Şampiy10
Magazin
Gündem

Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler...

Yarın bayram... Çocukların sevinç ve coşkusuyla gelir bayram. Şeker, harçlık, mendil toplamak için kollara bağlanan torbaların içindedir bayram. “Pantalonunu kirletme” diye arkandan bağıran annenin tiz sesinde, babanın öptüğün mübarek elinin kokusundadır. Kaçırdığında arkasından ağladığın balondadır, nenenin sabun kokan yazmasındadır, baklava yemekten kabaran yanaklarındadır, dedenden aldığın harçlığın mahçubiyetiyle bükülen boynunda, “kaç para verdi acaba” diye kayan gözünün aynasında, misafirlikleri aşıran elinin ayasındadır. Sıcak ekmek kokan sabahlardadır bayram. Ama en çok çocukların saf yüreğinde saklıdır bayram.

Gazze’de, Soma’da, çocuklar sevinçten değil acıdan çığlık atıyorsa, işsizlikten beli bükülen ocaklar sıcak ekmek kokmuyorsa, madenci Ahmet Abi’nin oğlu babasının kara elinde dudak izi bırakamıyorsa, işçi İsmal Abi’nin kızı fazla çikolata yemekten kaşınmıyorsa, Berkin’in anasının eli havada kalıyorsa, “bir çift pabuç” artık hayallere bile sığmıyorsa, çocukların gözünden heyecan değil gözyaşı akıyorsa, demem o ki; çocuklara mutluluk getirmiyorsa, bayram kimin için geliyor dostlar! Yine de “iyi bayramlar”...

Gazze’de hergün bir çocuk ölüyor... İsrail’in yaptığı anlaşılamaz, affedilemez. Çocuk öldürmenin gerekçesi olmaz, olamaz. Çocuğun, Müslümanı, Yahudisi, Hıristiyanı olmaz. Çocuk, çocuktur unutulamaz. Dünya siyasileri hep birlikte bu acıya seyirci kalırken, halkımız çareler üretmeye çalışıyor. Ama sapla saman karışıyor. Bir yanlış bir başka yanlışla düzeltilmez, unutuluyor. Sosyal medya yine ünlüleri “Süpermen” sanıyor. Ülkeleri yönetenler istemezse, uluslararası hukuk devreye girmezse, kısaca iktidarların işine gelmezse bir başka ülkenin savaşının, cinayetinin, katliamının önü kesilemez halk bunu düşünmüyor. Bırak ünlülerle Filistin’de “survivor” fantezisi kurmayı, artık ne söyleyeceksen dönüp Başbakanına söyleme zamanı. Hele bir de Yahudi mallarını protesto etme “etkinliği” var ki, akıllara zarar... Malları geçtik, insanları boykota gidiyor mesele. Bu ülkenin en iyi edebiyatçılarından Mario Levi’nin romanlarını hedef alan aymazlar, her Yahudi’yi İsrailli mi sanırlar! Burası Türkiye Cumhuriyeti dostlar ve bu bayrağın kırmızısında Yahudi’nin de Hıristiyan’ın da Müslüman’ın da kanı var. Sakın ola kafalar karışmasın, yanı başımızdaki katliamı durduralım derken şaşırıp da yanlışlıkla kendi kolumuza hançer saplanmasın!

Sapla samanı birbirinden ayırın

İsrail’i boykot edelim derken tutulan akıllara sorular:

- Yahudi ve İsrail aynı şeyler midir kardeşim? Her Yahudi İsrailli midir mesela?

- Türkiye Cumhuriyeti Yahudi’leri ne kötülük yapmıştır Gazze’ye? Kendi ülkenin vatandaşı da kardeşin değil midir din kardeşlerin gibi meselâ?

- IŞİD Müslümanları’yla sen benzer misiniz de her Yahudi’yi Netanyahu sanırsın?

- Gazze’nin başına gelen facia için sorumlu arıyorsan, Arap Dünyası’na bakacaksın. Müslüman kardeş, Müslüman kardeşi nasıl kucağa atmış, Altı Gün Savaşları neymiş filan, atıp tutmadan bir zahmet tarihe göz atacak mısın?

- İsrail-Hitler benzetmesi yapmak, bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltmeye çalışmaktır. Bir zulmü başka bir zulümle tarif eden sen, zalimlerden olmaz mısın?

- Her Yahudi İsrailli olmadığı gibi, her İsrailli de aynı değildir. Berkin’i öldürenle, Berkin için ağlayan aynı ülkenin vatandaşı, bilmez misin?! “Gazze’de katliama hayır” pankartı açan İsrailli’leri görmez misin?

- Her lâfa “Müslüman çocuklar öldürülüyor, üzülmez misin” diye soran kardeşim sana soruyorum, ben çok üzülürüm hem de Gazze’de ölen çocuklara, peki sen ölen çocuk Yahudi olsa üzülmez misin? Afrika’da açlıktan ölen çocuklar için gözyaşı dökmez misin?

- Sürekli Süpermen sandığın ünlüleri şimdi de Gazze için göreve çağırmak yerine, tek yetkili Başbakan’a bir şeyler söylemek ister misin?

- Sadece boykot edebilen millet olmakla olmaz. Boykot edebilmek için, teknoloji üretebilen, kendi tarımı kendine yeten ülke olmak gerekir. Konuşmakla değil, çalışmakla olur, eğitimle olur, önce güçlenip sonra kafa tutmakla olur. Asıl bizi boykot ederse birileri halimiz nice olur, düşünmek ister misin?

