Şampiy10
Magazin
Gündem

Ailelere yarı yıl tatili önerilerim

Yeni sınav TEOG ve yeni skandal: Yahu bırakın fikr-i takip etmeyi, bu sınavlarla ilgili her hafta yeni bir skandal olduğu için konuyu bir türlü değiştirmek mümkün olmuyor. Cumartesi günkü sayfamda, iptal olan SBS sınavıyla ilgili yazıp, bu yıl amacı aynı kalıp adı değişen TEOG sınavıyla ilgili de skandalların kapıda olduğunu belirtmiştim. Keşke haksız çıksaydım!

Ama 2 gün sonra yani geçtiğimiz pazartesi günü TEOG sınav sonuçlarının açıklanmasıyla yeni bir skandal bombası patladı. Sonuçların hesaplanma biçimi, az buçuk toplama çıkarma bilen herkesi dehşete düşürdü. Efendim; daha öncede belirttiğim gibi, nasıl bir hatadır bilemiyorum ama alt tarafı 20’şer sorudan oluşan sınavda, yine alt tarafı orta mektep tarifesi sorulardan 1 tane fen bilgisi, 2 adet de matematik sorusu yanlış hazırlanmıştı. Anlamadık ama hadi bunu geçtik. Yahu puanlama yapılırken, hatalı hazırlanan soruların cezası öğrenciye çektirilir mi? Özetle; eşit ağırlıklı olması gereken puanlama sistemi, yanlış sorular çıkarıldıktan sonra hesaplanmaya kalkışılınca, matematik ve fen bilgisinin katsayıları artmış oldu. Dolayısıyla, MEB’deki hesap çarşıya uymadı ve matematik-fen sorularından hata yapanlar, daha fazla puan kaybetmiş oldu. Bu katsayı değişiminin suçu ise soruları yanlış hazırlayan MEB’in. Hadi sorular yanlış hazırlandı, matematik-türkçe ve fen bilgisi 5’er puan kaybettirse gene sorun yok. Soru azaldığı için katsayıyı değiştirmek nasıl bir kafadır? Özrü kabahatinden büyük demek bu olsa gerek!

Yarışmalar, toplumun hisleri ve karakteriyle ilgili çok şey söyler

Türkiye, Gökhan’ı niye seçti?: “ Bazen bir yarışma sadece bir yarışma değildir.” Foucault’tan araklayıp yazdım elbette ama başka türlü anlatamazdım. Çoğu zaman, basit gibi görünen çok şey aslında harika birer sosyolojik çözümleyici olabiliyor. İşte, “O Ses Türkiye” de benim için böyle. Geçen yıl, sezonun başında finalde kimin kazanacağını söylediğimde, “Acun mu söyledi”, “Kazanacak olanlar önceden belli değil mi” , “Ama sen şimdi manipülasyon yapıyosun” filan yazan o kadar çok kişi oldu ki bu sene sezon sonuna kadar susma kararı aldım. Elbette ki sonuçlar belli değil ve ben de bilmiyorum, sadece toplumsal bir okuma yaparak tahminde bulunuyorum. Bu yıl da, jüriyi gördüğüm ân adım gibi emindim, Gökhan’ın bir yarışmacısının kazanacağına. Çünkü, bu sanıldığı gibi sadece iyi seslerin kazandığı değil, öncelikle jürilerin yarıştığı bir format. Finale 4 yarışmacı kaldı ve hepsi Gökhan’ın yarışmacısıydı ve böylece daha yarışma bitmeden kazanan jürü belli olmuş oldu. Bunu bir tek Ebru Gündeş kırabilirdi ama kocasının karıştığı skandal sonucu, halk Onu da eledi. Eleyeceği de belliydi. Durumundan ötürü seyirci yanında olabilirdi ama tutumundan ötürü kaybetti. Aslında bu ve benzeri yarışmalar, toplumun hisleri, seçimleri ve karakteriyle ilgili çok şey söyler. Bir ülke ve vatandaşlarıyla ilgili sosyolojik çıkarımlarda bulunmak ve fikir sahibi olmak istiyorsanız, bu gibi yarışmalardaki seçimlerine dikkat edin. Peki, neden Türkiye, kayıtsız şartsız “Gökhan” dedi? Altını çize çize, hatta biraz başkalarına ayar verir gibi Gökhan’ı seçti?

Üstelik jürüdeki herkes, Gökhan’a göre daha geniş bir tabana hitap ediyor daha magazinel daha popüler, daha çok ekstraya gidiyor, daha çok programda yer alıyor. Bu seçimin sebebini tek bir kelime ile açıklamak mümkün: Samimiyet. Bu halk, artık sadece gerçekten samimi olanı istiyor. Samimi görüneni değil, olduğu gibi görüneni ayırt ediyor. Tribünlere oynamalar, dikkat çekmeler, ajitasyonlar değil, kendi halinde olmak prim yapıyor.

Fazla şova gerek yok artık, bu seyirci için samimi olan kazanıyor.

Benden söylemesi...

İster müze gezin ister müzikale gidin

Geçen yıl yazmaya başladığımda, ilk işim çocuklar için bir sömestr rehberi hazırlamak olmuştu. Bu yıl da çocuklarınızla birlikte güzel vakit geçireceğinizi umduğum birkaç öneri paylaşmak istiyorum.

- Muhakkak ama muhakkak çocukları sömestr tatilinde bir tiyatro oyununa götürmeliyiz. Emin olun, insanın büyüdüğünde hatırladığı en güzel anılar içinde muhakkak çocukken gittiği oyun vardır. Bana göre en büyük sömestr hediyesi, çocukları bir sanat etkinliğine götürmek. Küçük çocuklar için 5 Taş Çocuk Tiyatrosu’nda yarı yıl şenliği var:

8 farklı oyun 2 ayrı sahnede çocukları bekliyor. Biletler 20 TL. Eğer çocuğunuz artık 10 yaş ve üzeri ise (hatta bazı çocuklar daha olgun olabiliyor, o zaman bu yaş 8 olarak da düşünülebilir) artık büyük işi tiyatro ve gösterilerin zamanı gelmiştir. Oyunların çocuğunuza uygun olup olmadığını anlamak için tiyatroların gişe memurlarına fikir danışabilirsiniz.


- İstanbul Modern, çocuklarımız için en eğitici programları düzenleyen yerlerin başında geliyor. Özellikle hafta sonları ücretsiz pek çok etkinlik de yapılıyor. Rezervasyon şart. 7-12 yaş grubu için, mükemmel sanat atölyeleri var. Müze etkinliğinin avantajlarından biri de çocuklar çalışmalarını yaparken, sergi gezip üzerine bir yorgunluk kahvesi içebiliyor olmak. Ayrıca, çocuklar için sömestr boyunca (27- Ocak-7 Şubat) her gün 55-85 lira arası ücret ödeyerek 1,5 -3 saat arası çeşitli eğitimlere katılım sağlamak mümkün. Kuş evi yapımı, kostüm tasarımı ve takı tasarımı, bana “keşke çocuk olsam” dedirten etkinliklerden bazıları. www.istanbulmodern.org

Rezervasyon için: eğitim@istanbulmodern.org

Tel:0212 3347352



- Kuşkusuz bu yarı yıl tatilinin en şahane gösterisi “Cats”. 21 Ocak-9 Şubat arasında, Zorlu Center’ın

yurt dışındaki salonları aratmayan ana tiyatro salonunda izleyebileceğiniz bu gösteri, dünyanın en iyi müzikallerinden biri. Küçük-büyük herkesi kendine aşık edecek müzikalin fiyatları her bütçenin altından kalkacağı türden değil: 110-252 lira arasında. Gönül ister ki bu müzikali büyük küçük herkes izleyebilsin ama ne yazık ki Londra’da da bu ve benzeri oyunlar çok pahalı. Ama, Avrupalıların gelir düzeyinin çok gerisinde olduğumuz için maalesef bizim ülkemizde daha da pahalı kalıyor. Eğer kendinize ve çocuğunuza ayırabilecek böyle bir bütçeniz varsa bunu “Cats” için kullanmanızı öneririm. Ödediğinizin karşılığını fazlasıyla alacağınıza emin olabilirsiniz. Biletler için: www.bilet.zorlucenterpsm.com


- “Uzay Kampı Türkiye” . 2-7 Şubat arasında, 9-15 yaş grubunda 2 gün süren “Yıldızlar ve Gezegenler Macerası”na yalnız katılım mümkünken, 7-11 yaş için olan “Aile/Çocuk Uzay Kampı”na ebeveynler de eşlik ediyor. 5 günlük ve 2 günlük programlar dışında günübirlik ziyaret de mümkün. Detaylı bilgi istiyorsanız www.spacecampturkey.com.tr adresini mutlaka ziyaret edin.

- Kuşkusuz, diğer kentlerde İstanbul’daki kadar çok alternatif yok. Ama yine de çocukların 15 günlük süresi için epey bir şey bulmak mümkün. Ankara, İzmir ve pek çok kentte çocuk tiyatroları için www.mybilet.com adresinden, bilet temin etmek mümkün. Biletleri hemen almazsanız, yer bulamayabilirsiniz aklınızda olsun.

- Eğer çocuğunuzu şehir dışına götürme veya yollama imkanınız varsa, bu kent İzmir olmalı! Hem unutulmaz bir deneyim hem de şahane bir eğitim:

- Ayrıca; evde sinema keyfi-mısır patlatmaca-kestane yapmaca unutulmamalı, kutu oyunları “can”dır ama kahvaltı kurmacasına oynamak ayrı bir heyecandır, yabana atılmamalı.

Hazır fırsat bulmuşken çocuklar DVD’ler sayesinde Şarlo ve Laurel-Hardy ile mutlaka tanıştırılmalı. Araya bir de eski Türk filmi sıkıştırmalı.

Şimdiden iyi eğlenceler...

