Şampiy10
Magazin
Gündem

Durun! Evden çıkmadan bu yazıyı okuyun!

Her ne kadar son bir-iki yıldır, yılbaşı kutlaması yapanlara tepki gösterilse, “bizim ülkemizde niye kutlanıyor, Hıristiyan adeti bu” sesleri yükselse de, benim gibi “deliye her gün bayram” misali, önüne gelen her kutlamaya katılmaya bayılan “şenlik insanları” yeni yılı karşılamak için hazırlıklara çoktan başladılar. Eğer siz de bizim gruptansanız, biliyorum şu anda alışverişe çıkmak üzeresiniz. Yılbaşı öncesi, son hafta sonunuz bu ve kafanızda alınacaklar birbiriyle yarışıyor. “Şuna da almam lâzım”, “bunu unutmamam lazım” diye kendi kendinize konuşmaya da başladıysanız, durumunuz vahim demektir! Kutlama, şenlik ve eğlence kısmı güzel de zorlama hediyelere dünyanın parasını yatırmak bana göre değil.

Bu yüzden durun, arkanıza yaslanın, derin bir nefes alın ve sakin olun! Şimdi lütfen önerilerimi okuyun:

Her yıl yılbaşı öncesi,tüm dünyada alışveriş çılgınlığı yaşanıyor. Ve her yılbaşı ertesi, çoğumuz “bu son” desek de bir sonraki yıl yine kendimizi aynı telaşın içinde buluyoruz. Sanki, hayatımızdaki herkesin aynı gün doğum günüymüşçesine onlarca hediye alıyor, yeni yıla girmek için planlar yapıyor, üste başa aldıklarımız yetmezmiş gibi hediyelik bir sürü saçma sapan kımızı iç çamaşırı uğruna takside giriyoruz. Yeni yılın ilk günü ise bir yığın çöpe bakakalıyoruz. O yüzden şimdi elimize kağıdı kalemi alalım, çarşıya çıkmadan bir plan yapalım ve “telaşla kalkıp cüzdan boş oturmayalım.”

Hediye alırken...

- Önce bir isim listesi yapın. Aklınıza gelen herkese hediye almaya kalkarsanız, bütün yıl kredi kart ekstrenizi gördüğünüzde yeni yıla lanet edebilirsiniz. Unutmayın, herkese hediye almak zorunda değilsiniz.

- İlle de önünüze gelene hediye vermek isteyebilirsiniz. Açıkçası ben de hediye verdiğimde insanların yüzünde beliren o heyecanla karışık mutluluk ifadesini çok seviyorum. Çok fazla yakın olmadığınız, ama yine de hediye vermek istediğiniz kişiler için ise pratik bir formülüm var: Basit,ucuz ama sevimli bir hediye bulup aynı şeyden çok miktarda alıp çantama koyuyorum ve karşılaştıklarıma armağan ediyorum. Hem herkesi düşünmüş oluyor hem de bütçemde gedik açmıyorum. Örnek mi, kardan adamlı bir tükenmez kalem ya da buzdolabı magneti.

- Hediyenin en güzeli, insanın kendini düşünülmüş hissettiği hediyelerdir. Bu yüzden, yakın çevrenizle ilgili muhakkak bir isim listesi yapıp, karşısına o kişi için özel olan şeyleri not edin ve seçiminizi ona göre yapın. Örneğin; Berna-nazar boncuğu, Tuba-melek, Gün-basket, Aslı-semazen, Esra-çiçek, Hasan-Fenerbahçe gibi...

- Kişiselleştirilmiş hediye muhteşem, ama bu konuda da kantarın topuzunu kaçırmamak gerek! Hediye aldığınız kişi, canınızdan biri değilse seçimlerinizde sınırı aşmamaya özen göstermelisiniz. Örneğin; inanca dayalı ya da mistik hediyeler ancak çok yakınlara alınabilen hediyelerdir. Eğer, orta karar bir arkadaşınıza böyle bir hediye alırsanız, fazla samimi kaçabilir. Bir insanın adının baş harfinin bulunduğu hediye almak hoş bir detayken, özel enerjisi olan kristal bir taş ya da dini sembol biraz fazla kişisel kaçabilir. Oda kokusu, mum çok yerinde hediyelerken parfüm almak biraz fazla kaçabilir.

- Sakın tost makinesi, mutfak robotu hatta iyilik olsun diye eşinize yeni bir çamaşır makinesi filan almaya kalkmayın. Hakaret sayılabilir. Böyle bir ihtiyaç varsa bunu alın, ama lütfen adına “hediye” demeyin. Bir saksı mor menekşe her kadını mutlu eder ama, elektrik süpürgesinden hediye olmaz! Bunu bilin.

- Sıra savmak için hediye almayın. Belki de yaptığımız en büyük hata, ayıp olmasın diye herkese bir şeyler almak uğruna, aslında kimseyi memnun etmeyen çer-çöpe para harcamak. Hediyenizi, aldığınız kişinin kullanmayacağını düşünüyorsanız, hemen almaktan vazgeçin. İşe yaramaz bir hediye almak, hiç hediye almamaktan daha kötü. Evde yer işgal eden, atsan atılmaz satsan satılmaz hediyeler her zaman sinir bozar.

- Lüks hediyeler alın. Kastım pahalı şeyler değil elbette, ama karşınızdakinin ihtiyacına göre hediye almak da işin tadını biraz kaçırır. Karşınızdakinin, sahip olmak istediği ama ihtiyaçlarından ötürü fırsat bulamadığı ya da canı istediği halde bir türlü eli varıp da alamadığı bir şeyi hediye ettiğinizde, çok daha fazla heyecanlandığını göreceksiniz. İnsanların özenip de alamadığı, kendine gelince cimrilik ettiği şeyler vardır ya alınacak en güzel hediye de onlardır. Örnek mi; epeydir bir kulaklık beğenmiştim, ama cimriliğim tuttuğu için bir türlü alamıyordum. Elbette kulaklığa ayırabilecek bütçem vardı, ama bir kulaklık için gözüme fazla gelen miktarı bir türlü çıkaramadım cüzdanımdan. Bir yandan da içim eriyordu. Sonunda, eşim yılbaşı hediyesi olarak bana onu aldı ve emin olun başka ne alsa beni bu kadar mutlu edemezdi.

- Eğer çok kalabalık bir listeniz varsa ve bir elemeye gitmek isteyip bir türlü karar veremiyorsanız, işte size küçük bir fikir. “Sadece çocuklara” ya da “sadece kız arkadaşlarıma” diyerek kişiler arası ayrımcılık yapmak zorunda kalmadan grup belirleyerek listenizi bir ölçüde daraltabilirsiniz.

- Hayatınızı kolaylaştıracak hem de hediyenizi anlamlı kılacak bir fikir ise vakıflarla bağlantılı hediyeler üretmek olabilir. Aldığım en güzel hediyelerden biri, adıma dikilmiş bir fidandı. TEMA Vakfı’yla iş birliği yaparak, sevdikleriniz için böyle anlamlı bir hediyeyi sadece 5 dakikada organize edebilirsiniz. Hem de bu dünya için iyi bir şeyler yapmanın mutluluğuyla, harcadığınız para için vicdan azabı duymadan.

- Eskiden sanal alışverişle meşrubat bile almayan ben, artık tam bir sanal alışveriş kurduyum. Bu yılbaşı da çoğu hediyeyi dostlarıma internet aracılığla gönderdim. Elbette bu noktada dikkat etmeniz gereken şey, hediyenin teslim süresi. Alışveriş yaptığınız sitede mutlaka bu konuyla ilgili not vardır. Sakın atlamayın. Size tavsiyem, herkesin mutlu olabileceği ve her yerde bulunmayan özel ürünler seçmeniz. Ben, benim için çok özel olan sevdiklerime genellikle www.bkg.com.tr sitesinden hediye yolluyorum. Topkapı Sarayı, Kariye Müzesi gibi pek çok tarihi mekanın içindeki müze mağazalarda da bulabileceğiniz bu ürüleri magazanın yukarıda adresini verdiğim sitesinden de sipariş edip istediğiniz adrese kargolatabilirsiniz. 10 liraya da 3 bin liraya da hediyelik bulabilirsiniz. Benim favorim, İstanbul serisi. Çay takımını severek kullanıyorum ve hangi arkadaşıma hediye alsam karşılığında bin kere teşekkür alıyorum. Osmanlı eserlerinin replikalarını da bulabileceğiniz bu müze ürünleriyle başka yerde karşılaşmamak da ayrı bir hava katacak hediyenize. Bir göz atmanızı tavsiye ederim.

- Yine İKSV’nin tasarım mağazasından da sanal olarak alışverişinizi yapabilir, bir yandan da sanata katkı sağlamanın keyfini yaşayabilirsiniz. İKSV demişken; eğer çok özel bir hediye istiyorsanız bu kesinlikle bir “lale kart” olabilir. Festivallerden, konserlere, türlü sanat etkinlikleri için ayrıcalıklar sunan bu kart, sanat sever biri için dünyanın en güzel hediyesi olacaktır. www.iksv.org ve www.iksvtasarım.com adreslerini ziyaret etmeden hediyenizi seçmeyin. Bir başka tasarım ürünleri bulabileceğiniz adres ise İstanbul Modern’in sanal mağazası www.istanbulmodern.com

- Kendi el emeğinizle hazırlanan hediyeden daha kıymetlisi yoktur. Şal örün, kurabiye yapın, ahşap boyayın, yılın şarkılarını yüklediğiniz bir cd ya da flash bellek hazırlayın... Gene eşimden örnek vermek istiyorum. Ben her yıl güzel hediyeler bulmak için kendimi paralarken, Tolga kendi çektiği fotoğraflardan takvim bastırıp hediye ediyor ve herkes buna bayılıyor.