- Hani Facebook ve Instagram’da sürekli Yahudi mallarını boykot çağrısı yapıyorsun ya güzel kardeşim, Mark Zuckerberg’i nasıl bilirsin?

- Hani, bilgisayarında vazgeçemediğin Microsoft yazılımın var ya, Bill Gates hangi dindendir dersin?

- Hani elinde 12 taksitle canını dişine takarak aldığın, şimdi gözün gibi baktığın iPhone’un hatta şanslıysan bir de iPad’in var ya, Steve Jobs için ne dersin?

- Coca-Cola’yı boykot etmek için içtiğin Fanta’nın arkasında hangi marka yazıyor, bir bakar mısın!

- Sen sen ol kardeşim; her Yahudiyi bir tutma. Kendi Yahudi vatandaşlarını harcamaya kalkma. Dünya devi markaların sahibi bir tek adam sanma. İsrail Hükümeti ve yandaşlarını, bu soykırımı yapan cellatları bir kenara, diğerlerini bir kenara ayır. Aman diyeyim iki gözüm; sapla samanı birbirinden ayır!

Yazının devamı...

Üç kitap bir film

Yaz sıcakları başlıyor. Bir yandan dünyada savaşlar, öte yandan ülkemizdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yarattığı elektrikli hava. Bir ağırlık, kekremsi bir rehavet çöküyor insanın üzerine. İnsanoğlunda bir hadsizlik. Eli kolu bağlı seyirci kalan bizlerde ise, yaşam enerjisinin suyu çekilmişçesine bir halsizlik... Kopup gitmek lâzım şimdi... Uzaklara, çoook uzaklara... Gözden ırak, gönülden ıraklara... İnsanı köküyle birlikte alıp, hiç bilmediği topraklara atan bir rüzgâr gerek şimdi. Benim en güzel ve en uzak yolculuklarm hep kitaplara ve filmlere oldu. Bir anda yok olup, dünyayla tüm bağlantını kesip, iki saat sonra tazelenmiş bir ruhla seni yeniden evine döndüren başka bir yol bilmiyorum. İşte şimdi sıcaklar başlamışken serin ve kuytu bir köşede, belki bir ağacın altında kuşların eşliğinde, sizin keşfinizi bekleyen yerler, yollar, yaşamlar var. Yaz için üç liraya inen sinemalar olduğunu ve sıcak günlerde buz gibi ve karanlık salonlarda yolculuk etmenin keyfini de unutmayalım. İşte size iki kitap bir film önerisi...

Şili’de Gizlice-Miguel Littin’in Serüveni-Gabriel Garcia Marquez

Bu yıl kaybettiğimiz, bana sorarsanız yüz yılın en muhteşem yazarı Marquez’in 28 yıl önce yazdığı bir kitap. Nasıl olduysa atlamışım. Mâlum, ülkemizde Nobel ödüllü yazar öldüğü vakit, bir anda eski kitapların baskıları yeniden çoğaltılır. Kitap raflarında artık doğru düzgün yer bulamayan kitaplar bu sayede gün ışığına çıkar. Adeta, yazarlar ölürken, kitapları yeniden doğar. Bu kitabın yeni basımı da birkaç ay önce yapıldı. Aslında bir roman değil. Hikâye ya da biyografi de değil. Yine Marquez’e özgü farkli ve yaratıcı bir üslûp. Yazarın deyişiyle bu kitap bir “anlatı”. Marquez’in, Şili’nin ünlü yönetmeni Miguell Littin’le yaptığ roportajı hikayeleştirmesiyle ortaya çıkmış bu öykü tamamen gerçek bir serüveni anlatıyor. Belki de bugün bu kitabı keşfedip okumak için çok doğru bir zaman. Şili ve ülkemizin siyasi virajları birbirine o kadar benziyor ki, sanki 30 yıl öncesinin Şili’sini değil, bugünün Türkiye’sini okuyor gibi hissedeceksiniz. Pinoche’nin diktatör yönetimi sırasında ülkesinden sürgün edilen yönetmen, kılık değiştirerek gizlice ülkesine döner ve Şili’nin baskı ve faşizm altındaki halini gözler önüne sermek için bir belgesel çeker. İşte Marquez, yönetmenin ağzından bu macerayı ve Pinoche rejimi altında kıvranan Şili’yi anlatıyor. Tam bir “çapulcu” hikâyesi. Heyecanla iki gün içinde okuyup bitireceğinize emin olabilirsiniz.

Yaz-Kürşat Başar

Adı gibi tam da mevsimin ruhuna yakışır bir kitap. Kürşat Başar, ilk kitabından itibaren her zaman büyük zevkle okuduğum bir yazar oldu. Tanıştıktan sonra, sevgi ve saygım kişisel olarak da devam etti. Bu sebeple, kitabını rafta gördüğüm ân tereddütsüz alıp, birikmiş bir özlemle okudum. Ailem uzun yıllardır Kıbrıs’ta yaşadığı için benim de çok zamanım geçti o hüzünlü adada. Belki de bu yüzden, roman beni hemen kavradı ve çok iyi bildiğim o coğrafyada duygusal bir yolculuğa çıkarttı. Bu arada, eğer okumadıysanız, Kürşat Başar’ın ilk kitabı olan “Kış İkindisinin Evinde”, mutlaka bu yıl okuyacaklarınızın arasında olsun. Edebiyatımızın en güzel örneklerinden birini ıskalamış olmayın.

