Şampiy10
Magazin
Gündem

Kadınlar için Dünya Kupası ile başetmenin yolları

Dünya Kupası başladı... Benim gibi futbolsever bir kadınsanız sorun yok, ama annem gibi futbol alerjisi olanlardansanız vay halinize! Bir ay size geçmek bilmeyecek, evin içinde huzursuzluk alıp başını gidecek demektir.

Çocukluğum böyle bir evde geçtiği için yaşanacakları çok iyi biliyorum. Dört yılda bir annemin ruhunda bayraklar yarıya iner, ama sinir kat sayısı ikiye çıkardı. Tabii, o günler, televizyonun tek kanaldan ibaret olduğu düşünüldüğünde anneme biraz hak vermek gerekiyor. “Kabus başlıyor” derdi annem, babam için kupa heyecanı yaklaştıkça. İşte o anneden, benim gibi bir futbol meraklısı kız çıktı. Gerçi ben de 30 yaş itibariyle futbolsever oldum. Üstelik, maç tutkusu olmadığı için hayran olmuştum ilk tanıştığımızda Tolga’ya.

Oysa bugün ben, geceyi devirdiğimizde başlayan maçlar nedeniyle ekrana kilitleniyorum. Ama, kabul ediyorum, hemen kendini oyalayacak bir şeyler bulmazlarsa, bu bir ay pek çok kadın için zorlu geçecek.

İşte formüller:

- Rekabet etmeyin. Maalesef, eşiniz dört yılda bir sadece bir aylığına buluştuğu sevgilisini yani kupayı tercih edecek. Boşuna kalbiniz kırılmasın istiyorsanız, baştan rekabete girmeyin.

- Biraz gayret edin, belki siz de seversiniz. İnanın çok karışık bir mevzu değil. Erkeklerin havasına bakmayın, onlara karmaşık geliyor olabilir, aldanmayın. Eşiniz ukalalık ederse eline bir örgü verip kazak kolu kesmeyi denetin. Teslim olacaktır. Şöyle düşünün; anlaması ve kurallarını kavraması bu kadar kolay olmasa, milyarlarca insan futbol sevdasında olamazdı.

- Annem gibi, “izlemem mümkün değil,tahammül edemiyorum” diyorsanız, bu süre içinde evden uzaklaşın. Neyse ki okullar kapandı. Bırakın, evdekiler başlarının çaresine baksın. Siz, kendiniz gibi kupa mağduru kadınlarla buluşun. Arkadaşınızın kocası ile sizinkini bir evde toplayın. Bir aylığına haremlik selamlık yaşayın. Kadınlar grubu yapıp, gezin, tozun, dolaşın, geç vakitte evde muhabbete devam edin.

- Kendinizi servis elemanı gibi kullandırmayın, bu daha fazla sinirinizi bozar. Kuralları baştan koyun! Eşinize karışmayın, ama ayağına getir-götür de yapmayın! Çerezlerini, meyvelerini, bardaklarını dağıttığı gibi toplatın.

- Önümüz yaz. Tığla bikini örmek, kırk yama pike yapmak, saksılara mevsimlik çiçek dikmek, takı yapmak gibi hobilere sardırın ve hemen yapmaya başlayın.

- İkinci bir televizyon alın! Dört yıl sonra yeniden lazım olacak, unutmayın.

- Empati kurmaya çalışın! En sevdiğiniz oyuncuların sadece dört yılda yayınlanan ve bir ay içinde final yapacak, çok heyecanlı bir dizide buluştuklarını varsayın.

- Sayılı gün çabuk geçer unutmayın, moralinizi bozmayın.

NOT

LÖSEV’in “Bir Tuğla da Sen Koy” kampanyasını var gücümüzle destekleyelim. Tuğla yazıp 3406’ya mesaj atarak, ülkemizin en donanımlı ve Avrupa’nın ilk onkoloji kentine 10 lira karşılığında bir tuğla da siz koyabilirsiniz. Mesaj gönderim bedeli ise 0,6 lira. GSM operatörlerinin bu miktarı LÖSEV’e bağışlamasının yerinde bir hareket olacağını düşünüyorum. Farklı miktardaki bağışlarınız için www.losev.org.tr adresini ziyaret edin.

Yazının devamı...

'Tiyatrodan başka sansürsüz ne kaldı ki'

Bugün babalar günü... Ülkede bunca çocuk babasız kalmışken, kutlama yapmak insanın içine sinmiyor elbette. Babalar kızmasın ama daha önce anneler günü yazımda da paylaştığım gibi, binlerce yıllık anneler günü geleneğine karşılık sonradan uydurulmuş bir gün "Babalar Günü"... Babamın, bir ömür desteğini arkamda hissettiğim o sıcacık ellerini öpebildiğim için sadece bugün değil hergün kendimi şanslı hissediyorum. Ve bugün sayfamı, tanıdığım en harika babalardan biri olan dostum, Emre Kınay ile çok özel sohbetimize bırakıyorum.



Bu yıl, Soma'da hayatını kaybeden onca baba ve babasız kalan bunca evlat varken, babalar günü kutlamak insanın içinden gelmiyor. Sen de babasını çok küçükken kaybetmiş birisin. kaç yaşındaydın baban vefat ettiğinde?