- Benim için en önemlisi çocuk sevindirmek. Yılbaşı bunun için iyi bir zaman. Büyükler aynı döngü içinde yuvarlandığının farkında olsa da çocuklar -bir de benim gibi çocuk akıllılar- sahiden yeni bir yıl başlıyor düşüncesiyle bizlerden daha heyecanlı oluyor. İşte bir öneri; bir hafta boyunca her gün bir küçük hediye bırakın çocuğunuz için. Hediye dediğim ufak tefek şeyler hatta normalde fazla yemesine müsade etmediğiniz patlamış mısır da buna dahil. Ben Ada’ya yapıyorum ve her gün okuldan gelip kendi süslediği ağacın altına büyük bir heyecanla koşmasına bayılıyorum. Bir de muhakkak yılbaşı gecesi için bir hediye saklayın. Çocuklar, isterseniz yeni bir bilgisayar almış olun, önceden verilen hediyeleri saymıyor. Yılbaşı gecesi içinden kurşun kalem bile çıksa bir hediye paketi açmak onları çok mutlu ediyor.

- Listeniz hazır mı? Tamam şimdi en akıllı tüyo geliyor; elinizdeki listeyi sakın atmayın. Yılbaşının hemen ertesinde ağaç süslemelerinden tutun biblolara kadar türlü hediyeliklerin hepsi indirime girdiğinde çarşıya çıkıp bir sonraki yılın alışverişini dörtte bir fiyata yapıp, üzerine etiketler yapıştırıp dolabın tepesine kaldırın. İtiraf edeyim, ben her yıl bunu yapmaya niyetleniyor, ama bir türlü beceremiyorum.

- Herkesi boş verin, çevrenize onlara hediye alamayacağınızı ve bütçenizden ayırdığınızla bu yıl Van’daki çocukları sevindireceğinizi söyleyin.

- Ve son olarak; isterseniz yılbaşını sevmeyin ya da alışverişten nefret edin, ama mutlaka bu hafta sonu kendinizi sokaklara vurup, neşeli insan seline kaptırın. Hiç olmazsa bir kafeye oturup, kahvenizi yudumlarken gelip geçen insanların telaşını gözleyin. Sizin kültürünüze ait bulmasanız bile her kutlamanın sahip olduğu o güzel enejiyi içinize çekin.

Yazının devamı...

Bizim çocuklar Çin’i müzikle fethetti

Tabii o gidene kadar geçen bir aylık zaman zarfı içinde neler yaşadığımı ne siz sorun ne ben söyliyeyim. Tarih yaklaştıkça, anksiyetem arttı ve beni bırakıp gittiği için çocuğa etmediğimi bırakmadım. Allah’tan benim bu delirmiş hâlimi -biraz da Çin’e gidebilmek uğruna- olgunlukta karşıladı. Sonunda kendim söyledim kendim dinledim ve Ada, benim gözümün yaşına bakmadan taa Pekin’e gitti. O bir hafta bana “yıl” gibi geçti. Uykusuz geçen hafta boyunca, sakinleştirici etkisi olan ne kadar çay varsa denedim. Ada’yı yollar yollamaz, en yakın arkadaşlarımla Konya’ya gittim, Mevlana’nın evinde bir kaç gün geçirdim. İstanbul’a döndüm. Ne çekime gidebildim, ne sokağa çıktım. “Yarım akıl” bir hâlde evde koltuktan kalkmamacasına karları seyrettim. Arkadaşlarım, durumumu pek beğenmemiş olacak ki beni yalnız bırakmadılar. Şükür ki sonunda kızım sağ salim yanıma döndü. Ben de normal halime döndüm.

Peki Ada için durum nasıl? Eve gelip bavulunu açtığımız an ilk şokumu yaşadım. Sanki ben toplamışım eşyalarını; kirliler bir tarafta, temizler bir tarafta, hediyelikler kağıt peçetelere sarılmış, şampuanlar torbalanmış. Ben yanındayken pijamasını bile toplamayan kızımda meğer ne maharetler varmış! Bensizken kendine bir güzel bakmış, benim sandığım gibi aç-açık kalmamış, üşütmemiş, telef olmamış. Çin gibi yemeği bize ters bi yerde bile azıcık zayıflasa da kendini kurtarmış. Bir haftada büyünür mü büyümüş. Yanına verdiğimiz harçlıkla bize çok güzel hediyeler almış. Benimle gezerken istediği saçma sapan şeylerin hiçbirine para harcamamış. Bir de konser başarılı geçince, ülkesini temsil etmenin mutluluğuyla, Çin’i fethetmiş havasında döndü yuvaya. Eh anne-babasının henüz görmediği bir ülkeyi görmüş olmak da havasına hava kattı. “Çin çayı şöyle”, “Çin ipeği böyle”, “Çin Seddi’ne gelince” diye altı günlük geziyi altı ay dinleriz artık evde. Anladım ki, Ada büyümüş ve tıpkı Woody Allen’ın filmlerinde kafasında konuştuğu annesi gibi, kızım da aklının ve kalbinin bir yerlerinde beni yanında götürmüş. Bu deneyimin sonunda kızımla da, ona bazı şeyleri öğretebildiğim için kendimle de gurur duydum. Ertesi sabah gazetelere göz atarken, Ada’nın flüt çalan fotoğrafını ve “Bilfen Okulları Orkestrası Pekin’de, Türk yılı sebebiyle ülkemizi temsil etti” haberini görünce gururum bir kez daha arttı. Tamamen kendi emeğiyle ve benim kızım olduğu bilinmeden ilk kez çıkmıştı gazeteye. Aynı yaşta, şehir birincisi olup “altın çocuk” seçildiğim için gazeteye çıkışım geldi aklıma. Bu gün bile benim için en değerli gezete haberim odur.” İyi ki izin vermişim” dedim elbette döndükten sonra, ama bugün soruyorsanız, bir daha bu kadar uzak bir coğrafyaya yollar mıyım diye; bunu şimdi düşünmek bile istemiyorum.

ERGENLİK İLE İMTİHAN...

Eh söz çocuklardan açılmışken bu yaş çocuk ailelerini ilgilendirecek bir paylaşımda bulunmak istiyorum: Ergenlik. Benimki şu anda 11,5 yaşında. Buçuklu söylüyorum çünkü Ada ile böyle bir uzlaşma bulduk aramızda. Ben 12’yi, o 11’i kabul etmiyor. Biz de küsuratıyla tam olarak söylüyoruz yaşını. Ergenlik, bizim de evin kapısında yani. Okulunda sürekli seminerler filan... Bizimkinde henüz pek bir belirti yok, ama ben hazırlıklara şimdiden başladım. Annemin, “başlatma ergenliğine” diye başlayan bilimsel (!) yaklaşımı sayesinde henüz giremeden alelacele ergenlikten çıkmış biri olarak bu konuda kişisel tecrübem pek yok. Tek bildiğim; ergenlik problemleri oluşması için biraz da buna müsaade eden lüks aile ortamı gerektiği. Bu yüzden, bu konuda annem gibi katı durmamakla birlikte, çevremde gördüğüm “modern” aileler kadar da “ergenliktesin, kafama çıkabilirsin” serbestliğinde olma niyetinde değilim. Elbette yaşayarak öğrenmek zorundayım ben de. Yine de gözlemlerime dayanarak, müzik, spor ya da başka herhangi bir alanda uğraş veren küçük-büyük herkesin depresyona daha az girdiklerini, hobilerin insan beynini sakinleştirdiğini söyleyebilirim.

Bu konuda ahkam kesmek niyetinde değilim, bu yüzden ben de bir bilene danışayım dedim. “Hekimden sorma çekenden sor” demişler. Çok şanslıyım ki çok yakın bir arkadaşım olan Esra Tuncer, klinik psikolog ve aynı zamanda bir ergen kız annesi. Yine “ergenliği kapıda” bir de oğlu var. İlginç olan; bu arkadaşımın kızının ergenlikle birlikte, beklenenin tam tersi bir gelişme göstermiş olması. Kızımız lise öğrencisi gayet uyumlu, sakin ve annesiyle neredeyse eskisinden daha iyi anlaşan bir genç kız olup çıktı. Ben de bunu nasıl başardıklarını sordum ve anlattıkları içime çok yattı. Belki size de ışık tutar diye aynen paylaşıyorum. Hepimize kolay gelsin: “Açıkçası şimdi anlatacaklarım konusunda, İsviçreli bilim insanlarına da danışmadım; makale, kitap da karıştırmadım. Okuduklarım aklımda kalmıştır şüphesiz, vardır kırıntılar; ama, aslolan deneyimlerimdir, hissettiklerimdir. Bir ergen kız annesi olarak “çok zor, eyvah” denilen bir dönemi pek fena atlatmadığımızı söyleyebilirim. Bundan sonra işler nasıl gider bilemem, ama duruma bakış açım değişmeyecek gibi görünüyor. Ece 12 yaşlarına gelince ve işler sarpa sarmaya, ben ne yapacağımı bilememeye başlayınca bu işin içinden çıkmanın tek yolunun uzmanına gitmek olduğuna karar verdim. İhtiyacını ve ne istediğini en iyi bilenin, kişinin kendisi olacağı düşüncesinden yola çıkarak tek uzmanın Ece olacağına karar verdim ve oturdum yanına. “Mükemmel anne” tavrı yerine -ki her açıdan çok komik duruyor- samimiliği seçtim ve ona şöyle dedim: “Bak güzel kızım. Ben seni kırınca pişman oluyorum, sen beni kırınca toparlanamıyorum. Endişeleniyorum, öfkeleniyorum ve bu duyguları sevmiyorum. Senin de kırgın, kızgın olduğunu görüyorum. Buna da çok, ama çok üzülüyorum. Böyle olmasını istemiyorum. Ancak sana itiraf etmem gereken bir şey var. Ben daha önce hiç 13 yaşındaki Ece’nin annesi olmadım. 8 yaşındakinin oldum mesela! O zamana dönsek daha iyi biliyorum ne yapacağımı, ama şimdi her gün bana da yeni. Biliyormuşum havalarıma bakma. Senin ışığın olmadan ben sana annelik etmenin yolunu bulamıyorum. Dünyanı senin gördüğün gibi görmeye ihtiyacım var. Öğret bana dünyanı. Ben de bu yaşta oldum, ama ben sen değildim. Hiç kimse sen değil. Bu yüzden artık eminim; hiç kimsenin formülü sana uymaz. Anlıyorum ki bir çocuğa iyi annelik sadece o çocuğun parmak izi ile açılan kapıdan geçerek mümkün. Ben o kapıdan geçmek istiyorum. Bana yardım et.” Beni çok iyi anladı, dahası anlayışla karşıladı. O gün bugündür de annelik konusunda en büyük yardımcım oldu.