Fi-Çi-Pi:

Azra Kohen’in, okuyucuya içsel yolculuğun kapısını aralayan üçlemesi. “Fi ile çıkılan yolculuğun tek durağıdır Çi. Sadece farkındalığa giden, değiştiren, mutlaka geliştiren bir yoldur bu ama sunduğu seks, macera, intikam, ihtiras sizi aldatmasın, zordur” diyor yazar. Aslında, son yıllarda birbirini tekrar eden kilisel gelişime hitap eden kitaplara çok fazla ilgim olduğunu söyleyemem. Birkaç iyi örnekten sonra, hep aynı şeyleri üstelik benzer anlatımlarla okudukça, sıkıldığımı bile söyleyebilirim. Azra Kohen’in, üçlemenin raflarda yerini almış iki romanı “Fi” ve “Çi” ise önce kapak tasarımıyla beni kendine çekti. Sonra yerli bir yazar oluşu merakımı daha çok uyandırdı. En cazibi ise dört gerçek insanın hikâyesini anlatan bir roman oluşu. Neyi nasıl yapmamız gereken metodlar yerine, merakla okunacak bir hikâye vaadediyor bu kitap. Güzelliğin matemetiksel ifadesi olan “Fi” ve yaşam-spiritüel enerjiyi ifade eden “Çi”yi okudum. “Pi” için bir süre beklemek gerekecek.

Ve 1 film

Büyük Budapeşte Oteli:

Hayranı olduğum yönetmen Wes Anderson’dan, büyüklere masallar... Muhteşem oyuncu kadrosu, tam bir şölene çevirmiş bu filmi Ralph Fiennes, Bill Murray, Tilda Swinton, Jude Law, Edward Norton ve Owen Wilson ilk aklıma gelen isimler. İlk kez izlediğim, “Zero” karakterini canlandıran Tony Revolori ise bende büyük hayranlık uyandırdı. Bu genç adama dikkat edin derim. Hayali Zubrowka Cumhuriyeti’nde tıpkı Greta Garbo filmlerine gönderme yapan hayali Büyük Budapeşte Oteli’nde, masal kahramanı gibi karakterlerin başından geçen polisiye bir hikâye. Tıpkı masallardaki gibi iyilik, güzellik ve zerafet bu filmde de kazanıyor ve insanı iki saat boyunca başka gezegeni gitmişçesine gündelik yaşantıdan kopararak mutluluğun kollarına atıyor. İçinde bulunduğumuz şu günlerde insanın ruhuna ilaç gibi gelen şahane bir film.

Yazının devamı...

Bodrum Baharı....

Tabii siz şimdi, “ne baharı yahu yaz geldi de geçiyor” diyorsunuz ve çok yanılıyorsunuz. Bodrum, mayıs sonu haziran başı kıvamında. Bahar rüzgârları hiç kesilmiyor, gece oldu mu eşofman üstü yelek, ayağa çorap moduna geçiliyor. Gündüz, sıcak ama rüzgârdan fazla hissedilmiyor, denize ise ürpere ürpere giriliyor. Oruç tutanlar için şahane bir iklim. Bayram öncesi sessizlik hakim. Yerli turist, son bir haftadır elini eteğini çekti buralardan, tatil hakkını bayrama saklıyor. Yabancı turistlerin gözdesi, Yalıkavak ve Bodrum merkez dışında ortalık tenha.



Bayramda buraya gelecek olanlar, benim şimdi anlattığım, “bahardan kalma Bodrum”u bulamayacaklar ne yazık ki... Oysa bunalmadan gezmek, sakin sakin keyif yapmak, birbirinden güzel beldelerini keşfetmek için en güzel vakit şimdi. Eğer, yapış yapış, itiş-kakış, koştur-koştur tatil sevenlerden değilseniz, kulak verin

sözüme. Benden size tavsiye, hemen fırsatını bulup iki günlüğüne kaçın buralara. Fiyatlar şişmeden, sıcaklar pişirmeden, insan seli gelmeden...

Şu anda burada olanlar, benim gibi yazlıkçılar sadece. Eh, bu profil zaten genellikle nadiren evinden çıkar. Gezmeye değil, buranın havasını solumaya, coğrafyanın tadını çıkarmaya gelenler süs-püs gece hayatı peşinde değil kütür kütür domates peşinde koşar Bodrum’da. Pazarlar, dolu mesela. Sebze fiyatları da gittikçe yükselmeye başladı ki buralarda evlerin dolduğu anlamına gelir bu durum.



Türkbükü aile çay bahçesi

Bangır bangır müziğin inlettiği, gece hayatının bir numaralı beldesi Türkbükü’nde in-cin bir de babamla ben top oynadık dün. Demek, en fazla içki içen kesim, Ramazan’da inzivaya çekilen kesim olmuş aynı zamanda. Ya da sadece içip eğlenmek için tercih edilen bir yer hâline gelmiş, Türkbükü. Bana göre Bodrum’un en zayıf halkası olduğu halde, Türkbükü bile güzel şimdi. Ortam “aile çay bahçesi” tadında. Balıkçıların çoğu bom-boş burda. En çok tercih edilen Kayseri mantıcısı, mesela... Bizde ailece, verdik sırtımızı rüzgâra, oturduk denizin kıyısına, mantı üzeri biraz da içimiz ısınsın diye çay içtik mehtapta.

Yalıkavak, her daim dolu. Ama kalabalık değil. Yine de rezervasyon yaptırmadan ne en pahalı mekanların ev sahibi olan marinada, ne de çarşıdaki balıkçılarda yer bulmak pek mümkün değil. Dondurmacıların önü, yarım saatlik kuyruk. Ama üst üste değil insanlar. Canlı ama insana kâbus gibi çökmeyen bir ortam. Favori balıkçım “Çardaklı Mehmet”i size de tavsiye ederim. Kazık yemeden, güzel balık yenecek nadir adreslerdendir burası. Çardaklı, Egelidir, mütevazidir, insanı rahat ettirir.

