Şampiy10
Magazin
Gündem

Ayağımın tozuyla Sicilya

Oysa tam tersine, bayram için hiçbir plan yapmamıştım. Daha çok Bozburun-Datça-Bodrum civarlarında dolanırız diye düşünmüştüm. Ama bayramdan bir hafta önce memlekete bir anda kış gelince açıkçası bu fikrimden caydım ve bir anda kararsız kaldım. Tam da o sırada yakın arkadaşım Melek aradı ve bana sihirli kelimeyi fısıldadı: Sicilya



Bayram dönemlerinde havaalanı trafiğine girmeyi filan hiç sevmediğim için yurt dışı gezilerinden genellikle uzak dururum. Ama, Sicilya’yı durunca birden çizgi filmlerdeki gibi gözümde yıldızlar uçuştu. Gitmek isteyip de bir türlü denk getiremediğim iki yer vardır: Küba ve Sicilya. Her zaman tatil planını uçaktan, otele kendi yapan biri olarak bu kez hayatın gelişine vurdum ve kendimi akışa bıraktım. Birkaç hoş olmayan tecrübeden dolayı “hayatta yapmam” dediğim bir şeyi yaptım ve bir tur programına dahil oldum.

Açıkçası tur organizasyonları benim gibi özgür ruhlu gezginler için pek uygun değildir. Üstelik ben, küçük, yerel ama aynı zamanda şık ve güzel konaklama yerleri ve lokantalar seçerim. Turlar ise kalabalık ve koşuşturmalı gelir bana. Daha doğrusu gelirdi! Meğer, pekâla turun da “butik” olanı yapılabiliyormuş. Daha önce münferit planlamalarımız için çalıştığımız ve arkadaş olduğumuz Burak Bostancı, bu gezinin küçük bir grupla ve butik bir seyahat olacağını söyleyerek beni kendi turuna (Chocolate Travel) katılmaya ikna etti ve macera böylece başladı.

Çekimlerinden dolayı zaten 9 gün İstanbul’dan ayrılmam mümkün değildi. Bu yüzden turumuzun 5 gün olması benim işime geldi ama şimdiden söyliyeyim Sicilya için en az 7 gün ayırın. Bu arada Sicilya seyahati planlayanlara iyi bir haberim var: Seneye THY direkt uçuşa başlıyor. Biz Alitalia Havayolu ile Roma aktarmalı gittik.

Her ne kadar hiçbir aksilik ile karşılaşmamış da olsak, bu kadar yakın mesafeye aktarmalı uçmak yorucu oluyor.



Bir tespitim var: Sicilya’ya gidenler ya çok beğenip ya da hiç sevmeyip dönüyorlar. Hemen belirteyim, ben, aşık olup dönenlerdenim ve muhakkak tavsiye ederim. Benim için havasının ve doğasının güzelliği bile yeter de artar. Ekim sonunda, hava sıcacıktı ve rengârenk çiçekler her yanı sarmıştı. En güzel tarafı ise gece-gündüz sıcaklık farkının çok olmaması. Kısa kollu bluzla, geceleri meydanlarda oturmak bile bu adayı sevmek için kâfi. Hele bir de benim gibi “Baba” filmi fanatiklerindenseniz, kesin bayılacaksınız.

İşte Sicilya yolculuğumuzun detayları ve tavsiyeler:

1. gün: Palermo. Ah... Ne yazık ki bizim sadece yarım günümüz vardı Palermo’da. Rehberimiz Suat (aslında avukat ama doğuştan gezgin), kısa zaman içinde bizi şahane gezdirdi ama ne yalan söyliyeyim bana yetmedi. En sevdiğim yerleri; Utanç Meydanı, Montreal Kilise’si ve Baba 3 filminde, Baba’nın kızının merdivenlerinde vurulduğu tiyatro oldu. Burak, öğle yemeği için, salaş ve tipik Sicilya yemeklerini yiyebileceğiniz Al Cascinari’ye götürdü bizi. Nefisti. Bizim gezi bir anlamda “Gurme” turuydu diyebiliriz. (Öğle ve akşam yemekleri zaten tur paketimize dahildi). Asıl bomba olan akşam yemeğiydi. Küçücük, tarihi bir meydanda Sicilya’nın belki de en meşhur lokantasına gittik. Aslında bizim köfte ekmekçiler, dönerciler gibi bir çeşit fast-food yemek olan dalak kebap diyebileceğim yemeği ile meşhur olmuş ve başta Anthony Bourdain’in “No Reservation” olmak üzere pek çok ünlü programı ağırlamış, Sicilya’nın en eski lokantasıymış burası. Adı: Antica Focceria San Francesco. Her yemeği, yerel ve nefisti. Sırf atmosferi için bile görmeye değer. Sicilya’nin en güzel lokantalarını deneyelim derken, ben 3 kilo almışım. Bu satırları yazarken, o günlerin cezasını çekiyorum. Seyahati, karnımın gurultusuna kelimeleri katarak, pizzaların hayâlini kurarak anlatıyorum.



2. gün: Tapınaklar vadisi ile ünlü Agrigento bölgesi: Sicilya’nın Unesco listesindeki, özellikle Dünya’daki en büyük Zeus tapınağına sahip olmasıyla ünlü kenti. Burada Hera adına yapılan tapınağın bir diğer adının “Laçinya” olması beni bir anda turun en havalı kişisi yaptı. Antik kalıntıların bulunduğu yerde tek bir pizzacı var ve iddia ediyorum Sicilya’nın en güzel pizzaları burda yapılıyor. Adını bir kenara not edin: Villa Kephos

Tapınaklar vadisinden sonra, bir kralın mı yoksa bir tüccarın mı sahip olduğuna tarihçilerin bir türlü karar veremediği bir eve gittik. Ev dediğim, sarayları gölgede bırakacak bir yapı. İçi, dünyaca ünlü mozaiklerle bezeli “Villa Del Casale“ hepimizin aklını başından aldı. Yüzlerce yıl öncesinden kalan mozaiklerde bikinili ve çeşitli spor yapan kadınların tasvirlerini görünce ağzımız açık kaldı. Denilene göre, bikininin tarihçesi bu evdeki mozaiklere dayanıyormuş. Görmeden dönmeyin!

Ve akşam, muhteşem güzellikteki Siracusa’ya vardık. Akşam yemeği için ise bilmeyenlerin asla bulamayacağı küçük bir aile işletmesine gittik. Tam bir gizli hazine diyebilirim. Ev şeklinde dekore edilmiş bu lokantaya gidince kendimi Sicilya’nın köklü ailelerinden birine misafirliğe gitmiş gibi hissettim. Sicilya’nın en özel yemeklerini burda tadabilirsiniz. Gelin görün ki ben öğlen ki pizzaya kendi-mi çok kaptırmış olduğum için akşam yemeğinin tadına bakmaktan öteye geçemedim. Ama bir dahaki gelişimde, aç karna bu lokantaya geleceğime dair kendime söz verip adını bir köşeye not ettim: La Foglia.

3.gün: Siracusa ve yakınındaki küçük bir Ortaçağ kenti olan Noto’yu gezdik. Sanki özel hazırlanmış film dekoru ya da tarihten bir sayfa hissi veren bu küçük kentler, öyle güzel korunmuş ki insan bizdeki yapılaşmayı düşündükçe üzülüyor. Açıkça belirteyim, modern bir şeyler arayanlar Sicilya’ya boşuna gitmesin. Bizim grup, inanılmaz tarih meraklısı olduğu için herkes Sicilya’ya bayıldı. Tur sırasında tanışıp arkadaş olduk ve birlikte uyum içinde çok güzel vakit geçirdik. Siracusa, inanılmaz şirin bir kent ve size burda nefis bir deniz mahsülleri lokantası önermek istiyorum. Bu yıl Michelin yıldızı takmasına kesin gözüyle bakılan ama bir yandan da yerelliğini koruyan “Porto Marina “ kesinlikle şahane.

4. gün: Macera. Bir gün önce tüm gazetelerin Etna yanardağının yeniden tüttüğünü ve harekete geçtiğini haber yapmasına rağmen biz inatla bu yanardağa tırmandık. Hem de orta bölgesine değil, tepesine! Evet sahiden tütüyordu. Aşağıdan ayaklarınıza sıcak vururken, 3 bin metrede simsiyah soğumuş lavların üzerinde yürümek heyecan verici bir deneyimdi. Büyük bir kent olan Catania’da da kısa bir gezi yaptıktan sonra Sicilya’nın tartışmasız en güzel ve büyüleyici kentine geçtik: Taormina. Burası anlatılmaz,yaşanır! Konaklamamızı yaptığımız La Plage (Plaj) Taormina’nın en güzel koyunda, şahane bir oteldi. THY, Taormina’ya çok yakın bir yere iniş yapacağı için seneye kesinlikle Taormina’ya gelip aynı otelde kalıp denizin tadını çıkarmak niyetindeyim. Bu yıl hem vakit darlığından hem de mayomu unutmuş olduğumdan, plaja uzaktan bakmakla yetindim. Ama turdaki bazı yürekli arkadaşlarımız gece buz gibi suya kendilerini attıklarında, onları çok kıskandım.

