Şampiy10
Magazin
Gündem

TİB çemberi sarmış dört bir yanımı...

TİB, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir mitingte yaptığı “Twitter’ın kökünü kurutacağız” açıklamasının ardından Twitter’a erişimi durdurmuştu. 20 Mart’ta erişimi engellenen Twitter hakkında mahkemeden, yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Karar çıktı çıkmasına ama şimdi de “kararın nasıl uygulanacağı” merak konusu oldu! Başbakan’ın da belirttiği gibi, kendi isteği üzerine, TİB tarafından bir gecede kapatılan Twitter’ın, aynı TİB tarafından mahkeme kararıyla açılması 30 günü bulabilirmiş. Ben bu satırları yazarken, henüz Twitter yeniden serbest kullanıma açılmış değildi. Mâlum, ülkemizdeki gündem hızına klavye yetiştirmek mümkün değil. Üstelik, gazetelerin baskı süresini göz önünde bulundurduğumuzda anlık gelişmeleri kaçırmamak elde değil. O yüzden yine siz siz olun, twitter’la ilgili gelişmeleri Twitter’dan tâkip edin. Eğer, Twitter yasaklandı diye, tâkipçileri kullanamıyor sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Her zamankinden daha kalabalık ve yoğun hâlde Twitter’da paylaşım var. Zaten, teknolojiden kesme şeker kadar hâberdar olan biri, bu devirde, Twitter gibi hiç bir sosyal ağı kapatmanın mümkün olmadığını bilir. Eh, benim çocukluğumdaki telefon kablolarıyla bağlanılmıyor ki Twitter’a, makas atıp kesesin! Dünyayı çevreleyen, uydular arası müthiş bir ağdan söz ediyoruz. Birini kapasan geride binlercesi var. Ama, demokrasiden söz edeceksek, dünya nezdinde Kuzey Kore ile şu anda bizi benzer duruma düşüren anti demokratik bu yasaktan acilen kurtulmalı ve sonsuza kadar da uzak durmalı! Nasılsa yasağın, Twitter kullanıcıları üzerinde bir yaptırımı olmadığı kanıtlandı, hiç değilse “demokrasi” adına zevahiri kurtarmalı!

Son dakika: Biz Twitter açılacak diye umutla beklerlen, elimiz boş kaldı yetmezmiş gibi YouTube da kapatıldı. Vatana millete hayırlı olsun!

Seçim öncesi büyük skandal

İstanbul-Ataşehir’de ilk belirlemelere göre 2 bin 500 seçmen oy veremeyecek! Semt sâkinleri, genellikle başlarına gelen bu şüpheli olayı, aynı şekilde anlatıyor: “3 bayan evimize geldi, kime oy vereceğimizi sordular. Sonrasında bir ânda seçmen kütüklerinde evlerimiz boş gösterildi. İtiraz ettik ama ‘geç kaldınız’ dediler.” Evlere ziyarete gidenlerle seçmenlerin oy haklarını kaybetmeleri arasında iddia edildiği gibi bir bağlantı var mı bilemem. Ama gerçek şu ki, 2 bin 500 seçmen oy veremeyecek. Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezi, rakamı doğruluyor hatta oy veremeyecek seçmenin sayısının 5 bin ya da 10 bin rakamlarına ulaşabileceğine dikkat çekiyor. İşin daha da vahim yanı, başkan yardımcısının bile evinin “boş” gösterilmiş olması. Yarın seçim var, bakalım daha neler bekliyor bizi! Unutmamalı ki ancak adil bir seçim olduğu sürece kazanana saygı gösterilir. Bu halkın,daha fazla şüpheyi kaldırabilecek gücü de sabrı da kalmadı. Gelecek günlerin huzuru için en üst düzey hassasiyet gösterilmeli, vatandaş sahip olduğu oyunu verebilmeli ve ne pahasına olursa olsun seçim adil geçmeli.

Berkin’in annesi şikâyetçi oldu!

14 yaşında polisin gaz kapsülüyle başından vurulan ve ülkeyi derin yasa boğarak yanımızdan ayrılan Berkin’in anne ve babası, İstanbul Cumhuriyet Savcısı Faruk Bildirici’ye şikâyetçi olarak ifade verdi. İşte yorumsuz olarak bu ifadeleri paylaşıyorum. Size ise elinizi kalbinize koyup, bir yandan acılı anne-babanın bir yandan vicdanınızın sesini dinlemek düşüyor.

Sami Elvan şunlar söyledi:

“Başbakan, İçişleri Bakanı, İl Emniyet Müdürü ve Vali’den şikâyetçiyim. Daha önce de bu kişiler hakkında suç duyurusunda bulunmuştum. Başbakan eşimi terör örgütü diye yuhalattı. Çocuğumun olay saatinde önce neden ve niçin çıktığı konusunda bir bilgim yok çünkü uyuyordum.”

Anne Gülsüm Elvan ise ifadesi ise şöyledi:

“Ben çocuğumun tabutuna kırmızı bayrak sarmıştım. Türk bayrağı bizim için semboldür ancak ben Pir Sultan Abdal geleneğinden gelen bir insanım. Bu nedenle kırmızı bayrağı sarmıştım. Kendi geleneğimle çocuğumu defnettim. Çocuğumun mezarına attığım başımdaki tülbenttir. Ayrıca çocuğumun mezarına bilye atarken kesinlikle silah diye atmadım. Arkadaşlarıyla oynadığı bilye ve misketleri attım. Hatta bilyeleri de ben atmadım, Berkin’in arkadaşları attı. Başbakan, ‘emri ben verdim. Polislerim destan yazdı’ diye sözler söyledi. Bu nedenle kendisinden şikâyetçiyim. Biz Başbakan’ı bu konularla ilgili daha önce savcılığa şikayet ettik.”

