Şampiy10
Magazin
Gündem

Güneydoğu’da açan muhteşem çiçekler

Pepsico’nun Çocuk Gelişim Merkezi projesi ile Güneydoğu Anadolu’daki 0-14 yaş arası çocuklar geleceğe umutla bakıyor. 14 yaşını geçen kız çocukları için de Pepsico çalışanları oluşturdukları fon ile bölgedeki kız çocuklarını “çocuk gelin” olmaktan kurtarıp eğitimlerine destek sağlıyor. Kimi matematik dahisi olup tıp eğitimi alıyor, kimi müzisyen oluyor.

Bu hafta Güneydoğu Anadolu’nun farklı yerlerinden, İstanbul’u görmeye gelen sekiz güzel, zeki, akıllı, çalışkan kız öğrenciyle buluştum. Çoğu en az 10 çocuklu ailelerden geliyor. Evleri ise genellikle bir oda bir salon. Hepsinin ortak özelliği, okuyup meslek sahibi olmak istemeleri. Bu yolda da emin adımlarla ilerliyorlar. Kimi doktor, kimi mimar olmak istiyor. Çoğu hayatının sonuna kadar evlenmeyi düşünmüyor. Hepsinin notları ve sınavlarda aldıkları puanlar çok yüksek. Meslek lisesinde hemşirelik ya da fen lisesinde okuyanlar çoğunlukta. Eğer almış oldukları eğitim bursu ve ailelerini ikna eden destekçileri olmasa okuyup meslek sahibi olmak nerdeyse imkânsız bu kızlar için. Ama onlar şanslı ve şanslarını kullanmayı becerecek kadar da akıllı! Onlar çocuk gelin olmayacak. Onlar, Türkiye’nin gelişiminde söz sahibi kadınlar olacak.



Ortaköy buluşuyoruz kızlarla. Uzun uzun sohbet ediyoruz. Hayallerini anlatıyorlar. En çok Ortaköy Camii ilgilerini çekiyor. “Dizilere hep bu camiiyi koyuyorlar değil mi hocam?” diye soruyorlar. Zaten hepimize “hocam” diye hitap ediyorlar. Peki kim bu kızlar?

Batman, Mardin-Ömerli, Mardin-Nusaybin, Mardin-Kızıltepe, Diyarbakır-Silvan, Urfa-Hilvan, Siirt, Kilis, Adıyaman ve Güneydoğu Anadolu’nun başka başka yerlerinde açan muhteşem çiçekler bu kızlar... Peki bu çiçekler nasıl yetişmiş: Pepsico‘nun, çocukların zihinsel, sosyal, bedensel ve bilişsel gelişimini desteklemek için Güneydoğu Anadolu bölgesinde açtığı “Çocuk Gelişim Merkezleri” sayesinde eğitimin farklı alanlarıyla tanışmışlar çocukken. Bu merkezlere 0-14 yaş grubu tüm çocuklar gidebiliyor. Pepsico, GAP İdaresi ve Türkiye Kalkınma Vakfı ile işbirliği yaparak Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin pek çok farklı noktasına “GAP-Cheetos Gelişim Merkezi” açmış. Böylece, nerdeyse nüfusun yüzde 40’ını oluşturan 4-14 yaş aralığındaki çocuklar için matematik, Türkçe, fen bilgisi gibi temel derslerin yanı sıra bağlamadan kemana, masa tenisinden badmintona kadar deneyimleyebilecekleri aktivite alanları oluşturulmuş. Merkezlerin amacı elbetteki, bölgedeki fırsat eşitsizliğini azaltabilmek. Büyük şehirlerdeki çocuklar gibi çeşitli konularda bilgi ve görgü arttırıp, çocukları sokaklarda başıboş dolaşmak yerine sanata ve spora yönlendirmek. Küçükler boyama yapmak gibi anaokulu seviyesi aktiviteler yaparken, yaş ilerledikçe fotoğrafçılıktan satranca kadar farklı hobiler edinebiliyorlar. MEB elbette büyük destek vermiş, ama biraz da el yordamı, çocukların talepleri doğrultusunda şekillenmiş merkezler. Örneğin bir gün çocuklardan biri okuduğu kitapta keman resmi görmüş ve merak etmiş. Böylece merkeze keman dersleri de dahil edilmiş. Ve pek çok çocuk keman çalıyor Mardin’de.