5. gün: En etkileyici gündü. Baba filminin pek çok sahnesinin çekildiği Savaco kasabasına gittik önce. Fimde de aynı adla yer alan “Bar Vitelli” de kahvelerimizi içtik. Sonra filmin müziği eşliğinde, Forza D’Agrio kasabasına gittik. Günün geri kalanında büyüleyici Taormina ile baş başaydık. Akşam veda yemeğini, İtalya’nın en iyi lokantaları arasında gösterilen Da Lorenzo’da hazırlatmıştı Burak. Rüya gibi bir tatildi benim için. Hayatımda ilk defa, hiç bir rezervasyon ve organizasyonla uğraşmadan, arkama yaslanıp bir seyahat yaptım. En güzel yerlerde kaldım, en güzel yemekleri yedim. O kadar hoşuma gitti ki; hani “Türkler yemek yerken başka yemek hakkında konuşur“ denir ya, bende daha tur bitmeden Burak’la ve Suat’la Japonya Kiraz-Sakura festivali gezisini konuşmaya başlamıştım bile. Kim bilir, bakarsınız sizinle de yolumuz bir yerlerde kesişir. Sevgi ile kalın...

Yazının devamı...

“Veli kafası” sınav öncesi endişe üretiyor

O kadar ki, özellikle kadınlar için çocuklarının okul hayatı çalışmanın da ev işlerinin de üstünde geliyor. Okul çağında çocuğu olan iki kadın bir araya gelmeye görsün, muhabbet kaçınılmaz bir şekilde eğitim ve sınav odaklı oluyor. Günlük hayat, çocukların okul düzenine göre şekilleniyor. Babalar arasında da nadiren “veli” kimliği olanlar olsa da genellikle kadınlar bu görevi de üstlenmiş durumda. Hem çalışan, hem evini idare eden kadın, bir yandan da çocuğunun eğitim hayatı yolunda gitsin diye ek mesai yapıyor. Bu yüzden de eskisi gibi, “hadi çalış çocucuğum” demekten daha çok iş düşüyor başa. Dolayısıyla, ülkemizdeki sürekli değişen sınav sistemi, öğrencilerden çok velileri ilgilendiriyor, endişenlendiriyor ve geriyor.

Her gelen sınav beraberinde belirsizlikler getiriyor

Yeni değişen sınav sistemimizin ilk uygulaması kapıda. Merkezi sınavın ilki, bu hafta açıklandığı üzere 28-29 Kasım tarihinde yapılacak. Her yıl yeni bir sınav denemesiyle karşılaşıldığı yetmezmiş gibi, bir de her gelen sınav beraberinde yeni belirsizlikler taşıyor. Bu durum velileri huzursuz ediyor. Aslında, belirsizlikler ve güvensizlikler olmasa yeni sistem ilk bakışta daha rahat ve kolay olacak gibi görünüyor. Öğrenciler zaten, Türkçe, matematik, fen, inkılap tarihi (sosyal), din bilgisi ve yabancı dil derslerinin çoğundan üç adet 1’inci dönem ve üç adet ikinci dönem sınav oluyorlar. İşte bundan böyle, sınavların 1’inci ve 2’nci dönemdeki birer tanesi merkezi olarak yapılacak. Sınav sırasında, okullar arasında öğretmen değiş-tokuşu olacak. Benzer bir uygulama M.E.B tarafından zaten yapılıyordu. Artık bu sınavdan alınan puanların ortalaması lise yerleştirme puanının yüzde 70’ini oluşturacak. Geri kalan yüzde 30 ise 6’ncı, 7’inci ve 8’inci sınıfların okul başarı ortalamasına ayrılacak. Altı ders için iki gün sınav yapılacak. İlk gün; Türkçe, matematik, din kültürü ve ahlâk bilgisi (TMD) sınavı yapılacak. İkinci gün ise fen ve teknoloji, inkılâp tarihi ve yabancı dil sınavı olacak. Her dersten 20’şer soru sorulacak. Sınav süresi ise 40 dakika. Yanlışlar doğruyu götürmeyecek.

Devir de ailelerin kafası da değişti

Ben bu satırları yazarken yani Ekim ayının son haftasında, Kasım ayında yapılacak sınavın kılavuzu okullara yeni dağıtıldı. Yani sınavın günü bile sınavdan sadece bir ay önce açıklanmış oldu. Çocuklarının geleceği için dişinden tırnağından arttırdığıyla iyi bir eğitim verebilmek için kendini hırpalayan veliler ise bu belirsizliklerden şikâyetçi. Dilerim kimse çıkıp da “Öğrencinin görevi çalışmak. Velileri de sınavın şekli şemâli ilgilendirmez. Çalışan öğrenci her sınavda başarılı olur” türünden bir açıklama yapmak gafletine düşmez. Çünkü devir çok değişti. Değişen devirle birlikte velilerin kafası da değişti. “Eti senin kemiği benim” diyen ailelerin yerini “çocuğum için daha iyisini isterim” diyenler aldı. Bu yüzden herkes sistemi detaylı bir şekilde öğrenip ona göre planlama yapmak istiyor.

Artık öğrenciler sınavın yapısına göre yetiştiriliyor. Yanlışın doğruyu götürmediği bir sistemle, götürdüğü bir sistem arasındaki cevaplama tekniği bambaşka oluyor. Ne yazık ki sınav odaklı sistemlerde en az bilgi kadar cevaplama stratejileri de yarışıyor. Bu yarışa da öğrencileri hazırlamak öğretmen ve velilere düşüyor. Herkesin tek beklentisi ise sonucun adil olması.

Korkarım hepimizin huzuru iyice kaçacak

Her ne kadar, “sınavsız sistem” her yıl gündeme gelse de, görüyoruz ki sadece bir sınavın yerini diğeri alıyor. Genç nüfusun bu kadar kalabalık ve iyi okulların ise o oranda az olduğu bir ülkede sınav yapılmayacağını düşünmek sanırım “hayâl” olabilir ancak. Her yıl 1,5 milyon öğrencinin, aynı 10 liseye girmeyi hayâl ettiğini düşünürsek, sınavın maalesef kaçınılmaz olduğunu kabullenmekten başka şansımız kalmıyor. Elbette, çocuğunuzu bir süre yurt dışında okutmayı planlıyorsanız o başka! Çünkü, yurt dışından gelen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğrencilerin sınavsız üniversiteye giriş hakkından sonra şimdi lise için sınavsız girişin kapısı aralandı. Son derece adaletsiz ve belirli zümreye hizmet ettiğini düşündüğüm bu uygulama da hayata geçerse, korkarım velilerin huzuru iyice kaçacak.

Ortak endişe “adil sınav”

Yeni sınav sistemi çocuklar üzerindeki stresi bir nebze olsun alacak gibi duruyor, ama gelin görün ki “veli kafası” durmuyor işte ve endişeler üretiyor! Son yıllarda, sınavlarda yaşanan skandallar güveni iyiden iyiye yıktığı için, akıllarda binbir soru dönüyor. Az önce de belirttiğim gibi, velilerin ortak endişesi sınavların adil yapılıp yapılamayacağı yönünde.

İşte akla takılan sorulardan bazıları:

- “Acaba bazı okullar, bazı nüfuzlu ailelerin çocukları için sınavlarda ayrıcalık yapar mı, cevaplar torpilli öğrencilere sınav günü verilebilir mi!”

- “Okul Başarı ortalamasında torpil döner mi, bazı okullar bazı öğrencilere bol keseden not verir mi?”

- “Her okul ve düzeyi bir olmadığına göre, yıl sonu başarı puanı ne kadar güvenilir olacak?”.

- “Sınava girmeyen ve rapor alan öğrencilerin, babası kuvvetli olanları için iltimaslı telâfi sınavları yapılır mı?...” (Telâfi sınavına çocuklar yine kendi okullarında girecek ama denetimin nasıl sağlanacağı ile ilgili net bir açıklama kılavuzda yer almıyor)

Aslında bu soruların ortak endişesi şu: Her çocuk, merkezi sınava kendi okulunda gireceğine göre (her ne kadar başka okullardan öğretmenler öğrencilerin başında duracak olsa da), denetim tam olarak yapılabilecek mi yoksa yeni sınav yeni skandallara mı gebe kalacak! Sınav kılavuzu okullara iki gün önce yollandı. Elbette okullar kendi öğrencilerini ve velileri bilgilendirecek. Yine de sınavın işleyişi “iyi niyete” kalmış görünüyor.

Sporcusundan, eğitim kurumlarına, kuralları uygulama ve skandallarla ilgili karnesi ne yazık ki pek parlak olmayan ülkemizde dileğimiz sistemin bu kez dürüstçe işlemesi. Yetkililerden net ve iknâ edici açıklamalar gelmediği için tüm veliler henüz endişeli.

Bekleyip göreceğiz...

Yeni sınav sistemi ile ilgili püf noktaları ve bilmeniz gereken en en yeni açıklamalar:

- Din kültürü ve ahlâk bilgisi dersi, bu sınavda kilit rol oynayacak gibi duruyor. Bu dersten çıkacak 20 soru öğrencilerin lise yerleşme puanlarında önemli rol alıyor. Önceki yıllarda sınav müfredatında olmayan din bilgisi dersi ile ilgili öğrencilerin ek çalışma yapması sınav başarısı için önemli.

