Alaçatı’nın kültür sanat mahallesi: Hacı Memiş
Yepyeni bir yer keşfettim. Açıkçası paylaşıp paylaşmamakta da epey tereddüt ettim ama sonunda bencilliğimi bir kenara bıraktım, çünkü bu güzelliği herkes yaşasın istedim. Biliyorum ki, kısa bir zaman sonra sokakları kalabalıktan yürünmez olacak. O yüzden en iyisi, siz bir an önce gidip Hacı Memiş’i keşfedin.
Size de oluyor mu bilmem ama, yeni ve kendi doğalını koruyan bir yer ya da mekân keşfettiğim zaman, içimi bir bencillik kaplıyor ve kimseler burayı bilmesin, kalabalık etmesin, sadece bana kalsın istiyorum. Ama hemen ardından, “heeeey bakın burda ne var” diye bağırmak ve herkese duyurmak geliyor içimden. Nasılsa günün birinde keşfedilecek ve bize de “aaaaah dutluktu bir zamanlar orası” demek düşecek. Mâdem öyle, iyisi mi siz benden duymuş olun.
İZMİR’DE BAHAR GEZİSİ
Dutluk” demişken, “Dutlu Kahve” den bir fotoğraf paylaşarak başlıyorum Hacı Memiş’i anlatmaya: Her bahar olduğu üzere yine memleketime yâni İzmir’e gittim, Mayıs gelince. Her bahar olduğu gibi bir kez daha aşık oldum, dönmek istemedim ve ilerde yeniden İzmir ve çevresinde yaşamanın hâyallerine daldım. Pazar günü ise can-kardeşim Aslı, her İzmirli gibi “Hadi Çeşme’ye” dedi. Mâlum, pazar günü İzmir sokakları bomboş olur. Ya ailece evde yemek yenir, birlikte vakit geçirilir ya da havalar güzelse civar beldelere gidilir. “AVM muhabbeti”, İzmir’de pek gelişmemiştir. Coğrafi açıdan da pek elverişli memleketimde, İstanbul hesabıyla iki durak öteye gittiğiniz vakitte, Foça, Sığacık, Seferihisar ya da Çeşme’ye varırsınız, her bütçeye göre balık yemenin zevkine varırsınız. Hazır İstanbullular, Alaçatımızı istilâ etmeden bir keyif yapalım dedik ve Çeşme’ye gittik. Biz İzmirliler, Alaçatı’nın bu kadar şöhretlenmesinden hiç de memnun değiliz aslında. Sanmayın ki Çeşme’de yazlığı olanlar evi, arsası değerlendi diye mutlu! “İstanbullular geldi, keyfimiz gitti” diyorlar da başka şey söylemiyorlar.
HER YERDE RESTORASYON
Kalabalık bir yandan, yeme-içme fiyatlarının yükselmesi öte yandan, belde sahiplerini huzursuz ediyor anlaşılan. O yüzden, Temmuz-Ağustos aylarında evden pek çıkmayan Çeşme sakinleri için Mayıs-Haziran ve Eylül ayları sokaklarda geçiyor. Şu anda, Alaçatı cıvıl cıvıl, İzmirli kaynıyor. Alaçatı’nın uzantısı olan “Hacı Memiş” mahallesi ise yeniden yapılanma içinde. Daha önce, Hacı Memiş’e kadar şık ve popüler olan Alaçatı’da, ziyaretçiler buraya kadar yürür, burdan sonrası köy evleri olduğu için geri dönerlerdi. Şimdi ise Hacı Memiş’in her yanında restorasyon çalışmaları var. Evler, aslına uygun olarak yenilenmiş ve dekore edilmiş, küçük yerel dükkanlar ve butik oteller hâline getirilmiş. O kadar zevkli bir yeniden yapılanma var ki hayran olmamak mümkün değil.
Zerafet ve lüks burada hakim
Paranın satın aldığı lüks değil, görgünün yarattığı zerafet hâkim buraya. Asıl mesleği doktorluk olan bir kadın, resim yeteneğini tabure ve sehpalarla buluşturarak harika mobilyalara imza atmış mesela ve hafta arası yaptığı doktorluğa, hafta sonları eşinin dükkanında mola vermek istemiş anlaşılan. Bir başka dükkan, adeta nostalji müzesi gibi. Çocukluğumun bisküvi kutularını gördüğümde ağlamamak için zor tuttum kendimi. 2 lira veriyorsunuz dükkanı gezmek için ama sokak hayvanlarına yardım için bağış yapıyorsunız aslında. Antikacılar, eskiciler, tamamen kendine özgü butikle, takıcılar... Hani, Avrupa’da bir yere gittiğinizde, sadece yöreye ait pek çok el işi ürün bulursunuz ve hepsini alıp yanınızda getirmek istersiniz, oysa bizim ülkemizde her yerde Kapalıçarşı ürünü satıldığından özgünlük bulamazsınız ya işte “Hacı Memiş” turizmimiz adına bu olumsuz durumu kırmış ve kendine ait bir alış-veriş aurası yaratmış. Yazımın başında bahsettiğim “Dutlu Kahve”de benim için bir “az şekerli” içmeden dönmeyin. Bu yaz keşfedilmeye başlanır Hacı Memiş ama gelecek yaz adım atacak yer bulamayabiliriz.