30 bin çocuk eğitim aldı

14 yaşına kadar kız-erkek ayrımı yapılmaksızın 12 ay açık olan bu merkezler, ülkemizin eğitim konusunda en zorlandığı bölge olan Güneydoğu Anadolu’da çocuklar için bir vaha. Pırıl pırıl, klimalı ve her tür donanım mevcut. Çok fazla sayıda çocukları olduğu için gün içerisinde onlara sahip çıkmakta zorlanan anneler, önce çocukları rahat ve güvenli ortamda oyalansın diye yollamışlar. Yaz aylarında 50 dereceye varan sıcaklarda, klimanın serinliğinde boyama yapmak, ders çalışmak, saz öğrenmek çocukların çok hoşuna gidince, evdeki diğer kardeşlerini de merkezlere götürmeye başlamışlar. Şimdiye kadar 30 bin çocuk düzenli olarak her gün eğitim almış böylece. 14 yaşını geçen kız çocuklarının okulu bırakıp, annelerine ev işlerinde yardım etmeye başladıkları gözlemlenince bu sefer Pepsico çalışanları kendileri gönüllü olmuş ve aralarında sosyal sorumluluk projesi oluşturmuş. İşte bu kızların başarı hikayeleri böylece yazılmaya başlamış.



Pepsico çalışanlarının projesi

Çok sayıda sosyal sorumluluk projesi gördüm, ama bana en ilginç gelen Pepsico çalışanlarının kendi imkanlarıyla gönüllü olarak başlattıkları bu proje oldu. Organizasyon şöyle: Lise çağında, başarılı ama ailevi sebeplerden okuma fırsatı olmayan kızların eğitimi için Pepsico çalışanlari bir havuz oluşturup para topluyor. Toplanan para kadar da Pepsico şirket olarak havuza ekliyor. Yüksek standarttaki yöneticilerin çoğu başlı başına bir çocuğun eğitimini himaye ediyor. Söz konusu kız öğrenciler olduğu için, mentorluk görevini genellikle kadınlar üstleniyor. 82 kızımız bu sayede eğitimine lise ve üniversitede eğitimine devam ediyor şu an. Eğitimle kastedilen sadece okul değil tabii. Bir anne ya da abla gibi kızların her tür sosyal gelişimi için de çaba sarfediyorlar. Ailelerinden izin alıp evlerinde misafir ediyorlar, sık sık telefonda konuşup dertleşiyorlar. Lafın kısası, aile oluyorlar. Kızları da tıpkı kendi çocukları gibi okuyabildikleri kadar okutuyorlar. Onların başarılarıyla da haklı olarak övünüyorlar. “Merve bugün gelemedi, okulu başladı çünkü. Ege Tıp öğrencisi de...” diye anlatırken gözlerinin içi gururla parlıyor Pepsi Kurumsal İletişim Müdürü Didem Şinik’in. “Ne kadar övünseler az” diye geçiriyorum içimden. Çevremdeki, özel derslerle bir eli yağda bir eli balda yine de doğru düzgün bir yerleri kazanamayan eş-dost çocuğunu düşündükçe, hiç tanımadan ben de gurur duyuyorum Merve ile. “Ege Tıp Fakültesi ha, maaşallah” diyebiliyorum sadece. “Acaba her şeyi çocukların önüne fazla fazla koymak çok da iyi bir şey değil mi” diye düşünüyorum bir ân. Belki de biraz eksiklik, hayatta bir şeyleri doldurmak için motive ediyordur insanları...