Biber gazı yasaklansın: Berkin çocuğun acısının ateşi henüz içimizde kor hâlde yanarken, bu hafta Diyarbakır’ın Silvan ilçesinden kötü haber geldi. 10 yaşındaki Mehmet Ezer, yine tıpkı Berkin gibi polisin biber gazı fişeğiyle başından vuruldu. BDP mitingi sonrası, ilçede bazı gruplarla polis arasında yaşanan arbede sırasında sokakta oynayan Mehmet, polisin biber gazı fişeğini 45 derece açıyla havaya uygulaması gerekliliği kuralına uymadığı için vuruldu. Mehmet yavrumuzun sağlık durumu şükür ki iyiye gidiyor. Bu acılara dayanacak gücümüz kalmadı! Bacak kadar çocuklar sokaklarda oynarken vuruluyor artık! Nefesimiz tükenene kadar haykırmaya devam etmeliyiz. Biber gazı yasaklanmalı! Biber gazı yasaklanmalı! Biber gazı yasaklanmalı!

Dünyanın gelmiş geçmiş en acayip lideri: Kim Jong-un. Kuzey Kore’nin lideri Kim Jon-un, acayip kararlar konusunda çıtasını her gün biraz daha yükseltiyor. Ülkede hâlihazırda kadınlar için 18, erkekler için 10 saç modeline izin var. Birkaç gün önce Kim Jon-un, ülkedeki erkek üniversite öğrencilerinin, liderin saç modeline göre traş olmasına karar verdi. Düşünebiliyor musunuz, yüzbinlerce genç koreli sokakta aynı saç modeliyle dolaşacak.Hem de ne saç modeli! Bu ülkenin yönetim biçimine derhâl yeni bir tanımlama yapılmalı ve adı konularak terminolojiye katılmalı. Mâlum; Kuzey Kore kendini “Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti“ olarak tanımlıyor. Herhalde “en ileri demokrasi” bu olsa gerek!

Fenerbahçe’nin Sarı Melekleri’ne bu gün saat 20.00’de oynanacak CEV(Avrupa Voleybol Federasyonu) Kupası final maçında başarılar dilerim.

Yazının devamı...

Bu memleket bizi hasta etti

Bütün hafta yatak döşek yattım. Okul çağında çocuğu olanların gayet iyi bildiği gibi, okuldan eve mikrop girdiği vakit bütün aileyi ziyaret etmeden haneyi terketmez. Hayatında ilk defa "Beta" kapan Ada sayesinde biz de bu mikrobu ailece tecrübe etmiş olduk. Şu aralar salgın halinde olduğu için, olası boğaz ağrısı, halsizlik gibi durumlarda mutlaka doktorunuzdan tahlil istemenizi öneririm çünkü grip ve Beta'nın tedavileri farklılık gösteriyor. Bu arada, bu yıl fazla soğuk ve ve hemen hiç kar görmediğimiz için virüsler ve mikroplar güçlenmiş olsa da salgının bu denli yoğun olmasını, ülkemizde yaşanan gerilimden ve bu sebeple uykusuz geçirdiğimiz gecelerden dolayı sinir katsayımızın yükselip, bağışıklığımızın çökmüş olmasına da bağlıyor doktorlar. Uzun lafın kısası; artık mecazi olarak değil gerçek anlamda "bu memleket bizi hasta etti" diyebiliriz, rahatlıkla. Ne diyelim: Allah sonumuzu hayreylesin!

Bugün büyük gün:

YGS yani Yükseköğretime Geçiş Sınavı'nın ilk barajını aşmak için, bu gün 2 milyondan fazla öğrenci ter dökecek. Tüm gençlere başarılar diliyorum. Elbette, ailelere de çok iş düşüyor bu durumda. Çünkü sınav stresi aileleri de sarıyor. Her ne kadar anne ve babalar çocukları için büyük emek veriyor olsa da artık onların yetişkin birer birey olduğu unutulmamalı ve bu saatten sonra biraz da "olduğu kadar, olmadığı kader" diye yaklaşmalı. Zaten, sınav baskısı altında olan gençler bir de ailenin baskısı altında hırpalanmamalı. Bu günkü sınavda barajı geçen öğrenciler, haziran ayında girecekleri sınavlardan sonra aldıkları puanlara göre tercihlerini belirleyecekler. Gençlerin,kendi seçimlerini kendileri yapmaları gerektiğine tüm kalbimle inanıyorum. Hayatımız boyunca, eşimizle olduğumuzdan daha fazla süreyi, işimizle geçiriyoruz. Bu yüzden, insanın sevdiği işi yapması, mutluluğa açılan kapının anahtarı. Günümüzde, pek çok ebeveyn, elbette çocuklarının iyiliği için olduğunu düşünerek seçimler konusunda çok müdehaleci davranıyorlar. Özellikle annelerin, kendi gerçekleştiremedikleri hayallerini çocuklarına dayattıklarını gözlemliyorum. Çocukların başarısızlığına öfkelenmek kadar, başarılarıyla sürekli övünmek de onların kendilerini ailelerinin gözünde bir "proje" gibi hissetmelerine yol açıyor oysa. Çevremdeki gençlerle dertleşmelerimizden anladım ki, sadece sevilmeye ve desteklenmeye ihtiyaçları var. Unutmamalı, biz beğensek de beğenmesek de bu "Onların hayatı!"

Türkiye'de çocuklar sınav ve ödev stresinde. Peki başka ülkelerde?