Kalabalık başlamadan keşfedin
Bu yüzden ben Temmuz kalabalığını bile göze almadan Haziran ayında kısmetse keyfini çıkarmak niyetindeyim bu güzel köyün. Mekânıma karar verdim: Göz Lounch. Bir köy evinin, buram buram “Alaçatı kokarak” dekore edilip küçücük bir konaklama yerine dönüştürülmüş olduğunu hayal edin... Sanki, orda eviniz varmış ya da bir arkadaşınıza misafirliğe gitmişsiniz hissi veren bu mekânda bir kaç gün geçirmek şu ara en büyük hayalim. Hadi, kalabalıklara yenik düşmeden Hacı Memiş mahallesini keşfedin... Hepinize keyifli bir gezi dilerim...
Çocuklar için...
İşte size, anne-kız olarak yeni tecrübe ettiğimiz, eğlencesi ve eğitmesi çocuklar için garantili iki öneri. Üzülerek belirtiyorum ki ikisi de ücretli, ama en azından ödediğinizin karşılığını çocuklarınıza veren aktiviteler.
- Kidzania: Ne Disneyland’a benziyor ne de lunaparka... Çok farklı bir konsept. Girişte, 50 TL ödüyorsunuz ve çocuğunuzun eline bir çek veriliyor, böylece çocuklar ülkesine yolculuk başlıyor. Tıpkı yabancı bir ülkeye girer gibi gümrükten geçiyorsunuz ve sizin ve çocuğunuzun bileğine birer izleme saati takılıyor. 8 yaşından büyük çocuklar ebeveynleri olmadan girebiliyor ve kesinlikle yalnız olduklarında çok daha iyi deneyimleyebiliyorlar bu dünyayı. İçeri girdikten sonra, 7 bin m2’lik bir alanda buluyorsunuz kendinizi. Çocuğunuzun ilk iş olarak, Yapı Kredi’ye gidip çekini bozdurması ve bu ülkenin para birimi olan “Kidzos” alması gerekiyor. Çocuklar, girişte kendilerine verilen kidzos paralarını bitirdiklerinde, çalışarak yeniden para kazanabiliyorlar. Örneğin, kendilerine pizza yapıp yiyebiliyorlar ve bunun için ücret ödemiyorlar. Banka için tahsilat , dükkanlar için taşıma yaparak ya da benzincide, itfaiyede, hastanede çalışarak para kazana-biliyorlar, sonra da kazandıkları parayla parfüm yapımı kursuna gidip kendilerin için gerçek bir parfüm üretiyorlar. Böylece, para kazanma ve harcama arasındaki dengeyi de tecrübe ediyorlar.
Ada 12 yaşında olduğu halde bayıldı. En çok da gizli ajan eğitim merkezini beğendi. Şu anda dünyanın 16 şehrinde olan Kidzania, İstanbul- Acıbadem’de Akasya Alışveriş Merkezi’nin içinde.
Kidzania için seanslar:
- Salı, Çar, Per. 10:00-17:00
- Cuma, Cmts. 10:00-15:00 ve 16:00-21:00
- Pazar 10:00-15:00 ve 16:00-20:00
- İzmir Uzay Kampı: Ada, okulunun proje haftası kapsamında İzmir’deki uzay kampına gitti. Öyle, basit bir aktivite olduğunu düşünmeyin, ben kızımın hiç bir yerden döndüğünde bu kadar yorgun olduğunu görmemiştim. Sabah 07:00’de başlayan günlük programları 22.00-23.00 arası bitiyormuş. 7-11 yaş arası 2 günlük ailelerin de katılabileceği programlar olduğu gibi 9-15 yaş arası 3 günlük programları ya da 6 günlük yaz kampları ve 12-15 yaş arası için robot dizaynı yapılabilen programlar var. Açıkçası, Ada sahiden uzaya gitmiş de evreni turlamış gibi döndü eve. Üstelik, aklında pek çok yeni bilgiyle...
Detaylı bilgi için: www.spacecamp.com
En uzun gece...