Kızlar geleceğe umutla bakıyor

Yeni burs alan lise çağındaki sekiz kızla muhabbetimizi sürdürüyoruz. Biraz da Ortaköy’ü turluyoruz. İstanbul’a ilk gelişleri. Pek çok şeyi de ilk görüyorlar. Misafirliğe geldikleri evlerde özel odaları, çoğunlukla ilk kez deneyimledikleri duşları var. Daha önce bölgedeki merkezlerini ziyarete giden Tarkan’la tanışmış olanlar ya da bu hafta verilen Lady Gaga partisine katılanlar var. Yine de memleketlerinde kalıp, orda halklarına faydalı birer insan olmak hayali kuruyorlar. Çoğu, yaşadığı köyde okul olmadığı ya da fen lisesini kazandığı için ailesinin yanında kalmıyor artık. Evde genellikle 10 kişiden fazla bir odada yaşadıkları için yurtlarda daha rahat ders çalıştıklarını söylüyorlar. Kışın, ısıtma olmadığı için boş olan evin salonunda ders çalışmak bile yollarından alıkoymuyor bu kızları. Üniversiteye hazırlananlar arasında dershaneye gidenler de var. Çoğunun ailesi başta okumalarına karşı gelmiş. Pepsico çalışanları uzun uğraşlarla ikna etmiş aileleri ve şimdi babaları daha çok istiyormuş okumalarını. Dokuz kız çocuğunun hepsini okutmaya ant içmiş, içlerinden birinin annesi. Tüm bunları dinledikçe içimde ılık meltemler esiyor. Karşımda Güneydoğu’nun muhteşem çiçekleri... Umutla bakıyorlar istanbul’a... Ben de mutlulukla onlara...

Yazının devamı...

Şimdi okullu olduk

Bu hafta gündem yine yoğundu. Mecidiyeköy'de Torunlar İnşaat’a ait rezidans inşaatında 10 işçinin yaşamını yitirmesi, Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki uyuz vakası... Bir de uyarı, pazartesi okullar açılıyor. Başta veliler olmak üzere herkese bol şans...

İlköğretim ve liselerin tamamı bu pazartesi açılıyor. Hepimize hayırlı uğurlu olsun. Özel okulların bir kısmı geçtiğimiz hafta açıldığı için başta İstanbul, tüm büyük şehirlerde zaten trafikte hatırı sayılır bir artış gözlenmişti.

Bu hafta itibariyle artık ömür tüketen “trafik sezonu” resmen açılıyor demektir. Özellikle bu pazartesi, mecbur kalmadıkça sokağa çıkmamanızı öneririm.

Hatta keşke tatil ilân edilse de hepimiz yılın bu en depresif pazartesisinden kurtulsak! Her ne kadar çoğu lise öğrencisinin yerleşmesi ay sonuna kadar tamamlanamayacak da olsa tüm öğrencilerimize güzel bir yıl geçirmelerini, velilere ise, hem çocuklarına hem Milli Eğitim Bakanlığı‘mızın muhtelif uygulamalarına karşı büyük sabır dilerim! Bakalım MEB bu yıl bizler ve sevgili öğrencileri için ne tür sürprizler hazırladı? Yeni sınavlar, iptal olan sorular ve yanlış hesaplanan puanlara hazırsanız, 2014-2015 eğitim öğretim yılı sizi bekliyor. Herkese bol şans!