Sürekli aynı sözü duyuyorum bu ara anne-babalardan: "Çocuklara ödev verilsin istemiyoruz", "Ben çocuğum sınav stresi yaşasın istemiyorum", "Çocuklar gezip oynamalı, okullar sıkmamalı." İtiraf edeyim, ben öyle çocuğum ödev yapıyor ya da ders çalışıyor diye "ah, vah" eden bir anne değilim. Hatta, çalışmanın küçük yaştan itibaren aşılanması gerektiğine inananlardanım. Ama başarı için, çocuğa, çocukluğunu zehir eden zihniyete de karşıyım. Her konuda olduğu gibi, bu noktada da dengeli bir tutum izlenmesinden yanayım. Çocuk sorumluluğunu bilsin isterim. Eğer çocuk elinden geleni yaptıysa sonucu kabullenirim. Etrafımdaki pek çok arkadaşım ise Avrupa'da yaşasak, çocukların ders filan çalışmasına gerek olmadığı için mutlu mesut yaşayacağımızı, özel okullarda okutmak için küçücük çocuklara para harcamak zorunda kalmayacağımızı iddia ediyor. Bu hafta, Londra'dan gelen yönetmen arkadaşıma uzun zamandır merak ettiğim bu konuyu açtım. 15 yaşında oğlu olan İngiliz arkadaşıma bir dokundum bin ah işittim! İngiltere'de devlet okullarının eğitim ve imkanları elbette ülkemizde bir türlü oturtulamayan eğitim sistemiyle mukayese edilemeyecek ölçüde ileri. Ama orada da çocukları belli bir seviyenin üstünde eğitim ve iyi bir kariyer sahibi olsun isteyen aileler çoğunluktaymış ve bu yüzden çocuklarını özel okullara göndermeyi tercih ediyorlarmış. Arkadaşımının çocuğunun ilkokuluna ödediği ücret, yıllık 45 bin Pound imiş. Bir kısmını vergiden düştüğünde yine de yıllık 100 bin liranın üzerinde para ödemiş ilkokul için. Oğlu 11 yaşına gelince, tıpkı bizdeki Anadolu lisesi sınavlarına benzer bir sınava girmiş. Bu sınava hazırlanırken, ne bilgisayar oynamış, ne arkadaşlarıyla gezebilmiş. Sürekli ders çalışmış. Sonunda puanına uygun bir devlet okulu kazanmış çocuk. Oxford gibi iyi bir üniversiteye girmek için ise pek çok sınavdan, çok yüksek puanlar almak ve ayrıca mülakat gibi bir sürü başka aşamayı da geçebilmek gerekiyormuş. Ve iyi bir yerlere gelebilmek, ancak belli başlı okullarda eğitim alarak mümkünmüş. Velhasıl dostlar, bugünkü dünya düzeninde "lay lay lom" ile ayaklarının üzerinde durabilmek ancak bir fantezi gibi görülüyor. Mars'a filan yerleşmeyi planlıyorsanız bilemem, ama görünen o ki; bu dünyada çocuklarımızı ancak çalışmak kurtaracak. Kuşkusuz, ezberden uzak, aklı geliştiren, yetenekleri destekleyen ve elbette oyuna da zaman bırakan bir çalışma sistemi bizim çocuklarımızın da hakkı.

Yazının devamı...

Öfke kontrolü sizin işiniz!

Ben söz verdim Sami Baba'ya... O bilmiyor... Hiç duymadı... "Evlâdın, evlâdımızdır" dedim, "sana söz, istediğin gibi suçlular bulunana kadar peşindeyiz" dedim, "Sana söz, Berkin'i unutturmayacağız" dedim. Ben söz verdim bir kere... Unutturursak, Berkin'in evine getiremediği ekmek bize haram olsun Sami Baba! #BerkinElvanÖlümsüzdür.

Sosyal medya, elbette kaynıyor hâlâ. Ama, iftiracıların uydurduğu gibi, halkı provoke etmek için yazmıyor kimse. Sorarım size; Twitter gibi sadece üyeleri arasında, kısıtlı sayıda kişiye ulaşabilen bir mecrada yazan herhangi biri mi, canlı yayında istediği zaman ülkenin tamamına seslenme gücü olan Başbakan mı halk üzerinde daha etkilidir! Sosyal medyada yazanların, milyonları sokağa döktüğüne inananlar, ancak bu yalanı kendi uyduranlardır.

Kaldı ki, halk sinirlenebilir, isyân edebilir, öfkelenebilir. Küçük bir hatırlatma yapalım; toplumu sakinleştirmek, ülkeyi yönetenlerin işidir. Hükümetlerin, bakanlarının, başbakanlarının öfkelenmeye hakkı yoktur. Görev tanımlarına aykırıdır bu, hukuka aykırıdır. Ülkeyi, "akl-ı selim" de tutmak için seçilmişlerdir. Ben sinirlenebilirim, bakkal Ali amca da sinirlenebilir ama bir hükümet görevlisi sinirlenemez. Baştakilerin, kendini kontrol etme ve öfkesini bastırabilme yetisinden dolayı politikacı olmuş olması beklenir, bu meziyetle ancak ülke yönetilebilir. O yüzden, mecliste birbirine giren vekilden, acısı olan insanlara "nekrofil" diyen eski bakana ve dahi tüm Bakanlar ve ölü bir çocuğun ardından bile öfke söyleminden vazgeçmeyen Başbakan'a sesleniyorum: Öfkenizi kontrol altında tutmak hepinizin asli vazifesidir.

Gelelim Twitter dünyasına... Ülkenin ortamı ısındıkça, sosyâl medya da hararet yapıyor hâliyle. 140 karaktere ne çok şey sığdı son bir kaç günde. İşte size en çok paylaşılanlardan birkaç örnek.

- Öldürene "neden öldürdün" diye sormayıp, ölene "orada ne işin vardı" diye soran bir vicdan sistemi (herkes paylaştığı için kaynağı belirsiz artık, anonim)

- Çinliler ucuz hayat yapmışlar da /yalnız bize satmışlar sanki @metinüstündağ

- "O kadar paranın orda ne işi vardı" diyemeyenler, 14 yaşında çocuğun orda ne işi vardı diye soruyorlar. @05Ocak1970

- Mısır'da sokağa çıkıp katledilen Esma'nın, orada ne işi varsa, Berkin'in de o işi vardı. @aleynaayyıldız

- Burak Karamanoğlu ve Ahmet Küçüktağ... İki evlat daha yitti. Ne iktidarın, ne muhalefetin, hiç bir zaferle telâfi edemeyeceği iki kayıp daha... @taylan1789

(Ahmet Mümtaz Taylan)

- Çocuk öldü diyorum

Aleviydi diyorlar,

Çocuk öldü diyorum

Elinde sapan vardı diyorlar

Çocuk öldü diyorum

Orda ne işi vardı diyorlar

ULAN ÇOCUK ÖLDÜ ÇOCUK @hitetik

- Artık ülke net ikiye bölündü. Vicdanlılar ve alçaklar olarak! @enveraysever2

- Bazıçocuklar uyanık olur, cebini doldurur. Bazı çocuklar uyanamaz, kefeni doldurur.@bernalacin35

- Alttaki fotoğrafı paylaşan Tarkan da unutmamalı...