9 yaşındaydım.

Baban da sinemacıydı değil mi?

Evet. Şimdi dublaj yönetmeni diyoruz. Ses uzmanıydı. Beş kardeştik. Üç ablam var. Babam ancak çalıştığınla bizi büyütüyordu, vefat ettiğinde biz başımızın çaresine bakmak zorunda kaldık.

Kaç yaşında başladın çalışmaya?

9! (Gülüyor) Bildiğin çocuk işçiydim ben. Hepimiz çalıştık. Yaşamak için çalışmak gerek. Hayat bana bunu öğretti.

Ne işler yaptın?

Simitçi fırınında başladım sonra anahtar fabrikasına girdim. Fabrikada ayağımdaki kauçuk ayakkabı kayıp düşümce belimi sakatladım. 11 yaşında falandım. Tabii sigorta filan davasına başlarına iş gelir diye hemen attılar beni fabrikadan. Sonra yıllarca seligrafi yaptım. Usta oldum. Tabii başka ek işler de yaptım. Duvar reklamı yapardım. Pamuk işinde çalıştım. Zeytin-zeytinyağı... Ayrıca, mevsimlik işler vardı... İşte kömür zamanı, insanların evlerine aldığı kömürü depolara istiflerdim yevmiyeyle... Daha sayayım mı?

Ne ara çalıştın bu kadar işte?

12'e 10 kala çıkardık ya sabahçılar okuldan, işte ben çıkışta doğrudan atölyeye giderdim.

‘Kendi haklarımı savunuyorum’

Çocuk yaşta hep çalışmışsın, peki başkaldırmayı kimden öğrendin?

Annem ve ablalarım çok sağlam ve dişli kadınlardı. Hakkımı yedirtmemeyi ve başkalarınınkine de sahip çıkmam gerektiğini onlardan öğrendim. Bizim ailede cinsiyet ayrımı yoktur. Sofra kurulacaksa beraber kurulur. Kız-erkek ayrımı yapılmaz. Kadınlar da çekinik karakterler değildir.

Çocukluğumdan beri mücadele içinde olduğun için mi bu kadar güçlü duruyorsun?

Öldürmeyen Allah güçlendirir be Berna. Sokağı iyi bilirim, arka sokakları da çok iyi bilirim. Hani Başbakan hep nerelerde çalıştığından örnek veriyor ya kendi haklılığını savunmak için, ben de en az Başbakan kadar çalıştım ve hatta daha zor şartlarda ve daha az bedellerle. Ben de kendi haklarımı savunuyorum işte! Onurlu yaşamak için bir lokma ekmeğe ihtiyacım var o kadar. Başka hiçbir şey lâzım değil insana. Bunun için ben 9 yaşından beri çalışıyorum. Bundan sonra da böyle yaşamaya devam edeceğim. İhale için, koltuk için, daha fazlası için kimseye eyvallah demedim, demem...



Benim tiyatroma düşman olan kim?

10 yıl önce Duru Tiyatroyu kurdun. Büyük emek verdiğin salonundan çıkarılmaya çalışılıyorsun. Son durum ne?

Suç duyurusunda bulunuyorum: Kadıköy Kaymakamı hakkında alenen suç duyurusunda bulunuyorum! Dava bitene kadar tiyatro salonunu kullanmama izin veren belgeyi kendi imzaladığı hâlde, dava sürerken, kimden emir alarak ve hangi gerekçeyle benden 48 saat içinde tahliye istemiştir? Bunu hiçbir savcı araştırmayacak mı?

Kaymakam hem sana mahkeme sonuçlanana kadar salonu kullanabileceğine dair imzalı kağıt verdi, hem de bir ay sonra vazgeçip "48 saat içinde boşalt" dedi. Öyle mi?

Aynen öyle. Kaymakamların yetkileri mi arttırıldı? Elimde mahkeme kararı var. Ama kaymakam hukuk tanımıyor. Üstelik devleti çelişkili bir mekanizma haline getiriyor. Dava sonuçlanana kadar salonu kullanma hakkını bana veren belgede de kendi imzası var, bir ay sonra mahkeme sonuçlanmadan salonu boşaltmamı isteyen belgede de...

Sonra?

Saat 15.00'te mahkemeye başvurdum, ertesi gün sabah 11.30'da tahliyeyi durdurma kararı aldım. Sürem o gün akşam bitiyodu. Tiyatroma düşman olan kim? Emri kim veriyor bilmek istiyorum ve suç duyurusunda bulunuyorum! Kaymakam görevini kötüye kullanmıştır!



'İnşaat filminin ikincisi yolda'

Duru Tiyatro devam edecek mi?

Elbette edecek. Ben sırf ısrarımdan salonla ilgili mahkemelerde sürünüyorum yoksa artık sıtkım sıyrıldı ve yeni bir salon arayışına giriştim. Ayrıca gezici olarak da tüm sahnelerde oyunlarıma devam ediyorum. Sondan sonra 5'nci sezonuna girecek.

Hani tiyatro bitiyordu, seyirci yoktu?