Memlekette uyuz olmamak elde değil

Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yaşanan “uyuz” vakası bu haftanın en çok konuşulan haberlerinden biri oldu. Mevzuu o kadar büyüdü ki asansör faciasında kaybettiğimiz işçilerimizden çok “uyuz” konuşur olduk! Yapmayın, etmeyin! “Uyuz” dediğiniz olay bu kadar abartılacak bir şey değil. Ulusal kanalların haberlerini izlerken kendimi sanki İsveç vatandaşı gibi hissettim. Burası Türkiye! Uyuz, bit, pire bu ülke vatandaşı olmanın fıtratında var! Ya birileri gerçek faciaların üzerini örtmek için gündem saptırmaya çalışıyor ya da hastanenin yönetim birimleriyle ilgili ayak oyunları planlanıyor! Ayrıca, “Uyuz” dediğiniz deri altına yerleşen bir tür parazittir ve özellikle çok temiz hatta hijyenik bünyeleri sever. “Nerden biliyorsun canım” demeyin, daha önce ben de “uyuz” oldum ordan biliyorum. Uyuz olmuşsan, alıyorsun eczaneden bit ve uyuz için kullanılan solüsyonu ve tüm vücuduna uyguluyorsun. O yüzden, tıpkı ilkokula giden çocukların bitlenmesine benzer bu basit, ama sevimsiz konuyu kapatıyorum.

Yeni Türkiye

Başbakanımızın pardon Cumhurbaşkanımızın dilinden düşürmediği, ama bir türlü de tarifini vermediği “Yeni Türkiye” hayali nasıl bir şey henüz bilene rastlamadım. “Yeni Türkiye” kavramını ilk duyuşta benimseyenler genellikle eski bir dil kullandığı ve kılık-kıyafet, kadın-erkek, ayıp-çok çok ayıp gibi modern dünya için oldukça eski konuları gündeme getirdiklerinden, meselenin “yeni” kısmına dair pek ipucu bulmak mümkün olmuyor doğal olarak. “Yeni” diye sunulanlar, Türkiye olarak eskide bıraktıklarımız, ısıtılıp önümüze konulmuş gibi bayat bir tad bırakıyor ardında. Belki de önce “yeni”nin tarifini yapıp sonra “Yeni Türkiye” hayaline kafa yormak lâzım. Zaten yeteri kadar genç bir ülkeyiz. Bizim biraz olgunlaşmaya ve eskiyerek kimliğimizi oturtmaya ihtiyacımız varken, daha 100 yaşına gelmemiş Cumhuriyetimizin sahip olduğu değerleri hakkıyla yaşatamıyorken, yenilenmekten anladığımız yeni bina yapmaktan öteye geçemiyorken, eski ayları kırpıp yeni yıldızlar yapmak değil, “ay-yıldız”a sahip çıkmak olmalı amacımız.

Yeni Türkiye’nin Yeni şehitleri: İşçiler

“Yeni Türkiye” hayali ile ilgili kafalarda pek fazla fikir olmasa da bazı kavramların yeniden tarif edilmeye çalışıldığına sıkça tanık oluyoruz. Mesela; Türkiye’de vatan için ölenlere şehit denilirken, “Yeni Türkiye” hayali, özel işletmelerin ihmali uğruna can veren işçiler şehit sayılsın istiyor. İhmallerin üzeri örtülsün diye, ekmek parası için çalışanların üzerine kara toprak örtülürken, “işçiler şehit ise onları öldüren yeni düşman kim” diye soruyor insan!

Yazının devamı...

Yaz uzatmaları oynarken...

Yaza veda etmek her zaman sancılı olmuştur benim için. Ağustos doğumlu olmamın etkisi var mıdır bilinmez, ama bir türlü kabullenemiyorum, her güzel şey gibi yaz aylarının da gelip geçici olduğunu. Bu yüzden de elimden geldiğince uzatmalara bırakırım bu en sevdiğim mevsimi. Soğuktan donana kadar askılı giymek için direnmem, yağmurlara rağmen parmak arasında ısrar etmem hep bundandanır. Hele ki İzmirlilerin “Ağustosun yarısı yaz yarısı kış” diye bir sözü vardır ki beni çıldırtır. Gelin görün ki Eylül ayının ortasını bulduk ve kaçınılmaz son geldi çattı. Yine de durum fena değil. Arada sağnaklarla, sonbahar geldiğini hissettirse de sıcaklar ülkeyi terketmiş değil. İşte bu yüzden, yani yaz uzatmaları oynarken, gelin bana kulak verin ve bir yıl ötelemeden bunları mutlaka yapın:

- Ev eşyası mı değişecek, araba taksidine mi girilecek, yeni sezon alışverişi mi yapılacak! Boşverin! Yaz bitmeden mutlaka denize girin! Hatta deniz tatili yapmış olsanız bile ne yapıp yapın, bir kez daha denize atlayın. Yazın en güzel günleri bunlar unutmayın!