Zor bir yol bu ama, itiraf etmeliyim. Kendinizle mücadele ediyorsunuz, kusurlarınızla yüzleşiyorsunuz, bazı şeyleri yerinden fırlamak isteyen kalbinizi bastırarak yapıyorsunuz. Kendinize, başlarda sık sık, onu kayıtsız, şartsız sadece “o” olduğu için sevdiğinizi tekrarlıyorsunuz. “Ben de öğrenci oldum. Hiç ödevsiz okula gitmedim. Hiç okul kırmadım” diye koca laflar etmek yerine, “Bir kez kopya çekerken yakalandım, çok utandım. Ayrıca ödevlerimi hep son güne bırakır zar zor yetiştirirdim” adlı küçük sırlarınızı onunla paylaşarak öncelikle kendinize sıradan bir insan olduğunuzu hatırlatıyorsunuz. Gözünde sizi en kolay büyütebilecek küçüğünüz, karşısında ego patlamaları yaşamak yerine incinebilir ve kusurlu oluveriyorsunuz. Bazen buna dayanamayıp direksiyonu kendi yolunuza kırıveriyorsunuz, daha güvenli hissediyorsunuz; kolay değil bilmediğiniz yollardan gitmek. Sonra o yolun yolcunuz için olmadığını hatırlıyor, onun yoluna geri dönüyorsunuz.

ÇOCUĞUNUZU ANLAYIN

Ben derim ki, güven veren elinizi hiç çekmeyin ergenlerinizden. Ama gölge gibi üstünde tutarak değil, yanında omzuna dokunarak yapın bunu. Sizle paylaştığı ilk hatasında, kusurunda “bak işte ben demiştim sana zaten” diye celallenmeyin. Konu siz değilsiniz, o. Kendinizi bırakın, ona odaklanın. Onunla birlikte üzülün, kızın, şaşırın. Asla “-mış gibi” yapmayın. Empati kuramıyorsanız bunu söyleyin, bu olayı onun gözlerinden görebilmeniz için biraz daha anlatmasını isteyin. ‘Gerçek siz’e ait anılardan uygun gördüğünüz küçük sırlarınızı paylaşın. Bırakın o hatayı yaptıktan sonra nasıl ilerlediğinizi, bugünlere ne öğrenerek geldiğinizi anlasın. Hata yapmadığınız için değil, onlara kucak açıp daha doğrularını yapmak için çaba sarfettiğiniz için “siz” olduğunuzu görsün. Hatalar yapan, başarısızlıklar yaşayan yanlarınızı da sevdiğinizi bilsin; bilsin ki o da her şeyi ile kendini sevmeyi öğrensin. “Normal”, konuşulabilir, ilişki kurulabilir olun. Ona sahibi gibi davranmayın. Çektiğiniz zorlukları ona yükleyip, ondan size bir borç ödemesini beklemeyin. Yapamadıklarınızı, olamadıklarınızı onda gerçekleştirmeye çalışmayın. Çocuğunuzun yaptıklarından gurur duyun, hayattaki her adımını, ilk adımı gibi kutlayın. Senaryoyu o yazsın; siz destek vermekten, eşlik etmekten heyecan duyun. Bu yepyeni serüvenden alabildiğiniz kadar keyif alın. Unutmayın, daha önce hiç “O”nun annesi olmadınız!

Yazının devamı...

Yoktur eşin lüküs hayat

Hafta arası “lüks” konulu küçük ama bir o kadar lüks bir toplantıya katıldım. Davette sunulan her ikramın lüksü temsil ediyor olması bir yana “lüks” kavramının ne olduğu, geçmişi ve bugünü “lüks uzmanı ve danışmanı” Özlem Güsar tarafından anlatıldı. İtiraf edeyim, ben lüksü severim. Ama şu unutulmamalı ki, “lüks “ dediğimiz şey, herkesin farklı tanımladığı bir kavram. Bana da “lüks nedir” sorusu defalarca sorulmuştur.

İşte şimdi ben size soruyorum: Sizin için lüks nedir?

Benim bu soruya cevabım yıllardır değişmedi: Para kazanmak için istemediğin bir işi yapmamak lükstür! Sevdiğin işten hayatını kazanmak, karnını doyurmak ise bizim ülkemizde en büyük lüks bana göre. Bakıcılarla çocuk büyütmek değil, bebeğine kendin bakmak lükstür mesela. Hele, çalışan kadına, doğum sırasında hiç yardımcı olmayan ülkemizde. Son model oyun konsolu almak değil, oyun oynayabilsin diye çocuğunu sokağa salabilmektir. Yemek siparişi verecek parayı değil, mutfağa girip pişirecek zamanı ayırmaktır.

ÖZGÜRCE SEYAHAT EDEBİLMEK ÖNEMLİ

Ayrıca gündelik hayata dair lüks beklentilerimi de sıralayabilirim kolaylıkla; istediğin ülkelere seyahat edebilmek lükstür mesela. Uzun tatil yapmak lükstür. Pahalı tatil ya da seyahat lüks değil mesela benim için. Öyle olsa bir-iki günlük sıkıştırılmış kaçamaklar dışında doğru düzgün tatil yapamayan onca zengin iş adamı olmazdı etrafta. Holding yöneten ama bir hamakta uyuklamanın hayalini kuran o kadar çok yönetici tanıyorum ki... Sırt çantalı turistlerin, uçağı olan zenginlerden daha fazla yol katettikleri şüphesiz. Bana sorarsanız lüks, o seyahatte gittiğiniz otelin şıklığından çok, keşfetmeyi başarabildiğiniz coğrafyada. Uçak sahibi olmak değil, istediğiniz kadar uçabilmek lüks.


Önümüz yılbaşı, lüks hediye, içine “ben” katılmış olandır bana göre. En pahalı elbise değil, adımın baş harfi üzerine işlenmiş bir gömlektir mesela. En sevdiğim kitabın sahaftan alınmış ilk basımıdır belki. Ya da benim için örülmüş bir kazak olabilir. Önemli olan, içinde “beni” barındırıyor olması ve alan kişinin beni düşünmüş olmasıdır.

Her mahalleye yüzme havuzu lüks değil, ihtiyaçtır

Arkadaşlarımca garip karşılanan bazı düşüncelerim de yok değil hani! Kapalı yüzme havuzu mesela. Sorsanız çoğunluk lüks olduğunu söyler, ama bana sorsanız “ihtiyaç” derim. Her mahallede bir yüzme havuzu olsa bunu çok doğal karşılarım. Madem insan bedenine en iyi gelen hareket biçimi yüzmek, o zaman lükse girmez benim tanımıma göre. Yaz-kış yüzebilmeli herkes. Hayatta en sevdiğim şeylerden biri olduğu halde kışın mahrum kalmanın yoksunluğunu çekiyorum. Oysa lüks, yoksunluk hissinden değil arzudan doğmalı bence. Ama, lüks sunumunda da örnek olarak gösterilen Maslak 42 evlerinin “penthouse” yani en üst kat dairelerinin içindeki kapalı yüzme havuzu derseniz, işte lüks o derim. Ama size kötü bir haberim var; bu kesinlikle paranın satın alabileceği bir lüks. İşte bir başka, çoğu kişiye garip gelebilecek lüks tanımım: Yemeğe gittiğinde menüdeki yemeklerin fiyatına bakmadan sipariş vermek lükstür. En azından benim için öyle. Yanlış anlaşılmasın fakir edebiyatı yapmak için söylemiyorum çok şükür maddi gücüm aslında bunu yapmaya müsait. Ama dedim ya, lüks her zaman parayla satın alınmıyor işte. Memur çocuğu olmamdan mıdır nedir, hamburgerciye de gitsem fiyatına bakmadan sipariş veremem. Fiyatını sormadan alışveriş yapmak ise “ultra lüks” tabii bu durumda. Bir arkadaşım da kaliteli tuvalet kâğıdının lükse gireceğini söylemişti. Anladığınız gibi, benden başka deliler de var demeye çalışıyorum.

Ünlülerin tanımı nasıl?

Benim lükslerimi okurken, siz de kendinizinkileri düşünürken, bazı ünlü ve lüksle özdeşleşmiş marka ve isimler bu kavramı nasıl tanımlıyor bir bakalım:

- Christian Blanckaert Hermès CEO

Hermès lüks işinde değil, hayal işindedir. Varlık sebebi keyiflendirmek ve sürpriz yapmaktır.

- Gwyneth Paltrow (oyuncu)

Bahçemizde pizza pişirebileceğimiz bir odun fırınımız var. Bunun hayatımızda yaptığımız en iyi lüks yatırımlardan biri olduğunu düşünüyorum.

- Yaffa Assouline

Lüks artık; lüksü tanımlayan her şeyi herkesten önce öğrenme hakkıdır.

- WWF Derin Lüks Raporu

Dünya gerçeklerinin farkında olan kalite ve stil derin bir lükstür.

- Thierry Samuel Relais & Chateaux CEO

Lüks artık pahalı olan değil, lüks artık sizi ruhen ve zihnen zenginleştiren bir şey olacak

- Francois-Henri Pinault Kering’in sahibi

Lüks artık bir grubun parçası olmak için değil kendinizi herkesden farklı hissetmek ve konumlandırmak için alınıyor.

- Tom Ford

Hiçbir şey ulaşılamayandan daha değerli değildir.

- Michael Kors

Yaşım ilerledikçe var olan tek lüksün zaman olduğunu anlıyorum.

- Rosie Buccellati

Lüks sadece parayla ilgili değildir, bir insanın hayatındaki en özel anlardır ve biz bunu yaratmaya çalışıyoruz.

- Kate Winslet (oyuncu)

Yatakta oturup çocuklarınıza uzun hikayeler okuyabilmek lüksün kendisidir, bunu yapabildiğim için çok şanslıyım.