- Sömestr tarihlerinde İstanbul’da olacaklar çok şanslı. Kuşkusuz, ülkenin bu en faal kentinde çocuklar için de çok şey var. Bence ,insanın çocuğuyla vakit geçireceği en güzel yerlerin başında oyuncak müzesi geliyor. Sunay Akın’ın, müthiş girişimi ve eşinin olağanüstü çabalarıyla , Oyuncak Müzesi, hem küçükler hem büyükler için “Çocukluğumuzun Cenneti “ bana göre. Gezmesi ve kafesinde bir kahve içmesi ve insana müthiş zevk veren bu mekânda ayrıca çocuklar için harika etkinlikler var. İsterseniz çocuğunuzla birlikte katılabileceğiniz, isterseniz siz kafesinde biraz kafa dinlerken çocuğunuzu dahil edebileceğiniz bu etkinlikler için rezervasyon yaptırmanızı öneririm.

İletişim için;

www.istanbuloyuncakmüzesi.com

Tel: 0216 3594550


- Pera Müzesi de çocukları yarı yıl tatilinde unutmamış. 4-14 yaş gruplarına yönelik programlara bir göz atın derim. Tabaklara desen yapımından sabun laboratuvarında üretime kadar farklı atölyeler var.

eğitim@peramuzesi.org.tr

Tel:0212 3349900(4)

Yazının devamı...

Kader... Coğrafya kaderdir

Kader... Ne derin bir kelimedir... “Allah kaderini güzel eylesin” demişti rahmetli anneannem, 12 yıl evvel kızımı kucağıma aldığımda. Biliyordum anlamını elbette ama yıllar geçtikçe anladım ve bilmekle anlamanın farklı şeyler olduğunu da beraberinde kavradım. Bugün... Bugün, incecik bir kıymık gibi batıyor göğsüme Kader. Nerdeyse kızım yaşındaydı o.

11 yaşında karı, 12 yaşında ana, 14’ünde rahmetli oldu. Kaderini, ailesi çizmişti...

Bu dünyadan giderken, kendi gibi küçücük, incecik ama adının ağırlığınca derin bir sızı bıraktı yüreğimizde Kader. Kendi gibi binlerce çocuğun adı oldu Kader. İbn-i Haldun’un bu topraklar için söylenmiş en can alıcı sözünü beynimize mıhladı, bu topraklardan göçerken Kader: Coğrafya kaderdir...

Van’ın Çatak ilçesine bağlı Reşan köyünde 14 çocuklu ailenin yedinci çocuğu olarak doğmuş Kader. 12 yaşındayken berdel usulüyle evlendirilmiş. Kader’in üç ablası da kendi gibi ve tıpkı Reşan ve çevredeki tüm köylerde olduğu gibi Berdel usulü evlendirilmiş. Kardeşler, evlendikten sonra birbirlerini hiç görmemişler. Ablası Asya, bu gün, kendi de kurbanı olduğu “berdel”e isyan ediyor. Köydeki erkeklerin hep iki eşi var ve çocuklarını 13 yaşında evlendiriyorlar. 14’üncü yaşını sürerken, kocası da askerdeyken, ikinci bebeğini erken doğurması üzerine hastahaneye gidiyor Kader, bebeğini kaybediyor ve bir süre sonra evinde av tüfeğiyle vurulmuş olarak bulunuyor. Bu coğrafyanın insafsızlığı Kader’in de kader oluyor sonunda ve küçücük yaşamına sığdırdığı yüzlerce yıllık acıyla bu dünyadan göçüyor. Ardında, aynı kadere gebe binlerce kız çocuğunu bırakıyor.

Ülkemizde, çocuk yaşta evlendirilenlerin sayısının milyonları aştığı belirtiliyor artık. İşin garibi, çocuk yaşta evlendirilmek istemiyle hakim kararına başvuran kız çocuk ailelerinin sayısı azalacağına son üç yılda yüzde 94 artmış. Küçük yaşta evlendirilen kızların yüzde 20’si 10-14 yaş aralığında.

Günden güne, kız çocuklarını daha da içine çeken bu batağa, “töre” ya da Kader kızımızın hazin sonuna, “kader” deyip geçmek mümkün mü bu devirde.

Ancak devlet politikasıyla önüne geçilebilecek bu durum için daha ne bekliyoruz? Eğitimden, iş gücüne bölge geliştirilmezse, babasından ,nikahı kıyan imamına kadar, küçücük kızları evlendirenler cezalandırılmazsa, dört yıl filan değil sekiz yıl kesintisiz eğitim çocuklar için zorunlu tutulmazsa, bu coğrafyanın kaderi nasıl değişir!

BERDEL İNSAN TİCARETİDİR

Kader sadece bir örnek... Evet çok acı ama ne yazık ki bu bir gerçek... Temmuz ayında, Berdel töresi ile ilgili ülkemizde yapılmış tek doktora tezi ve en geniş kapsamlı araştırmanın sahibi Gürbüz Bolat ile, henüz tamamladığı saha çalışmalarını bana anlattığı iki bölümden oluşan bir röportaj yapmıştım. O dönem ki Aile ve Sosyal Yardımlaşma Bakanı Fatma Şahin bu çalışma için özel teşekkür etmişti. Ama sonra bu muhteşem araştırmadan faydalanmak için çalışma yapıldı mı bilmiyorum. Bakanlık için bir kılavuz olabilecek bu çalışmasının sonucunda Bolat, Berdel töresinin aslında insan ticareti olduğu sonucuna varıyor. “Ülkemizde; fuhuş adına, Diyarbakır’da çetelere çocuk kiralamak üzere, organ nakli için, dilendirilmek amaçlı çocuk kullanmak nasıl insan ticaretiyse, karşılığında çıkar elde etmek maksadından dolayı Berdel töresi de insan ticaretidir” diyor, Bolat.

Kendi de Maraşlı olduğu için bölge insanına yakın olan ve Emniyet Müdürlüğü’nden emekli olduğu için sahayı iyi tanıyan Gürbüz Bolat, araştırması için onlarca berdele uğramış kadınla görüşmüş. “Kader yalnızca bir örnek” demiştim az önce. İşte, isimleri Gürbüz Bolat’ta saklı, Berdel Töresi kurbanı kadınların ağzından kendi hikayeleri.

30 yıllık berdel evliliği olan kadının, aşk hayatı ile ilgili itirâfı: “Ben kocamı o gece hiç öpmedim. Halâ da öpmedim. Kocam yanıma geldiği zaman benim midem bulanır. Ondan iğrenirim.”



İşte, hâlâ hayatta kalmayı başarsalar da başka ‘Kader’ örnekleri

‘Çocuğum olunca kızımla beraber evcilik oynadım’


15 yaşında berdel edilen yaşlı teyze anlatıyor: Evin tek kızıymış berdel olduğunda. Öz annesi istemiş bunu. Çünkü bir oğulları yokmuş ve kocası (yani kızın babası) etrafa karşı oğlu olmadığı için mahçup olmasın diye, erkek evlat doğursun diye kocasına kuma almak istemiş ama paraları yokmuş. Kuma aldığı kıza karşılık, anne de kendi kızını berdel vermiş. “Adamı gördüm, adam 35 yaşında, babam ise 45 yaşında. Alacağı kız 15 yaşında. Ben 15 yaşındayım. Adamı beğenmedim. Bizim içİn davul getirdiler ve çaldırdılar. At arabasıyla bize köyü fırlattılar(dolaştırdılar). Tavuk tüyünü boyayıp kafamıza taç yaptılar. Ona bizim orada “tozlak” derler. Boynumuza gümüş kolye taktılar. Denişiğim, benimle yaşıttı. Ne olduğunu bilmiyoruz ki ama seviniyoruz. Ne olduğunu anlamadık ki! Daha sonra, ne olduğunu anladığımda “Ben gelin olmam” diye bar bar bağırdım. İstemediğimi söyledim... Görünüm (görümce) “Hadi kalk sokakta oynayalım” derdi. Saklambaç, körebesi oynardık................. Ben çocuktum. Adam benim saçımı yıkar, tarar... Elimi, ayağımı yıkardı. Çocuğum olana kadar, çocuk gibi baktı bana. Çocuğum olunca, kızımla beraber evcilik oynadım............”

Bir kan berdeli hikâyesi

Yakın akraba iki aile arasına husumet girer ve cinayetle sonuçlanır. Cinayeti işleyen genç, bir kızla sözlüdür.Kan davası korkusundan aileler dışarı bile çıkamaz olur. Kan davasının sürmemesi için, öldüren gencin ailesinden bir kızın, öldürülen kişinin ailesine verilmesine karar verilir. Ayrıca, bir miktar da para ödenecektir. Asıl amaç intikam olduğu için, berdel olarak, hapiste olan gencin sözlüsü istenir. Söz bozularak, kız karşı aileye verilir. Hapiste olan genç ise, çıktığında bütün aileyi öldüreceğini söyler ve aileler arası sulh hiç bir zaman sağlanamaz. Yapılan berdel, kan davasını daha da büyütmekten başka işe yaramaz.

Töre uğruna kararan beş hayat

M.’nin hikâyesi: M. 11-12 yaşında bir erkek çocuktur. Abisi ölür. Abi ve ablası, karşılıklılık kuralına göre bir ailenin çocuklarıyla berdel yapılmıştır. M.’nin ailesi, oğulları ölünce, gelini baba evine göndermek ister. Ama bu durumda, gelinin ailesi de berdel ile gelin olarak aldığı, M.’nin ablasını oğullarından boşatacaklarını ve çocuklarından ayıracaklarını söyler. Durumun çözülmesi için, M. ile yengesinin evlendirilmesine karar verilir. M., ablasını kurtarmak için ölen abisinin eşiyle evlendirilir. Buraya kadar hikâye Türkân Şoray’ın efsane “Berdel” filmi ile paralellik gösterir ama sonrası filmlerden bile daha acıklıdır. M. 16 yaşında baba olur.18 yaşına gelince, babası (daha önceden söz vermiş olduğu üzere), M.’yi ikinci kez evlendirir. Bunu duyan karşı aile, misilleme için, oğullarına 16 yaşında bir kız kaçırırarak, M.’nin ablasına kuma getirirler. Bu sefer, kaçırılan kızın ailesi ile kan davası başlayacakken, yüklü bir miktar para ödemek koşulu ile aileler arası sulh sağlanır. Ama bu arada, töre uğruna, 5 genç insanın hayatı kararır.