- Çocuğunuz henüz anaokulu çağındaysa okulu kırmaktan korkmayın ve mevsimin tadını çıkarın. Sınıflar büyüyüp sınav stresleri hayatınıza girince bu günleri çok ararsınız hatırlatırım!

- Açıkhava sineması keyfi yapın... Belki çocukluk yazlarımın en mutlu saatlerini, dayımın, teyzemle beni götürdüğü açıkhava sinemalarında yaşadığımdandır, bayılırım yıldızların altında film izlemeye. Çekirdek sesinden esas kızın ne dediğini anlamadığımız, tahta sandalyelere evden minder getirdiğimiz günler geride kalmış olsa da tıpkı büyükler konuşurken bir koltukta uyuklamak gibi tatlı yine yazlık sinema...

- Pazara gidin. Özellikle de belde köy ya da kasaba pazarlarına... Kışlık salçayı, kuru patlıcanı, zeytinyağını alın, kış gelince bu günlerin hatırasıyla ısının.

- Güneşi gördükçe sokağa atın kendinizi. Piknik yapın, yürüyüşe çıkın, kapı önünde lâflayın, parka gidip ağaç altında dergi karıştırın. Ne yaparsanız yapın, ama güneşe yüzünüz dönük kalın.

- Açıkhavada uyuyun. Mümkünse hamak... Olmadı balkon, park, bahçe, farketmez. Gündüz keyfi ayrı, gecesi ayrı güzel. Yıldızlar yağsın üzerinize, kışın sıkıntılı gecelerinizde hatırlayıp su serpilsin yüreğinize.

- Havalar henüz sıcakken bol bol yazlık kıyafetler giymeye devam edin. “O da ne demek şimdi” demeyin! Yeni sezon botları-montları “ilk giyen” olmak uğruna, 30 derecede kışlıklarla boy gösteren kadınları gördükçe yüreğim daralıyor. Boşverin vitrin modasını, doğanın havasına takılın. Ne olur, zamansız olun ama mevsimsiz kadınlardan olmayın!

Not: Yaz biterken şunu farkettim ki Türk kadınını her yerde kolaylıkla ayırt etmek mümkün. İster yurt dışı ister yurt içi farketmez. 100 tane karma ülkeden kadın olsun karşımda, Türk kadınınını kırk kilometreden tanırım. Nasıl mı? Kızmak yok ama...

- Genetik kodlarının dışında saç rengi olan kadın, Türk kadınıdır mesela. Bir Afro-Amerikalı bir de Türk kadınları, doğal yapılarına aykırı saç rengi kullanırlar. Bir dikkat edin! Esmer olup kızıl saç kullanan ya da hiç değilse çocukluğunda sarı saçlı olmayıp ille de sarı saçla dolaşan Avrupalı ya da ne bileyim mesela İranlı ya da Portekizli bir kadına rastlamadım hiç. Özellikle yurt dışında çevrenize bir bakının; eğer kendine ait durmayan saç rengine sahip bir kadın varsa yanına gidip “merhaba” deyin! Yanılmadığımı göreceksiniz.

- İlle de dolgu topuk. Her zaman, her yerde ve her koşulda ille de dolgu topuk giyen bir kadın varsa kesin bizdendir! Arnavut kaldırımlı taş yollar ya da dik patikalar hiç farketmez, Türk kadını dolgu topuksuz rahat etmez.