Üzerinde isim yazılı kola kutusu ayrıcalıktır

Kişiselleşmiş ürünlerin lüks tanımına uyacağı konusunda benimle hemfikir olan Özlem Güsar, yine lüksün sadece çok pahalı olmakla ilgisi olmadığı konusunda da benimle aynı düşüncede. Bu noktada çok da güzel bir örnek veriyor: “Üzerinde kişi isimleri yazılı kutu Coca Cola. İşte size kolay alınabilen ve lüks tanımına mükemmel uyan bir ürün” diyor.

1940’larda Dior elbiseler 1990’larda cep telefonu

Özlem Güsar, bize geçmişte nelere lüks dendiğini anlatarak bizi lüksün tarihinde bir yolculuğa çıkardı. Ben pek çoğuna şahit oldum. Siz de bir göz atın bakalım, katılacak mısınız?

- 1940 Dior elbiseler

- 1950 radyo, buzdolabı gibi ev eşyaları

- 1960 Amerikan arabaları

- 1970 yazlık ev sevdası

- 1980 saatlerin hükümdarlığı ve Bvlgari

- 1990 cep telefonları

- 2000 seyahat tutkusu

“Seyahat tutkusu günümüzde de etkisini koruyor” diyor Özlem Güsar, ama seyahatin şeklinin değiştiğine dikkat çekiyor. 10 yıl önce “ne kadar çok gezersem o kadar iyi” lüks olarak sayılırken, bugün farklı deneyimler vadeden geziler lükse hitap ediyor. Dolayısıyla, seyahatin lüks olması için sadece para değil, kültür ve bakış açısı sahibi olmak da gerekiyor. Ve yeni lüks kavramının yeni müşterisini, “Kendini aldığıyla değil deneyimlediği, gerçekleştirdiği ve yaşadığı ile ifade eden ve farklılaştırmayı tercih eden kişiler” olarak tanımlıyor.

Harcamalarla ilgili araştırma sonuçları

- Zenginleri mutlu eden harcamalar şöyle sıralanıyor: % 52 eğlence, seyahat, yemek; % 25 ev harcamaları, home-theatre, havuz, sanat, % 15 giyim ve mücevher.

- Yine bir başka araştırmaya göre; alışveriş gerçek zenginleri mutlu eden aktiviteler arasında 22 aktivite içinde 20’nci sırada yani sigarayla aynı düzeyde.

Yazının devamı...

Bir kere gideni hep çağırır Mevlana...

Bir kere gideni hep çağırır Mevlana” der, Konyalılar. Ben bu söze kefilim. Yıllar öncesinde, arkadaştan öte kardeşim Aslı’yla birlikte gitmiştik Konya’ya ilk kez. İkimizin de yüreği sıkışıktı o günlerde. Bir sene boyunca Mevlana öğretilerini okumuş, sonunda Şeb-i Arus’da buluşmuştuk. Ve o gün bu gündür bir daha hiç vazgeçmedik yolumuzdan ve kardeşlikle her yıl buluştuk Konya’da, yüreğimizde günden güne büyüttüğümüz “Aşk” ile...

Vuslat günü uygulanan protokol huzur kaçırır

Şeb-i Arus günü aslında 17 Aralık’tır. Mevlana Celaleddin-i Rum-i’nin ölüm günü olan bu tarih, Pir’in vasiyet ettiği gibi “vuslat günü” olarak kabul edilir ve kutlanır. Bir haftaya yayılan kutlamalarda ise Konya’da olmak bir başkadır. 17’sinde ölüm vakti olan ikindi namazı sonrası türbede duası okunur. O gün içeri girebilmek için saatlerce süren bir bekleyiş sonrası, iğne atsan yere düşmez bu dakikaların hissi tarifsidir. Ama ne yazık ki devlet erkânı o gün Konya’ya akın ettiği için yollar ve Başbakan ziyaret etsin diye türbe kapatılır saatlerce. Tören öncesi gereksiz politik konuşmalar olur kimi yıllar ve hoşgörü için, huzur için gelenlerin keyfi kaçar. Bu yüzden önceki günleri tercih etmenizi tavsiye ederim.

Son yıllarda, büyük kentlerde de semâ törenleri yapılıyor. Hatta son iki yıldır, Ülker Arena’da da geniş bir katılımla törenler yapıldı. Her kentte, bu özel günü kutlamak güzel, ama hiç biri bu tarihlerde Konya’da olmanın yerine geçemez. Bir kez gidip, şehrin özellikle bu dönemdeki yüksek enerjisine tanık olursanız eminim siz de ben ve diğer sevdalıları gibi her yıl Konya’ya gitmekten geri duramazsınız. Salı gecesi son bulacak Mevlana Haftası’nı henüz kaçırmış sayılmazsınız... “Bu saatten sonra ayarlayamam” demeyin. Aniden verilen kararlar, hesapsız yapılan ziyaretler her zaman daha etkili oluyor emin olun. Ama bu yıl kısmet olmasa da dilerim önümüzdeki yıl Konya’da gönlü aşka düşenlerle buluşur ve ruhunuza detoks etkisi yapacak günler geçirirsiniz bu güzel kentte. Mevlana ile ilgili o kadar çok duygu var ki yüreğimde, ama okyanusta bir katre tuz saymadığımdan kendimi, haddimi aşmamak için dile getirmiyorum düşünce ve hislerimi. Hazreti Pir’in kendi sözlerine yer verip sizi Konya’da küçük bir tura çıkarıyorum şimdi. Hepimize “Aşk” olsun...



Gezelim görelim: Konya’da mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerler...

- Elbette önce Mevlana Türbesi: Mezar ve üzerine türbe yapılmasını istemediğinden ve “bırakın üzerime yağmurlar yağsın” dediği vasiyeti yerine getirilmediğinden dolayı içime bir hüzün dolsa da, mekânın enerjisi her gittiğimde beni yeniden büyülüyor. Başta İranlılar, bizler ve dünyanın her tarafından gelen ziyaretçiler kendi inançlarına göre ettikleri dualarla görünmeyen, ama hissedilen bir enerji dalgası oluşturuyorlar sanki. Amerkalılar, Japonlar en uzaktan gelen ziyaretçiler. Tam da Mevlana’ya yakışır bir biçimde farklı dinden insanlar ortak bir inançla buluşuyor bu çatı altında. Bir kere giren içeriden kolay çıkamıyor. Kenarda oturup saatlerce bu ortak ruhu deneyimlemek insanın ruhuna ayar yapıyor.

- Şems-i Tebriz’i türbesi: Her ne kadar ne zaman ve nasıl öldüğü bilinmese de Konya’ya gidip, sembolik de olsa Şems’in adına yapılmış bu türbeyi ziyaret etmeden olmaz.

- İnce Minareli Medrese (Müze): Benim çok sevdiğim yerlerden biri. Minare turkuvaz renkte ve beyaz hamurlu tuğlalara örülmüş. İçinde hepsi birbirinden güzel, Selçuklu ve Karamanoğlu dönemine ait taş ve mermer oyma kapı, kanat, pencere ve kabartma rölyefler var. Başkenti Konya olan Selçukluların “Çift başlı Kartal” sembollerinin en güzelleri bu müzede bulunuyor.

- Karatay Medresesi(Müze): Kapısı bir Selçuklu dönemi şaheseri. Üzerinde medresenin yapımı ile ilgili kitabeler yer alıyor. Kapının diğer yüzeyleylerine ise ayet ve hadisler nakşedilmiş. Kubbesi ise tarifsiz bir güzellikte. Kenarındaki üçgenlerde dört peygamberin ve dört halifenin isimlerine yer verilmiş. Duvarlardaki mozaiklerin çinileri çoğunlukla dökülmüş olsa da kalanlarda gördüğünüz lacivert, siyah ve turkuvaz çini renklerine hayran olacaksınız.

- Alaaddin Tepesi ve Camii: Alaaddin tepesi, Konya’nın en eski yerleşimidir. Burada yapılan yapılan kazılar, Konya’da yerleşimin Tarih öncesi (prehistorik) çağdan başladığını göstermiştir. Konya’ya hakim olan Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler’den sonra Roma Dönemi başlar ardından şehre damgasını vuran Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti olur. Adını aldığı tepenin üzerindeki Alaeddin Camii, 41 mermer Bizans sütundan oluşur. Muhteşem abanoz minberi, Selçuklu ahşap işçiliğinin en güzel örneklerinden biri kabul edilir. Mimari olarak klasik cami formundan oldukça farklı olan bu yapının avlusunda kümbetleri vardır. Sekiz Selçuklu Hükümdarı’nın türbeleri de buradadır. Alaeddin Keykubat zamanında tamamlanarak adını bu ünlü Selçuklu sultanından alan, kültürleri ve tarihi harmanlayan yapısıyla benzersiz olan bu yapı, benim Konya’da etkileyici bulduğum yerlerden biri.

- Aziziye Camii: İşte benzersiz bir yapı daha. Bu yıl restorasyon çalışmaları vardı. Dilerim, pencereleri kapısından büyük olan bu cami orjinali bozulmadan yenilenir. Osmanlı mimarisinin Barok üsluptaki nadir eserlerinden biridir. Ziyaret ettikten sonra, gördüğünüz en güzel camilerden biri olarak hatırlayacağınıza eminim.



Tarih, kültür, alış-veriş turu ve Konya Mutfağı tüyoları

- Çatalhöyük: Muhteşem. Dünya üzerinde bulunmuş en eski yerleşim. 9 bin yıl öncesine tanıklık yapmak tarifsiz bir heyecan.

- Sille: Kente çok yakın eski bir Rum köyü. Çok şirin olan bu küçük köy, son dönemde hızla restore ediliyor. Sabah gidip kendi evinde kahvaltı veren evlerden birinde çayınızı içmenizi tavsiye ederim.

Yeme içme:

Konya’ya gelip kilo almamak mümkün değil. Yakın çevresindeki çeşitli yemekleri alıp yeniden yorumlayarak kendine özgü ve çok lezzetli bir mutfak oluşturmuş Konyalılar.