- Din bilgisi dersinden muaf olanlar, sadece beş dersten sınava girecek. Din bilgisi yerine başka bir dersten sınava tabii tutulmayacaklar.

- Daha önceki yıllarda puanların ve yıl sonu başarı ortalamalarının eşit olması hâlinde ay farkı ile küçük olan öğrenci avantajlı oluyordu. Yeni sistemde bunun yerine devamsızlığa bakılacak. Bu sebeple, 6’ncı sınıftan itibaren okul devamsızlığına çok dikkat etmek gerekiyor.

- Yıl sonu ortalaması 6, 7 ve 8’inci sınıfların ortalaması ile hesaplanıyor. Merkezi yapılan sınavlar ise, her ders için 8’nci sınıfın bir yazılısının yerine geçiyor.

- 1’nci dönem sınavları 28-29 Kasım tarihlerinde yapılacak. 28 Kasım Cuma günü okullar tatil edilecek ve sadece sınava girecek 8. sınıf öğrencileri okulda bulunacak.

- Mazaret sebebi ile sınava katılamayan öğrenciler için mazaret sınavı 14-15 Aralık tarihinde yapılacak.

- 2’nci dönem sınavları 28-29 Nisan ayında yapılacak.

- Belirlenen sınavlar dışında, Özel Okullara Giriş gibi farklı bir sınav hiç bir şekilde yapılmayacak.

Her öğrencinin emeğinin karşılığını alabilmesi dileğimle, tüm öğrencilerimize başarılar dilerim.

Yazının devamı...

Hayatın baharı ne vakittir?

Yani illâki hayata ilkbaharla başlayıp, ömrün kışla son bulacağını düşünmüyorum. Bilhassa bu hafta tanık olduğum bir aşk hikâyesinden sonra... Aslında gözümün önünde yaşanmış bu hikâyeyi size anlatırken şöyle başlamam gerek: Uzuuun uzuuun yıllar önceee...

u hafta, çocukluk arkadaşım Şebnem'in düğününe gittim. 20'li yaşlarımda, hani tüm arkadaşların çorap söküğü gibi peşi sıra evlendiği zamanlarda düğünlerde göbek atıp, gerdan kırma fevkalâde bayağı gelirdi bana. O yıllarda hemen her ay hatta yaz aylarıysa haftada bir arkadaş düğününe gittiğimizden, eve davetiye geldiği vakit benim de içime fenalık gelirdi. Ama bu defa başkaydı. Çocukluk arkadaşlarım, bambaşka bir "Berna "görmenin şaşkınlığı içinde, bense coşmuş bir halde... Göbek atmak bende, gerdan kırmak bende, şarkı söylemek bende... "Sen hiç sevmezdin böyle düğün dernek" diyenlere, cevabım basitti: Bir daha ne zaman arkadaş düğünü buluruz kim bilir! Aklı olan kıymetini bilir! Öyle ya, artık evlenen evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmış hatta. İlk evliliğini yapanlar da oluyor elbette ama kırk yılın bir başında.

Evlilik faslında ikinci tura dönenler ise daha ziyade bir "hayat arkadaşlığı" seçimi yapmış olmalarından sebep olsa gerek, sessiz sedâsız bir nikâhı tercih ediyorlar. Davul-zurna, eşi dostu ayağa kaldırmıyorlar. Ama gelin görün ki bu hikâyede eş dost ayağa kalkmakla kalmadı, bir daha yerine oturan olmadı.

Gelelim hikâyeye; 26 yıl önce, Şebnem ve Göksel tanışırlar. Daha lise çağındalar. Göksel ilk anda aşık olur Şebnem'e ama Şebnem'in bir ikiz kardeşi vardır. İkiz kardeş Kerem de Göksel'in arkadaşıdır. Kerem ise erkek sinekleri yanaştırmayan abilerden! Göksel bir türlü açılamaz bu yüzden. Arkadaşına yanlış yapmak yakışık almaz. Sadece, dostu Murat'a anlatır. Duyguların tek şahidi Murat'dır.

Bir de hikâyenin kız tarafı var elbette. Şebnem'de arkadaşı Aslı'yla paylaşır o zamanlar heyecanını. Ama cesaret veremez Göksel'e. Zaman gelip geçer, araya yıllar girer...

Şebnem ailesinin sözünü dinler ve arkadaşları Aslı ile Berna'nın tüm itirazlarına rağmen genç yaşta münasip kısmetiyle evlenir.

Daha 20'li yaşları bitmeden de ayrılır. 3 yaşındaki oğlu, bu evlilikten yanına kâr kalır. Öğretim görevlisi Şebnem, aslanlar gibi bir delikanlı yetiştirir. Oğlundan başka erkekle aynıçatı altında olmayı ise hiçbir zaman düşünmez. Ama oğlu da üniversiteyi kazanınca evden ayrılır. Şebnem yalnız başına kalır. Derkeeeeen...

Sosyal medya girer herkesin hayatına. Sevgili Aslı pek meraklıdır facebook'a. Göksel'i bulur "face" te ve ekleyiverir Şebnem'e... Göksel de evlenip ayrılmış, bir de oğlu varmış. Bundan sonrası mâlum! Gökten üç elma düşmüş, biri yeni evlilerin başına, biri şahit olanların başına , en hızlı ve sert düşeni de aşıkları korkulu rûyası, kızın ikizi, yani bizim maço Kerem'in başına...

Düğünde tüm arkadaşlar bir araya geldik. Tıpkı 26 yıl önce bu aşka ilk şahit olan Aslı ve Murat, nikahın şahitleriydi. Kerem ortalarda "benim yüzümden biraz beklediniz" diye dolaşıp durdu ama en mutlu da oydu. 26 yıl öncesine dönmüştük hepimiz.

Yeniden "play" tuşuna basılmıştı da film kaldığı yerden oynamaya başlamıştı sanki. Aşk ordaydı. Sıcacık, buram buram... Hepimiz 20'lerimizdeydik yeniden. "İkinci bahar" değildi bu yaşanan. Bahar, şimdi gelmişti sadece Şebnem ve Göksel'in hayatına.

Kendi tanık olduğum bu hikâyeden sonra diyorum ki; baharla başlamayabilir herkesin yaşamı ve insan kışı yaşarken "baharı kaçırdım" sanmamalı. Kim bilir belki başka başkadır her insanda mevsimlerin dizimi. Tam için ürperirken, fırtınalara göğüs germişken, ilk cemre düşüverir yüreğine hiç beklemezken. Bir bakmışsın kaçırdım sandığın baharın vakti gelmiş... Başınızda kavak yelleri esmiş.

Sizin mevsiminizi bilmem ama Şebnem ve Göksel için şimdi bahar vakti. İyi ki de şimdi... Yoksa en kıymetlileri, oğulları bu mutlu günlerinin ortağı olamazdı.

Bahar tadında, yüreği ısıtan günler dilerim hepimize. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...

Kimde, ne hazine saklı belli olmaz

Bilmiyordum öğrendim: "Bilmemek değil öğrenmemek ayıp" demişler. Ben de bu hafta, yeni tanıştığım birinden iki bilmediğim şey öğrendim. Tanıştığım herkesle muhabbeti pek severim. İnsanoğlu sürprizlerle doludur. Kimde ne hazine saklı olduğu belli olmaz. Önemli olan herkese bir fırsat vermektir. En azından ben buna inanıyorum. Sanırım bu yüzden de ödüllendiriliyorum. Beyni bomboş bir sürü insan hızla çoğalıyorken, ben yeni şeyler öğrenebileceğim kişileri bu kalabalıkta bulabiliyorum. İşte, yakın zamanda iş sebebi ile tanıdığım Zeynep beyninde de yüreğinde de hazinesi olan özel insanlardan. Yarım saatlik bir çalışma molasında belki de pek çoğunuzun zaten bildiği iki şeyi yine de benim gibi bilmeyenler de vardır diye paylaşmak istiyorum. Hep güzel insanlarla karşılaşmanız dileğimle...

Timüs bezi: "Hoppala n'apalım şimdi bu tıbbı bilgileri" demeyin! Hayatımızın ne kadar içinde olduğunu ve bilmeden ne kadar etkileşim içinde olduğumuza inanamayacaksınız!

Timüs bezi, tam göğüs boşluğumuzun ortasında, soluk borusunun önünde yer alıyor. Bağışıklık sistemini yönettiği için çok kıymetli. Bu bez ne kadar çok titreşirse, ürettiği hormon sayesinde o kadar güçlü ve hastalıklardan uzak duruyoruz. Özellikle kanser ve aids gibi bağışıklık sistemine doğrudan bağlı hastalıklardan korunmak için çok önemli. Yaş ilerledikçe ya da kişi korku ve acı çektikçe bu bez küçülüyor ve bünye zayıflıyor. Bu bezin titreşip hormon ürettiği anlar ayrıca insana rahatlık hissi ve dolayısıyla mutluluk duygusu geliyor.