‘Kocam geldiğinde midem bulanır’

11 yaşında fakirlikten berdel yapılan kadın anlatıyor: “Babam ve abim karar verdi berdel olmama. Annemler abime kız baktılar. Onlar da başlık parası istediler. Babam “Biz başlık veremeyiz. Ben de karşılığında kızımı size vereyim, berdel yapalım” dedi. Başlık ödeyemediği için babam, biz berdel olduk. Abime istediğimiz kıza karşılık, berdel oldum. Onlar severek aldılar birbirlerini. Ben ise küçüktüm. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Hiç sesimi çıkarmadım ve berdel oldum. Annem bana “Berdel yapacağız.” dedi. Sesimi çıkarmadım.” 30 yıllık berdel evliliği olan kadının, aşk hayatı ile ilgili itirâfı: “Ben kocamı o gece hiç öpmedim. Halâ da öpmedim. Kocam yanıma geldiği zaman midem bulanır. Ondan iğrenirim.”

Yazının devamı...

Biz veliler daha adil bir sınav istiyoruz!

Geçen seneki Seviye Belirleme Sınavı (SBS) puanlar yanlış hesaplandığı için iptal oldu. Bu durum kaosa neden olacağından, MEB acilen tedbir almalı ve çocuklarımızı daha çok strese sokmamalı.

Tam bir yıl önce başladım, cumartesi ve pazar günleri bu sayfada yazmaya. Benim gibi bir acemi için büyük bir zaman... Başlangıçta en büyük endişem, konu sıkıntısı çekmekti. Seyahat, çocuk, fotoğraf gibi her an hayatımda olan konular dışında da paylaşımda bulunmam gerekiyordu elbette. Geçen yıl içinde daha iyi anladım ki bizim ülkemizde yazı yazıyorsanız, çok şeyin sıkıntısını çekebilirsiniz, ama konu sıkıntısı asla! Çoğu hafta, daha ben yazıyı yazarken seçtiğim konuyu gölgede bırakacak yeni bir gündem oluşuyor ve ben yazdığımdan vazgeçmek zorunda kalıyorum. Her gün o kadar çok şey oluyor ki, dünya basınının haftalarını kilitleyecek olan, “Çin’de nükleer başlıklı füze denemesi” bizim ülkemizdeki gündem füzelerinin yanında alelade kalıyor. Durduk yere bir bina çökmesi, Amerika’da olsa dizi filmlere konu olabilecek bir olay iken, bizim için son derece günlük bir haber olarak algılanabiliyor. Emekli öğretmenden sonra bu hafta da emekli hemşire protesto yaptığı için gözaltına alınmışsa, buna şaşırmıyoruz bile. Bakanlar, oğulları, iş adamları yeni skandallarıyla adlarından söz ettiriyorsa, çok da üzerinde durulmaya değer bulmuyoruz. Çünkü bunlar her gün oluyor ve yarın tekrarlanacağından da şüphemiz yok. O yüzden başka ülkelerin yazarlarını uzun süre meşgul edecek bu haftanın konuları, gördüğünüz gibi cümle içinde geçiveriyor da sayfada eni konu yer dahi bulamıyor. Yerimiz dar ama yenimiz değil elbette... Bazı yaşananlar da var ki insan başka hislerle yan yana getirmeye utanıyor. Yaşam hakkına saygı duyulmayanların hatırasına olsun saygısızlık etmemek için bazı isimlerle, başkalarını bir sayfada anmak istemiyor insan. Hiç değilse yazımdaki yeri ömrü gibi kısa olmasın diye, bence haftanın en önemli konusu Kader’in ve aynı kaderi paylaşanların yaşadıklarını yarın anlatmak isterim.

SBS: Sakın Beni Sınama!

Haftanın ortasında bomba patladı. Geçen seneki SBS iptal oldu! SBS dediğimiz, çocukları liseye yerleştirmek için yapılan ve her yıl adı değiştirilip beceriksizliği değişmeyen sınavımız. Açılımı: Seviye Belirleme Sınavı. Ama bana sorarsanız; “Saçma Bir Sınav”, “Sakın Beni Sınama”, “Stres Bizi Sardı” filan gibi de açılabilir. İşte geçen yıl SBS’ye girip aldıkları puana göre liselerine yerleşip, şu günlerde birinci dönemin sonuna gelen öğrencilerin sınavı iptal oldu. Çünkü puanlar yanlış hesaplanmış. Geçen yıl bu olay zaten bir skandala dönüşmüş ve yedi yüz küsür öğrencinin yabancı dil puanı tekrar hesaplanmıştı. Eh nerdeyse bine yakın öğrencide hata varsa diğerlerinde olmayacağı ne malum! Madem kazana kurt düşmüş bir kere, artık kimin kasesinden çıkacağının bir önemi var mı! Çorba, kurtlu demektir o halde! İşte, dananın kuyruğu da bu noktada koptu ve bir milyon iki yüz küsür bin öğrencinin puanları da şüpheli duruma düştü ve yılan hikayesine dönen SBS, arapsaçına döndü. Elbette, MEB hemen bir üst mahkemede itiraz edecek ve ne yapıp edip kazanmaya çalışacak. Aksi halde, zaten bir lisede okuyan öğrencilerin, hak ettikleri okula gitmelerini bu saatten sonra nasıl sağlayacak? Yine de siz siz olun, eğer çocuğunuz geçen yıl SBS sınavına girmiş ise takipçi olun. Alınan haklar geri verilemeyeceğinden, okuyan çocukları başka okula yollayamayacaklar, ama puanlar yeniden hesaplanır ve bir üst sıralamaya hak kazanan çocuklar olursa, ek kontenjanla yatay geçiş yoluna gidilebilir. Elbette tüm bunlar büyük kaosa neden olacağı için, MEB, canını dişine takıp bu skandaldan kurtulmanın bir yolunu bulmaya bakacaktır. İşin fenası, sadece geçen yılki değil, bu yılki sınav da tartışmalı. Zaten, daha en başta yanlış sorular çıkması büyük fiyaskonun habercisiydi. Sanırsınız, kuantum fiziğiyle ilgili doktora sınavı var. Alt tarafı orta mektep fen ve matematik sorusu yahu! 20 soruda nasıl yanlış çıkar, anlamak mümkün değil.

Din soruları iptal edilmeli

Yeni adıyla TEOG yani “Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sistemi” ile ilgili çok detaylı yazılar yazdım defalarca ve yine defalarca çıkacak sorunları anlatmaya çalıştım. Elbette bir eğitimci değilim, ama hedef tahtasına dönüşecek öğrencilerden birinin annesiyim, “Hekimden değil, çekenden sor demişler”, elbette velilere soran yok! Ama ne hikmetse, kıyafetten 4+4+4’e kadar, sınavdan, ödeve kadar, veliler ne dediyse çıktı.

Çünkü, insan en iyi kendi başına gelince anlıyor! Bu yıl da din bilgisi sınavının, karmaşaya neden olacağını eminim tüm veliler en başından biliyordu, ama niyeyse bir tek işin uzmanları kabul etmedi. Geldiğimiz nokta ortada.

Din ve ahlak bilgisi sınavının iptali için süren bir mahkeme var halihazırda.

Ve bu iptal istemi, sınavın uygulanışının anayasal haklara uygun olmayışına dayanıyor. Özetle; bir sınav yapıyorsanız, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hepsini aynı yöntemle değerlendirmek zorunludur. Kimi sınavın bir bölümünden muaf olsun, farklı din mensuplarının çocuklarına farklı puanlama yapılsın dediğiniz an zaten kişiler arası eşitliği ihlal etmiş oluyorsunuz.

Çocukların ailelerinin din hanesi farklı olduğu için, farklı puanlama da bu yüzden yasalara uygun değil aslında. Bakalım mahkeme sonucu ne olacak? Belki din bilgisi ve ahlak sınavı iptal edilecek. Böyle giderse, ilk sınav komple iptal edilip, geçen yılki gibi yıl sonunda tek sınav sistemine dönülürse de şaşırmamak gerekir. Bu belirsizlik çocukları perişan ediyor! Öyle, bakanların çıkıp da “canım çocuklara ne, onlar çalışsın biz bir şekilde ölçeriz bu onları ilgilendirmez” dedikleri gibi de olmuyor hiçbir şey. Bir kere bu çocuklar, bakanlar dahil hiç birimizin çocukluğuna benzemiyor, kusura bakmayın. Anlamak istiyorlar, muhakeme ediyorlar, sorguluyorlar, fikir yürütüyorlar. Evet, bacak kadar boylarıyla haklarını soruyorlar. “Sus” deyince oturmuyorlar, efendice “niye” diye sorup, büyükleri boşa düşürüyorlar. Karşılarındaki bakan da olsa, “peki efendim” diyerek, boyun bükmüyorlar. Yani uzun lafın kısası, bir zamanlar bize yapılabildiği gibi güdülmüyorlar. İyi ki de böyleler, ama arada olan biz velilere oluyor.

Gecesini gündüzüne katarak çalışan çocukların sınav streslerine bir de sınavın iptali, yanlış sorular, yanlış puanlamalar gibi belirsizlikler eklenince, onların haklı isyanını yatıştırmak bize kalıyor. Ama ne yazık ki bizde de sordukları soruların cevapları yok. MEB ne yapacağını, işin içinden nasıl çıkacağını bilmez haldeyken, biz çocuklara bu durumu nasıl açıklayabiliriz ki!