Örneğin; Havran-Balıkesir’in meşhur Hoşmerim tatlısı, tuzsuz peynir ile yapılır. Konya bu tatlıyı kendine göre yorumlamış ve kaymakla yapmış. İsim yine aynı kalmış. Bu arada tadının muhteşem olduğunu söylemeliyim.

- Konak: Eskiden Konya Mutfağı ve bir ara Köşk olarak adlandırıldı. Açık ara Konya’nın en iyi lokantası. Gidince “Berna usulü azar azar” diyin hemen anlarlar. Sonra beğendiğinizden tekrar söyleyin. Bamya çorbası ömre bedel. Sakın itiraz etmeyin ve iki kaşık deneyin. Küçücük kuru bamyadan yapılan bu ekşi çorbanın evde yediğiniz bamya lezzetiyle uzaktan yakından ilgisi yok. Tirit, ekmek salması ve tandır... Yaprak sarmayı ihmal etmeyin. Çömlek yoğurtları da çok özel. Bu arada bir hatırlatma daha yapayım; herkesin ilk duyduğunda burun kıvırdığı, Osmanlı’nın baştacı demir hindi şerbetini içmeden sofradan kalkmayın. Hiç öyle iç bayıcı tatlılıkta filan değil. 40 çeşit tamamen doğal baharattan hazırlanan bu şerbet ve bamya çorbasının hazmettirici özelliği sayesinde yemekten sonra hiç rahatsızlık hissetmeyeceksiniz.

- Etli Ekmekçiler: Bakın eğer çok meşhur olmuş bazı turistik mekanları tercih ederseniz hayal kırıklığı yaşayacaksınız. Konya’ya gittiğinizde Mevlana’nın hocası Konevi’yi ziyaret ederseniz, aynı bölgede ama Mahmuriye tarafında bulunan Etli Ekmekçi Mehmet’in yerine gidin. Ayağınızın altındaki mangalla ısınırken, çeşit çeşit etli ekmeğin çıtır çıtır lezzetine varın.

Konya’nın en büyük Mevlana Caddesi üzerindeki, “Bolu” da etli ekmeğin hakkını veren bir başka mekan.

- Tandır: “Dedeler”... Kesinlikle rakipsiz. Tabak yok, çatal yok. Küçücük bir esnaf lokantası. Akşamüstü kapanır. Vakitli gidip yer kapmaya çalışın. Ortaya bir kağıt serip, üzerine kilo ile etleri atıyorlar, siz de parmaklarınızda beraber afiyetle yiyorsunuz.

Alış-veriş:

Konya’da o da çok. Antikacılar, keçeciler, çömlekçiler, seramikçiler, tesbihçiler... El emeği her şey bu kentte. Şeb-i Arus töreni öncesi ve sonrası, kültür merkezindeki sergi alanında her zevke yönelik ürünleri bulup alabilirsiniz. En ünlü yerlerin burada standları oluyor. Ama bazılarının muhakkak dükkanlarına da gidin.

- Baki Kuyumculuk: Konya’nın simgesi gibi adeta. Ailesi, samimiyeti ve güzel insanlıklarıyla benim için Konya’nın ev sahibi burası. “Ne yiyelim”, “nereye gidelim” diye onlara sorun. Benim yıllardır herkes tarafından sorulan semazen figürlü kolyelerim hep buradan, hepsi el işi. 17 Aralık günü kapı önünde dağıttıkları helva şahane. Benden selam söyleyin, bir kahvelerini için. Buradaki güzel insanları tanımadan, Konya’dan dönmeyin.

- Tesbihçi Nuri Usta: Benim gibi tesbih merakınız varsa mutlaka dükkanına gidin. Mevlana caddesi üzerindeki bir pasajın içinde. Sorun tarif ederler. Ya da kültür merkezindeki standında Nuri Usta’yı bulun, size o tarif etsin. Keyfi yerindeyse size gramafonundan Hamiyet Yüceses şarkıları bile dinletir belki.

- Mevlana Vakfı: Türbenin hemen yanında. Eğer şansınız varsa torunu Esin Çelebi hanımefendiyle de burada tanışabilirsiniz. Vakıftan mutlaka beyaz gül yağı alın.

Yazının devamı...

Kar yağdı memleketin şirazesi kaydı!

Eh, ne de olsa aynı kitabın sayfaları olduğumuz için haliyle hepimiz az ya da çok dağılıyoruz muhakkak. Bu hafta da öyle oldu. Üç arkadaşımla, her yıl olduğu gibi Konya’ya gittik, Şeb-i Arus haftasında. Üstelik bu yıl işlerin yoğunluğundan dolayı hiç gidebilme umudumuz yoktu. Benim çekimlerim tam gaz devam ederken ve sabahlara kadar çalışırken, Esra yurt dışına çıkacakken, Aslı İzmir’de çocuklarının peşinde koşuyorken, benim aylar öncesinde niyet edip aldığım biletlerin uğruna iki ayağımız bir pabuçta gittik Mevlana’nın huzuruna. İyi ki de gittik. Eğer eni konu program yapmaya kalkarsa insan, çok şeyi ıskalıyor hayatta. Velhasıl kelâm, kılı kırk yardık ve bir geceliğine Konya’ya gitmeyi başardık. Ama, tahminimiz gibi bir günde dönmeyi başaramadık. Daha gökten yere düşmeden, ülkemize bomba gibi düşen kar bizi mahsur bıraktı çünkü.

Başka ülkelerde 10 katı yağmasına rağmen bizdekinin onda biri tesir etmedi elbette onların hayatlarına. Üç damla kara tutsak kalmak bize mahsus ne de olsa! Kanada’da uçaklar kalktı, Moskova’da maçlar oynandı, Almanya’da çocuklar okula rahat rahat gitti. Bize de yarım kalan karşılaşmadan ötürü Juventus taraftarlarının attığı “stadın üstünü açtılar” diye dalga geçen ironik tweetler kaldı.

“Kar yağdı böyle oldu” dedik ve biz de üç çok yakın kız arkadaş Konya’da kalakaldık. “Kader” dedik, “Mevlana salmadı” dedik, odamızdan bir cam kürenin içinden izler gibi yağan kar altındaki türbenin güzelliğini izledik. Birbirimize içimizi döktük, güldük, ağladık ve eski dostlukların sıcağında sabahladık. Ve “eski dost” nedir bir kere daha hatırladık...

Eski dost nedir?

- Eski dostlar sizi sizden iyi tanır. Onlarla konuşurken kendinizi ifade etme zahmetine girmenize gerek kalmaz.

- Onlar, siz konuşurken söylediklerinizi değil söylemediklerinizi duyarlar.

- Sizin yerinize sizden iyi karar verebilirler. En saçma soruları onlara sorabilirsiniz. “Acaba ben bu ayakkabıyı giyer miyim?”, “ne yesem?”, “tatilde nereye gitsem?..” Ne anneniz, ne eşiniz ne çocuğunuz, yalnızca eski dostunuz doğru cevapları size verir...

- Eski dostlar aynı zamanda doktorunuzdur. Karnınız ağrıdığında sebebini onlar bilir. Muhakkak 20 yıl önce de aç karına turşu suyu dokunmuştur. Siz unutursunuz ama onlar asla unutmaz.

- Eski dostlar aynı zamanda kâhindirler. “Dün gece rûyamda seni gördüm” diye arayıp, başınıza gelen ve gelecek olanları önünüze döküverirler.



- Rüya tabircisi görevini de üstlenirler. Çocukluğunuzdan beri yaşadığınız korkuları, heyecanları, yediğiniz tüm dayakları, hayalleri, hırsları, aşkları ve size ait daha başka ne varsa iyi bildiklerinden, rüyalarınızı da içinde bulunduğunuz psikolojiyi de on numara yorumlarlar.

- Herhangi bir durumunuzu saklamaya kalkmak, “iyiyim” diye kandırmak nâfiledir. Gözünüzün bebeğinden, olan biteni okurlar. Dostun hası, en kandıramadığınızdır.

- Siz güldüğünüzde ne olduğunu bilmeden sırf o an siz güldüğünüz için gülendir. Bir yandan gülüp bir yandan “anlatsana, anlatsana” diyendir. Aynı durum ağlarken de geçerlidir.

- Derdinizi anlattığınızda derman olmak için elini taşın altına koyandır.

- “Tam senlik” demeye yetkili olandır. Film, kitap, masa örtüsü fark etmez. Eski dost “tam senlik” dediyse, bakmadan alınır. Neye ihtiyacınız olduğunu herkesten iyi bilen yine onlardır.

- Küsken bile o seviyor diye hediye alıp kenarda biriktirendir. Aslında eski dost, içinde hiç küsmeyendir.

Yarınki yazım:

Milli Eğitim Bakanlığı sesimizi duyuyor muuuuu?



Sürekli yazıyoruz, çiziyoruz, sosyal medyada paylaşıyoruz ama nafile! Her yıl denenen sınav sistemlerinin kâbusu bir yana, eğitimde bir arpa yol katedemiyoruz. M.E.B, öğrencilerin bilgisini ölçmek için hangi sınav modülünü kullanacağını düşünmeye harcadığı mesaiyi, çocuklara bilgi verme metodlarını değiştirmeye harcasa belki bu gün ülkemizdeki öğrencilerin “Pisa” (Uluslararsı öğrenci değerlendirme programı) sonuçları en alt seviyelerde çıkmazdı. Birleşmiş Milletlere bağlı Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü, 65 ülkede üç yılda bir 15 yaşındaki öğrenciler üzerinde sınavla eğitim araştırması yapıyor. Türkiye’de de bu sınav 57 ilde yapıldı. Sonuç: Facia!