Peki bu bez nasıl uyarılıyor? Cevap geleneklerde gizli: Göğsümüzün ortasına vurarak, dişlerimizin arkasında kalan damağı iterek ve kahkaha atarak. Pek çok doğu geleneğinde ağıt yakan kadınların göğüslerine vurması ya da korktuğumuzda baş parmağımızla damağımızı ittirmemiz şimdi anlam kazanıyor değil mi! Eh atalarımız da bir kahkaha bir kilo pirzolaya eşit diye boşuna dememiş. Kahkaha atan insanların genç kalmasında timüs bezinin de payı varmış meğer. Yoga ve reiki gibi pek çok meditatif uygulamada da timus bezinin çakra bölgesi olduğunu hatırlatmak isterim. Timus bezini ne kadar çok titreştirirseniz o kadar genç kalırsınız. Göğüs kafesini titreştirmenin formülü basit! Bol kahkaha atmak. Eh, herkese bol kahkahalı günler o zaman...

Eninde sonunda: Evet, bu sözümüzün doğrusunu nihayet öğrendim. Eğer, "Aaaa Berna 'önünde sonunda' denmesi gerektiğini yeni mi öğrendin" diyorsanız fena hâlde yanılıyorsunuz. "Eninde sonunda" sözünün doğrusu "eninde sonunda" imiş. Yani zaten doğruymuş. Bunca yıldır niye birileri doğrusu "önünde sonunda" dır diyerek aklımızı karıştırmış bilmiyorum ama çocukluğumdan beri ailesinden "eninde sonunda" olarak öğrenmiş olduğum hâlde doğru Türkçe konuşmak uğruna ben de dilimi "eninde sonunda" demeye alıştırmıştım.

Önü-sonu ikilisini birbirine pek yakıştıramasamda neden "başı-sonu" ya da "önü-arkası" denmemiş diye aklımdan geçirip dursam da "Türkçeme zeval gelmesin" diye kullanıyordum bu münasebetsiz ikiliyi. Gelelim anlamına: Benim gibi anneannesiyle sürekli kumaşçıları gezen çocukların gayet iyi bileceği gibi, kumaş toplarında marka, ölçü, malzeme gibi bilgiler kumaşın eninde yazar. Eğer yazı okunamıyorsa, kumaş topu sonuna kadar açılır çünkü marka adı bir de kumaşın sonunda yazılıdır. Yani eninde ve sonunda kumaşla ilgili bilgiler öğrenilir. Eh, biz de eninde sonunda Türkçe'nin doğrusunu öğreniriz elbet.

Not: Yeri gelmişken sıkça duyduğum bir yanlışı da ben düzeltmek isterim. "Defaten" kelimesi, yanlış bir şekilde "defalarca" anlamında kullanılıyor. Oysa tam tersi "tek seferde" demektir. "Tekrar tekrar, defalarca" anlamına gelen ise "defaatle" kelimesidir. Olur da belki karıştıranlar vardır diye yazdım. Saygılarımla...

Yazının devamı...

Sonbaharda İstanbul rehberi...

Ekim-Kasım aylarında İstanbul'daysanız, size tavsiyelerim var. Kara kış başlamamışken, güneş henüz bu kente küsmemişken, kar yolları kapamamışken, son kalan kızıl yapraklar dalları terk etmemişken, kısacası henüz vakit varken İstanbul'un tadını çıkarın. İstanbul'un mevsimi bahardır, unutmayın. Ya kış uykusundan uyanırken ya da kış uykusuna yatmadan keyfi çıkar bu kentin. Bu yüzden de en keyifli etkinlikler, geziler, festivaller bu tarihlerde yapılır. Giyin üstünüze İstanbul'un olmazsa olmazı pardesünüzü, kuşanın şemsiyenizi düşün yollara. İşte size sonbahara özel İstanbul adresleri. Ailece sürün keyfini...



İşte şehrin başlıca sanat, tarih, gezi, yemek noktaları!

-Dan Brown'ın izinde Tarihi Yarımada Turu: 27 Ekim. İstanbul'da değilseniz bile sırf bu tur için gelmelisiniz ama yerinizi önceden ayırtın. Yazdıkları tüm dünyada çok okunan, romanları filme çekilen Dan Brown'ın kitaplarındaki maceraların geçtiği tarihi yerlere turlar düzenleniyor. İlk kitap "Da Vinci Şifresi" turları kitabım geçtiği Louvre Müzesi ve çevresinde, ikinci kitap Melekler ve Şeytanlar'ın turu Vatikan'da yapılıyor ve müthiş turist çekiyor. Dünya'nın dört bir yanından gelen katılımcılar, tıpkı romandaki gibi tarihi eserlerdeki şifrelerin izini rehber eşliğinde sürüyor. Dan Brown'ın son kitabı "Cehennem" ise İstanbul'un Tarihi Yarımadası’nın şifreleriyle çözülüyor. Bu yüzden de 3. Dan Brown turu Istanbul'da yapılıyor. Üstelik bizimki çok daha havalı, çünkü Dan Brown'ı İstanbul'da gezdiren rehber, "Dan Brown'ın İzinde" turuna da rehberlik ediyor. Bence kitabı okumadıysanız hemen başlayın. Kitapta, kahramanı gezdiren rehberin Serhan Güngör olduğunu unutmayın. Sultanahmet, Yerebatan ve Tarihi Yarımada’daki pek çok yeri, tıpkı Dan Brown gibi Serhan Güngör'le keşfetme fırsatını kaçırmayın. Detaylı bilgi için: www.festtravel.com

-Sahaf Festivali: Sahaf sever misiniz? Ben bayılırım. Basımı artık bulunmayanlar, elden ele gezerek kimbilir kaç çocuğun hayali kahramanı olmuş çizgi romanlar, kaç bebeğin uykusuna eşlik etmiş, kaç annenin elinin izini taşıyan hikâye kitapları, nostaljik plaklar, buram buram yaşanmışlık kokusu... Beyoğlu-Tepebaşı'ndaki Geleneksel Sahaf Festivali’ne uğramalısınız. Havanın güzel olduğu bir günü seçmeyi ihmal etmeyin. Bu renkli etkinlik bugün sona eriyor, notunuzu alın ve kaçırmayın.



-Çocuklar için "Odada 4 Mevsim": Vivaldi'nin 4 Mevsim eseriyle, teknoloji, sanat ve müziği birleştirerek şimdiki çocukların gelişmiş algısına cazip gelecek, 3-12 yaş arasındaki tüm çocuklara hitap eden bu oyun tam ailelere göre. Hem çocuklarla keyifli vakit geçirecek hem de çocuğunuzun gelişimine ve sanatsal görgüsünün artmasına katkı sağlamış olacaksınız. Kelebek yapımın bu oyunu 26 Ekim'den itibaren her Cumartesi-Pazar BKM'de seyirciyle buluşacak. Biletler, biletix'de.

-Pera Müzesi: 29 Ekim geliyor ve Pera Müzesi bu günün anlam ve önemine uygun bir sergiye ev sahipliği yapıyor: Modern Türk Resmi’nde Cumhuriyet imgesi.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 90. yıl dönümü anısına gerçekleşen sergide Avni Arbaş, Nuri İyem, Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyiboğlu gibi resim sanatımızın çok önemli sanatçılardan seçkiler yer alıyor. Kuva-i Milliye yıllarından Modern kentleşmeye kadar yakın tarihe ışık tutan bu sergiye ilkokul çağı ve üzeri çocuklarla birlikte gitmek hem çok anlamlı hem de keyifli olacak. Sergi, ülke tarihimiz için büyük anlam taşıyan 10 Kasım günü sona eriyor.

-Üsküdar: İşte İstanbul'un tarihi dokusunu taşıyan en güzel semtlerinden Üsküdar'ı eşsiz cami ve külliyeleri ile keşfederek gezme fırsatı: 2 Kasım tarihinde Fest Travel'ın turuna katılarak rehber eşliğinde camilerin hikâyeleriyle tarihe yolculuk yapabilirsiniz.

-Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi: Bu aydan itibaren yazarın kendi sesiyle müzeyi gezme fırsatı kaçmaz. Okumadıysanız önce Masumiyet Müzesi romanını okuyun derim. Firuzağa sokak, Çukurcuma'daki müze pazartesi dışında her gün açık. Orhan Pamuk'un kendi kalemiyle, "Bir küçük ve alçakgönüllü İstanbul günlük hayatı müzesi" olarak tanımladığı bu müze nostaljik ve duygusal bir yolculuk vadediyor.

- Anish Kapoor: Gitmek şart! 5 Ocak’a kadar Sakıp Sabancı Müzesi’nde olan sergi sanatçının ilk defa sergiye çıkan eserlerini barındırma ayrıcalığını taşıyor. Devasa büyüklükteki eserleriyle tanınan sanatçının çoğumuzun hafızasında kalan son eseri, 2012’de Londra Olimpiyatları sırasında gerçekleştirdiği Olimpiyat Kulesi “Arcelor Orbit”. Bombaylı olan ancak halen İngiltere’de yaşayan sanatçının eserleri çok şey söylüyor.