Kimse dinlemeyecek biliyorum ama daha önce bin kere söylediğimi bir kere daha tekrarlıyorum: Daha adil bir seçme-yerleştirme için din bilgisi ve ahlak, inklap tarihi-sosyal ve yabancı dil sınavlarının kalkıp sadece fen bilgisi, okuma-anlama ve matematik dersleriyle değerlendirme yapılması şart!

Benden söylemesi...

Yazının devamı...

Fasulye bulamazsanız nohut yiyin!

Geçen gün Twitter hesabımdan beni de isyan ettiren kuru fasulye fiyatıyla ilgili bu yorum. Fransızların Marie Antoinette’ine nazire yapar türden! Kuru fasulye olmuş 13 lira, patates 5 lira kapısında...



Gelen yorum ise, “Fasulye bulamayan nohut yesin, onun fiyatında sorun yok” şeklinde. Eski Türk filmlerinde, fakir halkın fasulye yanına soğan kırdığı yemek, günümüz dizilerinde “zengin mutfağı” olarak karşımıza çıksa yeridir yani. En garibime giden ise, şu anda ithal fasulyenin satışta olması ve yüzde 20 vergi uygulandığı için de fiyatın iyice şişmiş olması. Gerçi, vergi kaldırılsa da sanırım 1 lira gibi bir gerileme olabilecek en fazla. İyi de sayın vesaire vesaire birliği başkanları, garibana “fasulye yerine nohut yiyin” diye yol tarifi yapacağınıza, yerli fasulyemize n’oldu, niye bin yıldır yediklerimizi bu gün yiyemez olduk, bi zahmet onu anlatıverin bari!

Yasssaaah Hemşerimmm!


Hemen her gün aynı haberleri izliyoruz: Memleketin çeşitli yerlerinde çeşitli konularla ilgili protesto yürüyüşü ve sonunda polis müdahalesi... Mesela mı? Burada saymakla bitmez ama hemen birkaç örnek vereyim: Gezi Parkı, alışveriş merkezi olmasın -polis müdahalesi; Gezi, üçüncü köprü, barajlar ve yeşile dair her konuda protesto -polis müdahalesi; Demokratik hak talebi protestoları -polis müdahalesi, polis müdehalesi sonucu ölen vatandaşlar için protesto -daha şiddetli polis müdahalesi, bakkala giderken polis müdahalesi sonucu komaya giren Berkin Elvan için hak arayan protesto -polis müdahalesi, protesto yaparken polis tarafından vurulan vatandaşın cenazesinde yapılan protestoya yapılan polis müdahalesinde ölen vatandaş için yapılan protesto (böyle yazınca çok saçma gibi geliyor ama aynen böyle yaşandı olay) -yine polis müdahalesi! Öğretmenler gününde haklarını alabilmek için yürüyüş yapan öğretmenlere, ağız burun kıran polis müdahalesi. Ülkemizde, artık dayanılmaz boyuttaki, “kadına şiddet” için yapılan yürüyüşte, kadınlara şidetli polis müdahalesi... Ve en son ve daha da acayip olanı, ülkesinde yaşanan yolsuzluklara karşı çıkan, kendi cebinden çalınan paraların hesabını soran halka, rüşvet olayına adı karışanların emriyle yine polis müdahalesi... Aklımda, çocukken defalarca izlediğim Zeki Alasya-Metin Akpınar’ın “Yasaklar” kaberesi... Bu ülkede özgürlük ve demokrasi adına taş üstüne taş koyamadığımızın en eğlenceli belgesi. Unuttuysanız izleyin, DVD’si var, çocuklarınıza izletin. Ağlanacak halimize, ailecek gülerek, bugünümüzle bir yüzleşin. Sonra bu sözümü hatırlayın: Bu ülkede itiraz etmek, hakkını aramak hele ki protesto etmek, yassahhh hemşerim!

Madem iş başa düştü, gelin Türkçe’yi birlikte koruyalım

Yahu kızmaya gelince mangalda kül bırakmıyoruz, ama biz de bir şeyler yapmıyoruz. Türkçe’nin gittikçe bozulmasına ve birazı Fransızca çoğu İngilizce hatta kimi zaman Almanca kelimelerin gençler tarafından ana dil gibi kullanılmasına itiraz ediyoruz. İyi-güzel de teknolojiyi ülke olarak üretemiyoruz ve dolayısıyla gelişen teknolojinin dilini de olduğu gibi kabul etmek zorunda kalıyoruz. Türkçe konusunda can sıkacak kadar hassas olan ben bile konuşurken tıkanıp kalıyor, çoğu zaman sosyal medyanın geliştirdiği İngilizce kökenli kelimelere esir düşüyorum. Bu konuda Türk Dil Kurumu’nun acilen önlem alması ve dilin dinamiklerini koruyarak, özellikle gençliğin benimseyeceği yeni kelimeler üretmek konusunda çalışmalar başlatması gerek. Hatta sadece yabancı kelimelerin kullanımını Türkçeleştirmek için değil, ihitiyaç duyulan tüm boşluklar için yeni kelimeler üretmek gerek. Bunun için mutlaka gençlerle işbirliği yapılıp onların kabulüne de sunulmalı. Unutmayalım ki bu dili, sonraki nesillere taşıyacak olanlar onlar. Ama ne yazık ki çok işlevsiz ve etkisiz TDK. Bu yüzden belki de hepimiz, artık kullanmaya mecbur olduğumuz çoğu İngilizce terimin yerine Türkçelerini üretmek konusunda çalışma yapmalıyız. En azından, “halk dili” olarak ağızlara yeni kelimeler yerleşirse, eskilerin çok sevdiğim deyişiyle “Galat-ı meşhur, lugat-ı fasihten evladır” (yani bulduğumuz kelimeler çok doğru olmasa da, halk arasında yaygın kullanıldığı için doğru kabul edilebilir ve bu da hiç yoktan iyidir) diyerek TDK’da bu kelimeleri onaylayabilir. İngiltere (işte size yeri gelmişken bir galat-ı meşhur örneği; aslında Büyük Britanya demem gerekir, ama halk arasında yıllarca İngiltere doğru kabul edildiği için, aslen yanlış da olsa bu gün doğru kabul ediyor ve kullanıyoruz), İngilizce için çok hassas olduğundan sürekli yeni kelime üretip, Oxford Sözlüğü’ne sokuyor ki kontrolsüz dil gelişiminin önüne geçilebilsin. Özellikle, gençlerin ve onların teknolojik terminolojiyle ilgili ihtiyaçları için kelime üretiyorlar ki, zaman içinde İngilizce kirlenip bozulmasın. İşte, Oxford Sözlüğü’ne giren son kelime; “selfie.” Anlamı; sosyal medyada paylaşmak için, kolunu ileri uzatıp, cep telefonuyla kendi fotoğrafını çekmek. İşin fenası, ben dahil tüm sosyal medya kullanıcıları bunu yaptığımız için kestirmeden hepimiz “selfie” demeye başladık. Çünkü, tek kelimeyle bu eylemi anlatacak bir kelimemiz yok. Bu yüzden dostlar, “acil” diyorum! Başta şu “selfie” olmak üzere, aklınıza gelen, İngilizce kullandığımız kelimelere Türkçe karşılık bulalım. Fikr-i takipte olacağım için, bana fikirlerinizi yazarsanız, ben de sayfamda paylaşmak isterim. İş başa düştü madem fikirlerinizi beklerim. İşte adreslerim:

- blacin@ttmail.com ve
- twitter/bernalacin35

Ne olacak bu Kıvanç Tatlıtuğ’un hali


Malum, Kıvanç Tatlıtuğ’un çekimlerine başladığı yeni dizisi “Kurt Seyit ve Shura”, şimdiden merak ediliyor. Dizinin tanıtımları, yeni yılla birlikte dönmeye başlayınca dedikodular da kaynamaya başladı. Nermin Bezmen’in aynı adlı romanından senaryolaştırılan dizide Tatlıtuğ, Rus İmparatorluğu ordusunda subay ve Kırım Türkleri’nden bir ailenin oğlunu canlandırıyor. Rusya’daki devrim sonrası, İstanbul’a gelen ailenin yaşadıklarını, 1920’ler İstanbul’unun Pera (Beyoğlu) fonunda anlatan hikayede elbette aşk da var. Kurt Seyit’in aşık olduğu, Rus kızı Shura’yı Farah Zeynep Abdullah oynuyor. İşte bizim seyircinin merakı da burada başlıyor. Kıvanç Tatlıtuğ’un yanına kimseleri yakıştıramayan kadın seyircimiz karşısında, Farah Zeynep Abdullah’ın işi gerçekten zor. Şu anda, televizyon sektöründen kuaför salonlarına kadar, Farah Zeynep’in Kıvanç’la nasıl bir ikili oldukları merak konusu. Nice Türkiye hatta dünya güzelleriyle kamera karşısına geçen Kıvanç, bugüne kadar elinde olmadan hep yanındaki partnerinin güzelliğini gölgeledi. Kadın seyirci, Kıvanç’ın yanındaki rol arkadaşlarını bir türlü Tatlıtuğ’a denk görmedi. Eh, bunda çok da haksız sayılmazlar. Yakışıklı olmanın ötesinde o kadar güzel bir yüze sahip ki, kadının yüzünün daha güzel olmasına alışkın seyircinin beklentisini karşılayacak bir rol arkadaşını Kıvanç için bulmak nerdeyse imkansız. Bu yüzden yapımcıların işi gerçekten zor. Bence, Kıvanç ile sevgili oynayacak kişiyi seçerken, güzellikten öte farklı bir karizma, sıcaklık ve sempatiye sahip kadın oyuncular değerlendirilmeli. Ben, hem fizik hem oyuncu olarak Farah Zeynep Abdullah’ı çok beğeniyorum, ama açıkçası kadın seyircinin, Kıvanç Tatlıtuğ’un yanına yakıştırıp yakıştırmayacağını da merak ediyorum. Kurt Seyit ve Shura, Mart ayında Star TV’de başlıyor. Bu kez de “sevgili” partneri, Kıvanç’ın yanına yakıştırılmazsa, bundan sonra “vay haline” diyorum!