Bünya tersine dönüyor sanki... Haziran ayına yaklaşıyoruz, ama günler değil geceler uzadı adeta! Kömür karası geceler... Bitmek bilmeyen... Uykusuz... Sanki uyursak günah işleyecekmişiz gibi, ihanet edecekmişiz gibi, daha çok can kaybedecekmişiz gibi... Gözümüz ekranda, yarım yamalak dalışlarla ulaşıyoruz sabaha. Yastayız... Ve bu yas, öyle ilân edildiği için değil... Üç günlük de değil... Bu acı, anlatılır gibi değil... Her geçen gün, umutlar azalıyor, kopan canlara yenileri ekleniyor, facia her saat daha derine gidiyor. Bu acının dibi neresidir, kimse kestiremiyor. Günler geçmesine rağmen, belirsizlikler sürüyor. Yetkililer açıklama yapmıyor. Kimse, kaç kişi vardı, geride kaç kişi kaldı söylemiyor. Facianın nedeni ile ilgili her yetkilinin ayrı bir açıklaması var. Bizlerinse, sırlar ve ihmaller pençesinde yeniden gün ışığını yakalamaya çalışan madencilerle birlikte karanlığa gömüldü ruhlarımız.
YA İNSANLIK FITRATI?
Belki de kaybımız hiçbir zaman net olarak açıklanmayacak. Kaç kaçak işçi vardı bilmeden, sonuca ulaşmak zor. Sorumlular köşelerinden çıkmıyor. Bakan Yıldız da “Çocuk işçi çıkarsa istifa ederim” diyerek, olaydaki binbir vehameti kıvrak bir algı yönetimiyle teke indirerek mesuliyeti bertaraf etti. Yoksa, neresinden tutarsanız elinizde kalan bu facia için, istifa etmek isteyen yetkili olursa, onlarca sebep bulabilir rahatlıkla. “Madenciliğin fıtratında bu var” diyen Başbakanımız, 1862’de İngiltere’deki maden faciasından örnek verirken, o tarihte daha partisinin sembolü olan ampulün icat edilmediğini biliyor mutlaka. 2014 yılında yaşanan bu felaketten sonra Başbakan, kurmaylarına “Bakan olmanın fıtratında da istifa var” hatırlatmasını yapacak mı acaba? Ya da 1906 yılında Amerika’da yaşanan faciayı hatırlatırken, bugün ABD’de madencilerin ailelerine hane başı 1,5 milyon dolar tazminat ödendiğini de dikkate alacak mı? Her ne kadar Dünya Savaşları’ndan beri böyle büyük maden faciaları yaşanmamış da olsa, biz önümüze değil geriye bakarak örnek seçiyoruz halâ...
Peki ya bundan sonra... Bu yas bitmez... Gidenler, geri gelmez... Ama sarılacak çok yara var geride. Daha önceki deprem felaketlerinde yaşadıklarımızın tekrar etmemesi için, toplanan yardım malzemelerinin yağmalanmaması, paraların yok olmaması için şimdi çok iyi organize olunmalı. Sosyal medya bu konuda en hızlı etkileşim alanı, inadı bırakıp bu mecra faydalı bir şekilde kullanılmalı.
ÜNLÜLER NE YAPSIN
Gelelim, “facialar” ve “ünlüler” meselesine... Her felaketten sonra duyduğum aynı: Ünlüler bölgeye gitsin! Sebep: Moral olur! İnsanların yüreği kor alevken, canından kopan onlarca kişi toprak altındayken, ünlü görünce morali düzelecek öyle mi? İnsanların “morali bozuk” değil dostlar, insanların bahtı kömür karası! Ve bu, bir ünlüyle fotoğraf çektirerek hafifleyecek bir acı değil. Bana gelen yüzlerce mesaja cevabımı şöyle veriyorum: Felaketlere el uzatmanın ünlüsü ünsüzü olmaz. Aslolan insan emeğinin gücüdür. Ben bugün acılar bu kadar taze, yardım ihtiyacı bu kadar fazlayken, Soma’ya “ünlü” olarak “moral vermeye” gitmeye utanırım. Kırk koldan haber yolladım. İhtiyaç varsa, çocuklara bakarım, yemek dağıtırım. Malzeme ihtiyacı varsa, depremlerde de yaptığım gibi firmalardan yardım toplarım. Çalışmak için gönüllüyüm. Ayrıca, bireysel ünlü ziyaretlerinin, orda canla başla çalışan görevlilere ayak bağından başka getirisi olmadığını deprem zamanı tecrübelerimden gayet iyi biliyorum. Kriz merkezi yardım konusunu da organize etmeli. Kırk kafadan kırk ses çıkararak başı boş kalabalıklarla emekler de yardımlarda havada kalmamalı. İlerleyen zamanlarda bir yardım gecesi düzenleyerek, konserlerle para toplanır elbette, bu işin en kolay yanı. Ama bu gün, el emeğiyle yaraları sarma zamanı... El birliğiyle, bu karanlık geceler, aydınlığa kavuşmalı...