-Bir klasik: 32. İstanbul Kitap Fuarı. Bu yıl Uluslararası onur konuğu: Çin Halk Cumhuriyeti. Onur Yazarı: Taner Timur. İçinde dolaşmak, kitap kokusunu içine çekmek bile kitap sevdalıları için tarifsiz bir haz. Pek çok ünlü yazarın imza günü olduğunu da unutmayalım.

-Adalar: Güneşli bir gün yakalarsanız binin vapura doğru Büyük Ada'ya. Bu mevsim diğer adalar ıssızlaşmış olabilir ama Büyük Ada kalabalığından arınmış olarak tam havasında.

Biraz yürüyüş, bir balık, bir çay... Fotoğraf çekmeyi unutmayın.

-Osmanlı Mutfağı: Ama yukarıda örneklerini saydığım gibi bir rehber eşliğinde ama kendi başınıza keşfetmek üzere, Tarihi Yarımada’ya gitmelisiniz. Ayasofya, Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı, Arkeoloji Müzesi, Kariye Müzesi yeni başlayanların ilk olarak gitmesi gereken yerler. Eh gitmişken Sultanahmet Köftecisi'nde köfte yenir elbet. Eğer Osmanlı Mutfağı'na meraklıysanız ve iyi bir yemek istiyorsanız, orijinal saray mutfağı tarifleriyle hizmet veren lokantalara uğramalısınız. İşte size yolunuz üzerindeki belli başlı duraklar ve hemen yanı başındaki lokantalar. Kariye-Asitane, Sultanahmet-Matbah, Nuru Osmaniye-Nar, Topkapı Sarayı -Konyalı. Afiyet olsun!

Yazının devamı...

Bayram rüzgarını erken getiren haberler

Bir çocuğun bayram sevinci dolsun yüreğinize. Biri beni yaşadığım, diğeri ise haberini izleyerek mutlu oldugum iki çocuk sevinci size... Gördüğüm her yanlışı rahatlıkla dile getirdiğimi ve eleştiriyi sevdiğimi bilmeyenler, bugün bir politikacıyı ve bir polisi alkışladığım için kızacaklar bana. Varsın öyle olsun. Ben, iyi gördüğümü de söylemeyi borç bildim, olumsuzluklardan şikayeti bildiğim kadar. İşte size haftanın güzellik yaşatan örnekleri: Onlar ki bayram rüzgarını erken estirdiler bazı hanelere. Şimdiden herkese güzel bir bayram ve bayram havasında günler dileğimle...

Bir engelli çocuk, ben ve bir Bakan...

Basit bir twitt ve bir yardım isteğim, habercilerin takibine takıldı bu hafta. Bende kendi sayfamda anlatmak istedim olanı biteni.

Pamuk gibi kalpli bir kadın tanıdım kısa zaman önce. Biz ona “Teyze” diyoruz. Hani, içinin güzelliği yüzüne vuran insanlar vardır ya işte onlardan bizim Teyze. Teyze’nin bir de torunu var, canından çok sevdiği. Adını söylediği vakit, yüreğindeki kelebekler çıkıyor nefesiye. 5 yaşındaki kız torun bazı kalıcı engellerle gelmiş dünyaya. Daha bir ayrıcalıklı seviliyor belki de bu sebeple. Teyze canını dişine takmış, hayatını torununa adamış. Beş iş bulsa hepsine gidecek, yeter ki torununun ihtiyaçları karşılansın. Bakımı zor bir çocuk olduğu için, kızımızın annesi ancak çocuğuna yetişebiliyor. Onu bir an yalnız bırakması mümkün değil. Bu yüzden çocuğun babası yani bizim teyzenin oğlu da çoğunlukla yarı zamanlı işlerde çalışabiliyor, kızının bakımına yardım edebilmek için.

O kızına bakarken de eşi ev işlerini yemeği filan toparlamaya çalışıyor. Teyzenin bütün hayali kız torununu okutabilmek. Çocuğun engelli olması, bizim teyzeye engel olmuyor. Ne yapacak edecek, torununu okutacak, rehabilitasyonunu sağlayacak ve onu daha güzel günlere taşıyacak. Ama teyzenin önüne bürokratik engeller çıkıyor bu defa. Çocuğu kabul edecek bir okul bulamıyorlar. Yürüyemediği için ve kendi tuvalet ihtiyacını karşılayamadığı için hiçbir okul kabul etmiyor aileyi. Oysa, engelli çocukları kabul etmez zorunluluğu kanuni hakları.

Ancak, özel okullar bulabiliyorlar kabul eden. Eh özel okul fiyatları da malum, ailenin durumu da... Teyze, “Olsun, daha çok çalışırım” diyor ve daha fazla ek iş arıyor. İşte bu arada biz tanışıyoruz. Ben, devletin çocuğa bakım yardımı bağlaması gerektiğini ve çocuğun eğitim hakkı olduğunu, okulların kabul etmek zorunda olduğunu anlatıyorum. Teyze de biliyor haklarını ama “almıyorlar işte çocuğu” diyor. Ben evlerinin çevresindeki rehabilitasyon merkezlerini, okulları başvuracakları her yeri söylüyorum. Anlıyorum ki çoğuna gitmişler, kalanlarına da benim sözüm üzerine gidiyorlar.

Ama sonuç alamıyoruz. Daha önce bir yardım kampanyasında çalışırken tanıştığım ve kız çocukların erken yaşta evlendirilmesi ile ilgili tüm haberlerde kendisine sıklıkla twitt atıp, sıkça kadınları mağdur edenleri şikayet ettiğim Sayın Fatma Şahin’e twitt atıyorum yine ve şöyle yazıyorum: “Engelli bir yavrumuza okul bulamıyorum, yardım edin!”

Gelen telefonla her şey değişti

Akşam üstü telefonum çalıyor. Bir an “Hangi Fatma Hanım” diye düşünüyorum. Yardımcılarından birine yönlendirip kolaylıkla çözebileceği bir konu için bizzat kendi aramış olması şaşırtıyor beni. Bakanlığı bir tarafa, bir kadın bir anne olarak çok üzüldüğünü seziyorum sesinden. “Olmaması gerekirdi” diyor. Meseleye “tek bir” çocuk olarak değil, aynı durumda kalmış olabilecek pek çok engelli çocuk olabileceği noktasından yaklaşıyor.

Herkesin devlet hizmetlerinden faydalanabilmesi gerektiğini, bunun için çalıştıklarını anlatıyor ve hizmetin ulaşmadığı örneklere işaret ettiğim için teşekkür ediyor. Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürü Dr. Aylin Çiftçi arıyor ardından ve o da hakların halka ulaşmasına engel olan durumların işaret edilmesinin önemli olduğunu belirtiyor ve teşekkür ediyor. Neticede, bizim Teyze’nin torunu okula yerleştiriliyor, bakım aylığı bağlanıyor. Aileye bayram erken geliyor ve tabii böyle bir sevince şahit olduğum için bana da...

Gönül istiyor ki konulan yasalar her birim tarafından harfiyen uygulansın ve haklar kolaylıkla alınsın. Aksi durumları, bakanlığa şikâyet etmek herkesin vatandaşlık görevidir.

Vergilerimizin, engelli çocuklarımızın ve bakıma ihtiyacı olan vatandaşlarımızın ihtiyaçları için harcandığını görmek hepimizi mutlu eder. Kuralların uygulanmadığı durumlarda da takipçisi olmak yine biz vatandaşlara düşer. Dilerim, aynı durumda yardım bekleyen herkes, kanunlarca belirlenmiş haklarını, tanıdık aramadan mücadele etmeden kolaylıkla alır. Aksi durumla karşılaşıldığında mutlaka Aile ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na durum bildirilmeli ve şikayette bulunulmalı. Bakanlık, kuralların ve yasaların tüm birimleri tarafından uygulanması gerektiği konusunda oldukça hassas. Emin olun dikkate alınacaktır.

Aile ve Sosyal Yardımlaşma Bakanlığı’nın çalışmaları gerçekten takdiri hak ediyor. Bunu daha önce de twitter hesabımda defalarca, farklı olaylar için dile getirdim ve hatta tepki aldım. Nasıl ki yeri geldiğinde eleştiri yapmaktan geri durmuyorsak yapılan iyi şeyleri takdir ile karşılamaktan da geri durmamalıyız. Elbette kadın cinayetlerinden kız çocukların evlendirilmesine kadar çözülmesi gereken pek çok sorun var ülkemizde. Ama sadece olumsuzlukları değil yapılan iyi şeyleri de görmek gerek. İyi şeylerin, iyi şeyleri doğuracağına inanmak gerek.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı dikkatine not

Engelli raporlarının bir süresi var. Süre dolduğunda yeni bir rapor alarak engelin yeniden ispatı gerekiyor. Bakım aylıkları ancak böyle alınabiliyor. Bazı kötü niyetli kişilerin devletten haksız kazanç sağlamasını önlemek için konulmuş bu kural kalıcı engeli olan kişileri kapsamamalı. Bu konuda düzenleme yapılması gerektiğine dikkat çekmek isterim. Aksi halde bu engelli vatandaşlar için, hem bedenen bir külfet hem de psikolojik bir eziyete dönüşüyor.