Yazının devamı...

Safranbolu’da dört mevsim

Dört mevsim kısa seyahatler yapılabilecek yer bulmak kolay değildir. Safranbolu, her daim gidilebilecek, pek çok zevke hitap edebilecek, çok farklı hobisi olan insanları mutlu edebilecek yerlerin başında gelir. Tarih sevenler için, tarihi milattan önce 3000 yılına kadar uzanan yerleşim, Hititler, Firigler, Lidyalılar, Persler, Helenistik krallıklar, Romalılar (Bizans), Selçuklular, Çabanoğulları, Candaroğulları ve Osmanlılara ev sahipliği yapmış. Safranbolu, 14’üncü Yüzyıl’da Osmanlı’nın egemenliğine geçmiş ve bölgeye Türkmen beyleri yerleşmiş. Şehrin ismi Selçuklular döneminde Zalifre iken, bu dönemden sonra Yörükan-ı Taraklı olarak bilinen Türkmen göçebelerin adını alarak Taraklı Borglu, hatta yalnızca Borglu olarak değişmiş. 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru Zağfiran Boğlu olmuş ve zamanla değişerek, Zafranbolu ve sonunda bölgede yetişen Safran’ın da etkisiyle olsa gerek Safranbolu adını almış.




Cinci Han’a uğramadan geçmeyin


İpek Yolu üzerinde olduğu için, ticari hayatta oldukça etkili olmuş ve bu sayede hanlar hamamlar bakımından iyice zenginleşmiş. En önemlisi olan Cinci Han, günümüzde olduğu gibi korunmakla birlikte otel ve lokanta olarak hizmet veriyor. Benim için Safranbolu, Cinci Han olmadan düşünülemez, bu yüzden her zaman bu tarihi handa, adeta zamanda yolculuğa çıkar gibi konaklamayı tercih ederim. Eğer Safranbolu’ya seyahat ederseniz, Cinci Han’a uğramadan, Osmanlı Mutfağı seçkilerinden olan yemeklerini yemeden hiç olmazsa bir kahvesini içmeden dönmeyin.

Osmanlı döneminde Kastamonu’ya bağlı olan Safranbolu, Cumhuriyet döneminde Zonguldak iline bağlanmış. 1995 yılından itibaren ise, bir zamanlar Safranbolu’nun mahallesi olan Karabük il olmuş ve Safranbolu da bu ile bağlanmıştır.

Bugün bir müze kent olan Safranbolu, 1994 yılından beri Unesco’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alıyor. Farklı dinleri buluşturan, çok kültürlülüğü ile tarih ve kültür meraklıları için tam bir hazine olan Safranbolu, üç önemli bölüme ayrılıyor:

- Eski şehir: Çoğu koruma altındaki, yarı ahşap üç katlı evlerin oluşturduğu adeta bir açık hava müzesi halindeki kısım.

- Kıranköy-Granköy: 1923 Mübadelesinde Yunan-Ortodoks halkın yaşadığı bölge.

- Bağlar bölgesi: Varlıklı ailelerin, özellikle yaz aylarını geçirdikleri üzüm bağları ve meyve bahçelerinden oluşan, muhteşem bir doğaya sahip olan bölge.



Muhteşem doğası ve film dekoru gibi evleri...

Evleriyle ünlü olan ve adeta bir film dekoru gibi görünen, olduğu gibi korunmuş mahalleleri sayesinde turistleri çeken Safranbolu’da yaşam da korunmuş. Eski adetler, eski el işleri, bakırcıları, lokumcuları, safran satan baharatçıları, Osmanlı’dan kalma kahveleri ve birbirinden güzel hikayeleri konuklarına anlatan esnafıyla, bir yere farklı kültürü ve yaşamı için seyahat edenleri de kendine çekiyor. Evlerin çoğu müze, lokanta ya da otel olduğu için, içlerini rahatlıkla gezebiliyor olmak büyük keyif veriyor. Sakın çekinmeyin! Otel de olmuş olsa, sadece ziyaret etmek istediğinizde, büyük bir misafirperverlikle karşılanacağınıza emin olabilirsiniz. Gezebildiğiniz kadar çok ev ve han gezin. Hepsi birbirinden farklı bu yapılar karşısında büyüleneceksiniz. Safranbolu’yu gezmeye merkezden başlayabilirsiniz. Yemeniciler arastası ve bakırcılar çarşısı ile onları çevreleyen Safranbolu evleri doyulmaz güzellikte. Arasta kahvesinde bir kahve içerken, yerel müzisyenlerin keyifli zamanına denk gelirseniz, güzel de bir sokak konseri içinde bulursunuz kendinizi. Kahvede anlatılan hikayelerin ise deyimlerini bildiğinizi ama anlamlarını bilmediğinizi farkedeceksiniz. İşte örnek: Safranbolu, dericilik açısından bölgesinde önemli bir yer. Tabakhane de ham derinin tabaklandığı yani işlendiği yere denir. Şimdilerde kimyasal malzemelerle yapılan işleme, zamanında taze köpek dışkısıyla yapılırmış. Bu yüzden, toplanan dışkılar alel acele tabakhaneye yetiştirilirmiş. “Tabakhaneye b.k yetiştirmek” deyimi de işte böyle ortaya çıkmış. Ben de bu deyimi Safranbolu’ya mâl eden esnafın yalancısıyım.

Dünyanın en büyük kanyonu burada


Safranbolu ziyaret listenizde, en başlara koymanız gereken yerlerden biri de Havuzlu Köşk. Ben yıllar evvel ilk kez film çekmek için gitmiştim Safranbolu’ya. Yapımcımız Türker İnanoğlu’nun memleketi olduğu için de el üstünde tutulmuştuk bu güzel ilçede. O zaman, çekim yaptığımız Havuzlu Köşk’e, yıllar sonra ziyaret için yeniden gittiğimde, bu büyüleyici güzellik karşısında aynı heyecanı içimde hissettim. Eğer macera seven gezginseniz yine Safranbolu ve çevresine hayran olacaksınız. Motorsikletçiler, bisikletçiler ya da benim gibi doğada uzun uzun yürümeyi ve bir de fotoğraf çekmeyi sevenler... Safranbolu’nun hemen yanıbaşındaki Pınarbaşı Bölgesi tam size göre. Vallah Kanyonu, 12 kilometre uzunluğu ve 1300 metreyi bulan yüksekliği ile dünyanın en büyük kanyonlarından. Biz çoluk çocuk, sonradan yapılmış olan 180 basamaklık gözetleme platformuna çıktık, ama biraz tehlikeli olduğunu ve kış ayları için uygun olmadığını söylemeliyim. Buraya gitmek için muhakkak köylülerin rehberliğine başvurun. Pınarbaşı’na gitmişken, Ilıca Şelalesi’ne gitmeden dönmeyin. Mağaraların arasında dolaşıp, üst-başla suya düşmek ayrı bir zevk. Denedim, bana güvenin. Elbette havaların biraz ısınmasını bekleyin. Safranbolu’ya dört mevsim gidin. Sokaklarında bir anda bastıran sağanak yağmura yakalanıp, o güzelim ahşap evlerin saçağında saklanın, soğukta çarşı kahvesindeki soba başında bir bardak çay ve esnafın sohbetiyle içinizi ısıtın, mutlaka bakır sahanlardan alın, sokakta size ikram edilen lokumları geri çevirmeyin, Hıdırlık Tepesi’nden ilçeye kuşbaşı bakın, uzunca süren bahar aylarındaysanız Pınarbaşı’nda doğayla kucaklaşın, Cinci Han’a hayran kalın, Osmanlı tarifi nefis et yemeklerini yiyin ve bol bol fotoğraf çekin... Havalar ısınmışsa ve eğer vaktiniz bolsa, birbuçuk saat araba mesafesinde Amasra’ya da bir gün gidin. Deniz kenarında, muhteşem günbatımını izleyin ve kıyıdaki balık lokantasında taptaze balıklardan yiyin. Güzelcehisar Kumsalı’nda bir baştan başa gezin. Ne yapıp edin, her mevsim bir başka güzel Safranbolu ve çevresini keşfe gidin...

Yazının devamı...

Keşfetmenin en güzel yolu kaybolmak: KAPALIÇARŞI

Kapalıçarşı deyip de geçmeyin, “Kapalıçarşı kapalı kutu” demiş Orhan Veli. Çok sık ziyarete gittiğim, en sevdiğim yerlerin başında gelen dünyanın en büyük tarihi çarşısı olan bu büyüleyici mekân, sahiden de her seferinde yeniden keşfedilmeyi bekleyen sihirli bir diyarı barındırıyor içinde. Ne kadar çok gezseniz de ne kadar iyi bildiğinizi sansanız da asla her yerini bitiremeyeceğiniz bu masalsı mekânı keşfe bu kez, Saffet Emre Tonguç’un rehberliğinde çıktım. Ve çok iyi bildiğimi sandığım Kapalıçarşı’yı, bin kez daha dolaşsam yine de kuytularında her zaman keşfedilmemiş sürprizlerin beni bekleyeceğini bir kez daha anladım. Şairin dediği gibi, Kapalıçarşı sahiden de kapalı kutu. Saffet Emre Tonguç ile yaptığımız Kapalıçarşı gezimizi ve öğrendiklerimi elimden geldiğince sizinle paylaşmak istiyorum. Ama tavsiyeme kulak verin ve bir gün mutlaka, adeta sihirli bir halıyla uçururcasına insanı sürükleyen Saffet Emre’nin peşine takılıp İstanbul’u ve tarihini, onun anlattığı hikâyeleriyle keşfedin.