Adalete fener yak
Ülkemizde en yaygın kullanılan dil, “nefret dili” olmuş artık! Ne yazık ki en büyük sorunumuz bu! Her gün bir takım yasakları tartışıyoruz ya asıl bu nefret dilini yasaklasın gücü yeten birileri varsa! Bu “nefret hâli” öyle bir içine işlemiş ki insanların, bunun bir sapkınlık olduğunun farkına varan yok nerdeyse. Ülkeyi yönetenlerden futbolcusuna, sokakta yürüyen adamdan Twitter’da gûya sosyalleşenine kadar milyonlarca kişi ağzından köpük köpük nefret saçmayı maharet sayar olmuş. Bakışlar vahşi, ses tonları hep yüksek, davranışlar agresif... Küfürün bini bir para... Hem de her alanda... Bir düşünün; küfür yemeden geçirdiğiniz bir gününüz oldu mu uzun zamandır? İşin en vahim tarafı da gün geçtikçe bu durumu kabulleniyor olmamız.
Eğer birinin hoşuna gitmeyen bir lâf ettiyseniz, zaten küfrü hak etmişsiniz diye cahilce düşünenler nefretlerinin içlerini çürüttüğünün farkında bile değiller...
F.BAHÇE İÇİN OYNADIK
Bu hafta, nefreti aklını aşmışların hışmına ben de uğradım. Fenerbahçe Derneği için bir filmde oynadık; Cem Yılmaz, Okan Bayülgen, Emre Kınay, Sarp Akkaya, Şebnem Ferah, Burcu Kara, Şevket Çoruh, Ceyda Düvenci, Emre Karayel, Kıraç ve ben. Slogan: “Herkes için adaletli yargı”, “âdil yargılama” ve “Adalete Fener yak”. İlk önce Ali Koç benzer bir video paylaştı, ardından Fenerbahçeli futbolcular ve bu kez de bizler...
KARALAMAK ADET OLDU
Karşıt fikriniz olabilir, beğenmemiş olabilirsiniz, hatta adalet kavramından hoşlanmıyor bile olabilirsiniz, ama her annenin duyduğunda çocuğundan utanacağı türden sapkın küfür ve hakaretleri ağzınızı köpürte köpürte saçamazsınız. Şaçtığınızda da artık insan yerine konmazsınız. Üstelik de izlediğinizi kendi kafanıza göre yorumlayıp, ağzımızdan çıkmayan sözler için ithamda bulunanlar, iftira atarak karalamayı da adet haline getirdiler artık. Olay sırasında orda olmadığım artık elli kere kanıtlanmış olduğu hâlde, hâla “Ahmet Kaya’ya yapılanlara niye ses çıkarmadın” diye suçlamalarını sürdürenler, şimdi de “şunu affedin dedin”, “bu suçsuzdur dedin” gibi ağzımızdan çıkmayan lâfları uydurarak iftiralarına hızla yenilerini katıyorlar. Eh, devir dijital devri; videolar, kayıtlar ortada! Ama atadan kalma “çamur at izi kalsın” kuralının artık tarihe karıştığının farkında olmayanlar var galiba. Kendi yarasından gocunanlara nefret dilleri merhem olmayacak günün sonunda. Merak edenler için “Adalete Fener Yak” videosu internette dolaşıyor.
SADECE ADALET İSTİYORUZ
Söylediğimizin kısaca anlamı şudur: “Sadece futbol değil herkes için adaletli yargılanma istiyoruz. Sahte dellillerin kol gezdiği, bugün lâv edilmiş mâhkemelerin gördüğü davalara inancımız zedelenmiştir.
Ülkedeki adalet sisteminin temize çıkması gerekir. Yeniden ve âdil yargılanma sonucunda suçlu olanlar elbette cezalarını çekecektir. Kimse için “Af” istemek söz konusu değildir.” Nefreti beslemek yerine biraz akl-ı selim davranmalı. İnsan ille de fanatik olacaksa, adaletin fanatiği olmalı.
Not: Kargaların güleceği türden iftira ise bu filmi para için çekmiş olduğumuz... Eh, herkes karşısındakini kendi gibi bilir. Hayatında para almadan başkasının çayını karıştırmayanlar için inandığın bir şey uğruna emek harcayıp risk almak anlaşılmaz tabii... Şu kadarını söyliyeyim, yukardaki kadroyu bir araya getirmek için harcanacak parayla bir takım kurulur pekâla! Biraz akıl, izân!