- Aksesuarı bol kadınlar... Kadınlarımız... 40 derece sıcakta ve plajda dahi olsa, boynunda kat kat zincirler sallanıyorsa, ne kadar daralırsa daralsın bileziklerini çıkarmıyorsa, rahatını değil her daim havasını düşünüyorsa yüzde yüz Türk kadınıyla karşı karşıyasınız demektir.

Yazının devamı...

Ortaçağ’a yolculuk

Eğer sizin de tarihe merakınız varsa sanki Ortaçağ’da yaşıyormuş gibi hissedebileceğiniz muhteşem bir kent ve bu kente bağlı kale kasabası sizi bekliyor: Siena ve San Gimignano...

İyi bir seyahat için sadece tebdil-i mekân yetmez. Ânın ruhunu da geride bırakmalı insan yola çıkarken. Farklı bir iklime göç eder gibi yeni kültürlere kucak açabilmeli. Alışkanlıklarını yanında götürmek yerine, yeni lezzetleri denemeli her seferinde. Farklı coğrafyaların rüzgârına direnmek yerine, ruhunu özgür bırakmalı akıntı yönünde. Ve mümkünse, sadece kültürü, iklimi, lezzeti değil, zamanı da değiştirmeli kökünden. İşte o zaman, yenilenmiş, yenilikleri demlemiş, değişip dönüşerek taptaze bir öze kavuşabiliriz dönerken. Hakkı verilmiş bir seyahat, gezgin ruhun tatminiyle, mümkün olur böylece. Eğer sizin de tarihe merakınız varsa ve biraz günümüzden kopup zamanda yolculuk yapmak isterseniz, sanki Ortaçağ’da yaşıyormuş ya da kendinizi bir film setinin platosunda gibi hissedebileceğiniz muhteşem bir kent ve bu kente bağlı kale kasabası sizi bekliyor: Siena ve San Gimignano...



Film platosu gibi

Aslında Siena için film platosu benzetmesi yapmak pek de yanlış sayılmaz çünkü 1999 yılında Oscar ödüllerine damgasını vuran “La Vita e Bella-Hayat Güzeldir” filmi için doğal plato olarak kullanıldı bu kent. Ortaçağ itibari ile her döneme ait film, hiçbir düzenlemeye ihtiyaç duyulmadan çekilebilir burda. Zaman sanki donmuş gibi... Bir yerleşkeyi olduğu gibi koruyabilmiş olmanın en güzel örneklerinden biri bu kent. İtalya gibi dünyanın en turistik ülkesinin, en çok turist çeken kentinin Siena olmasına şaşırmamak gerek. UNESCO Dünya Mirasları listesinde en çok kültürel mirasa sahip ülke olan İtalya’nın, medar-ı iftiharıdır Siena. Sadece korunmuş güzelliği ile değil, geçmişten günümüze hiç değişmeden yaşayan kültürü ve kentlerine tutkuyla bağlı Sienalılar sayesinde de ziyaretçilerini etkiler. Dünyanın ilk bankası kabul edilen, Banca Monte dei Paschi di Siena, 1472 Yılı’nda rehin dükkanı olarak kurulmuş ve bugünkü bankaların temelini oluşturmuş meselâ ve halâ varlığını sürdürüyor. Tarihi boyunca hukuk ve tıp fakülteleri ve yetiştirdiği öğrencileri ile ismini duyurmuş olan ve günümüzde en önemli İtalyan üniversitelerinin başında sayılan “Siena Üniversitesi”nin kuruluş tarihi ise 1240. Bu küçücük kent köklü kültürüyle gerçek bir mücevher. Elbette Siena’nın adını en çok duyuran, 2 Temmuz ve 16 Ağustos tarihlerinde yılda 2 kez yapılan Palio yarışları. Eyersiz at yarışı olarak tarif edebileceğimiz bu etkinlik şehrin kalbi olan Campo Meydanında yapılıyor. Kenti oluşturan ve hepsinin kendine ait bayrağı olan 17 semt arasındaki bu çekişme için tüm yıl hazırlık yapılıyor ve dünyanın dört bir tarafından turistler izleyici olarak meydanı dolduruyor. Peki bu çok sansasyonel yarış ne kadar sürüyor biliyor musunuz? 90 saniye!