Hadi canım, sürekli yeni tiyatro kuruluyor. Eskiliğinden kurtuldu ve şimdi çok daha canlı tiyatro. Kapı-çerçeve kırılıyor doluluktan. Sansürsüz başka ne kaldı ki!

Dizi devam ediyor mu?

bölüm daha var ama sezona devam edecek mi belli değil. Çünkü artık ciddi bir internet izleyicisi var, ama reyting ölçümleri bu izleyiciyi kapsamıyor. Dolayısıyla bu kadar çok izlenmesine karşın reytinglerimiz parlak görünmüyor. Kanalın teveccühü bundan sonrası.

İnşaat 2 çekilecekmiş.

Evet, Ömer Abi'ye (Vargı) yalvarıyoruz yıllardır. Sonunda senaryo yazıldı, yakında başlıyoruz. Hapisten çıkıp yeni bir inşaata girerler ve yeniden bir olaylar örgüsünün içine düşerler...

Duru yanında olmadan bakkala gitmeyen bir babasın. Neler yapıyorsunuz?

Vallaha benleyken sıkılmadığını biliyorum o yüzden ber yere sepet gibi yanımda taşıyorum. Ne yapıyorsam beraber yapıyoruz.

Nasıl bir babasın?

Onu Duru'ya sor

Baban nasıl bir baba Duru?

Duru: Eğlenceli ve komik bir baba, ama bazan çok ciddi olabiliyor. Birlikte yemek yapmayı çok seviyorum.

En çok neye kızıyor?

Duru: Bir şey dediğinde, yapmayıp üst üste tekrarladığımda çok kızıyor. Ödevlerimi düzenli yapmamı istiyor. Ben de yapıyorum. Onun dışında çok komiktir, çok güldürür benim babam.

Yazının devamı...

Ada ile adalara...

Çocukken, annem takvime karne gününü işaretlerdi. Yılbaşı ve doğum günlerinden daha önemliydi, karne günü bizim evde. Bir ay kala, geriye sayım başlardı. Annem benden çok heyecanlanırdı. Okul kapandığı gün, "Kızım bana kaldı", "Kızım benim oldu" diye sevinir, mozaik ve muzlu rulo pastanın ikisini birden yapardı. İki pasta lüksü, benim karne almamın ne kadar önemli olduğunun işaretiydi. Şimdi ben bir anneyim ve annemden miras karne sevincini kızımla sürdürmekteyim. O gün işimi gücümü bir kenara bırakıp, muzaffer bir edayla elinde karnesi, eve dönen kızımı karşılamak, çocukluğumun kokusunu getiriyor bana. Ve şimdi anlıyorum annemin "kızım bana kaldı" sevincini... Önümüzde 3 ay var. Tüm annelere, çocuklarıyla mutlu ve eğlenceli günler dilerim. Belki çok çocuklu ya da yoğun çalışan annelerin gözünü korkutuyor olabilir yaz. Unutmayın, siz nasıl öngörürseniz, öyle geçecek günler. En önemlisi, hepimize sağlıklı günler... Karneyi alır almaz, kendimize kutlama yaptık ve anne-kız, Adalara kaçtık. Asıl ismi Prens Adaları ve dokuz ada, iki kayalıktan oluşan takımadalar aslında... Ama biz, "Adalar" diyoruz kısaca. Beş adada yerleşim var. Bizans döneminde, saray mensuplarının sürgün yeriymiş. Aynı zamanda imparatorların yazlıkları varmış. 1453'te Adalar da, Osmanlılar tarafından fethedilmiş. Osmanlılar da sürgün yeri olarak kullanmaya devam etmişler takımadaları. Bir yandan da zenginlerin yazlık evleriyle dolmuş. Şimdi eski görkemi kalmasa da nostaljik dokusu hala hissediliyor. Birbirinden güzel evleri bakımsızlıktan dökülse de, bir zamanki güzelliğinden izler taşıyor.



Martılar eşliğinde vapur gezisi

Gelelim günübirlik turumuza... Bostancı'dan bindik vapura, ver elini Büyük Ada... Aslında niyetimiz adadan adaya geçerek, Kınalı-Heybeli-Burgaz-Sedef hepsini peş peşe turlamaktı. Ama vaktin nasıl geçtiğini anlamadan Büyük Ada'da akşamı ettik. Herkese tavsiye ederim. Sadece İstanbullulara değil, herkese... İnanın bu güzelliği ıskalayarak hem adalara hem kendimize büyük haksızlık ediyoruz. İstanbul'a yarım saatlik, martılar eşliğindeki vapur gezisi ile ulaşıyorsunuz Büyük Ada'ya... Kentin gürültüsünden uzaklaşıp, tarih sayfasının içine dalmak bu kadar kolay işte... Sonrasında şahane bir gün bekliyor sizi... Hele bizim gibi hafta arası kaçamağı yapabilirseniz, turistik kalabalıktan da bir nebze kurtarırsınız. Ada'da yapılacak o kadar çok şey var ki! Piknik yapmaktan, denize girmeye kadar çok sayıda eğlence için imkân var. Biz neler yaptık derseniz, klasik bir Ada günü geçirdik. Her zaman fotoğraflarımızı çeken eşim yanımızda olmadığı için bol bol selfie pardon "özçekim" yaptık. İşte, anne-kız özçekim kareleriyle ada turumuz:

Faytona hayır, bisiklete evet!