Bugün Anneler Günü, taklitlerinden sakının
Mâlum; kutlama günleri saymakla bitmez. Yani, dünya üzerinde bir anlam atfedilmiş her günü kutlamaya kalksak, “bize her gün bayram” olurdu. Gerçi ben, biraz ritüelsever bir kadın olduğum için, bayılıyorum kutlama yapmaya. Her ülkeyle beraber, “yeni yıl kutlaması” yapmak geliyor içimden örneğin. Etrafınızda, “heeey at yılına giriyoruz” diye sevinip, ortalığa at figürleri kondurmaya çalışan kaç deli var? Sanırsızın, büyük büyükbabalarım Çin’den göçmüş! Yapılacak bir şey yok; ben ve benim gibilere “her gün bayram...”
Kadim bir gelenek
Farklı kültürlerden, kâdim gelenekleri kutlamayı çok seviyorum da şu “uydurma” günlerden hazzetmiyorum fazlaca! Misâl; sevgililer günü, dünya günü, “meslekler” günü, hatta şimdi pek çok “baba” kızacak ama babalar günü! Hayır, yanlış anlaşılmasın tabii ki ben de kutluyorum bugünü, ama maksat “adet yerini bulsun” diye. Ama, “anneler günü” öyle değil işte! Şimdi, hemen feminist damgası vurup, kendim de anne olduğum için anneler gününü kayırdığımı düşünmeyin ve önce bana bir kulak verin: Bir kere anneler günü, babalar günü gibi, “yahu annelerin günü var şu babalara da bir gün verelim” şeklinde çıkmış bir gün değil! Tarih boyunca kutlanan kâdim bir gelenek. Antik Yunanlılar, Yunan mitolojisindeki pek çok tanrı ve tanrıçanın annesi olan Rhea onuruna her yıl ilkbahar festivali kutlamaları yaparlarmış. Antik Romalılar ise milattan 250 yıl önce, ilkbahar festivallerini, ana Tanrıça Kibele onuruna kutlarlarmış. İnsanoğlunun, kabul ettiği en büyük “anne” adına, ilkbaharda kutlama yapma geleneği en az 2 bin 300 yıldır var yani. Bu özel gün, ABD’de Anna Jarvis’in kaybettiği annesi için 1908 yılında başlattığı anma günüyle, bugün bizim kutladığımız hâlini almış. 1910 yılında ise, yine Amerika’da bir gazinin kızının, “babalar günü de olsun” girişimiyle “Babalar Günü” kutlanmaya başlamış. Babalar gününün, haziran ayında kutlanıyor olmasının sebebi ise öyle eski bir ilkbahar geleneğinin uzantısı filan değil; hazırlıklar, babasının doğum günü olan 5 Haziran’a yetişmediği için, babalar günü Haziran’ın üçüncü haftası kutlanmış da ondan! Yani, eğer kızcağız hazırlıklarını yetiştirebilseydi, babalar gününü 5 Haziran’da kutluyor olacaktık.
Dünyadaki kutlama günleri çok farklı
Dönelim, tekrar “Anneler Günü”ne... Tarih boyunca, her kültür, anneler gününü binlerce yıldır, kendi âdetlerine göre kutladığından olsa gerek, dünyanın farklı ülkeleri, şubatın ikinci haftasından kasımın sonuna kadar farklı zamanlarda kutluyor anneler gününü... Biz, Amerika, Avrupa’nın çoğu ülkesi, Güney Afrika, Avustralya, Japonya gibi ülkelerle birlikte Mayıs’ın ikinci pazarı kutluyorken, örneğin yine Avrupa ülkesi olmalarına rağmen Fransa ve İsveç, Mayıs’ın son pazarı kutluyor. Aynı kültürün çocukları olan Portekiz ve İspanya için ise Mayıs’ın ilk pazarı anneler günü. Birleşik Krallık ise Büyük Perhiz’in 4’ncü Pazarı’nda kutluyor bu özel günü. Afganistan, Azerbaycan, Bulgaristan, Moldova’da ise anneler günü ile kadınlar günü ortak; 8 Mart... Bahreyn, Ürdün, Lübnân gibi Ortadoğu ülkelerinin pek çoğu da Ekinoks olan 21 Mart gününü seçmiş, anneleri için.
Aldığınız nefesin değerini hatırlayın
Özetle, Anneler Günü; doğanın uyanışını, yaşamı, doğumu, can vermeyi, hayat bulmayı temsil eder. Hepimiz için, yeniden aldığımız nefesi ve o nefesin değerini bir kere daha hatırlamak için fırsattır. Ve elbette, evrenle aramızdaki bağ olan annelerimiz, bu özel günün kutsalıdır. Kutlanmak en çok annelerin hakkıdır. Bu “gerçekten” özel gün ise taklitlerinden ayrıcaklı tutulmalıdır.
