarihi yerleşimi. Unesco'nun koruması altında. İçindeki kilisesinin etrafında,
rahibeler ve gönüllüler el işi eşyalar satıyor. Tarihi bir ağaçlık yol ile deniz kenarına yani Cavtat'a inmek de mümkün. Gökova gibi, ağaçlar denize eğiliyor. Arabanızı limandaki parka bırakıp, yarımada kıyısı boyunca ilerlerken kendinizi turkuvaz sulara bırakın. İşte tam o sırada beni hatırlayın.
Dubrovnik: Muhteşem. Az rastlanır güzellikte ve olduğu gibi korunmuş bir kale-kent. Maceraperestler, sur dibinden denize atlamalı. Müthiş bir his.
Tavsiyem, "apartments" larda kalmanız. Biz, Dubrovnik'in ana yolu üzerinde, hemen birinci katta bir dubleks dairede kalmıştık. Dünya'nın her yerinde "apartments"
bulmak için, www.booking.com sitesini güvenle kullanabilirsiniz. Ben apartman dairesinde konaklamayı çok seviyorum. Merkezi ve ekonomik olduğu gibi, kendimi o kente ait hissetmemi sağlıyor. Ama kahvaltı ve oda servisi yok. İki gece kalmalı.

Tek cümle kuracağım: Orası Cennet’in yeryüzündeki provası!

Split: Roma'nın bir kısmını getirip, Antalya deniz kıyısına koymuşlar gibi! Gecesi çok eğlenceli. Deniz kıyısında, aynı zamanda çarşı ve eğlence merkezi olarak kullanılan, 6’ncı yüzyılda Roma İmparatoru Diocletian'ın adına yaptırdığı saray muhteşem. Split'e, Roma havasını veren de bu saray. 2 gece kalmak yeterli. Bir gece Split için yeterli. Hırvatistan'a gelip adalara gitmeden dönülmez.
Adalar: Split'ten rahatlıkla feribotla geçebileceğiniz çok sayıda ada var. Hepsi birbirinden farklı. Mesela, birinin danteli, diğerinin peyniri meşhur.
Korcula Adası: "Stari Grad" ya da "Old city" yani tarihi bölgesi (kale kent) muhteşem. İrene isimli takıcıya mutlaka uğrayın. Hem Türkiye'nin hem Türk dizilerinin aşığı bu kadın, size mutlaka indirim yapacaktır. Midye yemeyi ihmal etmeyin. Lumbarda koyunda, "apartments" tutmanızı öneririm. Zaten burda her yer, kiralık ev. Ben doğum gününümde, bir kadının kiraladığı evde kalmıştım. Ev sahibemiz, kekler yapıp getiriyordu ve iki oda bir salon evimiz tertemizdi.
Hvar: Nefis bir ada daha. Feribottan indikten sonra, kıyıda küçük teknelerle denize girmek için hemen karşıdaki minik adaya gidin. İçinde nefis deniz mahsülleri yiyebileceğiniz bir lokanta da var. Pek çok insanın yaptığı hatayı yapıp, adanın indiğiniz yüzünü görüp geri dönmeyin. Unesco'nun koruduğu tarihi tarafına gidin. Yaşam, burada hâlâ yüzyıllar öncesi gibi sürüyor. Sokakta tığ ören yaşlı kadınlar, çanla birlikte kol kola kiliseye yürüyor. Aşık olacaksınız.
Plitvice Milli Parkı: Gitmeden sakın dönmeyin. Tek bir cümleyle anlatıcam o kadar: Orası, Cennet'in yeryüzündeki provası. Çok büyük bir alan. Tam gün ayırmalısınız.
Zagreb: Başkent. Güzel, şık ve korunmuş bir kent. Ama elbette kıyı kentleri çok daha güzel.

Yazının devamı...

Fotoğraf tarihine yolculuk

Fotoğrafçılığın ne büyük bir aşk olduğunu, saatlerce bir poz çekebilmek için çabalayanlar gayet iyi bilir. Bu sevda bir kere ruhunuza bulaşmaya görsün, artık baktığınız her yerde gözünüzle bile fotoğraf çekmeye başlarsınız. Dünya, bir “kare”den ibaret olur bir süre sonra. Tatil demek fotoğraf çekmek, eğlence demek fotoğraf çekmek, seyahat demek fotoğraf
çekmektir artık. Yaşı yoktur fotoğrafçılığın. Küçücük bir niyetiniz varsa, fiyatı bütçeniz, boyutları taşımanıza uygun bir makine alın ve bir kursa yazılın. Sonra mı?
Hayat, poz vermek için sizi bekliyor... Daha ne olsun!
Bugün sayfamda, sizi fotoğrafın tarihine küçük bir yolculuğa çıkarmak niyetindeyim. Gazeteden fotoğrafçı arkadaşım Barış Acarlı ile birlikte hazırladık sayfayı. Tarihi benden fotoğraflar Barış’tan... İlginizi çekerse, Barış’ın twitter hesabı @fotograftarihi’ni takip etmenizi öneririm.