Ortakent’te bir vaha; Ayana: Şıklık, rahatlık, kalite, doğallık, sadelik, sessizlik, müzik... Hepsi bir mekânda birleşir mi, birleşmiş işte... Geçen yıl yeni açıldığında gitmiş ve keşfimi paylaşmıştım. Açıkçası Bodrum’da yeni açılan mekânlar hızla değişip bozulduğu için bu yıl korkarak gittim. Değişmiş, evet. Çok daha güzel olmuş. Gece, 12’den sonra şahane müzik var artık. 12’ye kadar, sessizce kumun üzerinde birbirinden güzel deniz mahsüllerini yiyorsunuz. Hemen söyliyeyim; beğendili ahtapot favorim. Masalar, denize sıfır ve tek sıra uzanıyor kıyı boyunca. Öyle arada su şişeriyle ayrılan nerdeyse muhabbetlerin birbirine karıştığı yan yana masalar yok yani. En Bodrumlu atmosfer yine burada. Her şey mavi-beyaz. Gece için küçük bir sahne ve çim alan hazırlanmış. Zeynep Casallini her Cumartesi sahne alıyor. Ayrıca Yeni Türkü gibi sürprizler de oluyor. Hararetle tavsiye ediyorum.

Bodrum-Merkez: Bayramda sokaklarında yürümek maharet ister. Şimdi şahane. Yalıkavak’tan 7 derece kadar sıcak olan Bodrum çarşı püfür püfür esiyor. Merkezinden denize girilen kaç yerleşim vardır?

Yaz ortası sıcak ve kalabalık basınca tadı kaçar buranın. Eylül’e kadar bende kaçarım. İlk defa bu yıl temmuz ortasında ferah fühür geziyoruz çarşıda. Tatlı bir kalabalık var. Kıyıdan denize girip kaleye karşı yüzmenin keyfi eşsiz. Daha, kırılmış bira şişeleri sahilin canını okumamışken gelin yaşayın bu güzelliği. Kıyıda ters çevrilmiş eski kayığı kendinize masa yapın benim gibi ve gece gece “Yunuslar”dan çeşit çeşit meyveli küçük pastalar alıp kilo filan düşünmeden keyfinize bakın. Birbirini süzmek için değil şahane mizik dinlemek için gelen insanlarla eğlenmek isterseniz de Bodrum Marina Yatch Club’a gidin. Fatih Erkoç zaten tartışılmaz. Ama, cuma akşamları sahne alan “İzmir Express”i sakın es geçmeyin, ruhunuzun da kulağınızın da pasını silin. Gece yarısı olup da eğlence ve müziğe doymadıysanız, marinanın karşısına geçin, “Bay Jack”te Bora Öztoprak’ın muhteşem sesi ve sahne arkadaşı Kaan’ın sahne şovuyla geceye devam edin.

Daha ne anlatayım! Hazır Bodrum bahardan kalmışken, bayramda değil, kalkın şimdi gelin.

Yazının devamı...

Başarının da paranın da anahtarı hayallerde gizli

Üniversite tercihlerinin eli kulağında... Gazeteler, “bölüm seçimi” ve “kariyer planlama” gibi konulara geniş yer ayırıyor, hatta kimi zaman “tercihler” için özel ek bile çıkarıyor. Bir şey çok dikkatimi çekti; gençlere verilen akıllar ve yönlendirmeler ne kadar duygudan uzak! “Ya bırak üniversite tercihinde duygusallık mı olur” demeyin! Düşünsenize; ne kocanızla ne çocuğunuzla, işinizde geçirdiğiniz kadar zaman geçirmiyorsunuz. Üstelik günün birinde tek celsede eşinizi değiştirebilirsiniz, ama işinizi kolay kolay değiştiremezsiniz. Bu yüzden mantık evliliği gibi bölüm seçmelerini değil, aşkla bağlanacakları bir işe yelken açmalarını önermeliyiz biraz da gençlere.