"Vapurdan özçekim": Bir yanda adaların güzelliği, bir yanda koskocaman İstanbul'un silüeti... Denizin sesi, martının cilvesi.

"Çarşıdan özçekim" : Küçücük tezgâhlar çocuklar için çok cazip. Tokalar,yapma çiçeklerden taçlar...

"Bisikletli özçekim" : Bisiklet, tıpkı fayton gibi bir Ada klasiğidir. Aslında ben fayton gezisini çok severim ama Ada atlara kıyamadı. İkimiz de faytoncunun atları kırbaçlamasına dayanamayacağımıza karar verip bisiklet kiraladık. "Yemekli özçekim": Bisiklet bizi çok acıktırdı. Hemen gittik Meydan'da midye tava ve kalamara daldık. Sonra bol bol yürüyüş yaptık.

"Waffle ve dondurmalı özçekim": Ada'ya gidip, dondurma yemeden dönmek olmazzzzz.

Dikkat:

- Adalar motorlu araç trafiğine kapalı ama belediye aracı, telekom aracı, polis aracı derken o kadar çok araba dolaşmaya başlamış ki inanamadım.

- Faytoncular, atların arkasına bezleri mi tam takmıyor yoksa sokaklar mı iyi temizlenmiyor anlamadım ama eskiye oranla at pisliği çok fazla.

Yazının devamı...

Kadınların korkulu rüyası

Tıp sürekli ilerliyor ama maalesef kadın-doğum muayenesini kadınlar için korkulu rûya olmaktan çıkaran bir metod henüz bulunmuş değil. Zaten inancım o ki, bu konuda bir icadı olsa olsa yine bir kadın yapacaktır çünkü ancak bir kadın bu muayene biçiminin ne kadar rahatsız edici olduğunu anlayabilir. Hamilelik dışında kadın-doğum doktoruna gitmeyen pek çok arkadaşım var. Üstelik bu kadınlar gayet eğitimli ve modern insanlar. Utanarak söylüyorum ki benim de çok defalar muayene tarihini bir sonraki seneye ötelemişliğim vardır. Ama maalesef, “geç tanı” sebebiyle çevremde üst üste şahit olduğum can kayıplarında sonra artık kontrollerimi aksatmamaya çalışıyorum.

Muayene koltuğu rahatlatıyor

Geçen hafta, eş-dost-akraba ziyareti için memleketime gittim. Sağlığımı benden iyi tâkip eden en yakın arkadaşım Aslı, beni kolumdan tutup, İzmirliler için çok büyük şans olan, ülkemizin en iyi kadın doğum doktorlarından İsmail Mete İtil’e götürdü. Meğer, muayene biçimi tümden değişmese de kadınların rahatsızlığını azaltacak bir takım yenilikler varmış. Bir kere şunu fark ettim ki, muayene koltuğu, normal oturuşa yakın bir pozisyon sağlayınca tedirginlik de epey azalıyormuş. En önemlisi ise, simir almak için kullanılan spekulum denilen mengene benzeri metal ve sevimsiz aletin, silindir şeklinde yuvarlak uçlu bir çeşit plastik olanı varmış. Aslında bu yeni bir alet değilmiş ama anlaşılan her doktor kullanmıyor, çünkü ben de ilk defa rastladım. Bir başka güzelliği de tek kullanımlık oluşu. Metal olan steril edilerek tekrar tekrar kullanılırken, bu ürün, hasta için açılıyor ve kullanımdan sonra atılıyor. Eğer sizin için de kadın-doğum muayenesi “korkulu rûya” ise lütfen hekiminizden plastik ve tek kullanımlık spekulum kullanmasını isteyin. En az yılda bir kez rutin kontrolünüzü yaptırmanın ve momografi çektirmenin, hayat kurtardığını unutmayın. Ayrıca, yeni ve gelişmiş momografi cihazlarının kullanıldığı merkezleri seçerseniz, momografinin de artık son derece pratik ve acısız olduğunu göreceksiniz. Kendimizi ihmâl etmeyelim. “Korkunun ecele faydası yok” demeyelim, biz kontrollerimizi yaptıralım, kendimize bakalım, ondan sonrasını Allah’a bırakalım.

Yazının devamı...

Kendi parfümünü yarat kokuna imzanı at

İtiraf ediyorum: Ben bir koku manyağıyım! Adeta bir köpek gibi, yaşamı koklayarak anlamaya çalışıyorum. Denizi, taşı, ağaç kabuklarını, yaprakları, tahtayı, kumaşları, yani önüme düşen her şeyi kokularıyla hafızama alıyorum. Elbette güzel kokularla mest oluyorum. Ve dünyada "burun" olarak adlandırılan insanları çok kıskanıyorum. Geçen gün klasik bir söyleşi sırasında "oyuncu olmasaydınız ne olurdunuz" sorusuna, "parfüme sanatçısı" yanıtını verince, içimde kalan bu hevesi farkettim. Üstelik, çok yetenekli bir burnum olduğuna eminim. Belki artık parfüm konusunda bir kariyer sahibi olmak için şansım olmayabilir, ama hobi olarak kokuların dünyasına dalmak istedim ve kendi parfümümü yaratmaya giriştim. İşte şimdi sizinle bu eğlenceli ve keyifli deneyimimi paylaşmak istiyorum.