Şırnak’taki çocuklara polis amcadan bayram sevinci

Milletvekili Sebahat Tuncel’den tokat yedikten sonra açtığı tazminat davası sonucu 36 bin 720 lira kazanan Şırnak Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürü Murat Çetiner, aldığı tazminatın ilk taksidini, önceden verdiği sözü tutarak, şehit ve desteğe muhtaç Şırnaklı ailelerin çocuklarının eğitimine harcadı. Dedim ya bu ülkede güzel şeyler de oluyor ve bunları duydukça bayram rüzgarı erkenden içimize esiyor. Bize de güzellikleri gördükçe eleştiri oklarını bir süreliğine kenara bırakıp, ellerimizi alkış için kullanmak kalıyor.

Yazının devamı...

Bu coğrafyada kadın olmak

Kadın olmak dünyanın her yerinde zordur ama bizim yaşadığımız coğrafyada daha zordur. “Kadın” konusunda kafalar karışıktır bu sularda. Hem cennet anaların ayakları altındadır, hem kadının hayatını cehenneme çevirmek haktır. Tarih boyunca, kadının etkisi altında en çok kalan erkekler de bu topraktandır, kadını etkisiz hale getirmeye çalışan erkekler de... Hep kadınlar üzerine konuşulur, hükümler verilir, sınırlar çizilir, yasaklar konulur, savaşlar açılır, kan akıtılır... “Toprak Ana“ denmemiş boşuna! Kadına, toprak gibi davranılır aslında. Alınır, satılır, ne mahsül vereceğine karar verilir, sınırları belirlenir, sahibi bellidir. Nadasa mı bırakacak, sapan mı vurulacak, sahibi bilir. Bu coğrafyada kadın, toprak gibidir. Toprak gibi değerli, toprak gibi
ölü, toprak gibi sahipli, toprak gibi doğurgan, toprak gibi dayanıklı, toprak gibi teslim olması beklenir.
Kadın, en küçük toplumsal birim olan aileden, en geniş tanımıyla ülke yönetimine kadar sürekli kurallar ve kanunlarla yönetilmek istenir. Önce baba karışır kızına, asla oğluna karışmadığı konularda. Sonra abi ya da erkek kardeş karışır, giydiğinden konuştuğu arkadaşına... Okuyup okumayacağına, eteğinin boyuna, saçına, başını kapayıp kapamayacağına, evlenme yaşına... Sonra tıpkı toprak gibi tapudaki isim el değiştirir gibi, koca karar verir ömrünün kalanında kadının nasıl yaşayacağına. Eve giriş
saati, komşularla görüş vakti hep kocaya tabii... Allah ömür verir de yaşı ilerlerse hele bir de oğlu varsa, bu defa oğlunun kuralları eklenir, yaşamına. Payitaht misali, babadan oğula geçer kadına müdehale hakları.

Kılık kıyafete karışma geleneği değişmiyor

“Ayaklarım üzerinde dururum, özgür olurum” demek de kurtarmaz kadını. Koca koca adamlar, dünyada başka mesele yokmuş gibi hep kadınları konuşurlar bu coğrafyada. Ülkeyi yönetenlerin üç sözünden ikisi kadın üzerinedir. Ne işsizlik, ne açlık, ne savaş, ne trafik ne de yolsuzluk bu kadar meşgul etmez kimseyi. Varsa yoksa kadınları kalıba dökme çabası. Kaç çocuk doğuracağından, kılık kıyafetine, soyadını kullanma kurallarından çalışma iznine... Erkekler için tek bir örneği
bulunmayan onlarca kural-kanun vardır kadınlar üzerinde.
Kadının saçının teli, savaştan da aç çocuklardan da önemlidir bu memlekette. Kadınlar bir başka kadının elbisesini çekiştirirse bu “dedikodu” olur ama bunu politikacılar yaptığında “vazife” olur. Bu yüzden bu ülkede iktidarlar ve ona bağlı olarak kadınların kılık kıyafet yasakları değişir ama memleket sorunları olduğu gibi kalır. Kadının da bir insan, erkekle eşit hak ve özgürliklere sahip, kendi insiyatifini elinde tutabilecek bir birey olduğunu anlamak ne kadar zaman alacak bu topraklarda bilinmez.
Egemen erkekler ve kadına bakışları iktidardan iktidara farklılık gösterse de, iktidara gelenin kendi anlayışında kadınlar yaratmak isteme zihniyeti değişmiyor ne yazık ki. Kadın üzerinden politika yaratma geleneğinde, kılık kıyafet yönetmelikleri değişiyor ama kılık kıyafete karışma geleneği değişmiyor. İşte tam da bu sebepten demokrasinin “D” sinden bile söz etmek mümkün olmuyor, bugün olduğu gibi hevesimiz hep kursağımızda kalıyor. Kendi kurallarını yürürlüğe sokmanın sarhoşluğunda olan yeni egemen erkekler zafer çığlıkları atarken, kaybeden her daim ve her dönem kadınlar oluyor.

Televizyonun iktidar sahibi seyircidir

Tüm bunları bana bugün bir kez daha düşündürten elbette bu hafta Gözde Kansu’nun yaşadıkları. Üstelik de tam “demokratikleşme”den, kadınlara uygulanan türban yasaklarının ortadan kalkmasından konuştuğumuz gün, “yasak” kavramının kalkmadığı sadece şekil değiştirdiği bir tokat gibi yüzümüze çarptı. Kadınlar için demokratikleşmenin, her kesimden kadına uygulanan yasakların kaldırılması olduğunu sanıp yanılmışız meğer. Sadece bir dönemki yasaklar kaldırılıp, yerine yenileri eklenecekmiş, bunu anladık. Erkek egemenin, sıradan bir sözü ile bir kadının işinden olabildiğine şahit olduk. Üzülen yine biz kadınlar olduk!
Peki bir sunucunun kılık kıyafeti hakkında fikir yürütülemez mi? Elbette yürütülür. Hatta en çok ünlüler ve televizyona çıkan kişilerin kıyafetleri hakkında fikir yürütülür. İşi daha da ileri götüreyim, gerek erkek gerek kadın olsun, milyonların önüne çıkan insanların saçının modelinden makyajına, ayakkabısından konuşmasına kadar müdahale ve benimsenmeyeni değiştirmek için baskı kurmak bir haktır.
Ama bu hak halkındır. Seyircinin hakkıdır. Seyirci istemezse, beğenmezse bir programı bitirebilir ya da bir sunucuyu değiştirebilir. Sevdiği bir sanatçının saçına itiraz edebilir, baskı yapabilir, değiştirtebilir. Canının istediğini tahta çıkarıp yarın vazgeçip indirebilir. Televizyonun iktidar sahibi seyircidir. Bu yüzden politikacıların, hele hele bizim ülkemizdeki gibi bir sözüyle kanalların elini ayağına dolayabilen iktidar sahiplerinin demokratikleşme adımlarını sarsacak türden talim terbiye vermesi tehlikelidir. Eğer hoşa gitmeyen bir durum varsa bunun ayarını seyirci verecektir. Kıyafetini beğenmedi diye bir kadının işine son verilmesine sebep olan politikacılar ise dünyanın hiçbir yerinde “hoş karşılanmaz!” Dilerim demokratikleşmeye inancı kökten sarsacak bu olay, bir yanlış anlamadan ibarettir ve Gözde Kansu’nun görevinin iadesi, beğeninin ve kararın, iktidarın asıl sahibi olan halka bırakılmasıyla son bulur. Yayın kuruluşuna da, politikaya da ülkenin demokratikleşmede attığı adımlara da yakışan budur.

Yazının devamı...

Kariye Müzesi ve çevresinde bir gün

İstanbul’un müthiş bir tarihi ve kültürel mirasa sahip olduğu hepimizin mâlumu. Son yıllarda tarihi yarımadada nihayet yapılan düzenleme çalışmaları sayesinde, yabancı turistler için en arzu edilen kentlerden biri oldu İstanbul. Her ay en az iki hafta sonunu Sultanahmet-Eminönü-Karaköy-Balat dolaylarında geçiren biri olarak, İstanbul’da yaşayan ya da bu kente gelen kişilerin nasıl olup da tarihi yarımadayı keşfetmediklerine şaşıyorum. Tatillerde ülkesinden kalkıp dünyanın öteki ucuna seyahat eden dostlarımın, yanı başlarındaki bu muhteşem güzelliği yok saymalarına akıl erdiremiyorum doğrusu. Şehrin tam göbeğinde olan tarihi yarımada için “uzak” diyenleri ise şaşkınlıkla karşılıyorum. Eminönü-Karaköy ve hemen yanıbaşındaki Sultanahmet, elbette bu şehrin tam göbeğinde yer alır, uzak olan olsa olsa insanın kendi tarihine uzaklığıdır! Buralarda vakit geçirenlerin çok iyi bildiği gibi, yaşamın kalbi tarihi bölgelerde gümbür gümbür atar. İronik olan; burnunun dibindeki güzelliğe sırtını dönenlere inat, Japonya’dan Amerika’dan Avrupa’dan turistlerin bu kültürü görebilmek için binlerce kilometre yolu, binlerce doları ve zamanlarını harcamayı göze alarak akın akın tarihi yarımadanın sokaklarını dolduruyor olması. Acı olan ise; kendi sahip olduğu kültürü hiçe sayanların binlerce kilometre ve doları, örneğin Amerika’ya gitmek için rahatlıkla göze alıyor olması. Daha önce de söyledim, yine söylüyorum; bir kez tadını aldınız mı vazgeçemeyeceksiniz. Önümüzdeki bayram İstanbul’da olanlar, İstanbul’un tarihi mirasını keşfetmeyi bir fırsat olarak görürlerse eminim pişman olmayacaklar.
Daha önceki yazılarımda, İstanbul’un keşfedilmesi gereken yerlerini tanıtmaya çalıştım. Balat gibi, pek çok insan için “korkulacak” yerler listesinde olan bölgelerin hiç de böyle olmadığını, kızım ve eşimle ailece buralara fotoğraf çekmeye gittiğimizi defalarca yazdım. Fotoğraflarımızla birlikte buraları tanıtmaya çalıştığım yazılarımı internet sayfamızdan veya Vatan Gazetesi’nin çok daha başarılı olan Ipad uygulamasından okuyabilirsiniz.