Faselis-Phaselis kurtulmalı!

Bizim söyleyişimizle Faselis, tarihteki orjinal ismiyle Phaselis'i bilir misiniz? Dünya'nın cennet köşelerinden biridir. Eğer bu güne kadar hiç gitmediyseniz, elinizi çabuk tutun, çünkü bu doğal hâliyle Faselis'i bir daha göremeyebilirsiniz! Antik Faselis kenti, Kemer'in 16 km batısındadır. Yeryüzünde sadece bu bölgede yayılma alanı olan Mercanköşk çiçeğinin bir türü ve Olimpos Safranı gibi çeşitli çiçekler ve başka yerde göremeyeceğiniz Beldibi Semenderi gibi hayvan türleri için muhteşem bir doğal alandır. Ayrıca dünyanın en gözde antik kentlerinden Phaselis'e ev sahipliği yapar. Bitmedi, görüp görebileceğiniz en olağanüstü plajlardan biri, kıyısındadır.

Ancak masallarda rastlayabileceğiniz bu büyülü coğrafya, şimdi tehlike altında! "Dream Of Phaselis" adıyla, Phaselis Antik kentinin yanı başına yapımı planlanan turizm kompleksi için, yaklaşık yüzde 10'luk bölümü 1'inci derecede arkeolojik sit alanı içinde kalan 180 dönümlük arazi tahsis edilmiş. Sit alanına ve doğal yaşama "hiç zarar vermeyeceği" öngörülerek verilen izinler sonucu yapılacak tesis, 280 odalı, 3 yüzme havuzlu, 6 tenis kortlu ve kocaman otoparklı olacak! Faselis Dünya Mirası yedek listesine alınmış bir kültür varlığımız. Ayrıca, "Barcelona Sözleşmesi " kapsamında korumaya alınmış 100 sit alanından biri. Hem de, çevresiyle birlikte korunması zorunlu! Yani sadece sit alanının içi değil, çevresi de koruma altında. Faselis'e yapılacak dev tesis sebebi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığımız, Uluslararası ihlâl yapmış olacak.

Şimdi beni iyi dinleyin: "Pahaselis İnsiyatifi", büyük bir tatil köyüne dönüşmekten kurtarmaya çalışıyor Faselis'i. 25 yaşındaki öğrenci Melike Vergili'nin başlattığı imza kampanyası 40 bini geçti. Sözcüleri, oyuncu arkadaşım Övül Avkıran ve en büyük destekçileri de projeyi ortaya çıkarıp duyuran gazeteci Yusuf Yavuz. "Phaselis İnsiyatifi" pek çok gazeteci, sanatçı ve akademisyenle yoluna devam ediyor. Dilerim, deniz, tarih ve doğal yaşamı bir arada bulunduran, tüm dünyanın hayranlıkla görmeye geldiği Faselis, bu iyi insanlar sayesinde hep "Cennet" olarak kalır. Gelin hep birlikte destek verelim, Faselis'i betona yedirmeyelim.


Yazının devamı...

Berkin Elvan Ölümsüzdür

İnsanlar, en çok istediği şeyle sınanırmış bu dünyada. Biz, "Berkin uyansın" istedik. Çok istedik hem de... Bir sabah ekmek almak için dışarı çıktığında, polis tarafından başından vuruldu Berkin. 14 yaşındaydı. Uyudu, bir daha uyanamadı. 15 yaşında aramızdan ayrıldı. Bu dünyayı geride bıraktığında sadece 16 kilo kalmıştı. Başbakan, "emri ben verdim" dedi, "polis destan yazdı" dedi. Bu destana, ağıt yakıyoruz şimdi. Biz, kalbinde, azıcık vicdan kalmış olanlar, en çok istediğimizle sınanıyoruz. Ancak, birbirimizi severek, herkes için demokrasi ve özgürlük isteyerek, iktidar uğruna yıllardır bu topraklarda kardeşi kardeşi düşürmeye çalışanların tuzağına düşmeyerek geçebiliriz bu sınavdan. Bir çocuk için hep birlikte üzülerek sağaltabiliriz acımızı...

Bugün, Berkin Çocuğun, dumanı üstünde tüten acısı yakıyor içimizi. Berkin Çocuk öldü... Öldürüldü... "O şimdi üşüyor" dedi Samet Baba. Fırından yeni çıkmış ekmek kokusu bıraktı ardında. O ekmek ki düğüm düğüm kaldı boğazımızda. "Sözün bittiği yer" burası galiba...

Vicdansızlar rahmet dileyemedi!

Acımız bir yana, küçücük bir çocuğun ölümünün ardından atılan pişkin iftiralar dehşete düşürdü azıcık vicdan sahibi herkesi.

14 yaşındaki çocuğun, ne teröristliği kaldı, ne mezhebi... Evi ordaydı, "Orda ne işi vardı" dendi! Anasının ayağı ameliyalıydı, "niye annesi ekmek almaya çocuğu yollamış" dendi. O vicdansızlar ki her müsibeti dedi bir tek "Allah rahmet eylesin" diyemedi. Ölünün ardından bunca aşağılık dedikoduyu üretmek hangi mezhebe sığar, onu kimse bilemedi! Bildiğimiz tek bir şey var şimdi; bir çocuk öldü, evinden çıkmış ekmek almaya gidiyordu, yaşı on dörttü, Berkin Çocuk öldürüldü...