- Parfume: Tarihi, Çinliler, Hindular, Mısırlılar, İsrailoğulları, Araplar, Yunanlar ve Romalılar'a kadar uzanıyor parfümün. Latince "tümüyle uçucu" anlamına gelen "per fumum" sözcüğünden türemiş. Fransa'nın güneyindeki Grasse kasabası ise parfümün dünya başkenti olarak geçiyor. Burada, en ünlü ve en eski parfüm üreticilerinin damıtım tesisleri ve müzeleri var. Ve de benim gibi amatör meraklılar için parfüm atölyeleri. Yıllardır bir türlü gidip böyle bir deneyim yaşama fırsatım olmadı. Ama çok şanslıyım ki deneyim benim ayağıma geldi. Nişantaşı'nda dolaşırken, tıpkı Grasse'deki gibi bir parfüm atölyesi olduğunu keşfettim. Üstelik, kokunun efsane ismi Galimard'ın atölyesi birebir kurulmuş. Yine Galimard'ın orjinal parfüm özlerini kullanarak kendi kokunuzu yaratabiliyorsunuz. Böylece hayalimi gerçekleştirdim ve yaklaşık 4 saat boyunca aynı zamanda niş bir parfüm mağazası olan La Deesse'de kokuların dünyasında kaybolup, kendi parfümümü yaptım.

- 1000'e yakın koku özüyle çalışma imkanı var. Önce küçük bir testle, hangi gruptan hoşlandığımı saptadık. Benim seçtiğim kokular çiçeksi odunsu notalar çıktı. Oysa bana sorsaydınız, oryantal notalardan hiç hoşlanmadığımı söylerdim. Parfüme atölyesi insanın kendinde bilmediği tarafları tanımasına da yol açan bir tür meditasyon gibi!

- Hepimizin bildiği gibi, üst notalar, orta-kalp notaları ve alt notalardan oluşuyor parfüm. Önce, alt notalar başlıyor. Ben, odunsu grubuma göre beş tane koku ile başlıyorum. Önce teker teker, sonra birbirleriyle eşleyerek, kendimce uyumlu bulduğum iki kokuyu eşliyorum. Ve karıştırma tüpüne bu iki kokudan koyuyoruz.

- Önüme yeni beş koku geliyor. Karışımımdan bir kağıda damlatıp bu sefer yeni kokularla eşliyorum. Beğendiğim üç koku daha ekleniyor karışıma.

- Bu sefer 5 kokunun karışımından oluşan yeni kokuyu kağıda damlatıyorum ve önüme koyan yeni kokulardan hangilerini bu karışıma dahil edeceğimi seçiyorum. İşlem bu şekilde devam ediyor. Yaklaşık 60 kokuyla çalışıyorum. Alt nota, sonra kalp notası ve derken sıkıldığı andan sonra birkaç saniye içinde yok olacak olan üst notaları da ekleyip parfümümü tamamlıyorum.

- Parfümüm hazır. Ona bayılıyorum. Kendimi, bedenime imza atmış gibi hissediyorum. Ve yalnızca ben böyle kokuyorum. İşte bu ânın keyfini çıkarıyorum.



Kokular işim olsun çok isterdim. Nerden aklınıza geldi?

Her zaman kokular benim hayatım için önemli olmuştu. Ben de yaşamı koklayarak içine çekenlerdenim.

Peki siz nasıl yetiştirdiniz kendinizi?

Çok ünlü "Parfumeur"lerle çalışma şansım oldu.

Kokular ve karakterler arasında bir bağ var mı?

Atölye çalışması sırasında kişinin parfümü hazırlayışıyla karakteri arasında bağ oluyor. Hayatta fazla risk almayı sevmeyen kişiler parfümlerini yaparken de farklılıklara gitmiyor.

Peki ya ben?

Meraklı, araştırmacı, dikkatli ve insiyatif alan bir tavır sergiliyorsunuz. Cesursunuz.

Yazının devamı...

Yahu bu yabancılar bizi niye sevmiyor!

Bu hafta İngiliz basınında en çok yer alan iki haberin de ucu bize değdi. 2006 yılından beri İngiltere’de yaşayan Denizlili , gölde kuğu avlayıp yemiş. 12’nci yüzyıldan beri kuğular, İngiltere Kraliçesi’nin malı sayıldığı için de polis tarafından yakalanmış tabii. İnsanın aklı almıyor ve düşündükçe tüyleri diken diken oluyor değil mi? İşin fenası, nerden acayip bir olay haberi gelse altından bizim memleketten biri çıkıyor. Şöyle sıradan soygunlar ya da adi suçlar değil bizimkilerin işi...