Canım annemin ve kalbi evlâdının canında atan tüm annelerin, “Anneler günü kutlu olsun”.
Kahvaltı ‘CAN’dır...
Bahar iyice kendini hissettirince, bir baktım “Vatan Pazar”ın editörleri, kahvaltı üzerine nefis sayfalar hazırlamaya başladılar. Ben geri kalır mıyım, hemen soframı hazırladım ve mükellef bir kahvaltının olmazsa olmazlarını sayfama taşıdım. Pazar günleri, hava da güzelse, kendini dışarı atıp, arkadaşlarla birlikte kahvaltı etmenin keyfi bir başkadır. Ama benim için gene de evde kahvaltı etmenin yeri ayrıdır. Hafta içi, tek başıma olduğum zamanlarda bile nerdeyse iki saate yakın kahvaltı masasından kalkmayan biri olduğumu söylemem sanırım yeterli olacaktır. Bizim gibiler için kahvaltı “can”dır.
İşin garibi, ben 20’li yaşlarımda asla sabah kahvaltısı etmeyen biriydim. Şimdi ise, sabah erkenden çekime bile gidecek olsam, uykumdan feragat ederek yine de adam akıllı kahvaltımı yapmadan güne başlayamıyorum. Daha da acayip olan ise, hamileliğime kadar ağzıma çay koymamış biriyken, bugün gece yatarken sabah içeceğim çayın hayaliyle uyuyor olmam. Ve ille de demleme çay istiyorum. Hayatta hiçbir şeyi aceleye getirmeyi sevmediğimden midir nedir, çok mecbur kalmadıkça poşet çaya râzı gelemiyorum. Zaten hayata dair her şeyi “demlemeyi” seviyorum. En başta da kendimi... Sofrada uzun uzun demlenmek, bir parkta oturup demlenmek, demlenirken hayatı demlemek gerek. Okuduğu kitabın sonuna yaklaştığında bir an önce bitirmek ister ya çoğu insan, ben tam tersine ara veririm meselâ... “Kitabın sonunu demliyorum” derim, arkadaşlarıma... Velhasıl, aheste kürek çekmeyi seviyorum yaşamın sularında. Kim bilir belki de İzmirli olmamdır acelecilikten ısrarla kaçmamın sebebi.
İstanbul için en iyi kahvaltı mekânları
- Tatlı Huzur: Kalamış’ta, küçük çok sıcak ve zevkli, ev hissi veren nefis bir kafe... Müdavimleri arasında oyuncular çoğunlukta. Hafta sonu kahvaltıları çok ünlü. Küçük bir mekân olduğu için gitmeden muhakkak rezervasyon yaptırın. Tel: 0216.3492779
- Cafe Cadde: Bağdat Caddesi’nin efsanesi... Çok zengin ve mükemmel bir kahvaltı sunuyor. Kahvaltıdan öteye geçip, keyfinizi öğle yemeğine doğru uzatabileceğiniz kadar geniş bir yiyecek ve tatlı servisi var.
Tel: 0216.3027624
- Big-Chef Anadolu Hisarı/Göksu: Eğer, Boğaz’ın muhteşem manzarasında kahvaltı etmek istiyorsanız, rakipsiz. Köy kahvaltısından pastırmalı-yumurtalı tosta kadar çeşit çeşit kahvaltılık alternatifler var. Tel: 0216.3089328
- Sırçacı: Yeniköy’ün bu yeni mekânını Saffet Emre ısrarla tavsiye etti bana. Sabah 09.00’dan 16.00’ya uzayan kahvaltıya, hafta sonları caz müziğinin eşlik ediyor olması. Denemeye değer.
Tel: 0212.2995016
Ege’de kahvaltı başkadır
İzmir’den sözü açmışken hemen belirtmeliyim ki Ege’de kahvaltının anlamı bambaşkadır. Bizim oralarda, kırlık-bahçelik yerlere gidip, çoluk-çocuk kahvaltı etmek, dışarda akşam yemeği yemekten daha çok tercih edilen bir buluşma biçimidir. Tabii, İzmir’in coğrafi avantajı da buna imkân sağlar. Foça ya da Çeşme yolu üzerinde, hâlâ doğallığını koruyabilen pek çok bağ-bahçe-köy var. Temiz hava, taze yumurta, börekler saçta, ağaç altında, çocuklar parkta... Kaymak ve karadut reçeli mutlaka olmalı bir Ege kahvaltısında. İzmirli köklerime yakışır bir biçimde “gevrek” yani simit, benim kahvaltı soframın da olmazsa olmazıdır. Yazları, Bodrum’da komşularıma hazırladığım bayram kahvaltılarım, övünmek gibi olmasın ama efsanedir. Bir Egeli olarak, benim için sabah kahvaltısının hası; gevrek, Bergama tulumu, domates ve tabii ki demleme çay ile yapılandır. Gerisi teferruattır. Elbette, bayram ve akşam kahvaltıları daha zengin hazırlanmalı. Şimdi, “kahvaltının akşamı mı olur” demeyin! Annelerimiz akşam için yemek yapamadığı zamanlar kahvaltılık hazırlardı evde. Havalı olsun diye de adına “zengin kahvaltısı” derdi büyüklerimiz. İzmirli erkekler de çok sever akşam kahvaltılarını, o yüzden kadınların yemek yapma stresi daha azdır bizim memlekette.