Gençlere çok ağır yük

Geçtiğimiz salı günü Vatan Gazetesi’nde, gençlerin bölüm seçimi üzerine, bir üniversitenin mütevelli heyet başkanının açıklamasını okuyunca, bu yazıyı yazmak konusundaki kararım kesinleşti. Açıklama şöyle: “Gençler, meslek seçerken, kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları insanların ihtiyaçlarını karşılayacak girdiye sahip mi diye bakmalı.” Bu söz üzerine değil köşe yazısı, sosyolojik tez yazılabilir pekala. 18 yaşındaki, gencecik insanları, taşıyamayacakları bir yükün altına sokmanın ağırlığından mı dem vurayım, yoksa meslek seçerken “kaç para getirir, bizim ev kaç boğaz, hah tamamdır bu işin hesabı bana uydu, iyisi mi ben doktor olayım” gibi bir algoritmanın ne bedene ne puana uyacak hesabına mı şaşırayım, inanın bilemedim. Bir kere, “örf-adet” adı altında, gencecik insanların hayatına daha başından ipotek kuran bu gibi görüşlere karşı olduğumu net bir şekilde söylemek isterim. Eğer illâki geçmiş zaman öğretilerine başvurmak istiyorsanız, lütfen “su aşağı doğru akar” sözünü kulağınıza küpe yapın. Yani, çocuklar ailelerine değil, aileler çocuklarına bakmakla yükümlüdür. Elbette, insan imkân bulup da ailesine destek çıkabiliyorsa bundan büyük mutluluk duyar. Ama bu bir mecburiyet olarak görülmemeli ve aileler de çocuklarının geleceğine pranga vurmamalı. Gençler de hayal gücü ve heyecandan bu kadar uzak nasihatlarla yaşama başlamamalı. Kaldı ki hiçbir mesleğin, aylık garantili bir geliri olamaz. Dolayısıyla bu gibi hesaplar, yaşamın dinamiklerine uymaz. Mesleğine aşık bir bahçıvan, pekâla mesleğini sevmeyen bir mühendisten kat be kat para kazanabilir günün sonunda. Eğer gençlere böyle yönlendirmeler yapılmaya devam edilirse, ne KPSS’ye giren ne de devlet memuriyeti bekleyenlerin sayısı düşmez. Garantici ama yaratıcılıktan ve gelişimden uzak bir nesille başbaşa kalır ülkemiz. Madem öyle, bir nasihatte benden size gençler; unutmayın, her şey sevgiden geçer. Ne sevmediğin bir arkadaşla yıllarca dost kalınabilir, ne sevgisiz evlilik ömür boyu mutlulukla yürütülebilir ne de sevmeden bir meslekte başarılı olunabilir. Başarının da paranın da anahtarı, hayallerinizde gizli. Size küçük bir de yaşanmışlık örneği vereyim: Oyunculuğa adım atmak için konservatuvara girdiğimde, bu işten kazanabileceğim maksimum para, bir memur maaşıydı. O da şansım varsa! O kadar güçlü defansla karşılaştım ki... Herkes, tecrübesine ve bilgisine dayanarak, bu işten geçimimi sağlayamayacağımı hatırlatarak beni vazgeçirmeye çalıştı. Çünkü birgün özel televizyonların kurulacağını ve oyunculuktan hatırı sayılır paralar kazanabileceğini kimse öngörmemişti. Benim para umrumda değildi, çünkü bu mesleğe aşık olmuştum bir kere. Hayallerim sayesinde, sahip olduğum her şey. Hayaller, rüzgâr gibidir, yelkenlerinizi onunla doldurmayı başarırsanız, iyi yol alırsınız.

Son söz: Lütfen puanlarınıza, cebinizdeki para muamelesi yapıp, gücünüzün yettiği evi alır gibi girebileceğiniz en yüksek bölüme göre tercih yapmayın. Önce, sahiden “kendi” tercihlerinizi sıralayın. İlgi alanlarınızı, neyi merak ettiğinizi ve neyi okuyup araştırmaktan hoşlandığınızı not edin. Sonra kendinizi çalışırken hayal edin. Detaylı olarak çalışma ortamınızı, sosyal çevrenizi ve size nasıl hitap edilmesini istediğinizi kafanızda canlandırıp, not edin. Bunlar, kendinize uygun mesleği keşfetmek için ipuçlarını oluşturacaktır.

Önemli bir bilgi: Y, Ö, K, bu yıl, gençlerin çok işine gelecek bir uygulama başkattı: Sınava girdiğiniz yılki, aldığınız puana göre yatay geçiş hakkı. TM-1 puanınıza göre bir bölümde okuyorken o yıl ki MF-4 puanınızın tuttuğu herhangi bir bölüme geçebilirsiniz. Üniversite değiştirmek de buna dahil. Yani yapacağınız seçim, nihai kararınız olmak durumunda değil, rahat olun. Üstelik sadece ilk yıl için değil, son sınıfta bile değişiklik yapabilirsiniz. Üniversiteler artık, bunun için ek kontenjan bulunduracak. Niyetiniz varsa, bu yıl için Ağustos sonuna kadar başvuruda bulunmalısınız.

Yazının devamı...