Vicdanını satmış, gönül gözünü bağlamış olanların iftiraları, Berkin'le kısıtlı kalmadı. Hunharca suçlamaya başladılar insanları, katilleri saklayabilmek için. O gün sokakta olan herkes suçluydu da, bir tek, parmağı tetiği çekenin suçu yoktu bu işte! Kamu malına yani kendi malımıza yani parka sahip çıkan herkes suçluydu da, parkta oturan insanların üzerine "saldır" emrini verenler suçsuzdu. Sanatçılar, Twitter'da mesaj atanlar, tüm itaatsizler provake etmişti halkı da, her gün canlı yayında milyonlarca insana bağıra çağıra hakaret edenler dökmemişti halkı sokağa... Memleketin en uzak köşesinde yaşayan bile mesuldü ama, İstanbul'un göbeğinde bir çocuğun kafasına kapsül sıkan polisin ve emri verenin hiç dahli yoktu olayda...

"Organik biber gazı" öldürür!

Adını ne koydunuz bu masalın, bilmiyorum? Sonunu henüz yazmadınız, görüyorum. Acılar gittikçe büyüyor, kayıplara yenileri ekleniyor. Bir polis, "organik" denilen biber gazı yüzünden, kalp krizi geçiriyor. Polis, polisin attığı biber gazıyla ölüyor. Masalınızdaki gibi sosyal medya lobileri değil, Berkin toprağa verilirken, bir başsağı dilemeyi esirgeyip, canlı yayında konfeti patlatıp halay çekenler, halkı sokağa döküyor. Şiddet var oldukça, kazanan olmuyor. Mesele, taraf tartışmasına dönüyor ve fikri ne olura olsun giden her can bizden kopuyor. Vicdanı olanlar bugün, Burak Can'ı da, polis memuru Ahmet Küçüktağ'ı da aynı kederle uğurluyor. Destanı yazanlar bir tarafa, halk kayıplarına ağıt yazıyor...

Çocuklar dünyayı alacak elimizden...

Dünyayı çocuklara verelim

Hiç değilse bir günlüğüne

Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar

Oynasınlar, türküler söyleyerek yıldızların arasında

Dünyayı çocuklara verelim

Kocaman bir elma gibi verelim

Sıcacık bir ekmek somunu gibi

Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar

Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı

Çocuklar dünyayı alacak elimizden

Ölümsüz ağaçlar dikecekler...

Nazım Hikmet



Son dua...


Berkin için Cemevi'nde yapılan son dua, hepimizin, din-dil-mezhep-cinsiyet farklılığına bakmadan, gönülden "Amin" diyebildiğimiz gün, gerçeğe dönüşebilir ancak. Ve işte o gün, eşitlikten, demokrasiden, özgürlükten kısaca huzur ve mutluluktan söz edebiliriz. Ancak o gün, bu karanlıkları aydınlığa erdirebiliriz. Tüm kalbimle bu duaya "Amin" diyorum.

"Ya Allah, can kıblesine döndük... sana yakarıyoruz. Hakk'a yürüyen can senin aşığındır; Sen canansın, o can. Şimdi canı, bedenini terk etti; bedeni toprağa dönecek, canı ise sana...

Pir Ali, mürşit Muhammed ve Ehl-i beyt yüzü suyu hürmetine üçler, beşler, yediler, onikiler, ondörtler, onyediler ve kırklar bize yardımcı olsun, yol göstersin.

Hakk'a yürüyen canımızın arkasından yaptığımız bu helallik tören gönül defterine kayıt edilsin, silinmesin hatırlansın...

Erenler, canlar, dostlar, yarenler

Yüzümüz yerde, özümüz dâr'da

Elimiz bağlı, yüreğimiz dağlı

Gözümüz yaşlı, bağrımız ateşli

Yaşam bitimli, acılar bitimsiz

Yer anamız, gök atamız

Doğada doğduk, topraktan var olduk

Bir tende can bulduk, bir bilinçle özgür olduk

Kişi kötü demeyelim, işi kötü diyelim

Bağışlamak en büyük emek

Emeğiniz varsa bağışlayın

Toprak ana bir canı bağrına basıyor

Ateş külde söner, acı yürekte diner.

Acı paylaşıldıkça azalır,

Sevgi paylaşıldıkça çoğalır.

Acılar azalsın, sevgiler artsın.

Kinler bitsin, dostluklar pekişsin.

Yeni yaşamlarda yeni çiçekler yeşersin.

Allah kalanlara uzun esenlik dolu yaşam versin.

Erenlerin, evliyaların ruhu sinsin.

Hacı Bektaş Veli, Hatayi Sultan, Pir Sultan ruhunu pak etsin

Gerçeğin demine hû! Ya Ali.”

Yazının devamı...

Zevkli bir pazar misafirliği

Zevk ne güzel, ne derin anlamlar içeren kelimedir. Zevkin farklı durumları için pek çok kelime öngören İngilizcede, bizim tek kelime ile bir insanı çok güzel tarif edebileceğimiz “zevkli” sıfatını bulmak mümkün değil mesalâ. Neler yoktur ki o kelimede; görgü vardır, bilgi, zarafet, kalite, estetik vardır, güzellikten zevk alma ve başkalarıyla paylaşmaktan haz almak vardır, yaşam enerjisi ve yaratıcılık vardır. Kuşkusuz zevki hayata geçirmekte paraya ihtiyaç vardır, ama para ile zevk satın alınamayacağı da muhakkaktır. Pazar günü katıldığım bir öğle yemeği daveti, zevk ve lüks üzerine yeniden düşünmeme sebep oldu. Geçtiğimiz haftalarda, değişen lüks kavramı üzerine yazdığım bir yazıda belirttiğim gibi uzmanlar artık lüksü, “en pahalı olan değil, en kişiselleştirilmiş olan” diye tanımlıyorlar. Elbette, kişiye özel ürünler genellikle en pahalı olanlar oluyor, bu bir gerçek. Ama, kişinin kendi yaratıcılığıyla lüksü yakalaması da mümkün. Bu noktada zevk sahibi olmak devreye giriyor.