İçinde barındırdığı mozaik ve freskler eşsiz

Mâlum okullar açıldı ama çocukların kışa intibakları henüz mümkün olmadı. Geçen hafta sonu, “ne yapacağız” diyen gözlerle bize bakan kızımızı alıp, onun favori mekânı olan Karaköy’de aldık yine soluğu. Ama bu sefer ben, eşimi ve kızımı onların daha önce gitmediği bir yere götürmek istedim. Bizim gibi Karaköy aşıkları için o civarda yeni yer bulmak gerçekten güç. Nasıl olduysa, Kariye Müzesi’ne kızımı götürmeyi unuttuğumu farkettim. Üstelik eşim de daha önce hiç gitmediğini söyledi. Oysa Kariye Müzesi, Dünya mirası için neredeyse Ayasofya kadar önemli bir dini merkezdir. Hele içinde barındırdığı mozaik ve freskler bakımında, eşsiz örneklerle dolu olduğundan, Dünya sıralamasındadır. Elbette Kariye Müzesi’nin bulunduğu Edirnekapı tarafına gidince yemesiyle, içmesiyle, çay bahçesinde soluklanmasıyla keşiflerle dolu nefis bir gün geçirdik.

İşte Kariye ve çevresinde geçirdiğimiz bir günümüz ve tavsiyelerim:
Kariye (Khora) Müzesi: Tarihi yarımadanın baştacı Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Topkapı Sarayı üçgeni, benim için Dünya’da eşi benzeri olmayan bir alandır. Kurban Bayramı’nda İstanbul’daysanız eminim buraları gezeceksiniz. Daha önce gezdiyseniz bile tekrar gezmelisiniz. Çünkü restorasyon çalışmaları sonucu buralar Avrupa standardına geldi. Pek çok sokak tarihi evleriyle yeniden yaşatıldı ve buralar lokantalarla ya da kafelerle keyifli ve yaşanılır hâle getirildi. Tüm günlük tur yapan üstü açık otobüslerle bir gün geçirmek hem tüm bölgeyi kolay keşfetmek hem de keyif açısından şahane (Bu otobüslerle kenti keşfetmekle ilgili bir yazımı da yine internet sayfasında bulabilirsiniz.) Buralar İstanbul’a gelen herkesçe kolaylıkla keşfedilebilir. Kariye Müzesi ise gerek çevresi, gerek kendi yapısıyla eşsiz olmakla birlikte yabancılar tarafından çok bilinen ama yerli turistin daha yeni keşfetmeye başladığı yerlerdendir.

Sizi bakışlarıyla takip eden tablo

Tıpkı Ayasofya gibi, tarihi Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğu’na uzanan bu yapı, yine tıpkı Ayasofya gibi Hristiyan aleminin gözbebeği kiliselerdendir. Adını, eski Yunancada “kent dışı”, “kırsal alan” anlamına gelen “Khora”dan alır. İstanbul surları içinde, Edirnekepı’da yer alır. Sultan 2’nci Beyazıt’ın Sadrazamı Hadım Ali Paşa tarafından 1511 yılında camiye çevrilmiştir. Bu tarihten sonra, İslâm Âlemi için de ibadethâne olması itibariyle ayrı bir önem kazanmıştır. 1945 yılında müzeye dönüştürülerek, kültürleri ve dinleri buluşturan, Dünya’nın sayılı çekim merkezlerinden biri olmuştur. 1948-1958 yılları arasında yapılan restorasyon çalışmaları sonucu, tüm mozaik ve freskler açığa çıkarılmış, anıt-müze olarak hizmete açılmıştır. Son Bizans döneminde, imoparatorluğun gücü azalır ama sanat alanında müthiş bir canlanma yaşanır. Bizans’ın son altın çağının en güzel mozaik ve fresk örnekleri ise Kariye’de yer almaktadır. Resim sanatının şahaserleri ile dolu Kariye adeta bir galeri gibi... Hele, nereye giderseniz gidin bakışlarıyla sizi takip eden “İsa” resmi, Leonardo’nun şahaseri Mona Lisa tablosu ve Gaziantep’teki Zeugma Müzesi’nde bulunan “Çingene Kız” mozaiğinden sonra, “üç çeyrek bakış” tekniğinin en iyi örneği olarak gösteriliyor.

Alışveriş için tavsiyem
İstanbul resimleriyle süslü çay bardakları



Alışveriş: Kariye’nin içindeki müze-dükkanda çok zevkli ürünler bulabilirsiniz. İstanbul resimleri ile süslü çay bardaklarını özellikle tavsiye ederim. bkg.com.tr’den İstanbul kültür miraslarıyla süslü pek çok ürün bulabilirsiniz.

Yeme-İçme
Asitane:
Kariye Müzesi’nin kapı komşusu olan, nefis bir Osmanlı Saray Mutfağı lokantası. Gerçekten muhteşem. Hele hava güzelse bahçesi ömre bedel. Vişneli yaprak sarma, mantarlı isli peynir, kavun dolması mutlaka denenmeli.

Çay bahçesi: Müzenin tam karşısında... Akşamüstü kuşlar cıvıldarken, etraf tarihi yarımadanın rengi olan kızıla çalarken, Kariye’nin kâdim yapısı karşısında bir çay içmek paha biçilmez saadet.

Karaköy’e gitmişken: Kariye Müzesi, Edirnekapı tarafında, Balat’a çok yakın ama elbette Karaköy’de yanıbaşında. Burası yeme-içme açısından İstanbul’un en zengin yeri. Arabalardan balık-ekmek yiyebilir ya da köprü üzerinde bir balık lokantasına girebilirsiniz. Ayrıca Karaköy’deki “Antep Mutfağı”nın methini de çok işittim. Kahvaltı için “Polonez” çok güzeldir. Nereye giderseniz gidin, kapanışı “Güllüoğlu”nda baklava yiyerek yapmalısınız. Çayı da tatlıları kadar lezzetli, unutmayın. Eğer daha farklı bir yer keşfetmek isterseniz, Karaköy’ün son yıllarda gerek lokanta gerekse gece hayatı için alternatif mekânlar açısından ciddi bir yükselişte olduğunu belirtmeliyim. Ben bu defa bir şef mutfağı olan Maya Lokantası’nı denedim. Şef Didem Şenol’un sahibi olduğu mekânda gerçekten rafine lezzetler bulacaksınız. “Kızınız Defne’yi, Oğlumuz İskorpit’e” adlı çok başarılı bir de yemek kitabı bulunan Didem Şenol’un yemeklerinin tadına kendi mekânında bakmak gerçekten keyifli. Yemek kitabını da mutfak meraklılarına tavsiye ederim.

Yazının devamı...

Battaniyenin sıcağında, elde çayla televizyonun yeni yıldızlarıyla...

Malum, yaz gibi başlayan hafta, ortalarından itibaren kara kışa döndü. Ve benim hayatımı olduğu gibi değiştirdi. “Amma da abarttın!” demeyin rica ederim. Çalışma ortamı ofis olan gruptan değilseniz, çaresiz hayatınızı meteorolojiye endeksli geçirirsiniz. Örneğin bu hafta 2 gün çok önemli bir çekimim vardı. Aylarca hazırlanıldı, yurt dışından insanlar geldi ve sonuç “puffffff”.

Çekimler ertelendi ve hepimiz evlere dağıldık. İşte o dakikadan sonra, aynı koltuğun aynı kenarından bugüne kadar beni kimse kaldıramadı. Kendimi tüm hafta yapılacaklara o kadar endekslemiştim ki bir anda sudan çıkmış balığa döndüm. Bu arada çekim ekibinden haber beklediğim için “yedek pilot” misali evde nöbete kaldım. Dışarda yağmur fırtına, evde çay ocakta... Şikayetçimiydim? Asla!