Hayat fotoğrafta güzel

Hani sabah uyandığınızda sosyal medyada birbirinden keyifli fotoğraflarla karşılaşıp iç geçiriyorsunuz ya... Ya da sanki bir anda ülkeye refah gelmiş, tüm siyasi karmaşa son bulmuş gibi sevinçle gülümseyen insanları gördükçe içiniz açılıyor ya... Sürekli eğlenen, ha babam gülen ve hep keyfeden ne çok insan var diye şaşırıyorsunuz ya... Hatta, “neden benim hayatım böyle ışıl ışıl değil”, “ne zevkli insanlar var, etrafları, çiçekleri, kahveleri bile ayrı güzel, ben niye beceremiyorum” diye arada bir de hayıflanıyorsunuz ya... Hah, işte hiç kafanızı yormayın diye söylüyorum. Yok öyle bir şey! Yani yalan demek istemiyorum tabii, ama durumu kısaca özetlemek gerekirse: Hayat, fotoğrafta güzel. Yaz geldiğinden beri Instagram’da böyle fotoğraflar paylaşıp epey “like” toplamış biri olarak müsaade edin hemen açıklayayım: Bir kere anlık güzellikler onlar. Örneğin; rüzgarda pembe bir çiçek eğiliyor başınızın üzerine, tesadüf o ya turuncu bir atlet giymişsiniz sizde, önünüzde de kahve var. Hemen kahve tabağının yanına da çiçekten bir yaprak koyuyorsunuz. Kahveyi içer gibi yüzünüze yaklaştırıyorsunuz. Başınızın altında ve üstünde pembe çiçek, siz turuncuyla bir anda fotoğrafta patlıyorsunuz. Zaten çektiğiniz alan iki karışlık bir kare... Bir zahmet, etrafınızdaki yastık, örtü, masanın fotoğraf karesine giren kısmının düzenli olmasına dikkat ediyorsunuz. Çeri-çöpü-kirli tabakları, elinizin tersiyle masanın uzak bir köşesine itip, varsa renkli bir obje filan hemen görünür yere yerleştiriyorsunuz. Hele bir de fonda havuz, deniz yani sizin aslında koşturmaktan vakit bulup giremediğiniz anca bakıp bakıp iç geçirdiğiniz bir mavi su da denk getirirseniz, on numara beş yıldız, sizin. Saçınız dağınık, yüzünüz yastık iziyle dolu olsa da elinizle çaktırmadan kapayıp, yan dönerek filan kendinize bir şekil veriyorsunuz. “Özçekim” yaparken zaten telefonunuzun ekranında kendinizi görüp en neşeli, en güzel, en eğlenceli kareyi yakalayıp, çekiyorsunuz. Eh, objektife gülümserken, akşamki rüzgârdan sonra tutan boyun fıtığınıza da aldırış etmiyorsunuz tabii. Altına da Attila İlhan ya da Özdemir Asaf’tan, iç gıcıklayıcı bir mısra ekliyorsunuz... Bu fotoğrafı paylaştığınız zaman, insanlar sizin o ân, çiçekler içinde bir evde oturduğunuzu, evinizin çok zevkli ve ince detaylarla bezeli olduğunu, sizin de bu güzelliklerin arasında keyif yaparken ne kadar çekici olduğunuzu düşünüyorlar. Oysa o sırada gerçek şu: İçerden kavrulmuş soğanın kokusu geliyor, patlıcanlar ise sizin“selfie”nizi beklerken kararmaya yüz tutuyor. Çocuklar kudurmuş gibi tepiniyor, sesleri arşa yükseliyor. Masanın, fotoğraf karesi dışında kalmış tarafları, kahvaltıdan kalma tabaklar ve çer-çöp dolu, siz zahmet edip kaldırın diye bekliyor. Üzerinizdeki bluz, sıcaktan üzerinize yapışmış. Alışveriş listesi, avucunuzun içinde. Yazlıkların değişmez üçlüsü, patlayan boru, bozulan buzdolabı ya da tıkanan tuvalet için yalvararak çağırdığınız tesisatçı içerde... O sırada bir de komşu gelmiş kahveye... Ve rüzgâr esmiş ve çiçek başınıza eğilmiş ve komşunuz “ay ne güzel göründün bak şimdi gel çekelim şunu yahu hem bizim Ayşe’leri de çatlatalım azıcık” demiş. Siz de gerisini, Instagram’da, Facebook’ta izlemişsiniz. Dostlar, ben de yapıyorum ordan biliyorum. Yaşam, karelerde güzel. Yoksa sanmayın ki, hayat bize hep sosyal medyadaki kadar güzel...

Yazının devamı...

Ahtapot Paul muyum, neyim

Kadın, futboldan anlar mıymış! Öyle afaki konuşmayalım! Ne demişler, “söz uçar, yazı kalır”. “Ben demiştim” demeyi hiç sevmem, ama bu sefer üstüne basa basa söylüyorum: “Ben demiştiiim”. Hem de, Dünya Kupası’nda tek maç oynanmamışken... Dünya Kupası bir toz bulutuyken açıkladım tahminlerimi. Ve söylemesi ayıp, 4’te 4 tutturdum. Hem bu sayfada hem Twitter’da Almanya, Brezilya, Arjantin ve Hollanda’nın yarı final oynayacağını yazdım. Hem de öyle İspanya, Portekiz filan gibi favoriler elendikten sonra değil, daha hakem ilk maçın başlama düdüğünü çalmadan söyledim. Üstelik de futbolun erkek işi olduğunu söyleyen ve kendinden pek emin zat-ı muhterem şahsiyetlerden bir sürü de lâf yedim: “Sen ne anlarsın”, “Geçen kupanın şampiyonu İspanya kalacak tabii, gülerim sana”, “Portekiz favori ama sen ne bilirsin”... Ve daha ne lâflar... Ve şimdi soruyorum kendilerine; “N’olduuuuuu!?” “Almanya-Brezilya karşılıklı gelecek ve Almanya yenecek” bile dedim. Yetmedi, herkes bu dörtlüde Almanya-Hollanda ikilisine final şansı verirken, “Almanya-Arjantin final oynayacak” dedim. Kahkahalarla gülen çok oldu ama bir süre sonra Twitter’dan “hadi tahmin söyle kupon yapıcam” diyenler çoğaldı elbette. Tabii, Almanya’nın 7 gol atacağı tahminlerim arasında yoktu. Açıkçası, üzüldüm. Böyle bir hezimet... Tam da ev sahibiyken... Bugün final günü. Bir Güney Amerika takımının kupayı almasını tercih ederim elbette, ama ilk günkü tahminimin arkasındayım: Almanya kupayı kaldırır! Zaten şu dakikada böyle bir tahmin için müneccim olmak gerekmez. Aksi zaten sürpriz olur. Yine de altını çizmek isterim ki, şampiyon kim olursa olsun bence kupanın yıldızı Kostarika oldu. Kesinlikle ilk 3 içinde yer almayı hakediyorlardı. Eminim futbolseverler, bugünleri hatırladığında Kostarika’nın mücadelesini ve inancını da unutmayacak. Ve 2018 yılına gelindiğinde, kupanın favorisi Kostarika olacak.

Velhasıl Kelâm... 50 kere yazdım gene yazıyorum: Artık bırakın bu “kadınlar anlamaz” lâflarını... Benim umrumda değil, ama kendinize ayıp oluyor. Öyle Twitter’da atıp tutmayla olmuyor. Sonra bir kadın böyle karşınıza çıkıp “Nolduuuuuu, duyamadıııım” diye soruyor. “Efendim? Sesiniz gelmiyor da!”