Keşfimize önce Nur-u Osmaniye Camii ile başladık. Açıkçası önünden bin kere geçmiş olmama rağmen içine ilk kez girdim. Meğer en güzel camiilerimizden birini keşfetmemişim bunca yıldır. Sade, ferah ve huzurlu. Osmanlı Camii mimarisin ve iç süslemelerinin en güzel örneklerinden biri olduğunu düşünüyorum. İstanbul’da yapılan ilk “barok” üsluptaki camii olduğunu da belirtmeliyim. Belki bu yüzden, Arap etkisi altındaki pek çok süslü yapının tam tersine, olabildiğince sade ve sakin. Kubbe kemerlerinin duvar üzerindeki bitiminde bir kuşak halinde hat sanatı ile içten camiiyi çerçeveleyerek yazılan Fetih Suresi çok etkileyici. Kubbede ise, En-Nur suresinden bir ayet yazılı: Allah, göklerin ve yerin nurudur. Camiinin içinde çok sayıda büyük cam kullanılan 32 pencere bulunduğu için ışığı bolca içine alıyor. Zaten adını da bu ışıktan, Osmanlı’dan ve 3’üncü Osman’dan alıyor: Osmanlı’nın nuru.

Kapalıçarşı’nın Nur-u Osmaniye kapısından, dünyanın en büyük tarihi çarşısına giriyoruz. Kapının üzerinde Osmanlı’nın amblemi duruyor. Üzerindeki sembollerden bazıları ise şöyle imiş: Asa Hazreti Musa’nın sihirli bastonu; terazide yer alan iki kitaptan biri Fatih’in Kanunname’si, ikincisi Kanun-i Esasi; Bereket Boynuzu, pagan döneminden başlayarak, Roma döneminde de kullanılan meyve ve başaklarla dolu kıvrılmış bir keçiboynuzu; çift taraflı Teber veya iki taraflı balta, Osmanlı’da da bir üstünlük sembolüydü; ağızdan dolma top, İstanbul’un fethinde kullanılmış. Kılıç ise Türk mitolojisinde beş kutsal öğeden biri.

Bir dönem, yabancı markaların istilasını uğrayarak özelliğini kaybeden Kapalıçarşı, günümüzde temizlenerek eski otantikliğine kavuşmuş durumda. O kadar büyük ve labirent gibi ki sahiden ne kadar gezerseniz gezin bitiremezsiniz. Adım attığınız anda bambaşka bir tarihe hatta farklı bir gezegene yolculuk etmişsiniz hissi veren bu büyüleyici çarşıda, ah keşke bir de tabela kirliliği olmasa! Komşumuz Yunanistan’ın, en küçük adasında bile, tarihe saygıdan yasaklanan tabelalar sayesinde önlenen bu kirlilik, ne yazık ki bizim muhteşem tarihimizi kemiriyor. Kablo, klima, anten kirliliğini saymıyorum bile. Avrupa’nın hiç bir tarihi bölgesinde, dünya markası olmuş firmaların tabelasına bile izin verilmezken, ne yazık ki bizim tarihi yarımadamızdan, Bodrum’a kadar tüm turistik bölgelerimiz çirkin, ışıldaklı tabelaların altında eriyip gidiyor. Bu durum acilen önlenmezse, tarihi coğrafyalar bu kirliliğe kurban gidecek.

İç bedesteni hanlar izlemiş ve çarşı kapanmış

Evliya Çelebi’ye göre 17’inci yüzyılın ortalarında Kapalıçarşı’da 4 bin 399 dükkan, 2 bin 195 oda, 497 tane dolap denilen küçük dükkan (bu gün kullanılmasa da Saffet Emre sayesinde bir örneğini gördüm), iki lokanta, on iki hazine dairesi, bir cami, on mescit, bir hamam, 19 çeşme, sekiz tulumbalı kuyu, 24 han, bir mektep ve bir türbe varmış. Tarih içinde yangın, deprem gibi çok sayıda felaketle karşılaşan Kapalıçarşı, 1894 depreminden sonra yenilenerek bugünkü halini almış. Önceleri, tahminen Bizans yapısı olan Eski Bedesten, şimdiki adıyla Cevahir Bedesteni ve daha sonra “Fatih” zamanında inşaa edilen İç bedesteni varmış yalnızca. Daha sonra, bu bedestenleri birbirine bağlayarak, hanlar, sokaklar, dükkanlar eklenerek, üzeri de kapatılarak büyük ve kapalı bir çarşı haline getirilmiş. Çarşının inşaatını, Fatih Sultan Mehmet başlattığı için, kuruluş tarihi olarak 1461 yılı kabul edilmiş. Bugün 4 bin civarında dükkanı içinde barındıran bu çarşı, turizmimizin ve ekonomimizin en önemli yerlerinden biri.

Kapalıçarşı’da 7 kapı ve o kadar çok sayıda sokak, han, esnaf lokantası var ki, keşfetmenin en güzel yolu her zaman olduğu gibi kaybolmaktan geçiyor. Korkmayın; ne kadar kuytulara dalarsanız dalın muhakkak ana cadde sayılan Kalpakçılar caddesine yeniden çıkabiliyorsunuz. Eskiden, her sokak bir meslek grubuna verildiği için, bu gün bu özellik kalmasa da sokak adları neyse ki kendini korumuş. Kalpakçılar caddesi, Nur-u Osmaniye kapısından girdiğinizde karşınızda uzanan geniş ve dükkan kiralarının en yüksek olduğu cadde. Adından anlaşılabileceği gibi, eskiden sadece kalpak satılan dükkanların olduğu bu caddede bu gün tek bir kalpakçı yok. Keşke, her caddeye adını temsilen, sembolik bir dükkan yapılsa... Böylece gezginler, hem kaybolmuş meslekleri öğrenir hem de nostalji yapmış olurlar. Turistler için ne kadar ilgi çekici olacağını varın siz hesap edin. İşte bazı cadde adları; Serpuşçular, Feraceciler, Terziler, Perdahçılar(gümüş parlatıcıları), Tacirler, Kuyumcular, Halıcılar... Bugün, adını hakkını veren bir tek Kuyumcular Çarşısı kalmış. Halıcılar Çarşısı da, kafelerle paylaşsa da yine de sokağını temsil ediyor. Fes kafe, bu caddedeki en sevdiğim duraktır. Tost ve çayını tavsiye ederim. Halı bakmak için ise “Dhoku”ya uğrayın derim.

Kalpakçılar Caddesi’nin hemen yanı, Sandal Bedesteni. Bir yolu ipek,bir yolu pamuk dokunan “Sandal” adı verilen bir tür kumaştan almış adını. İçinde kumaşçılar, eşarpçılar bulabilirsiniz.

Esnaf lokantalarındaki leziz yemeklerin tadına bakın

Kapalıçarşı’da pek çok han var. Eskiden bunlar kervansaray olarak, tüccarların konaklaması için kullanılıyormuş. Genellikle, dik ve dar merdivenlerle konaklamanın yapıldığı üst kata çıkış bulunuyor. Saffet Emre’den öğrendiğime göre, “ipini koparan gelmiş” deyimi, bu hanlardaki hayvanların ipini koparıp üst kata çıkması anlamını taşıyormuş. İşte; “ipini koparan gelemesin” diye, merdivenler hayvanların çıkamayacağı şekilde dar ve dik yapılırmış. Bugün, daha çok gümüşçü ya da kuyumcu atölyeleri bulunuyor. Ermeni ustalar bu konuda muhteşem ve hanlarda, en çok onların atölyeleri bulunuyor. Çuhacı Han, Kalcılar Han ve özellikle Zincirli Han çok güzel. Zincirli Han’ın zincirlerinin bu gün plastik olması ironik olsa da küçük avlusunda çay içmek çok keyifli. Bir anlamda yağmur oluğu olarak kullanılan zincirlerden dolayı bu ismi almış. Mutlaka ziyaret etmelisiniz.

Sıra odalar, sağlı sollu çok küçük odalardan oluşuyor. Hele iki amcanın işlettiği bir esnaf lokantası var ki, irmik helvası için kuyruğa girmek gerekiyor. Burada kapalıçarşının en dar sokağı var. Bir kişi ancak içinden geçebiliyor. Muhakkak görülmesi gereken ilginç sokaklardan birisi olduğunun altını çizmeliyim.

Her yerde esnaf lokantalarına rastlayacaksınız, hiç çekinmeden dalın, pişman olmayacaksınız. Ben yolda giderken Kurufasulyeci Osman’ın kazanına bir kaşık attım. Tadı damağımda kaldı, en kısa zamanda yeniden gitmek niyetindeyim. Kilis Kebapçısıçok ünlü. Ali Usta’nın, Sakıp Sabancı, Sezen Aksu gibi tanıdığınız kişilerle çekilmiş fotoğraflarını dükkanın duvarında görebilirsiniz. Kuytulardaki dönercilerden, yol üstündeki lahmacunculara kadar nefis lezzet durakları sizi bekliyor. Benim en ilgimi çekeni yaklaşık 1,5 metrekarelik, sanırım çarşının en küçük esnaf lokantası oldu. İstanbul Kapalıçarşı Esnaf Derneği’ne çıkan merdivenin üzerine konuşlanmış, masa kadar dükkanda mis gibi kokan ev yemekleri vardı. Bir gün mantı yedirmek üzere Ada’ya söz verdim. Merdivenin karşı duvarına ise gömülü buzdolabı çok şirin duruyor.

Saffet Emre, özel izinle bana hayatım boyunca unutmayacağın bir deneyim yaşattı ve beni Kapalıçarşı’nın çatısına yani James Bond filminin çekildiği yere çıkarttı. Hem de tam öğle vaktinde. İstanbul’un 3 bin 250 camisinden gelen ezan sesini dinledim tepede. Yine şairin dediği gibi; “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı” dedim kendi kendime.