- Çocuklarımızın yarış atından hiç farkı yok

Sonlardayız! Matematik, fen ve okuyup anlama kategorilerinde yapılan sınavlarda, 2000 yılından beri hiç ilerleme kaydetmeyip, eğitimi en başarısız ülkeler arasındaki yerimizi korumuşuz. Üstelik de çocuklarımızı yarış atı gibi sınavdan sınava koşturduğumuz, en çok ödev verilen, sokakta oyun oynamadan çalıştırılan bir eğitim sistemi içindeyken bu başarısızlığımız! Avrupa’daki orta okul çocuklarının gördüğü müfredatı, ülkemizde daha ilkokul sıralarında vermemize rağmen bu başarısızlığımız! “Aman bir okul kazansın” diye çocukluğunu yaşamamacısına ders çalıştırdığımız bir sistem içinde olduğumuz halde bu başarısızlığımız. Evde daha fazla test çözsün diye sinemaya, tiyatroya, konsere vakit bırakılmayan bir düzene rağmen bu başarısızlığımız! Belki, tam da bu yüzden başarısızız!

- Siyasiler tehlikenin farkında değil mi?

Şu anda, M.E.B’de acil toplantılar yapılıyor ve Meclis’te “Pisa” hezimetinin tartışılıyor olması gerek. Obama, Amerika’nın “Pisa” sonuçlarını beğenmedi diye -ve tabii ki bizim gibi sonlarda değiller- resmen açıklama yapıp konuyu gündemin en başına aldı. Allah aşkına, bizim ülkemizde hiç açıklama yapan yetkili oldu mu? Günlerdir, Başbakan’dan ya da en azından Milli Eğitim Bakanı’ndan, “bize ilaç gibi geldi” açıklaması dışında bir durum değerlendirmesi, ya da hiç olmazsa durumun vehametinin farkında olduklarını ifade eden bir açıklama yapmasını bekliyorum. Kimseden ses yok!

- Eğitim sisteminin değişmesi kaçınılmaz

Ben sesleniyorum o halde: “Milli Eğitim” sesimiz geliyor muuu? Matematik, fen ve okuduğunu anlamada, dünya sıralamasının sonlarında eğitim düzeyi olan çocuklarımızı, neye göre sınav yapıp ölçüyorsunuz? Neden sadece fen, matematik ve okuduğunu anlama üzerinden öğrencilerin zihinsel yeteneklerini ölçmüyorsunuz? Muş’un köyündeki çocukla, kolejde okuyanın İngilizce sınavındaki haksız rekabetine niye “dur” demiyorsunuz? Tüm gününü ödev yaparak geçiren çocukların emekleri boşa gidiyor, görmüyor musunuz? Ben ki, çalışkanlığı seven, ödeve de kantarın topuzu kaçırılmadıkça karşı olmayan biriyim. Ama, ezbere dayalı, doğayla ilişkilendirilmemiş, sanatla biçimlenmemiş ve neden-sonuç ilişkisiyle sunulmamış ödevler, çocuklarımız için hamallıktan öteye geçmiyor. Eğitim, ülkemizde, öğrenerek geliştirmek yerine bir kambur gibi çocukları eziyor.

- Neden sınıfta kaldık, açıklama bekliyoruz!

Bilim yapmadan, bilgi üretmeden, okuduğunu anlayacak dil becerisine ulaşmadan, ne eğitimin ne de ülke ekonomisinin ilerlemesi mümkün olmadığına göre artık eğitim sisteminin değişmesi kaçınılmaz görünüyor. İdeolojileri ve hesaplaşmaları bir kenara bırakıp, bu ülkenin geleceği için adımlar atılmasını istemek hepimizi hakkı. Bırakalım bu şaşırtmacalı kurnaz sorularla öğrencilere maymun zekâ testi yapmayı da bilimin ışığında düşünme yeteneklerini nasıl geliştiririz ona bakalım. Ve bu kadar ağır bir eğitim sistemimiz olduğu halde neden dünyanın en önemli eğitim araştırmasında ve sınavında sınıfta kaldık, bir yetkiliden zahmet olmazsa açıklamasını bekleyelim.

Yazının devamı...

Özgür ruhu, rahatlığı ve deliliği genetik!


Fotoğraflar: Barış ACARLI

Müjde Ar “can”dır ve onun sevgisini kazananlar “canan...” Üstelik bu kocaman kalbin kapısından girmek hiç de zor değil. Kendi gibi içi dışı bir olan herkese yer var yüreğinde. İnsanı güvende hissettiren, sarıp sarmalayan bu anne kucağı, çok kısa zamanda bağımlılık yapıyor. Bir kez Müjde Ar’ın çekim alanına girerseniz, bir daha asla ondan vazgeçemezsiniz.

Çooook uzun bir aradan sonra bu akşam Show TV’de başlayacak “Aşk Ekmek Hayaller” dizisiyle sevenleriyle buluşacak Müjde Ar. İşte ben de bu dizide Müjde Ar’la çalışma şansı yakalayan bir kaç şanslı oyuncudan biriyim. Müjde Ar, Sinan Tuzcu, Burak Hakkı, İrem Altuğ ve benim rol aldığımız dizimiz bu akşam saat 19:45’te ekranda olacak. Abdullah Oğuz, “Kerime Hanım” rolünü, Müjde Ar’ın kabul ettiğini söylediğinde içimden kelebekler havalandı. Elbetteki çok defalar bu büyük yıldızla aynı ortamda bulunmuştum, ama şimdi gelin-kaynana olarak kamera karşısına geçecek olmanın heyecanını yaşıyorum.


Çekimin ilk günlerinde, dizlerim titriyor, karnıma ağrılar giriyordu. Artık dizlerim titremiyor, ama her an bir kahkaha bombasını ortaya bırakıvermesi sayesinde gülmekten karnıma bol bol ağrı giriyor. Aslında doğuştan komedyen olduğunu söyleyebilirim. Eğer bir stand-up gösteri yaparsa emin olun ortalığı yıkar geçirir. Günlük 12 saatlik çekimler, Müjde Ar setteyse iki anı arası bir fıkra derken göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Hani insan “Ay yazmak lazım bunları insan unutuyor” der ya, işte ben de öyle yapıyorum şimdi. Anlattığı anıları, anaçlığı, muhabbeti, titizliği ve öğretmenliği ile Müjde Ar ile kamera arkasına götürüyorum sizi.

Ağzına argo yakışan kadın

Her sabah sete nemli saçları ve mis gibi şampuan kokusuyla gelir. Kapı açıldığında bir rüzgar gibi önce enerjisi girer içeri. Sonra hemen şen şakrak sesi duyulur. Her zaman pozitif olunur mu? O olur. Bir kadının ağzına argo yakışır mı? Ona yakışır. Hatta o kadar ki set ekibi, ağzından çıkan, önceden hiçbirimizin duymadığı lafları not etmeye başladı unutmamak için. Çantasından, diyabetinden ötürü kendi pek yiyemediği börek, kek, baklavaları çıkarır önce. “Kahvaltı etmemişsinizdir şimdi, aç çalışılır mı ulan” diye “canan”larını bir doyurur önce. Biz de çay demleriz bu arada. Elinde çayı, makyaj masasına geçer, başlar hazırlanmaya. Daha çok hazırlık sınıfı dersi desek daha doğru olur buna. Çünkü 40 yılın tecrübesiyle başlar saç-makyaj dersi vermeye. Ama kanı kaynadığı için, yerinde oturtabilene aşk olsun. Oturduğu yerden bir-iki cümle kurduktan sonra hooop ayağa... Geçen gün kuaförlere ders verirken bir baktık almış fırçayı eline bana fön çekmeye başladı. Bir oyuncu mu giydiriliyor, hooop kostümcü oluyor. Üşenmeyip, bir saat başka oyuncuları giydiriyor. Elinde değil, yanlışları düzeltmeden duramıyor. Ne zaman yemek yesek, daha bitiremeden tabakları toplayıp, masaları silmeye başlıyor. “Yazıcam bunları gazeteye” diyorum. “Yaz! Deli Müjde’yim ben, titizlik hastasıyım. Kimsenin toparlayıp temizlemesini bekleyemem” diyor gülerek.


Zengin bir anı arşivine sahip

Müjde Ar’ın en büyük özelliği tüm cevapları anılarla vermesi. Bu konuda o kadar zengin bir repertuvarı var ki! Kendinden çılgın bir sanatçı anne ve ondan daha çılgın bir anneanne ile büyümüş. Özgür ruhu, deliliği ve rahatlığı kesinlikle genetik. Mesela sette çok rahat. Mikrofon mu takılacak, ben 15 dakika oram buram görünmesin diye soyunma kabininde debelenirken o pat diye kaldırıyor eteğini. “Zaman kaybetmeyelim, gel tak çocuğum mikrofonu” diye ses teknisyenine uzatıyor bacağını. Bunu o kadar rahat bir tavırla yapıyor ki, o yapınca insana normal geliyor. Sonunda dayanamadım sordum, işte sizinle sohbetimizi paylaşıyorum:

‘İnsanlar çıplak birine neden bakar ki?’

Yahu ne kadar rahatsınız bedeninizle. Çamaşırım göründü filan hiç umrunuzda değil. Millet bana bakıyor diye takmıyor musunuz hiç?

E ben onlara bakmıyorum ki! (Şaşkın şaşkın baktığımı görünce) Bak sana anneannemin bir hikayesini anlatayım. Anneannem Alevi idi. Anaerkil bir düzendi bizimki. Ailenin tüm kadınları özgürlüğüne düşkündür. Üstelik bak sadece delilik değil, titizlik de ailedeki bütün kadınlarda var. Anneannem de sürekli duş yapmak istermiş. Bahçesine kendi için ilkel bir duş kurmuş. Ha babam gidip yıkanıyormuş. Ama duşun etrafı açık. Bahçenin karşısında da askeriye. Anneannem eni konu sabunlanıp yıkanırmış. Aysel -tabii ki annesi Aysel Gürel- bu duruma çok kızıyormuş. Bir gün ‘Anne, askerler sana bakıyor’ diye bağırınca anneannem hiç istifini bozmamış ve şöyle demiş, ‘Olsuuun e ben onlara bakmıyorum ki...’ (Bu hikayeyi anlatırken bir yandan da duşta şampuanlanan anneanne taklidi yapıyor ki ben gülmekten kırılıyorum buna) Benimki de o hesap, ben çıplaksam ne olmuş! Ben onlara bakmıyorum ki. (Elbette çok güldüm bu hikayeye ama bir o kadar da düşündüm üzerine. İnsan önce kendi gözüne, nefsine hakim olacak. Başkalarının özgürlüğüne karışmak yerine, kimsenin mahremine göz uzatmamayı öğrenecek. İşte yine ders çıkarıyorum kendime!)