İlle de insanın ağzını hayretten bir karış açık bırakacak vukuatlarda temsil edecekler ülkemizi. Tıpkı, Hasan Fidan gibi... Eh be adam, hadi 8 yıldır yaşadığın ülkenin kuralını öğrenememişsin onu geçtim, kuğular Kraliçe’nin malıymış, onu da geçtim, insanoğlunu tarih boyunca büyüleyen bir güzelliği kesip yemek neyin kafası! İnsanın bakmaya doyamadığı, dokunmaya kıyamadığı bir canlının kafasını kesip yemek nasıl bir ruh halinin tezahürüdür! Üstelik, İngiliz polisi merhametli düşünüp, adamın açlıktan mecbur kalıp kuğuyu yediğini sanmış. Ama yooo! Bizimki, “aç değildim, tadını merak ettim, lezzetliydi” diye cevap vermiş. Dua edelim de adamın bu tadına bakma merakı daha ileriye gitmesin!

Köpekleri taksiye, otobüse almamak

-İngİltere’de daha önce de bizde Müslümanlığı karalama olarak görülmüş bir başka haber gündeme düşmüştü. Mâlum, görme engelliler, köpek refakatinde sokakta rahatça yürüyebiliyorlar. Gelin görün ki, İngiltere’deki bazı Müslüman şoförler, görme engellilere refakat eden bu köpekleri otobüslerine ve taksilere almıyorlarmış. Engelliler yayan kalıyormuş bu sebeple. Elbette, İngiliz Hükümeti bu durumu yoluna koyacaktır. Belki de tutumlarında ısrarcı olan şoförlerle ilgili hukuki işlem yapılır. Ondan sonra biz de basınımızda “vay Müslüman diye İngilizler işten çıkarttı” ya da “ceza kesti” haberlerini okursak şaşırmayalım! Sonra da “vay bu yabancılar bizi sevmiyor, istemiyor” diye ağlaşmayalım. “Müslümanlığı karalıyorlar diye yaygara koparmadan önce iyiliği emreden dinimizi, güzel değerlerimizi amacından saptırıp, bizi dünyaya rezil edenler yüzünden düştüğümüz duruma yanalım!

Köpek balığını yakalamak...

-Acayip vukuatlarda adı geçen vatandaşlarımızdan söz açılınca aklıma Maldivler’de yaşanan bir olay geldi. Maldiv adalarında bir karış denizde yavru köpek balıkları cirit atar ama insanlarasokulmazlar. Bir yavru köpek balığının, bir adamı ısırdığı, bir tek olay anlatılır. Bilin bakalım bahsi geçen adam nerelidir? Sakın “ay herşeyde bizim başımıza geliyor, köpekbalığı adamı ısırdıysa, Türk olmasıyla ne ilgisi var” demeyin! Arkadaş, hayvanı kuyruğundan yakalamaya çalışmış! Diyorum ya kimsenin aklına gelmeyen acayiplikler ancak bizimkilerin gelir! Eskiden bir yabancı, “siz şöylesiniz, böylesiniz” diye başladığında, dilim döndüğü kadar savunmaya çalışırdım. Bundan böyle en iyisi anlamazlıktan gelip “sorry” deyip geçmek!



Hafta sonu önerisi:

Sırçacı14: Kadınların hayatın içindeki manevra kabiliyetine bayılıyorum. Sırf emek verdiği için sevmediği şeylerden vazgeçemeyen erkek çoğunluğuna inat, kadınlar tıpkı pasta hamuruyla oynar gibi yeniden şekil verebiliyor hayatlarına kadınlar. İşte güzel bir örnek: Sırçacı 14. İpek Özmen ve Özlem Eren, İtalya’da yüksek lisans öğrenimi yaparken tanışmış ve arkadaş olmuş iki kadın. Biri mimar diğer işletme eğitimi almış yıllarca. Ama “bunca yıl okuduk” dememişler ve korkmadan bir anda hayatlarının akışını değiştirmişler. Birinin Gaziantepli diğerinin Karadenizli olması ve ikisinin de İtalya’nın suyundan içmesinin etkisiyle olsa gerek “mutfak çağırmış” bu genç iki kadını ve Sırçacı 14 adında şahane bir mekân açmışlar. İsim, eskiden eğlence olsun diye partiler verdikleri evin adresinden geliyor.

Yazının devamı...

İstanbul festivallerle daha güzel

İstanbul’da yaşayıp da cefasını çekmeyen yoktur. Trafiği ayrı derttir, pahallılığı ayrı... Ama sefasını sürenlerdenseniz, cefasına daha kolay katlanabilirsiniz. Ben, İstanbul’un tüm kaosunu yaşayıp, keyfini çıkarmayanlara hayret ediyorum. Hele ki maddi imkânı da varsa... Eminim pek çok kişi, maddi durumu orta dereceyi tutturanların İstanbul’un tadını çıkarabildiğini sanıyor... Büyük yanılgı! Birincisi, bir kenti yaşamak sadece para meselesi değil bir dünya görüşü meselesi. İkincisi; parasız keyif olmuyor doğru, ama elinde çıtır simit İstanbul sokaklarını arşınlamak için de büyük para gerekmiyor. Önemli olan; ruh, enerji, vizyon ve hayattan keyif almak istemek. Bu şehirden dünya kadar para kazanıp, gene de kendi küçük bahçesinden çıkamayan o kadar çok insan var ki... Hadi silkinin! İstanbul, her an festival gibi...