Ev sahibimiz Demet Sabancı

Gelelim, benim son derece ilham verici bulduğum öğle yemeğinin detaylarına: Tam olarak saymadım, ama sanırım 26 kişiydik çünkü büyük yemek masasını tam olarak doldurmuştuk. Saffet Emre Tonguç ve Oylum Tâlu vesile olmuşlardı bu buluşmaya. Demet Sabancı Çetindoğan’ın kültür mirası değerindeki yalısında verdiği davete böylece icâbet ettik eşimle birlikte. Aslında ben kalabalık yemeklerden biraz sıkılırım. Kimin karşına çıkacağını bilemezsin çünkü... Ancak evden içeri girer girmez Demet Hanım, sanki her pazar buluşurmuşçasına sıcak karşıladı bizi. Salondaki hemen herkesi tanıyor olmam bir yana, epeydir isteyip de görüşemediğim eski dostlarla karşılaşmak çok hoş bir sürpriz olmuştu benim için. Yemeğe geçmeden önce hepimizin merak edip de dile getiremediği şeyi Saffet Emre rica etti ve böylece Demet Hanım, evini, özelini bize büyük bir samimiyetle açarak gezdirdi. Yalıya, yazımın başında da belirttiğim gibi gerçekten “kültür mirası” muamelesi yapılmış ve mimarisine, tarihine, karakterine uygun olarak korunmuş. Hem yalıyı hem ev sahibesini tek bir kelime yeterli sanırım tarif etmek için: zevkli.

Yerleri karikatürler sayesinde bulduk

Yalıyı gezdikten sonra, sofraya geçtik. Hani derler ya “yediğin içtiğin senin olsun bize gördüklerini anlat”, işte ben de size öyle yapmak istiyorum şimdi. Şimdi eminim pek çok okuyucu “Aman Berna, biz nasıl bu kadar zengin bir sofradan kopya çekeriz saçmalama” diyordur. Çok yanılıyorsunuz! Bu sofrada, zenginlik değil, düşünce ve zevk başroldeydi. Demet Hanım, yeni lüks kavramını Osmanlı adetleriyle öyle bir sentezlemiş ki, ortaya hem geleneksel hem de gelen her konuğa göre kişiselleştirilmiş, hayranlık verici bir sunum çıkmış. Örneğin; masalardaki yerimizi bulabilmemiz için klasik isim yazılı kartlar yerine, bilmece gibi kurulmuş sofra. Herkesin karikatürü yerleştirilmiş, tabağının başucuna. Belki karikatür yeterince anlaşılmayabilir diye ikinci bir ipucu olarak, herkesin adının başharfinden ekmek yapılmış küçük sepetlere. Benim karikatürüm, o kadar şahane yapılmıştı ki yerimi hemen bulup oturdum. Osmanlı’da eve gelen misafirlere “diş kirası” adı altında hediye verilirmiş. Şimdinin tersine, o zaman misafirler değil, ev sahibi alırmış gelenlere hediye. Biz de peçetelerimizi kaldırdığımızda, diş kiramızla karşılaştık.

Fotoğraflarımız kahve içerken dağıtıldı

Hediye seçimi de tam bir “zevk” örneğiydi: Hanımlar, ilerde yakın gözlüğüne ihtiyaç duyduklarında, o sevimsiz gözlükleri takmak zorunda kalmasın diye ucunda şık bir büyüteç olan kolye. Açıkçası hepimiz bu sürprize bayıldık. Erkek misafirler için şık kutularda parfüm ve yanında cepte taşımak için doldurulabilir küçük şişe hediye edildi. Yemek boyunca çekildiğimiz fotoğraflar ise, kahvemizi içerken, bastırılmış olarak günün anısına dağıtılmıştı bile. Sonra birden müzikler ve maytaplarla birlikte sevimli bir pasta geldi. Ev sahibemiz o gün doğum günü olan konuklarını da unutmamıştı. Saffet Emre ve yakın arkadaşı Ayferi, böylece unutulmaz bir doğum günü yaşamış oldular. Pasta yanında, espri olsun diye ikram edilen, kendi fotoğraflarımızın iliştirildiği poşet çayları ise hiç birimiz kıyıp içemedik. Ama zaten bu da düşünülmüş ve ayrıca çay demlenmişti. Sözün kısası, misafir olarak o kadar şımartıldık ki gün boyu, çocuklar gibi, yüzümüzden heyecanlı bir gülümseme eksik olmadı. Demet Hanım’ı hem zarafeti için tebrik ediyor, hem de göstermiş olduğu özen için teşekkür ediyorum. Herkese “zevkli” bir hafta sonu dilerim.

Yazının devamı...

Ruhunuzu doğayla uyumlayın

Malum bu yıl bahar baki kaldı. Sonbahardan ilkbahara doğrudan geçiş yaptık adeta. Mart kapıdan kaptırdı, ama henüz o da kazma kürek yaktırmadı. Bundan sonrasını kestirmek ise öyle kolay değil. Artık Mayıs ayında kar yağsa şaşırmayacak hâle geldik. Elbette moda hava durumuna aldırmıyor. Hava cehennem-i sıcak da olsa Ağustos sonu kışlıklar vitrine çıkıyor ve Mart kapıdan bakınca, kar da yağsa sandaletler, askılılar her yanımızı sarıyor. İşin ilginci, modadan geri kalmamak uğruna, günümüzde pek çok kadın da hava durumuna aldırmadan giyiniyor. Özellikle Nişantaşı sokakları filme alınsa, insanların kıyafetine bakarak mevsimi tahmin etmek nerdeyse imkânsız olurdu. Ağustos sıcağında çizmeyle dolaşanlar olduğu gibi kar yağarken açık ayakkabıyla dolaşanları da görmek mümkün. İnanın abartmıyorum, ben defalarca şahit oldum, oradan biliyorum. Şimdi ismini vermek istemediğim moda meşhuru bir kadının, çıplak ayağına değen kar tanelerini gördüğümde, onun yerine içimin ürperdiğini çok net hatırlıyorum. Ben, parmak arası terliklerimle oturmuş kahvemi içerken, karşı masada çizmeli kadınları görünce kendimi çıplak gibi hissettiğimi de biliyorum. Belki, İzmirli olmanın verdiği muhafazakârlıktan belki de doğaya mümkün olduğunca bağlı yaşamayı sevdiğim için, sırf herkesten önce giyebilmek adına havaya uygun olmayan parçaları kuşanıp, vitrin gibi ortada gezenleri yadırgıyorum yinede. Sanırım kolay kolay da alışmam mümkün olmayacak buna.