‘Zengin kahvaltısı’nın olmazsa olmazları...
“Can çeker” diye, yeme içme üzerine paylaşımlarda bulunmaktan kaçınırım, ama bu defa bir istisna yaparak, bayram sabahları ya da yemeksiz akşamlar için hazırlanan “zengin kahvaltısı”nın olmazsa olmazlarını sıralıyorum:
- Gevrek... İzmir dışında “simit” olarak bilinir. Efsanedir... Sonsuza kadar... Sabah-öğle-akşam-fakir-zangin farketmez. Bana göre tüm sofraların baş tacı...
- Yazın güneşte yapılmış reçeller. Renk, renk, küçük, küçük kaplara konulur. Sofra, neşe bulur.
- Peynir çeşitleri... Ama ille de Bergama tulumu ve beyaz peynir...
- Tatlı lor... Üzerine bal, vişne ya da karadut reçeli ile 10 numara 5 yıldız olur...
- Tuzlu lor... Üzerine bol pul biber, biraz zeytinyağı ilave edilir ve bir çatalla uzun uzun iyice ezilir sonra gevreğe süre süre yenir...
- Domates- salatalık- biber
- Zeytin
- Sucuklu yumurta. Sucuk çabuk pişer, fazla kurutmadan hemen üzerine yumutaları kırmak gerekir...
- Salçalı sosis... Tamamen dana eti olanları tercih edilmeli. Salçayı sulandırır, içine baharatları atar, sosislerin karnını yararak haşlanmaya bırakırsın. Suyu, bir bütün ekmeği yedirir, dikkatli olmak gerekir...
- Krep-Akıtma: Krep ya da annemin deyişiyle “akıtma” çocukların sevgilisi... Eğer kilo almak istemiyorsanız, un yerine yulaf kepeği koyarak yapın.
- Akşamdan kalma Barbunya: Eğer bir gün önceden kalma pilakiniz varsa, mutlaka kahvaltıya çıkarın. Tulum peynir, çay ve gevrek yanına katarsanız, kahvaltıya ne kadar yakıştığına inanamazsınız.
- Çay: Eğer mis kokulu bir demli çayınız yoksa, yukardaki saydığım hazırlıkların hepsi boşa gitmiş demektir.
Çay, yediğiniz her lokmanın tadına tat katandır. Ben, bu satırları size kahvaltı soframda yazıyorum ve hepinize “afiyet olsun” diyorum...
İşte taraftar işte şampiyon...
Geçen haftadan kalmayım dostlar! Tüm haftayı esrik bir sarhoşluk içinde geçirdim ve sanırım epey bir zaman daha böyle kalmaya devam edeceğim. Mâlum, pazar günü çoluk çocuk 45 bin Fenerbahçeli kadın yine dünyada bir ilki gerçekleştirdik ve takımımızın şampiyonluğuna tanıklık ederek "kız kıza" marşlar söyledik. Elbette her yaştan çocuğu da unutmamak gerek! İşte bu sebeple tüm hafta zafer sarhoşluğu içindeydik. Nisan ayından şampiyonluğu ilân etmenin havası da cabası! Eh, rekabetin gereği, başka takımların taraftarlarına hava atmak da hakkımız elbette, ama ben Fenerbahçe'nin erkek taraftarlarına hava basmayı da ihmâl etmiyorum ve şöyle sesleniyorum:
Yahu, iki yıldır stada gidip kupayı almayı başaramıyorsunuz, biz kadınlar bir gittik, haftalar öncesi şampiyonluğumuzu ilân ettik. Bundan sonra tribünleri bize bırakın. Şampiyonluk bizim işimiz!