Bu kadar canlı bir insan olmakla birlikte oturduğum yerden kalkmamayı başarmak gibi bir özelliğim vardır. Hiper aktivite misali ben de kendi uydurduğum bir tanımla “Lower” Okuyorum, yazıyorum, dergi karıştırıyorum, hobi yapıyorum, telefonda dedikodu ediyorum... Ve bir bakıyorum, saatler geçmiş, Ada okuldan gelmiş. Ardından eşim, yemek derken gün bitiveriyor.



Yeni bir diziye başlıyorum...

Dikkat ederseniz, evde bir günümü anlatırken televizyondan hiç bahsetmedim. Çünkü bizim evde çoğunlukla televizyon izlenmez. Yanlış anlamayın bunu maharetmiş gibi ukalalık olsun diye söylemiyorum. Televizyon sektöründen ekmek yiyen bir insan olarak bunu kendime ihanet kabul ederim. Sebebi; eşimin televizyon izlemeyi sevmiyor olması. Maç dahil! Tam, yemeğin rehavetiyle kıvrılıyorsun kanapeye, elinde kumanda, hoooop Tolga yanı başında başlıyor konuşmaya: Ne izliyorsun... Bunu mu izliyceksin şimdi... Konusu ne bunun... Offfff.... Hadi film koyalım... Oysa ben, ne izlediğimi filan bilmiyorum o sırada. Gezinip duruyorum işte, kanallar ve yüzler arasında. İlgimi çeken yerde biraz kalıyorum, aklımda binbir alâkasız düşünce... İzlemek değil, bakmak hatta pineklemek bu belki de. Ama insanın ona da ihtiyacı var işte. Hafiften için geçer kimi zaman, üzerine çektiğin küçük boy battaniyenin sıcağında. Bir bakmışsın, Kenan Işık sana soru soruyor rüyanda... Ama bizim evde, benim eşimle bunu yaşamak ne mümkün! İlle oturup pür dikkat film izleyeceksin ya da o televizyon kapalı duracak! Film izlemeye itirazım yok da arada televizyon keyfi yapmak da mümkün olsa... Yani, benim televizyon izlemiyorum demem ukalalıktan değil, gıpta etmekten.

Nerden nereye, gelelim asıl meseleye... İşte bu hafta, hava kışa dönünce, yağmurdan çekimler iptal edilince, Ada kendini sınavlara verince, eşim işine gömülünce, televizyonla yakın temasa geçme fırsatım oldu. Oh yahu! Tam bağımlısı olmayı istemem ama itiraf edeyim bunun da bir keyfi varmış. Kumanda-battaniye-çay ve ben, mesut bir hâlde geçirdik günlerimizi.

Ve ben yeni sezonda parlayan yıldızları izledim. Bu arada küçük bir sırrımı da paylaşmak isterim. Yeni bir dizinin hazırlığı içindeyim ve büyük heyecan yaşıyorum. Aşırı çalışma temposundan kaçtığım dizi sektörüne bir cesaret yeniden girmeme sebep ise bayıldığım bir projeyle karşılaşmış olmak. İnşallah, bu zor çalışma şartlarının altından kalkabilirim de bir sendrom da ben yaşamam!

Sarp Akkaya ve Elif İskender’i keyifle izledim

Sezonun parlayan yıldızları demiştim az önce. Geçen haftalarda, “Kayıp” dizisinin çocuk oyuncusu Erhan Can Kartal”, “Med-Cezir” dizisinin delikanlısı Orhan Ölmez’in yeni parlayan yıldızlar olduklarını ve yine aynı dizilerde Mete Horozoğlu ve Barış Falay’ın her zamanki başarılı performanslarını sürdürdüklerini yazmıştım.
İşte oyunculuklarıyla, enerjileriyle bu hafta dikkat çekici bulduğum ve büyük keyifle izlediğim iki isim:
Sarp Akkaya: Muhteşem Yüzyıl en başından beri mümkün mertebe tâkip etmeye çalıştığım bir dizi oldu. Ama bu yıl, açıkçası benim için cazibesini kaybetmişti. Taa ki “Atmaca” karakteriyle, elinde baltası, deli deli bakan gözleriyle Sarp Akkaya’yı görene kadar. Enerjisi ve oyunculuk yeteneği ile “Atmaca” karakterini kelimenin tam anlamıyla “can”landırmış.
Özellikle dövüş sahnelerine bayıldım. Hem düşük kare çekerek yönetmen müthiş bir etki yaratmış hem de Sarp Akkaya, bu sahne için sıkı çalışmış. Bizdeki en büyük eksiklik olan dövüş sahnelerinin sakilliği de böylece ustaca kotarılmış. Emeği geçen herkese helâl olsun. Yıllarca polisiyede oynayıp, tabancayı kepçe gibi tutan oyunculara inat, Sarp Akkay’nın baltayı kullanışındaki inandırıcılık da bir alkışı hak ediyor. “Muhteşem Yüzyıl” da bu sezonki yeni kanını bulmuş olarak yoluna devam ediyor.
Elif İskender: Çalıkuşu’nun Besime Teyzesi. İşte oynadığı karaktere “can” veren bir başka oyuncu... Besime rolünü Türkan Şoray’ın Çalıkuşu’nda efsane tiyatro oyuncusu Şaziye Moral, Aydan Şener’in Çalıkuşu’nda Saime Bekbay oynamıştır. Elif İskender, sıcak ve samimi oyunculuğu, doğru ama aynı zamanda doğal Türkçesi ile izleyeni kendine hayran bırakıyor. Demek neymiş efendim; doğal bir konuşma tutturmak uğruna ille de “geliyo-yapıyo” demek, olur olmaz “ıııııı” ile lâfa başlayıp “yaaaa” ile bitirmek gerekmiyormuş. Ben ukalalık etmek istemem, en iyisi hem iyi hem doğal hem samimi konuşma ve oyunculuk nasıl olur görmek isteyenler Elif İskender’i izlesin derim.

Çağan Irmak farkı hissediliyor

Çalıkuşu demişken... Türkiye’nin en çok bilinen romanı Çalıkuşu, bir kere film ve bir kere dizi olarak izleyiciyle buluştuktan sonra üçüncü kez yine dizi olarak karşımızda. Çağan Irmak yönetmenliğinde, Fahriye Evcen ve Burak Özçivit ikilisiyle yeniden ekrana gelen Çalıkuşu, sezonun en iddialı yapımı. Çağan Irmak’ın, pudramsı bir his veren dokunuşu filmin her karesinde hissediliyor. Özenli bir yapım. Nefis mekân ve kostümlerde yine Muhteşem Yüzyıl’ın da sanat yönetmeni olan Nilüfer Çamur’un imzası var. Dizi, ilerleyen bölümlerde daha çok izleyici toplayacak gibi görünse de ilk haftalarda tahmin edilen bomba etkisini yaratmadı seyirci üzerinde. Bana kalırsa, “güncellenmiş” bir Çalıkuşu’nun yine eski dönemde geçiyor olması bu mesafeyi yarattı seyirci ve hikâye arasında. Keşke bu gün geçseydi ya da adı Çalıkuşu olmasaydı, belki de izleyiciyi daha çabuk yakalayabilirdi.
Çok kitap okunmayan ülkemizde, en iyi bilinen kitaptır Çalıkuşu. Milli Eğitim’in zorunlu kitap olarak belirlendiği için, ortaokul öğrencileri tarafından ezbere bilinir örneğin.
O yüzden, pek çok edebiyat uyarlamasında yapılan değişiklikler sanırım Çalıkuşu’nda zor kabul edilecek. Havai ve pek bir işe yaramaz olan Kâmuran’ın doktor olması, vurdum duymaz görünen ama hep dudağının kenarında acısını taşıyan Feride’nin fevkâlade havai ve neşeli yorumlanmış olması, “küçüğüm” diye seslenen ve Kâmuran’ın kendinden yaşça büyük tutkusu Neriman’ın genç bir kadın olarak karşımıza çıkması, dizinin genç kadrosunun “bence de sence!”, “çalışmadığım yerden sorma”, “antin kuntin“ gibi 90’lar sonrası bir Türkçeyle konuşurken feracelerle dolaşıyor olması, beklenen “Çalıkuşu” algısından uzaklaştırıyor olabilir seyirciyi.
Bilirsiniz, Çalıkuşu’nun ana çatışması ve kabaca konusu; genç bir kızın kalbinin, zengin ve yakışıklı ama aklı bir karış havada Kâmuran tarafından tüm hayatını etkileyecek şekilde kırılması ve Feride’nin onu hak etmeyen biri uğruna hayatını dağıtması, kavuşmanın ise ancak yıllar sonra Kâmuran’ı olgunlaşması ile mümkün olmasıdır. Oysa Kâmuran, iyi kalpli doktor ve ideal bir damat adayı olarak karşımızda. Bu durumda, bilinen Çalıkuşu değil yeni bir hikâye ile karşılaşmaya seyircinin hazırlıklı olması gerek .
Bir kadın olarak küçük bir dedikodu yaparak yazımı sonlandırmak istiyorum: Çalıkuşu’nda hem Fahriye Evcen hem Begüm Kütük güzellikleriyle baş döndürüyor. Sanırım yeni Çalıkuşu’nun çatışması iki
güzel arasında kalan Kâmran’ın 500 bölüm işin içinden çıkamaması olabilir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.