Çarşı içindeki bu adreslere uğrayın...

Kapalıçarşı’da en sevdiğim ve tavsiye ettiğim adresler: n Koç Deri (Kalpakçılar caddesi üzerinde ve çarşının hemen dışındaki Kürkçü Han’da dünyanın en ünlü firmalarına üretim yapan birinci sınıf deri ceketler burda)

- Dhoku (Cevahir Bedesten’in çevresinde Takkeciker sokak-Nefis Halılar)

- Fes Cafe (Cevahir Bedesten’i çevresi Halıcılar sokak) n Dönerci Şahin Usta (Sandal Bedesteni yakını, kilitçiler sokak)n İznik Art (Cevahir Bedesteni çevresi,

- Şerifağa Sokak n Aslan Rest.(Saffet Emre ile burada yedik muhteşemdi- Nur-u Osmaniye Camii yakını) n Ottoamano (eşarp, kaftan, örtü v.s- Sandal Bedesteni)

Yazının devamı...

Tarih 2013’ü unutmayacak

Ülkemizde fitillenen özgürlük arayışı bu yıla imzasını attı. İleriki yıllar, 2013’ün ruhunu nasıl taşıyacak ve tarihçiler bu yıl yaşadıklarımızı nasıl yazacak, onu bilemem ama ‘tarih’ bu yılı unutmayacak, buna eminim...

er ne kadar, yeni bir yıla girdiğimizde yepyeni bir dünya ile karşılaşmayacağımızı bilsek de yeni umutlarla ve kendimize verdiğimiz sözlerle yeni bir başlangıç yapmak istiyoruz. Bu yüzden de mutlaka dönüp bir geriye bakıyoruz. Belki de hayatın, yıllara bölünüp tasnif edilmesinin en iyi tarafı, yaşadıklarımıza derli toplu bir bakış fırsatı sunması. Kendi hayatıma baktığımda, geçtiğim yıl bolca çalışıp bolca gezdiğimi, başımı rahatça yastığa koyduğumu fark edip, şükrettim. Sonra ülkeme ve dünyaya bir göz attım. 2013 yılının hiç unutulmayacağını ve tarih sayfasında önemli bir yaprak olacağına eminim. Ülkemizde fitillenen, demokrasi ve özgürlük arayışı tüm dünya’da bu yıla imzasını attı. İleriki yıllar, 2013’ün ruhunu nasıl taşıyacak ve tarihçiler ilerde bu yıl yaşadıklarımızı nasıl yazacak, onu bilemem ama “tarih” bu yılı unutmayacak, buna eminim.

Kaybettiklerimiz...

İnsan içinde yaşarken değil de ardından baktığında , bir yıl içinde ne kadar çok şey yaşandığına, şaşırıp kalıyor. Hele ülkemizde! Sadece bir yıla kısaca göz attığınızda, sanki 10 yılın dökümü sanıyor insan... Hele kaybettiklerimizi peşi sıra sayınca... Dilerim, hayattayken sevdiklerimize değer vereceğimiz bir yıl olur 2014. Yıl içinde yazdığım başsağlığı notlarımdan, yaklaşık bir kronolojiyle sıraladığım, kaybettiğimiz sevilen ve tanınmış simaları bir solukta okumaya çalışın, bakın ne kadar yürek yakıyor. Şenay Yüzbaşıoğlu, Alev Sururi, Deprem Dede Ahmet Mete Işıkara, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Ferdi Özbeğen, Mehmet Ali Birand, Tekin Akmansoy, Macide Tanır, Osman Gidişoğlu, Dinçer Çekmez, Metin Serezli, Müslüm Gürses, Günseli Başar, Şahin Gök, Burhan Apaydın, Yaşar Güner, İbrahim Yazıcı, Gül Yalaz, Nazmiye Demirel, Peride Celâl, Selçuk Yula, Tuncel Kurtiz, Turgut Özakman, Tomris Oğuzalp, Savaş Ay, Nejat Uygur, Zafer Önen, Adnan Şenses.


Elbette, 2013’ün vicdanı en çok yaralayan kayıpları “Gezi” olayları ve “Reyhanlı” terör saldırılarında yitirdiklerimizdir. Ne yazık ki ikisi de siyasetin, halkın canına mâl olan sonuçlarıdır. Unutulmaz... Unutturulamaz...

Dünya tarihinin 2013 sayfasına iki büyük felâket iz bıraktı ne yazık ki. Biri insan hatası, diğeri ve ne yazık ki en büyük olanı doğanın kararı: İspanya’daki büyük tren kazası ve Filipinler’i vuran Haiyan tayfunu. 79 kişinin ölümüne yol açan tren kazasının, makinistin cep telefonuyla konuşma sebebiyle dikkati dağıldığı için virajı alamaması yüzünden olduğu sanılıyor. Makinistin soruşturması devam ediyor. Ama böyle bir kazadan sorumlu olarak yaşamaya devam etmek zaten en büyük ceza olsa gerek. Filipinler Haiyan tayfununa gelince, hemen öncesinde 7.2 deprem yaşayan filipinler’de, gelmekte olan tayfun önceden tespit edildi, ân be ân uydu aracılığıyla tayfunun yaklaşmasını tüm dünya izledi. Pek çok tahliye edilen bölge oldu ama yine de kaderin önüne geçilemedi: Ölü sayısının 10 bine yaklaştığı sayılıyor. Bölgede yiyecek ve içme suyu sıkıntısı çekiliyor. Birleşmiş Milletler aracılığıyla, yardımlar devam ediyor ama yine de zararın bir ölçüde telâfi edilmesinin 3 yılı bulacağı bildiriliyor.

Devrimci Chavez ve Mandela’yı uğurladık

2013’te üç efsane dünya lideri de hayata veda etti. İngiltere’nin “Demir Lady“ lâkaplı eski başbakanı Margaret Thatcher, yaşama veda ettiğinde 88 yaşındaydı. Hugo Chavez ise 1998 yılından beri Venezuella’nın Devlet Başkanıydı. Amerika’ya kafa tutan bu devrimci lider, rahatsızlığı nedeniyle bu yıl 59 yaşında vefat ederek ülkesini ve tüm dünyadaki sevenlerini yasa boğdu. Ve 2013 yılına veda ederken, dünyanın en efsanevi liderlerinden birine de veda ettik: Nelson Mandela. 80 Devlet ve Hükümet Başkanı, 2 Kral ve pek çok veliahtın katıldığı cenaze töreniyle uğurlanan Mandela, Güney Afrika’nın ilk siyah avukatı olarak başlamıştı mücadelesine. Hayatı boyunca ırk ayrımcılığıyla mücadele eden Mandela, beyaz yönetim tarafından ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış ve 27 yılını Fok Adası’nda hapis kalarak geçirmiştir. 71 yaşında serbest bırakıldıktan, hayatının sonuna kadar demokratik bir Güney Afrika için çalışmıştır. 1994 yılında Güney Afrika’nın ilk siyah devlet başkanı olan “Madiba” lâkaplı Mandela, ülkesinde “ulusun babası” olarak kabul ediliyor. Dünya’nın en sevilen liderlerinden, Nobel Barış Ödülü sahibi Mandela, vefat ettiğinde 95 yaşındaydı.

2013 yılının ise ardında en çok gözü yaşlı hayran bırakan kaybı ise “Hızlı ve Öfkeli“ filminin başrol oyuncusu Paul Walker oldu. Henüz 40 yaşında olan ünlü oyuncu, Los Angeles’te, Porsche marka arabanın yolcu koltuğunda, tıpkı onu üne kavuşturan ve yedincisini çekmekte olduğu filmi çağrıştırırcasına bir sonla, yaşama veda etti.

Ve gelelim 2014 hayallerine...

2014’e arafta yaşam mücadelesi vererek giren Michael Schumacher, yılın son günlerinde büyük üzüntü yarattı. Bu satırlarım baskıya girene kadar bekledik ama ne yazık ki şampiyondan henüz iyi bir haber alamadık.


Yeni yıla nasıl girersen öyle gidermiş: Ben, akşama kadar yazılarım için çalıştım, sonra kotumu geçirdim, saçıma iki fırça attım ve kızımla Bağdat Caddesi’ne gittim. En son 14 yaşında birlikte yeni yıla girdiğim arkadaşımın şimdi 14 yaşındaki kızı ile birlikte yeni yılı kutlamak tam bir nostalji rüzgârı estirdi bizim için. Tıpkı evimizde gibi rahat, süssüz püssüz, kendimizi kasmadan, en sevdiğimiz kafe olan Cafe Cadde‘de güzel yemekler ve eğlenceli müzikle, yaşları 10 ilâ 15 yaş arası 5 çocuk ve bir de onların arkadaşlarıyla girdik yeni yıla. Eh yeni yıla nasıl girersen öyle gidermiş mâdem, ben de gençlik aşısı yapmış oldum bu arada. Yeni yılda bazı çocukluklar yaparsam, kılıfını hazırlamış olmam da cabası. Yeni yılda... 2013’te epey gezmişim, bu yıl daha çok gezmek niyetindeyim. Kiraz çiçeği mevsimi Japonya’yı, trenle Sibirya’yı gezip, fotoğraf çekmek hayalim. Olur da çok param olursa, 2015’e girerken, Yeni Zelenda’dan başlayıp, saat farkına göre bir sürü ülkede, yeni yıla girmek bir başka hayalim. Ama ayağımı yorganıma göre uzattığım planlarım da var tabii; tığ öğrenmek, daha çok müzik dinlemek, bir de Karadeniz’i gezmek. Onun dışında, Allah gördüğümüzden ayırmasın, şükür...

Yazının devamı...

Müsaadenizle yılbaşında eğlenmek istiyoruz!