Aysel Gürel annesine kızıyormuş ama kendi de sıkı çılgınlardandı.

Annem perde takmazdı, onun kadar olmasa da bende çok sevmem doğrusu. 65 yaşında filandı, karşı apartmandan birileri “evde çıplak dolaşan var” diye Aysel’i şikayet etmişler ve polis gelmiş kapıya. Yalnız yaşadığı için kapıyı kimseye açmazdı. ‘Kim o’ diye seslenmiş, karşı taraf ‘Polis! Evde çıplak dolaşan biri varmış’ diyince ‘bir dakika o zaman bekleyin soyunup geliyorum’ demiş. Polise kapıyı yarı çıplak açmış. Tabii polis de şaşırmış. ‘Vallahi alerjim var, ben bir şey giyince kaşınıyorum‘ demiş. Polis nasıl kaçtığını bilememiş tabii! Ama bir şey söyleyeyim mi, çıplak birine bakmaya niye meraklı olur bazı insanlar hiç anlamam ve ben kimseye bakmam.

‘Annem ismimi gazeteden seçmiş’

Hep merak ettiğim bir şey, Müjde ismini kim koydu size?

Annem.

Nasıl yani, gerçek isminiz Suat değil mi?

Şimdi şekerim, Suat babaannemin adıymış. Annem ben küçücükken babamdan ayrılınca ona kızgınlığından ismimi değiştirmeye karar vermiş. O sırada da gazetede bir reklam ilanı görmüş. “Müjde hanımlar...” diye bir şey. Hoşuna gitmiş, bana da Müjde ismini koymuş. Ben kendimi hep Müjde bildim. Sonra okula gittim bana Suat dediler. Tabii ben “Suaaaat” diye seslenenlere dönüp bakmıyordum bile. O yüzden hep iki isimli gittim.

Peki “Ar”?

Lisedeyken tiyatrolarda oynuyordum. Okuldan ceza almıyayım diye annem buldu onu da. Kendi hayatta hep ahlak, namus filan gibi kavramlara takıntılı olduğu için “Ar” soyadını istedi. Öyle de kaldı.

Yaramaz erkek çocuğu gibisiniz. Hiç öyle seksapeli yüksek bir tavrınız yok; ama, her zaman en çekici kadın oldunuz. Nasıl oluyor bu? Ya da bu çelişkiden mi bu karizma...

Seksi mi buldun kız beni! (o kadar tatlı konuşuyor ki insanın bu kadını durup durup öpesi geliyor) Ben seksi hareketler yapan kadınların komik göründüğünü düşünüyorum. Benim için seksilik dişilik ve kışkırtıcılık demek. Bu ancak kendiliğinden olur. Bazı kadınlar vardır dümdüz durur, ama dişilik akar üzerinden.

Siz kendinizi güzel ve çekici buluyor musunuz? (Ve benim bir türlü soramadığım soruyu bizim ekipten Nagehan soruyor)

E bu bir gerçek. Ben çok güzelim. Ve elbette çekici olduğumu biliyorum.

Sette herkese annelik yapıyor

Evet hem de çok çekici. Tüm ekibin sevgilisi olması üç gün sürdü. Bir anda herkes çekimine kapıldı ve uydusu olup hep birlikte mutlu mesut dönmeye başladık etrafında. O da bunun farkında ve kocaman bir anne sevgisiyle kucaklıyor etrafındakileri. Doğuştan güzel ve çekici olduğu gibi gene doğuştan anaç. Hepimize annelik yapıyor çalışırken. Yanında koca bir ilaç torbası. Nöbetçi eczane gibi! Karnımız ağrıyor yanındayız, burnumuz akıyor yanındayız. Benim kan şekerim düşmeye başlayınca farkedip hemen ceviz atıyor ağzıma. Saçımı düzeltiyor çekimde, hep güzel görünmemi istiyor. Evden çay getiriyor ben seviyorum diye. Bildiğiniz annelik yapıyor yani. Setimiz çocuk kaynadığı için zaten ondan mutlusu yok. Hele üç aylık bebek oyuncumuzu kucağından indirmiyor. Ziyaretimize gelen Ada dilinden düşmüyor. Eşinin ikiz erkek torunları elbette onun da torunları. Onlara alışveriş yaptıkça içinde kalan kız çocuk hevesine karşı koyamayıp, elbiseler alıp çevresindeki kız çocuklara hediye ediyor. Ah Ada’yı doğurduğumda keşke yakınında olsaymışım diye geçiriyorum içimden.

O bir aşk kadını. İki aylıktan beri büyüttüğü Söz, en büyük aşklarından. Şimdilerde Kanada’da olan Söz’ün geri dönüş vakti geldiğinden, odasını toparlamak için yanına gitme telaşında. Kardeşi ve gözbebeği Söz’ün annesi Mehtap ve artık aramızda olmayan Aysel Gürel’in sevgisi gülümsemesine takılmış bir nişan gibi, daha da güzelleştiriyor onu. Sevdiği kadar sevilen bir kadın olmanın ışığını taşıyor gözlerinde. Her zaman kendine hayran olmuş bir erkekle evli ne de olsa. Ben ve tüm ekibimiz gibi hayranlarını saymıyorum bile. Sevmek ve sevilmek. Doya doya. Sınırsızca. İşte Müjde Ar’ın karizmasının sırrı bu olsa gerek...

Yazının devamı...

Yağmurlu günler için Fransız filmleri

Benim gibi pek de romantizm akımının takipçisi olmayan bir kadın için bile yağmurlu günler el elde, baş omuzda, hafif mum ışığında olma ihtiyacı doğuruyorsa, romantik kadınların eşlerinin işi epey zor demektir. Böyle havalarda, sevdiğiniz kadını mutlu etmenin gayet kolay bir yolunu biliyorum. Ama hemen “offf yaaa hayatta çekemem” filan gibi önyargıyla önerime yaklaşmayın!

Yağmurlu günlerde hepimiz neredeyse ortak şeyleri severiz; bir bardak çay ya da kahve eşliğinde, battaniye altında kıvrılıp, film seyretmek. İşte bu anı biraz daha romantik ve farklı kılmanın yolu, seçilen filmden geçiyor. Önerim: Bir Fransız filmi. Yağmurun en etkileyici romantizm ortağı kesinlikle bir Fransız filmidir, buna eminim. Bu Pazar sizler için en sevdiklerimden bir derleme yaptım. Ağlayarak ya da gülerek izleyeceğiniz her tür filme yer verdim. Bu arada tek kelime Fransızca bilmediğimi belirtmek isterim.

‘Unutulmaz olsun’ diyenler için

- Amelie: Eminim çoğunluk izlemiştir ama izlemediyseniz önceliğiniz bu film olsun. Komedi, romantizm, dram. Her şey bu filmde!

‘Fransız olsun ama Fransız kalmayalım katıla katıla gülelim’ diyenler için

- OSS117: Ülkemizde pek bilinmeyen bir film. 007 James Bond’un, komedi versiyonu.

Başrolünde, “Artist” filmiyle Oscar alan Fransız aktör Jean Du Jardin var. Bir Fransız filminin bu kadar erkek seyirci odaklı olanı az bulunur. Kadın-erkek karnınız ağrıyana kadar güleceğiniz böyle bir Fransız filmi ise sahiden azdır. Öyle entellektüel bir mesaj filan beklemeyin, sadece eğlenin. Rio ve Kahire’de geçen iki filmi, üst üste bile seyredebilirsiniz.

- Benim Karım Aktris (Ma Femme est une Actrice): Gerçek hayatta da evli olan Yvan Attal ve Charlotta Gainsbourg’un birlikte oynadığı nefis bir karı-koca komedisi. İşte size, kadın-erkek , zevkle izlenecek ilişkiler üzerine bir film. Muhakkak tavsiye derim.

- Salaklar Sofrası (Le Diner de Cons): Sakın sonradan çekilen Hollywood versiyonuna yönelmeyin, çünkü hiç komik değil. Garanti ediyorum, gözünüzden yaş gelerek güleceksiniz.

‘Dibine kadar Fransız olsun, gözyaşlarım yağmura karışsın’ diyenler için:

- Köprü üstü Aşıkları
( Les Amants du Pont Neuf): Anlatılmaz, yaşanır. Yüz kere izlesem gene de doyamam.
Efsane olmuş bir filmdir ama kasvet ve karanlık ruhunuza çöker, söylemedi demeyin.

- Hiroshima Sevgilim (Hiroshima mon amour) : “Barış“ için bir destan adeta. Ama izlerken canınız çok acıyacak. Bir paket mendil, yanınızda olsun.

‘Nostaljik, biraz da seksi olsun’ diyenlere İtalyan ateşi katılmış Fransız filmleri

- Ve Tanrı Kadını Yarattı (Et Dieu Crea La Femme): Brigitte Bardot’u izlerken siz de böyle diyeceksiniz: Ve Tanrı Kadını Yarattı! Bardot’u ünlü yapan ve “sex-kitten” olarak anılmasına sebep olan film olduğunu söylesem sanırım yeterli olur.1957 yapımı bu film Roger Vadim imzalı.

- Gündüz Güzeli ( Belle de Jour) : Sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden Luis Bunuel’in 1967 yapımı, erotizm,felsefe, psikoloji ve güzelliği birleştiren filmi. Dünyanın gelmiş geçmiş en çekici kadın oyuncularından Catherine Deneuve başrolde. Her izlediğinizde etkileneceksiniz.

Maceraperest romantikler için

- Leon: Jean Reno, Gary Oldman, Nathalie Portman. Yönetmen: Luc Besson. Fazla söze gerek yok. 1994 yapımı bu film, sinema klasikleri arasındaki yerini çoktan aldı.

- Nikita: Gene Luc Besson, gene Jean Reno...1990 yapımı bu film dururken sakın yeni versiyonlarına itibar etmeyin.