23 Nisan’dan önce çorapsız sokağa çıkmayan, 19 Mayıs’tan önce açık ayakkabı giymeyen, hava istediği kadar sıcak olsun Temmuz ayından önce askılı giymeyen İzmirli kadınlar tarafından büyütüldüğüm için belki de bu tutuculuğum. Ama her şeyden önce modayı, doğanın belirlemesini sevdiğim için daha çok. Hatta sadece hava durumu değil kasdettiğim... Mart geldi mi doğayla beraber yeşil ve beyaz katmalı insan giysilerine bence, tıpkı erik ve badem ağaçları gibi. Sonra hafif pembeler gelmeli, bahar dallarıyla beraber. Mayıs gelince, erguvana kesmeli insan, tıpkı Boğaz gibi ve gül kokmalı kadınlar İstanbul kadar. Hanımeli veya lavanta olmalı parfümün notaları yazın, sarılar giymeli önce, turuncu gelmeli sonra, güneş yakıcılığını arttırdıkça. Renklere bırakmalı insan kendini doğayla beraber. Uyumlu olmalı elbiselerin rengi, bahçedeki çiçeklerle. Moda dergisi sayfalarından çok, çevresindeki parklara bakmalı insan alışverişe çıkarken. Boşverin modayı stres hâline ya da “kim önce giyecek” yarışına döndürmeyi. Mutlu olmak için, ruhunuzu doğayla uyumlayın, ilhâmınızı park ve bahçelerden alın.

Reyting reyting söyle bana en çok kim izleniyor!

Epeydir her televizyoncu gibi ben de farkındayım, televizyon izlenme ölçümleri için seçilen seyirci denekleri değiştiğinden beri sonuçlar da yüz seksen derece değişti. Yanlış anlaşılmasın, eski AGB ölçümleri iyiydi demek istemiyorum. O dönem nasıl belli odakların isteğine göre ölçümleme yapılıyorsa, bugün de başka odaklara göre dizayn edilmiş bir ölçümlemenin sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Geçmiş yıllarda da defalarca “reyting”lerin sağlıklı olmadığını söylemiştim, bugün de söylemeye devam ediyorum. Bu hafta dizimiz final yaptığı için artık yarışta değilim ve rahat rahat, objektif olarak konuşabilirim. Ölçüm mekanizması değiştiğinden beri hemen her gün, “en çok izlenen diziler”, Samanyolu TV’den çıkıyor. En çok izlenenler içinde bir diğer kanal ise, Kanal 7. Bir önceki ölçüm şirketinin yok saydığı bu iki kanal, bugünün liderliğine oynuyor. Üstelik iki kanalın da yayın politikasında dünden bugüne değişiklik olmadığı halde! Daha önce en yüksek reytinge sahip dizi ya da programlarda ise, çok ciddi reyting kaybı görülüyor ve bu ölçümleri gereğinden fazla ciddiye alan kanal yöneticileri tarafından yayından kaldırılıyor. İşin en acı yanı, ne dün ne de bugün yapılan ölçümler, seyircinin nabzını gerçek anlamda tutmuyor. Tıpkı iç politikamız gibi reyting sonuçları da iktidarlara göre ölçüm politikalarını değiştirdiği için, televizyon seyircisinin izleme tercihleri ne yazık ki sonuçlara sahici bir şekilde hiç bir zaman yansımıyor. İşte son örnek: Aylardır merakla beklenen Kurt Seyit ve Şura, çok büyük özenle çekilen ilk bölümüyle total seyirci ölçümlerinde üçüncü çıkıyor. Hem de birinci ile arasında epey fark çıkıyor. Oysa her tür çevre ile ilişki içinde olan biri olarak kadınların Kurt Seyit ve Şura için adeta ekrana yapışmış olduğunu gayet net biliyorum. En büyük izleyici kitlesinin kadınlar olduğunu da biliyorum. Bankalarda, hastanelerde, pastanelerde, gezip dolaştığım farklı semtlerde hiç olmazsa bir kere ‘Kıvanç Tatlıtuğ’un ilâh kadar yakışıklı olduğu’nun konuşulduğunu duyuyorum. Sosyal medya haftalar sonra ilk defa, “Kıvanç” uğruna, iki saatliğine de olsa “tapeler”le değil, Kurt Seyit ile ilgileniyor... Sonuç: Açık ara birinci olması beklenen dizi, açık ara fark yemiş görünüyor.

Sırf, Kıvanç’ın son halini görebilmek uğruna, “necefli maşrapa” misali iki saat kıpırtısız dursa, diziyi birinci sıraya yerleştirecek kadar kadın seyircinin ekrana kilitleneceğine eminim. Artık reytinglerin gerçeği ne kadar yansıttığını varın siz hesap edin! Gelin beni dinleyin, hiç olmazsa siz seyirciler reytinglere itibar etmeyin. Bakarsınız, gün gelir, âdil ve istatistik verebilecek bir sistem ve her kesimi temsil eden deneklerle, gerçeği yakalayan bir ölçümlemeye geçer ülkemiz.

Not: “Berna n’oldu, neden birden ülkenin siyasi gündemini bir kenara bıraktın” diye soracak olursanız cevabım basit: Yoruldum, yıprandım, sıkıldım ve anksiyete geçirmeye başladım. Ruh sağlığım için kendime bir hafta izin verdim. Kısacası, “tape detoksu” yapıyorum.

Yazının devamı...