-İKSV yani İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, 41 yıldır bu kente ayrı bir güzellik katıyor. Nisan ayı ile birlikte, önce, Film Festivali başlıyor. Mayıs gelince, artık iki yılda bir periyoduna düşse de Tiyatro Festivali can veriyor sanatseverlere. 5 Haziran’a kadar sürecek olan Tiyatro Festivali boyunca, son anda gişeye gidip, gayet güzel yerden bilet bulabilirsiniz, bilginize...

- 1-27 Haziran arası, “Müzik Festivali” zamanı. Klasik müzik ağırlıklı bu festivali, bugün Borusan Filarmoni Orkestrası açıyor. Pek çok önemli yabancı müzisyeni ağırlıyor İstanbul yine. Ülkemizin yetiştirdiği en önemli müzisyenlerden flüt sanatçısı Halit Turgay’ın solist olarak London Octave Topluluğu ile katıldığı konser, 9 Haziran’da Süreyya Operası’nda... “Süreyya”nın muhteşem atmosferindeki bu Vivaldi, Handel ve Mozart dolu müzik gecesi kaçırılmamalı.

- 1-16 Temmuz ise “Caz” günleri. Dünyanın en ünlü dizi oyuncularından, Hugh Laurie’yi hepimiz “Dr. House” olarak tanıyoruz. Oysa usta bir müzisyen aynı zamanda. Festivalin en heyecan verici konuklarından olan Laurie 9 Temmuz’da Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde... “Hugh Laurie With The Copper Bottom Band” konserini, “Blues” tutkunları özellikle kaçırmamalı.

5 Haziran’a kadar devam edecek olan Uluslararsı Tiyatro Festivali izlenimlerim:

- Festivalin açılışı, bir Polonya topluluğu olan Tr Warszawa ile yapıldı. “Ne yaptıysak Nafile” adlı oyun, İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan yokluk hissini, reklamların, dergi ve günlük gazetelerin yalan dolu diliyle nasıl yok saydıklarını kara mizah üslubuyla anlatıyordu. Seyirciyi, gülmekle ağlamak arasında gezdiren söz ağırlıklı oyun, Lehçe oynanmasına ve “üst yazı” çeviriyle tâkip edilmesine karşın salondan iyi tepki aldı.

- Elbette, klasik bir İngiliz topluluğu ve Shakespeare olmadan Tiyatro Festivali düşünülemez. Üstelik bu yıl yazarın 450’nci doğum yılı. Propeller Tiyatro Topluluğu tarafından sahnelenen, Shakespeare’in en bilinen eserlerinden “Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası”, en klasik haliyle yorumlanmış olarak karşımızdaydı ve tıpkı yazarın döneminde olduğu gibi kadın rollerini erkek oyuncular canlandırdı. Büyük alkışı hak eden “kadın rollerinin erkek oyuncu” performansları, oyunun en cazip yanıydı.

- Festivalin Starı: Ostermeier... İbsen’in 1882 yılında yazdığı “Bir Halk Düşmanı” oyununu sahneye koyan Ostermeier, tiyatro dehasıyla bir kez daha yüzlerce yıllık bir eseri ustaca günümüze uyarlamış. Bazı tiyatro eleştirmenlerince beğenilmediğini okusam da, birlikte izlediğim Emre Kınay’dan Sevinç Erbulak’a, Aliye Uzanatağan’dan Genco Erkal’a, tüm oyuncular bu oyuna şapka çıkardı. Üstelik tam da “Gezi”nin yıldönümünde izlediğimiz oyunun, buram buram Gezi ruhuyla sahnelendiğini görünce, tiyatronun, dünyanın her yerinde ve her yüzyılda iktidarları tehdit ettiğine ve etmeye devam edeceğine bir kez daha inandım. Oyunun son cümlesinde de altını çizdiği gibi, “tiyatrodan başka gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya döken ne var ki!”

- Festival kapsamında yepyeni yerli yapımlarla da karşılaştık. Oyunculuğuyla her daim seyirciyi büyüleyen Aliye Uzunatağan, Orhan Alkaya yönetimindeki “Lillian” ile uzun bir aradan sonra sahnedeydi ve büyük beğeni topladı. Dans ya da hareket tiyatrosu olarak niteleyebileceğim “Hiarus” ise, festivalin farklı ve deneysel çalışmalarından biriydi.

NOT: İçinde bulunduğumuz hafta sonu, “Gezi”nin yıl dönümü... Kim bilir belki, TOMA’lar, gazlar, fişekler bir kenara çekilir ve dünyanın ağaçlar için başlatılan en büyük mücadelesi, adını veren parkta, şarkılarla, danslarla, tam da İstanbul’a yakışan festival havasında yaşanabilir. Ben bu satırları yazarken, yöneticiler, halk için ne planlıyor bilmiyorum. Ama umut ediyorum... Kim bilir, belki insanların mutlu olabildiğini, eğlenebildiğini, gülebildiğini tekrar görür gözlerimiz. Kim bilir... Belki...

Yazının devamı...

Kış Uykusu...