Brezilya halkı 7-1’lik mağlubiyetten sonra kahroldu. Bu üzüntü, futbol devi olan bir ülkenin kendi evinde kupa hayalleri kurarken 7 tane gol yemesinin yarattığı hezimetten çok daha fazlasıydı. Bu büyük bir acıydı. Varını yoğunu, okuyup büyük adam olsun diye evin küçük oğluna yatıran, ama çocukları 7 dersten çakınca dünyası başına yıkılan bir aile dramıydı onlarınki.

Ekonomileri Almanya’nın yanında yerlerde sürünürken, futbola, takımlarına ve bu kupaya en az rakipleri kadar hatta daha fazla harcamışlardı. Futbolla yaşayan halk bile ayaklanmıştı bu kupaya ayrılan bütçe karşısında. Brezilya için futbol sadece futbol değildi artık. Brezilya halkı haklı olarak ağlıyordu çünkü;

- Kişi başına düşen milli gelir 11 bin dolar civarı iken Almanya’da 45 bin dolar olduğu halde dişinden tırnağından arttırdığını futbola yatırdığı ve yine de hezimete uğradığı için.

- Yüzde 6,5’lık enflasyona karşın Almanya’da bu oran yüzde 1 olmadığına rağmen Almanya kadar futbola yatırım yaptıkları halde darma-duman edildikleri için.

- Halkın geliri Almanların çeyreği kadarken, Milli Takım oyuncularının toplam değeri, Almanya’nınkine denk olduğu halde 7 tane yedikleri için.

- Brezilya Milli Takımı’nın teknik direktörüne, Almanya’dan daha fazla ödediği halde, yine de sahada bu denli telef olduğu için.

- Brezilya kupayı kazansaydı futbolcuların alacağı prim (330 bin euro), Alman futbolcuların (300 bin euro) alacağınkinden fazla olduğu halde açık ara yenildikleri için.

- 2006 yılında zengin Almanya, düzenlediği Dünya Kupası’na 4 milyar dolar harcarken, bu seneki ev sahibi Brezilya, ekonomik durumundaki sıkıntılara bakmadan halkın 10 milyar dolarını harcadığı için.

- Brezilya halkı, kendi milli mücadele ruhunu takımında bulamadığı için.

Yazının devamı...

Teog: Deneme ve yine yanılma!

Teog kabusu: MEB, 7 Temmuz pazartesi günü lise yerleştirme sınav sonuçlarını açıklayacağını ilân etti. Ama son yıllardaki her sınav sonrası olduğu gibi skandallar birbirini takip etti. Yıllardır süren, deneme-yanılma metodu ne yazık ki yine “yanılma” ile sonuçlandı. Ve 7 Temmuz sabahı ses çıkmadı, mahkemenin iptal ettiği sorulara göre hesaplanan puanlar, akşam üzeri nihayet açıklandı. Sonuçlar açıklandı, ama hala kimsenin içi rahat değil. Sınavlar yapılmadan evvel, veliler, okullar, öğretmenler yeni sınav sisteminin açıklarını ve doğacak problemleri bas bas bağırdı. Ben de defalarca, onların sesini sayfama taşıdım. Elbetteki her zamanki gibi yine dinleyen olmadı. Durum ortada. Mahkeme sonucuna göre, birinci dönem yapılan sınavdan 7 soru iptal edilmiş oldu toplamda. İnanılır gibi değil! Orta mektep çocuklarının sorularında nasıl 7 yanlış çıkar! Sanırsın Newton teoremleri, kuantum yasalarına göre yorumlanacak! Pes! Sahiden pes! Üstelik bu ilk değil! Geçen yılki sınavda da İngilizce sorularının çoğu iptal edilip, birinci sınıfı bitirmiş çocukların puanları tekrar hesaplanmış ve okul değiştirmelere yol açmıştı. Yani deneme yine yanılmıştı. Veliler şimdi hep bir ağızdan sesleniyor: Bir kere de yanılmayın! En iyisi siz artık çocuklarımızı deney tahtası yapmayı hepten bırakın!

Velilerin, MEB’den cevap beklediği sorular:

- Sınav öncesi tüm sorular eşit katsayılı ilân edilmişti. Yanlış sorular hesaptan düşünce, katsayılar değişti. Bu kural ihlâli değil midir?

- İptal edilen sorulardan sonra, eşit yanlış sayısına sahip öğrencilerden birinin diğerinin önüne geçiyor olması, adil midir?

- Din dersinden muaf olan öğrencilerin soru katsayısı, din bilgisi sınav sorularını çözenlerden farklı oluyor. Üstelik bu fark, isteğe bağlı değil. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının arasında genel sınavlarda eşitlik ilkesi Anayasa maddesi iken, ortaokul öğrencisi çocukların dinlerine göre ayrılması ve farklı puanlandırma yapılması eşitsizlik yaratmadı mı?

- Mazaret sınavı, bir taraftan güzel bir uygulama olmakla birlikte istismarların önüne geçebilmek için yeterli önlemlerin alınmamış olma ihtimali, velileri ilk gün itibariyle huzursuz etti. Sonuç: 48 bin öğrenci mazaret sınavına girmiş! 1000 değil, 2 bin değil, 48 bin öğrencinin aynı gün hastalanmış olması velilerde haklı olarak şüphe uyandırıyor. Acaba torpil yapıldı mı? Bazı öğrencilere sorular verildi mi! Daha önceki yıllarda üniversite sınavlarında da benzer olaylar yaşandığı için sınavlara karşı güvensizlik hakim. Şimdi herkes, 48 bin öğrencinin sınav sonuçlarını merak ediyor. Çoğunluğun başarı oranı yüksekse kuşkular da pekişecek. MEB, artık boynunun borcu olan bu konuyu aydınlatacak mı, mazaret sınavına giren öğrencilerin başarı puanlarını açıklayacak mı (isim vermeden de olsa) merak ediliyor?