Geçtiğimiz yıl bu vakitler, Twitter, Gülben Ergen’in evinde çocuklarıyla süslediği çam ağacının fotoğrafını paylaşmasından sonra bir anda karıştı. Çam ağacı dediğim de şu naylon olup da her yıl depodan çıkarılıp kullanılan türden. Vaaay efendim, burası Müslüman ülkeymiş, Gülben nasıl yeni yılı karşılamak için sembolik bir süsleme yaparmış, bunlar Hıristiyan adetiymiş, bu ağaçların süslendiği evdeki çocukların beyni yıkanırmış da büyüyünce gavur oluverirlermiş Allah muhafaza! Aranızda geçen yıl Twitter’da olanlar eminim bu olayın vehametini hatırlayacaklar. Aman Allah’ım o ne büyük yaygaraydı. Yılbaşı gecesinin diğer gecelerden hiçbir farkı olmadan yaşanması gerektiğini söyleyen bu grup, söylemekle kalmayıp, bunu emrediyordu.

Herkesin, gecelerini nasıl istiyorsa öyle yaşayabileceğine aldırış etmeden.

Yeni yıl kutlamalarına bir diğer karşı olan grup ise kapitalizmden nefret edenler. Bunun ticari bir hareket olduğunu (ki doğruluk payı var) bu yüzden yeni yılı kutlayan herkesin kapitalizmin uşağı olduğunu söyleyip, söylemekle kalmayıp bunu dikte edenler, sebep olarak dini gösteren grupla tam ters köşeden saldırmakla birlikte aynı şekilde vuruyorlar. Herkesin, canı nasıl istiyorsa öyle kutlama yapmak hakkına aldırmadan.


Gerçek çam ağacını zaten kullanmıyoruz

Ve işte bir başka grup; yeşiller... Aslında bu rengin iki anlamı var. Biri, yurt dışında gelenek olduğu üzere çam ağaçlarını, eve süs yapmak uğruna kesmeye karşı olmak anlamında. Yani doğanın yeşilini korumak için haklı olarak itirazda bulunanlar var. Bizim ülkemizde bu gruba ait kimseye ben rastlamadım, çünkü biz gerçek çam ağacını zaten kullanmıyoruz. Dekoratif ve yapay küçük bir süs görüyoruz en fazla camlarda ışıldayan. Yeşilin bir diğer anlamı da yine 1958’de “yeşil Noel” isimli taşlama yapan bir radyo tiyatrosundan geliyor. Ah bu tiyatronun muhalifliği gördüğünüz gibi her ülkede karşımıza çıkıyor. Yeşil, anladığınız gibi Amerikan dolarının yeşilini işaret ediyor. Yeşiller grubu, yılbaşının ticarileşmesine karşı olan grup anlamını da taşıyor böylece. Ama işin ironik yanı, onlar da ülkemizde dini kaygıları olanlarla aynı kaygıları taşıyorlar. Kutlamalarının artık dini olmaktan çıktığını, Noel (25 Aralık) değil Yeni Yıl (31 Aralık yani aslında dini olmayan) kutlamalarının öne çıktığını ve sadece, eğlenceye dönük olduğundan yakınıyorlar. Yani şunu anlıyoruz ki; hangi dinden olursa olsun dindar kesim, dünyanın her yerinde yeni yıl kutlamalarını istemiyor.

Avrupalılar yerimizde olmak için neler vermez

Durum böyleyken, yılbaşı kutlamalarının dini özelliklerine bir göz atmak isterim:


Biraz mitolojiyle ilgilenen herkes, dinlerin çoğu ritüelinin kökeninin mitoloji olduğunu bilir. Antik çağlardan itibaren insanoğlunun inandığı kültler, dinlerin gelişimiyle sahiplenilmiş. Zamanla da sanki belli bir dinin inancını temsil eden bir sembol olarak yeniden insana sunulmuş. Unutmamamız gereken ve dinler arası kavgayı anlamsız hale getirebilecek fikir şu ki, aslında her dinin çoğu geleneği asırlar öncesinden insanoğlunun ortak ritüeliydi. Tıpkı, yeni yıl kutlamalarının olduğu gibi...

Bizim gibi Anadolu toprakları üzerinde yaşayan insanlar için aslında senin-benim tartışması çok saçma. Çünkü, dünyanın en eski uygarlıklarının mesken tuttuğu bu toprakları sahiplenmek, onun tarihindeki bütün geleneklere “benim” deme hakkını veriyor bize. Ama ne gariptir ki, biz bunun keyfini sürmek yerine “hayır ben tanımam” demeyi seçiyoruz çoğu kere. Oysa Hıristiyanlığın çıktığı ve yayıldığı bu topraklara ve insanlık tarihini kucaklayan geçmişine sahip olmak için neler vermez Avrupa.

Gelelim Hıristiyanlık öncesi Anadolu’ya... Anadolu’da ağaç süslemesi, yıl dönümü kutlamalarının tarihi, milattan önceki döneme dayanıyor. Her ne kadar dindar Hıristiyan’lar bu bilgiden pek hoşlanmasa da bir Anadolu dini olan Mithra kültünde 25 Aralık en önemli gün kabul edilirmiş. Hıristiyanlığa geçilirken bu gün de uyarlanmış. Hz. İsa’nın ne gün doğduğu tam olarak bilinmediği için tarih boyunca bir kaç kere doğum günü tarihi değiştirilmiş. Örneğin, 4’üncü yüzyıla kadar 6 Ocak doğum günü kabul edilmiş. Sonunda, Mithra inancındakileri de Hıristiyanlığın yanına çekebilmek için 25 Aralık uygun görülmüş. Günümüzde ise Ortodokslar ve ülkemizdeki Ermeni vatandaşların büyük bölümü Noel yani Hz.İsa’nın doğum günü olarak 6 Ocak tarihini kutlar. 31 Aralık ise yeni yıla geçmeyi temsil eder ve dini bir içerik taşımadan eğlenceye kutlanır.

Ağaç süsleme Anadolu geleneği

Ağaç süsleme ise Anadolu’nun kadim bir geleneği. Doğa’nın mevsim geçişlerini, yeniden dirilmesini ve ölümsüzlüğünü kutlamak için kışın çam gibi her daim yeşil kalan ağaçlar, ölümsüzlük sembolü olarak süslenip eğlenceler düzenlenirken, baharda da yeniden doğuş kutlanırmış. Bugün kutladığımız yeni yıl ve Hıdırellez bahar şenlikleri işte hep bu kadim kültürlerin bir uzantısı. Hıristiyanlık, yeniden dirilmeyi peygamberlerinin dirileceğine inançla sürdürürken, biz de kendi topraklarımızın geleneklerini ağaç süsleyerek, gül ağacının altına Hıdrellezde dilek bırakarak sürdürüyoruz. Güneş’in Anadolu’da kutsal kabul edildiğini araştırmalardan biliyoruz. 22 Aralık’tan sonra, günler uzamaya başlayınca, bunun şenliklerle kutlandığını da biliyoruz. Hıristiyanlığın Anadolu topraklarında şekillendiğini düşündüğümüzde, Hz. İsa’yı neden güneş ile sembolize ettiklerine de şaşırmıyoruz.

Noel Baba bizden biri

Yeni yıldan söz etmişken Noel Baba’dan söz etmezsem olmaz. Dindar Hıristiyanlar, son yıllarda çocuklarının Noel Baba’yı, Hz. İsa’dan daha çok sevmesinden korkuyorlarmış. Dindar Müslümanlar da, Noel Baba çocukların beynini yıkar da ilerde Hıristiyan yapar diye korkuyorlar. Dindar düşünce, dini farklı da olsa çoğunlukla aynı yolu izliyor ve aynı endişeleri üretiyor belli ki. Korkmayın, çocuklar Noel Baba’nın düpedüz kendi anne-babaları olduğunun fevkalade farkında; ama, hediyelerin önünü kesmemek için ses çıkarmıyorlar. Kızım geçen yıl bana itirafta bulundu ve “Ben hediyeyi ağacın altına senin koyduğunu 3 yaşında anlamıştım ama senin sürprizini bozmak istememiştim, çok eğleniyordun çünkü. Ayrıca diş perimin sen olduğunu da biliyordum ama annemin aynı zamanda perim olması hoşuma gitmişti” dedi. Bu devirde, bacadan eve giren bir aksakallı amca olduğunu söyleyen çocuk bulursanız lütfen bana getirin, kendisiyle tanışmak isterim! Bu arada hemen hatırlatayım, Noel Baba da Anadolulu, Antalya, Demreli’dir.

İsteyen istediği gibi yaşasın bize karışmayın!

Sözün özü; bu ülkede yaşayan farklı din mensubu insanların geleneklerini istediği gibi yaşayabilme hakkı bir yana, herkesin istediği kutlamaya katılma özgürlüğü bir yana, rahat olun, bizim kutladığımız, zaten Anadolu kültürümüzün bir uzantısı. Hıristiyan vatandaşlar dışında zaten genel olarak herkesin kutladığı, (gene kökü Anadolu’ya dayansa da) “Noel” (25 Aralık-İsa’nın doğum günü) değil, “yeni yıl.” Elbette insanlar, bir gün sonra yeni bir kitaba başlar gibi önünde yeni bir hayatın açılmayacağını biliyor. Ama, umut yeşertmek için 31 Aralık tarihinin eğlenceyle kutlanması mutluluk veriyor. Kaldı ki, herkes sanıldığı gibi kapitalizmin uşağı olarak da kendini alışverişe gömmüyor... Bir de benim gibi her kültürün değerlerini merak eden ve içinde şenlik olan her kutlamaya “varım” diyenler mevcut. Şubat ayında da Çinliler’le “At Yılı”na da girebilirim memnuniyetle. O yüzden surat asanlar, insanı bir hizaya sokmaya çalışanlar rica ediyoruz, siz nasıl istiyorsanız öyle geçirin bu günü. Ama müsaade edin, biz umutla, neşeyle, dileklerle yeni yıla girelim ve şu üç günlük dünyada mutluluk verici tüm ritüellere katılmaya devam edelim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.