Uzun süren, ızdırap verici gündemlerde savrulurken, bu hafta Cannes’dan gelen haberle bir anda içimde çiçek açtı. Nuri Bilge Ceylan’ın, “Kış Uykusu” filmiyle, “Altın Palmiye”yi aldığını duyunca, bir anda benim de duygu iklimim değişti ve ruhuma bahar geldi. Aynı gece, Şampiyonlar Ligi finali vardı ve halkımız bu maça kilitlenmişti. Hatta maçtan çok, Arda’nın sahaya çıkıp çıkmayacağına... Adeta, ülkemiz için onur meselesi olmuştu! Arda ile ülkemize hiç uğramamış o kupada pay aranıyordu sanki. Arda maça çıkamadı, Real Madrid ise kupayı müzesine götürdü. Bizim için sıradan hatıralar arasında yerini alacak iki İspanya takımının mücadelesi sırasında, çocuklarımızın ülkelerini anlatırken hayatları boyu kıvançla söz edecekleri bir şey oldu... Ülke insanımızın İspanyollar için nefesini tuttuğu dakikalarda, Nuri Bilge Ceylan, bu toprağın hikayesiyle Cannes’da, dünyanın en büyük ödüllerinden birini aldı. İşte bu yüzden, Nuri Bilge’nin kazandığı “Altın Palmiye” sadece büyük bir ödül değildir. Şampiyonlar Ligi’ni baş tacı yapıp, “Cannes”ı es geçen bir ülkenin evladı, “Altın Palmiye” aldıysa, işte bu bir mucizedir! Belki herkes için kış uykusundan uyanmanın artık vaktidir. Sinemamızın 100’ncü yılında, Yılmaz Güney ve Şerif Gören sayesinde tanıştığımız ilk Altın Palmiye’den 32 yıl sonra, yine o kadar karanlık günlerden geçerken yeniden aynı mutluluğu yaşamak... Belki bu küçük bir işarettir, kim bilir!

Bana tweet’ini söyle sana kim olduğunu söyliyeyim

Elbette, kimse o sırada Altın Palmiye ile ilgilenmiyordu demiyorum. Bu büyük mutluluğu tüm kalbiyle yaşayan sinemasever ve iyi niyetli bir kesim vardı kuşkusuz. Ama sosyal medyada bu gururun keyfini paylaşmak için bize tanınan süre 5 dakikayı geçmedi. Bu kadar büyük bir başarı karşısında bile karalama kampanyasına girişmekte gecikmeyen kalabalık, bir anda tozu dumana kattı. İnfiale sebep ise Nuri Bilge Ceylan’ın, ödülünü, ülkesinin gençlerine ve son bir yıl içinde hayatını kaybedenlere adaması oldu. Bu kadar insani ve iyi yürekli bir söz için bile, infaz mangası kurulabiliyorsa, vay halimize! Bir söyleşisinde, Twitter’daki saldırgan yaklaşımlar için şöyle bir yorum yaptığını hatırlıyorum Ceylan’ın: “Twitter başkalarını suçlamanın bir arenası haline geldi gitti. Başkalarının hatalarını, yanlışlarını yakalayıp deşifre ettikleri bir yer. Bu meziyet değil. Kimse bir şey üstlenmiyor. Asıl ihtiyacımız olan sorumluluğu üstlenecek birileri.” Tam da dediğini doğruladı Twitter. Üstelik ortada deşifre edilecek bir hata bile yoktu. Ülkemizi gururlandıran bir andı yaşadığımız. Ama, saldırmak istedikten sonra bir kaza süsü vermek, kelimeleri keyfe göre yorumlayıp, kastedilmeyen anlamlar çıkarmak mümkündü elbette pek çokları için ve öyle de oldu. Burdan psikolojik ve sosyolojik pek çok yorum çıkar elbette, bunu akadamisyenlere bırakıyorum. Ama bizim de bir silkelenip, sosyal medya paylaşımlarımıza ve bu mecrayı hangi amaçla kullandığımıza dönüp bakmamız, ruh halimizi görmemiz lazım. Her söze karşı laf sokmaya çalışan Twitter saldırganlarına da “bana tweet’ini söyle, sana kim olduğunu söyliyeyim” demek lâzım.

Kısa notlarla NBC

- 1959 İstanbul doğumlu. Çanakkale-Yenice’de büyümüş.

-Şahane bir fotoğrafçı. Özellikle, “siyah-beyaz”... 16 yaşından itibaren fotoğrafla uğraşmış, sonra sinemaya geçmiş.

-Kendi gibi fotoğrafçı ve sinemacı olan Ebru Ceylan ile evli.” İklimler” filminde birlikte başrol oynadılar. Senaryoları birlikte yazıyorlar. Ebru Ceylan, Uzak filminin sanat yönetmeni, Kış Uykusu filminin ise ortak yapımcısı olarak çalıştı.

-İlk filmlerinde profesyonel oyuncularla çalışmadı. Önce, anne-babası, hatta kendi başrolünü oynadığı filmler yaptı.

-2002 yapımı “Uzak” filmiyle, Cannes’da Altın Palmiye’den sonraki en büyük ödülü aldı.

-2008 yılında “Üç Maymun” filmiyle, yine Cannes’da “En İyi Yönetmen” ödülünün sahibi oldu.

-İklimler ve Kış Uykusu filmleriyle “FIPRESCI” ödülüne layık görüldü.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.