- Maç boyunca her şey şahaneydi. Son derece keyifli bir atmosferde şampiyonluk sevinci yaşadık. Maçtan sonra çoluk çocuk, tam da tezahürattaki gibi "yağmur çamur demeden" Bağdat Caddesi'nde kutlamalardaydık. Kızımla birlikte eve döndüğümüzde sırılsıklam olmuştuk. Normalde, "ah üşütecek" diye çocuğumun üzerine titreyen ben, "F.Bahçe için değer" diyerek yağmura hiç aldırış etmemiştim saatler boyunca. İşte bence "offf gene mi maç var" demek yerine "Fener'in maçı var" diyen kadınların desteğinden büyük güç alıyor "F.Bahçe ruhu...” O yüzden, federasyondan gelecek cezayı beklemeden, stat içinde kadın taraftara daha çok yer açılmalı. Unutmayın, geleceğin taraftarlarını bu kadınlar yetiştiriyor. Bu da kulübün dikkatine!
Son söz: Hiç olaysız bir maç ve şampiyonluk yaşadık tribünlerde... Bu arada düşünmeden edemiyorum: Tribünler, kadınlara kaldığında ortalık şenlik yerine dönüyorsa, siyaset koltukları da bir süre kadınlara kalsa dünya çok daha güzel bir yer olmaz mı! Hemen itiraz etmeyin! Ne de olsa yüzyıllardır erkeklerin yönettiği dünyayı ve yaşanan savaşları hepimiz gördük, ama kadınların yönettiği bir dünya ütopyası nasıl olurdu, işte bunu hiçbirimiz bilmiyoruz...
Afife Tiyatro Ödülleri
Spordan, sanata atlıyorum ve ülkemizin en saygın ödüllerinden olan "Afife Tiyatro Ödülleri"ne geçiyorum. Pazartesi günü ödüller, törenle sahiplerini buldu, ama öncesinde çok fırtına koptu. Tiyatronun duayen isimlerinden bazıları bu yıl jüriyi, adayları ve ödülleri yaylım ateşine tuttu. Elbette, bu kıymetli ödülleri daha iyiye taşımak için itiraz edilecek ya da öneri getirelecek pek çok konu var. Örneğin, isyanın en büyük sebebi olan "komedi" kategorisinin kaldırılmasına ben de karşıyım. Bu ödülü daha önce kazanmış biri olarak jürideki bazı arkadaşlarımla da törenden sonra fikrimi paylaştım. Onlar da bana bu uygulamayla ilgili mantıklı buldukları gerekçelerini anlattılar, ama fikirlere açık olduklarını da belirttiler. Sonuç itibari ile ucunda ölüm yok! Her jürinin fikri farklı olur. Tartışmaya açılır ve çoğunluk fikir birliği içinde olursa belki gelecek yıl yeniden "komedi" kategorisi açılabilir. Önemli olan olumlu eleştirilerde bulunmak ve tiyatronun büyük darbe yediği şu günlerde "Yapı Kredi" gibi büyük bir markanın da çok önem verip yıllardır desteklediği "Afife"yi el birliğiyle daha iyiye taşımak için yapıcı söylemler içinde olmak. Yoksa, tiyatro adına mücadele edilecek bu kadar çok şey varken, bir de kendi içimizde cephe açarak tiyatromuz için bu kadar değerli bir manevi figürü yıpratmanın kimseye faydası olmaz. Bu arada, bu yıl sahnede hayranlıkla izlediğim Zerrin Tekindor ve Tardu Flordun birlikte rol aldıkları Kim Korkar Hain Kurttan oyunuyla, en iyi kadın ve erkek oyuncu ödüllerini aldılar. Can-ı gönülden kutlarım. Yardımcı rolde ödül alan kadın oyuncu Defne Halman ise her zaman hayranlıkla izlediğim oyuncu arkadaşlarımdan biri olmuştur. Yardımcı rolde erkek oyuncu ödülünü alan Taner Ölmez'in tiyatrodaki başarısı beni ayrıca sevindirdi. Dizilerin genç ve yetenekli oyuncularından bahsettiğim bir yazımda, Med-Cezir dizisindeki "Mert Asım Serezli" rolünde çok başarılı bulduğum Taner Ölmez'den bahsetmiştim. Beyazcamın büyülü dünyasına ve maddi avantajlarına teslim olmayıp, tiyatro sahnesini televizyon uğruna terk etmeyen genç arkadaşları gördükçe içim umut doluyor. Yılın en başarılı oyunu olarak değerlendirilen "Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı" ise, "ilk fırsatta izlenecekler" listemin başında yer alıyor. Ödül alan tüm sanatçı arkadaşlarımı yürekten kutlarım. Yaşasın Tiyatro...
Not: Baskıya girdiğimiz şu saatlerde ne yazık ki ülkenin her yanında gaz tütüyor yine! Evlerinde oturan küçücük çocuklar duman altı oldukları için hastanelere götürülüyorlar. Üzgünüm... Çok üzgünüm...
İşçi ve emekçinin, gönlünce kutlayacağı "1 Mayıs"ları görebilmek ümidiyle...