“O’nun çocuğu yok o aileden ne anlar”

Ne haftaydı ama! Bırakın günü, dakikalarla yarışıyordu değişen gündem. İnsan uyanıp gazetelere göz attığında, birkaç gün öncesine ait sanabilirdi pekâla başlıkları. Basının kimi zamanki “sessiz” tutumu bir yana, hiçbir matbaanın bu hıza yetişemeyeceği gerçeği vardı ortada. Bu yüzden bir ekrana saplanmış gözlerle internet başında sabahlık çoğu gece. Henüz sansür yasası da tam işlemiyorken, son özgür söylemlerin keyfini çıkarttık, bir yandan olan bitene hayret ederken. Muammalar muammaları, şüpheler şüpheleri doğurdu hafta boyunca. “Yok artık”, “hadi canım olmaz o kadar da” diye söylenip durduk, gerçeği hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimize neredeyse emin olarak. Ama emin olduğumuz bir şey vardı, çorbaya tüy düşmüştü bir kere ve mideleri bulandırmaya yetmişti de artmıştı bile. Dinlemeler, kayıtlar, iddialar, inkârlar arasında sıkışmışken epey sarsıldık ve sersemledik elbette. Ama yine de “bir söz”, belki de ne milyarların havada uçtuğu sohbetler ne de ayakkabı kutularına iade olan dolarlar kadar hayatımızda önemli olmayan o “tek söz” bir kıymık gibi battı hafta boyunca yüreğime. Başbakan’ın, MHP Lideri Bahçeli’ye “O’nun çocuğu yok, o aileden ne anlar” sözü aklımdan silinmedi, gündüz gece.

Dört çocuk babası olunca daha mı çok ‘baba’ olunur?

Belki “sana ne” diyenler çıkacaktır. Ne de olsa benim çocuğum var. Peki ya olmayanlar?! Çocuk sahibi olma şansını hiç yakalayamamış olanlar? Başbakan’ın “Çocuğu olmayan aileden anlamaz” sözüne verdiği samimi tepkiyle binlerce insanın kalp kırıklığının sesi oldu ünlü haberci Fatih Portakal. Seyirciye özelini açarak, çocukları olmadığını ve Başbakan’ın sözlerini duyduğunda eşinin tüm gün ağladığını anlattı canlı yayında. “Başbakan da olsa kimsenin eşimi üzmeye hakkı yok!” dedi. O kadar haklıydı ki! Özeli fütursuzca siyasi malzeme yapıldığı için rahatsız olan bizler, o kadar haklıyız ki! Çocuk sahibi olamayanlar bir tarafa, peki kendi isteğiyle çocuk sahibi olmak istememiş olanlar? Ya da henüz çocuğu olmayanlar? Ailenin ne olduğunu bilmez mi onlar? Aileleri yok mudur? Bir anne-babadan doğmamışlar mıdır? Sevdikleri, sorumlulukları, aidiyetleri yok mudur? Aileyi sadece kan bağı mı belirler peki? Adem, kendine aile yapamaz mı dostlarından? Doğurmadığı bir çocuğu kendine evlat edinemez mi Havva? Peki ya çocuk sevgisi için ille de anne-baba mı olmak gerekir? Başbakan’ın sürekli altını çizdiği gibi dört çocuk babası olunca, daha mı çok “baba” olur insan? Ali İsmail için üzülmez mi çocuğu olmayanlar? Berkin Elvan uyansın istemezler mi, evlat sahibi olanlar kadar? Ülkelerini sevmezler mi her vatandaş gibi? Her şey bir yana, yeni sınıflar mı ekleniyor yaşantımıza? Kadın-erkek diye ayrıldık yetmedi, başörtülü-başörtüsüz diye ayrıldık sonra. Şimdi ne var sırada? “Çocuklu-çocuksuz” sonra kendi içinde de ayrılarak “az çocuklu-çok çocuklu” diye mi tasnif edilme yolundayız? Bireyler olarak aramıza mesafe koyan tüm sınıflandırmaların karşısında olmalıyız. Gayet iyi biliyoruz ki, elalemin hususiyetiyle ilgilenmeyi bir kenara bırakmalı ve sadece biraz “insan olmak” için çabalamalıyız.

SAKIN KAÇIRMAYIN...

9 Mayıs - 5 Haziran tarihleri arasında, ülkemizde iki yılda bir düzenlenen İstanbul Tiyatro Festivali’ni sakın kaçırmayın. Bu yıl Shakespeare’nin doğumunun 450’nci yılı olması sebebiyle yerli ve yabancı toplulukların katılacağı bir kutlama programı hazırlanmış. Bu yıl ilk kez verilen Onur Ödülü, 20 yıl boyunca festivalin direktörlüğünü büyük bir başarıyla yürüten Prof. Dr. Dikmen Güren’e, İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bület Eczacıbaşı tarafından verildi. 19’ncu İstanbul Tiyatro Festivali, yurtdışından yedi, Türkiye’den de 35 tiyatro, dans ve performans topluluğunun 100’e yakın gösterisini İstanbul’un 13 farklı mekânında tiyatroseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. Biletler 8 Mart’ta Biletix’te. Eğer her İstanbullu sanatseverin sahip olması gereken İKSV Lale Kart sahibi iseniz; Siyah ve Beyaz Lale üyeleri için 3-4 Mart tarihlerinde yüzde 25 indirimle, Kırmızı ve Sarı Lale üyeleri için de 5-6-7 Mart tarihlerinde yüzde 20 indirimle gerçekleşecek ön satışlardan faydalanabilirsiniz. Tr Warszawa Polonya topluluğunun oyunu “Ne yaptıysak Nafile”, Propeller Tiyatro Topluluğunun iki Shakespeare oyunu “Bir Yaz Gecesi Rüyası” ve “Yanlışlıklar Komedyası”, uzun zamandır sahnede görmeyi özlediğimiz usta oyuncu Aliye Uzanatağan’ı seyirciyle buluşturan İstanbul Şehir Tiyatroları’nın oyunu “Lillian” benim “kaçırılmaması gerekenler” listem. Biletlerinizi almak için geç kalmayın!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.