Psikolojik çözümleme sevenlere

Aslında bu grubu sinema sever zaten çoktan izlemiştir ama ben yine de tercihimi kullanmalıyım:
- Kieslovki’nin 3 Renk üçlemesi... Özellikle de, Juliette Binoche’nin unutulmaz performansıyla ruhumuza kazınan üçlemenin ilk filmi... 3 Renk:Mavi ...

Buram buram aşk isteyenlere

- Cesaretin var mı aşka (J’eux d’enfants): Yine Fransa’nın Oscarlı bir yıldızı karşınızda: Marion Cotillard.

- La Fidelite (Özgür Ruhlar): Aslında, orjinal ismin anlamı “sadakât ve film de adından anlaşılacağı gibi bu konuyu işliyor. Çok naif,romantik ama tam Fransız türü deli bir aşk hikâyesi.

Yazının devamı...

Tiyatroda ahlak nerede başlar?

Bugün, yani cumartesi öğle saatlerinde tiyatro dünyasının duayenleri, tüm tiyatrocularla birlikte bir basın toplantısı yaparak bildiri yayınlayacaklar. Canlarını dişlerine takarak, özgür tiyatro yapabilmek uğruna alın terlerini yıllardır sahneye akıtan dostlarımın bazıları ile bu toplantıdan önce biraz konuştum, konuyu araştırdım ve bildiriden sonra önümüzdeki günlerde çokça konuşulacak bu konuyu hemen gündeme getirmek istedim: Özel tiyatrolara devlet desteği... Yıllardır, hem ödenekli hem özel tiyatrolarda çalışmış bir oyuncu olarak, devlet desteğinin eksik de olsa “çorbada bir tutam tuz” olduğunu gayet bilirim. Elbette hiç bir özel tiyatro, ülkemizde gayet eksik olarak verilen ödenekle dönmez. Ama başlangıç için bir maya olarak kabul edilir ve “bir emek” işe girişilir. Oyun tutarsa, tiyatro da kendini döndürmeye başlar. Özel tiyatro yapan da, en başından ekmeğini taştan çıkaracağını bilerek, o taşın altına elini sokandır zaten. Gelin görün ki bu yıl, tiyatroların ekmeğinin mayası “genel ahlaka uygunluk kuralları”na kaldı. Gelin biraz daha açık anlatayım:

Ülkemizin gurur kaynağı tiyatrolara ödenek yok

Efendim, nice iktidarlar, darbeler görmüş ülkemizde, her yıl özel tiyatrolara yetersiz de olsa bir devlet ödeneği verilir. Tiyatrolar, bir önceki yıl ürettikleri oyun ve faaliyetlerini bir dosya ile Kültür Bakanlığı’na ileterek, devletten aldıkları parayı, ülkede tiyatro yapmak için kullandıklarını gösterirler. Böylece, “yaptıkları yapacaklarının teminatı olan” tiyatrolar, ödeneklerini alarak yola devam ederler. Bu yıl durum bambaşka oysa! Bırakın bir önceki yılı, ömrünü tiyatroya vermiş duayenler ve onların ülkemizin gurur kaynağı tiyatroları bile ödenek için uygun (!) bulunmadılar. Daha da ilginci, ödenek alanların çoğu bu güne kadar hiç adını duymadığımız tiyatrolar. İlk duyduğumda, bu tiyatroları bilmemek benim cehaletim diye düşünüp hemen tiyatrocu dostlarımı aradım. Onlar da duymamışlar. Hepimizin hatası olabilir diyerek, ödül jürisinde yer alan arkadaşlarımı da aradım. Onlar da duymamışlar. Yani, bırakın iyi tiyatro-kötü tiyatro ayrımını, devlet desteğinin büyük kısmının tiyatro yapan kişilere gittiği bile şüpheli bir durum var ortada.

Muhalif oyunlara “sıfır kanaat notu” eklendi

Ferhan Şensoy ve Genco Erkal’ın tiyatroları dahi ödenek için “uygun bulunmadı” kâğıdını alınca, akıllar iyice şaştı. Öyle ya, ülkemizde Dostlar Tiyatrosu ve Orta Oyuncuları kadar düzenli olarak tiyatro yaparak hayatta kalan ve tarihi olan kaç özel tiyatro var? Elbette, nedeni sorgulamaya başladı zihinler. Mâlum; bu yıl devletle yapılan protokolün en önemli maddesi “Genel ahlaka uygunluk!” Üstelik, zaten bu yıl iktidar, “kendilerine uygun buldukları” oyun ve tiyatroları destekleyeceklerini aylar önceden açıklamıştı. Elbette, her dönem ve her iktidara karşı muhalif duruşlarıyla bilinen Dostlar Tiyatrosu gibi tiyatroların, “Gezi Parkı” olaylarına destek verdiği için ödenek alamadıkları lâfı ortalıkta dolaşmaya başladı. Destek kurulu üyelerinden Refik Erduran’da bu durumu hoş bulmadığını, kurulda “muhalif” olduğu gerekçesiyele yardım yapılıp yapılamayacağının belirtildiğini açıklayıp, “bana göre bu siyasi bir karardır” diye açıklayınca, söylentiler doğruluk kazanmaya başladı. İşin daha şaşırtıcı ve trajik-komik yanı ise, Kültür Bakanı Ömer Çelik tarafından, muhalif tiyatroların dosyalarına “sıfır kanaat notu” eklenmesi.

Gezi Parkı’nı destekleyenlerin de üstü çizilmiş

Kurulduğu günden bu yana Kürtçe oyunlar sergileyen ve her zaman destek alan Destar Tiyatro Topluluğu da bu yıl “Gezi” olaylarını sahneledi ve sonuç olarak yardımı kesildi! Gezi olaylarına sahnede yer veren “Kumbaracı 50” de yine devlet desteği alamayan özel tiyatrolardan oldu. Tüm bu örnekler üst üste gelince de tiyatro camiasında tepkiler büyüdü. Bu yıl, 50’nci sanat yılını kutlayan ve farklı iktidarlarca defalarca “muhalif” olduğu gerekçesiyle kapatılan Dostlar Tiyatrosu’nun kurucusu Genco Erkal, kurulduklarından bu yana politik tiyatro yapan muhalif bir topluluk olduklarının altını her zaman çiziyor. Kenan Evren döneminden başlayarak, Özal dönemi, Çiller, Erbakan, Ecevit vb. tüm iktidarlar döneminde tiyatro yaptıklarını, ama muhalif oldukları için daha önce hiç bir iktidarın kendilerini, devlet desteğini keserek cezalandırmaya kalkışmadığını söylüyor.

Muhbirlik mekanizması işleyebilir

Başka ilginç gelişmeler de yaşanıyor. Destek alan kimi tiyatrolar, bu yıl dayatılan “genel ahlaka uygunluk” protokolünü kabul etmedikleri için gelen devlet desteğini geri çeviriyor. Okul arkadaşım ve Tiyatro Kumpanyası’nın kurucusu Kemal Kocatürk, bu konuda önemli bir duruş sergileyerek öncülük yapıyor ve gelen ödeneği geri çeviriyor. Sebebini de şöyle anlatıyor: “Hazırlanan protokol kabul edilebilir değil. Biz yardım aldık ama bir gün sokaktan geçen birinin ‘ahlaka uygun değil’ ihbarı üzerine bizden hesap sorulabilir ve verilen yardım faizi ile geri alınabilir. Ortada denetleyici bir kurul yok. Muhbirlik mekanizmasının işlemeyeceği ne mâlum? Kaldı ki; köklü tiyatroların bir kısmının yardım dışı bırakılmasını içimize sindiremiyoruz. Bu desteği reddediyor ve kabul edenleri de kınıyoruz.”

“Kültür Bakanı artık yalnızca Turizm Bakanı”

Emre Kınay’ı aradığımda ise destek için uygun bulunmadıklarını, Duru Tiyatro’nun yoluna, seyircinin sevgi ve desteğiyle devam edeceğini söyledi. Kültür Bakanlığı’nın kararını tanımadığını, hatta Kültür Bakanı’nın kendisi için artık yalnızca “Turizm Bakanı” olduğunu söylüyor. “Üç yıldır destek alıyordum ve bu zaman zarfı içinde aldığımın 3-4 katını devlete vergi olarak ödedim. Yardım denmesini de çirkin buluyorum. Bu devletin görevidir ve ulufe dağıtır gibi dağıtılması yakışık almaz” diyerek tepkisini net bir şekilde ortaya koyuyor. Ve şu soruyu soruyor: Bingöl’de 13 yaşında kıza tecavüz eden kimi kamu görevlisi tecavüzcüler serbest bırakıldı. Yardım isteyen kız çocuğa, polis aracında tecavüz eden polisler de serbest bırakıldı. Bizim toplumumuzun genel ahlakı bu mudur? Ben bu tecavüz edilen kızın yaşamını ve serbest bırakılan tecavüzcüleri sahnede anlatsam, bakanlık için genel ahlaka yeterince uygun bulunacak mı?!

Tiyatro toplumdaki itirazların sesidir

Yazımın başında da belirttiğim gibi bu aslında önümüzdeki haftanın konusu, ama bir tiyatro oyuncusu olarak herkesten önce konuya dikkat çekmek ve ilk edindiğim bilgileri paylaşmak istedim. Bu ödenekleri verenlerin, bırakın tiyatroları değerlendirebilecek birikimde olmayı, kaçı tiyatro izleyicisidir onu bilmiyorum, ama tiyatronun en büyük amaçlarından birinin, toplumdaki itirazların sesi olmak olduğunu bilmediklerini görüyorum. Genel toplumsal düzene hizmet için değil, genelin dışında kalan “azınlık” insanları anlatmak için tiyatroya ihtiyaç duyduğumuzu biliyorum. Demokratik yapılarda, devlet desteğinin bir bağış hatta yardım değil, bir görev olduğunu biliyorum. Toplumun genel ahlakına uygun oyunun kuralları nelerdir bilmiyorum, ama özgürce derdini anlatamamanın asıl “tiyatro ahlakına” uymayacağını biliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.