- Mazeret sınavıyla ilgili bir başka itiraz da yine katsayılarla ilgili geliyor. Toplu sınavda, 7 soru iptal edildikten sonra puan hesaplandığı için katsayılar değişti. Ama mazeret sınav sorularında iptal olmadı. Dolayısıyla, mazeret sınavına girip iki fen yanlışı yapmış bir öğrenci, genel sınavda iki fen yanlışı yapmış bir öğrenciden yüksek puan almış oldu. Mazeret sınavına girenler, zaten torpilli olmuş oldu. Bu haksızlığı düzenlemek için ise hiçbir şey yapılmadı. Veliler bu duruma şaştı kaldı. MEB, bu durumun farkında mı? Böyle bir hatayı düzeltmek için ille mahkeme kararı mı gerekiyor, veliler bilmek istiyor.

- Sınav sorularını hazırlayanlar, sınava girse kaç puan alır? Önlerinde tüm kaynaklar açık ve birbirleriyle konuşmak serbestken, cevapları doğru olan sorular hazırlayamayan ve yedi yanlış yapanlar, kendileri sınava tabii tutulsa kaç net çıkarır? Bu sorunun cevabını doğru ve dürüstçe verebilecek var mı?

Yazının devamı...

Sorular Sorular...

Sorular hiç bitmez! Herkes gibi benim de çocukken girdi hayatıma sorular. “Ne zaman başlıyorsun okula” ile başlayan sorular, “okumayı söktün mü”, “ne zaman ilkokul bitecek”, “liseye giriş sınavı ne zaman”, “hangi okul”, “üniversiteye kaç sene kaldı”, “hangi bölüm”, “üniversite bitti mi”, “yüksek lisans düşünüyor musun”, “sözlün var mı?”, “nişan yakın mı”, “düğün yaza mı”, “bebek ne zaman”, “ikinci bebek ne zaman”... Ki kendi tecrübeme göre, bu “ikinciyi düşünmüyor musun” sorusu sanırım ilk çocuğa “sevgilin var mı” sorusunun vakti gelene kadar sürecek. İki çocuk sahibi olanlar sakın kurtulduklarını sanmasınlar; “bir tane daha düşünüyor musunuz” sorusunun kapıda olduğuna emin olabilirsiniz. Peki ya sonra? Merak etmeyin, bu kez de sorular çocuklar ve hatta torunlar için sorulacak.

Geç doğur geç yaşlan

Çocuk ve doğum demişken; ABD’deki Boston Üniversitesi bilim adamları, 95 yaşına kadar yaşayan 311 kadının sağlık verilerini, daha erken yaşamını yitiren kadınlarınkiyle karşılaştırmış. 33 yaşımdan sonra bebek sahibi olanların daha uzun yaşadığı ortaya çıkmış. Bir yaştan sonra doğum yapan kadınlaın 95 yaşına kadar yaşama oladılığı iki kat fazlaymış. Hele 40 yaşından sonra doğum yapanların 100 yaşını görme ihtimalinin dört kat fazla olduğu gözlenmiş. Önemli bir ayrıntı, tüp bebek gibi yardımcı tıbbi yöntemler kullanılmamış olmaması gerekiyor. Tamamen doğal olarak kadının hamile kalmış olması gerekiyor. Tabii bu haberi ilk okuduğunda insanın aklından hemen, “40’ımdan sonra bir tane doğursam 100 yaşına kadar yaşar mıyım” sorusu takılıyor. Açıkçası ben de ilk ân, eğer 100 yaşıma kadar yaşama ihtimalim artacaksa hemen bir tane doğurayım diye düşünmedim değil. Biraz konuyla ilgili biraz araştırma yapınca bu istatistiğin ana fikrinin “geç doğur, uzun yaşa” olmadığını anlıyorsunuz ne yazık ki! Geç yaşta doğum yapabilmek, uzun yaşamı sağlayan genetik bir yatkınlığa ilaret ediyormuş yalnızca. Anlatılmak istenen, geç doğumun ömrü uzattığı değil, geç doğum yapabilmiş olmanın, kadının üreme organlarının ve dolayısıyla bütün vücudunun geç yaşlanıyor olduğunun kanıtı sayılıyor. Dolayısıyla da yaşlanma hızı yavaş olan kadın, uzun yaşama daha yakın duruyor. Peki nedir bu yaşlanma hızı? 40 yaşındaki her kadın aynı yaşta olmuş olmuyor mu? Anlaşılan olmuyor! Profesör Thomas Perls, doğal yollardan ileri yaşta gebe kalabilmenin kadının üreme sisteminin, dolayısıyla tüm vücudunun yavaş yaşlandığının bir göstergesi olduğunu söylüyor. Anlaşılan, bazı kadınların biyolojik saati yavaş ilerliyor. Bu durumda, yaşıtlarına göre bazıları daha genç kalıyor. Ancak sonuçların kadınların geç bebek sahibi olması gerektiği anlamına gelmediğini belirten Peris, 40’lı yaşlardan sonra düşük riskinin 20’li yaşlardan iki kat fazla olduğunun altını çiziyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.