Yüksek sınıf bir eğlence

Ve yolculuğumuz başlıyor... Aristo’nun, mağara deliğinden gelen ışığın görüntüyü karşı duvara ters yansıttığını keşfetmesine kadar uzanır fotoğrafın tarihi. Leonardo da Vinci ise resimde perspektif için karanlık oda fikrini ortaya atar. 1500’lerde nerdeyse bir oda büyüklüğündeki “Camera Obscura” bulunur. Taşınabilir boyutlara inmesi ise 17-18’inci yüzyıla denk gelir. 1816 yılında ise emekli subay Niepce, oğluyla birlikte denediği pek çok kimyasal sonucu fotoğraf sayılabilecek ilk görüntüyü kaydeder. Bulanık da olsa evin avlusu ve güvercin yuvasını çekmeyi başarmıştır. Elbette, pek çok bilim adamı fotoğrafla ilgili eş zamanlı olarak buluşlar yapar ve aslında bilim adamları tarafından kolektif şekilde “fotoğraf” icat edilir. Bu süreçte Daguerre kendi buluşlarıyla birlikte Niepce’ye ortak olur ve Fransız bilim akademisine “fotoğraf”ı geliştirilmiş haliyle
resmen sunar.
19 Ağustos 1839 yılında “fotoğraf” bir buluş olarak, Fransız Bilim Akademisi tarafından dünyaya duyurulur. Daguerre, “fotoğraf”ı yüksek sınıf için bir eğlence olarak tanıtır.
Bu arada, fotoğrafın resim sanatını öldüreceğini söyleyenler, aslında yeni bir sanatın doğduğunun farkında değillerdir. Tıpkı; videonun sinemayı, internetin gazeteyi öldüreceğini söyleyen yenilik karşıtları gibi, o dönemde de fotoğrafın karşısında yerini alanlar çok olur.

Ve fotoğrafçılık Osmanlı’da...

Daguerre’nin çıraklarından Mösyö Kompa, İstanbul’a gelir ve ilk İstanbul fotoğraflarını çekmeye başlar. Bir yandan da ücret karşılığı, meraklılarına ders verir. Hatta bu haber, 1842 tarihli “Cerid-i Havadis” gazetesinde verilir. 1856’da Kırım Savaşı sırasında, kimyacı Rabach İstanbul’da ilk fotoğrafhaneyi açar. Yanına da Kevork ve Vichen kardeşleri çırak olarak alır. Bir süre sonra, Abdülhamit tarafından “Ressam-ı Hazret-i Şehriye” ünvanı ile şereflendirilirler. Abdullah Kardeşler adını alırlar. Bu dönemde saraylılarda fotoğraf merakı başlar.
Abdullah Kardeşler’in çırağı Âşil Efendi, bir anlamda ilk magazin fotoğrafçısı sayılır. Zübeyde Hanımın ünlü fotoğrafı, Âşil Efendi’ye aittir. Türkiye’nin en ünlü fotoğraf Üstadı Ara Güler’den söz etmeden geçemem. 1961 yılında, İngiltere’de yayınlanan “Photography Annual“ tarafından, dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından biri olarak ilan edilen Ara Güler, Churchill’den, Picasso ve Salvodar Dali’ye kadar pek çok önemli ismi fotoğraflamıştır. Fotoğraflarıyla, İstanbul’un tarihini yazar. İstanbul’un artık yok olmuş izleri, Ara Güler’in fotoğraflarında saklanmıştır.
Eski Yunanca’dan türetilen ve “Işıkla Yazmak” anlamına gelen “fotoğraf” hayata dair anlamlar üretmeye ve yine “olmazsa olmaz”ı ışık ile yaşama iz bırakmaya devam ediyor. Dijital makinelerin hayatımıza girmesiyle yaygınlaşan fotoğrafçılık günümüzün en sevilen hobilerinden. Belki biz amatörler, fotoğraflarımızla yaşama iz bırakamayız ama emin olun fotoğrafçılık sevdası yaşamımıza iz bırakacaktır.



Vietnam Savaşı’ndaki Türk kadın muhabir

İlk Türk kadın savaş foto muhabiri Semiha Es 1950 yılında Kore Savaşında görev aldı. Eşi Feridun Es ile Kore’de savaşı görüntüledi. Bu kareyi ise Vietnam Savaşı sırasında çekti.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.