Siena tipik bir Ortaçağ kenti: Belediye Binası, Katedral ve Meydan, şehrin ana damarı. Hemen meydandaki “Fonte Gaia-Sevinç Çeşmesi” ise 8 yıl süren çalışmalardan sonra meydana ancak su gelebildiği için bu ismi almış. Gotik ve Rönesans mimarisinin nefis bir örneği. Sienalıların sembolü olan kule “Torre del Mangia” ise “Yeme Kulesi” anlamına geliyor. 102 metre yüksekliğindeki kule, ilk sahibinin müsrifliğinden dolayı bu adı almış.



UNESCO korumasında

Açıkçası, ders anlatır gibi tarif etmek istemem Siena’yı. Ben ilk kez 15 yaşında gittiğimde, bir kulaçlık eni olan daracık sokaklarında avare avare dolaşarak keşfetmiştim bu kenti. Her gittiğimde yine öyle yaparım. Floransa’nın 70 km. güneyindeki bu kente ister otobüs ister tirenle gelin, tepeden yürüyerek giriş yapabilirsiniz ancak. Sonra istediğiniz sokağa sapın, yokuş aşağı gittiğinizde her yol sizi Campo Meydanı’na çıkarır. Dönüşte de aynı kural geçerli. Yokuşu çıktığınız sürece, kentin dışını çevreleyen ve ulaşım araçlarının sıralandığı parka çıkarsınız. Yeme-içme önerisine gelince: Burası o kadar çok turistin akın ettiği bir yer ki, kendi halinde yerel bir lokanta bulmak nerdeyse imkânsız. Ama turistik bölge olmasına rağmen “gelato” yani dondurmaları nefis.

Siena’ya giderseniz bu kentin bir kale kasabası olan San Gimignano’yu mutlaka görmelisiniz. Siena’ya bağlı bu kasaba, etrafı surlarla çevrili ve kuleleriyle ünlü, çok iyi korunduğu için UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne girmiş muhteşem bir Ortaçağ yerleşkesi. 12’nci yüzyılda yapılmış 72 kuleden 14 tanesi bugün halâ ayakta. Dış dünyayla bağı tamamen kopuk olarak inşaa edilmiş bu kasaba, kendisini çevreleyen surlarından Toscana Vadisi’nin muhteşem doğasına bakıyor. Yüksek bir dağa kurulmuş olduğu ve çevresi de yüksek sularla çevrili olduğu için tarih boyunca saldırılardan korunmayı başarmış. Kuleleri ise çok uzaktan bile, başka kale kentlerden San Gimignano’yu ayıran farklı bir görüntü veriyor. Kulelerinden ötürü de “Ortaçağ’ın Manhattan’ı” ünvanın hak ediyor bu kasaba. 12’nci yüzyıl’da yaşayan varlıklı aileler zenginliklerini göstermek için kule dikerlermiş, San Gimignano’da. Kulelerin yüksekliği ise ailenin zenginliği ile doğru orantılıymış.

San Gimignano, labirent gibi sokakları, tipik Ortaçağ yerleşkelerinde olduğu gibi, altı dükkan-üstü ev taş yapıları, görkemli katedrali, deri çantacılar ve tasarım ayakkabıcılarla dolu büyük çarşısı, küçük kafeleri, 3 Euro’ya satılan muhteşem lezzetteki dilim pizzalarıyla bir gün içinde, buram buram Ortaçağ havası yaşayıp, şahane vakit geçirerek hafızanıza kazayacağınız bir yer.

Yazının devamı...

Her kullanıcı bir gün hacklenmeyi tadacak

Dünya 100 kadar Hollywood ünlüsünün müstehcen fotoğraflarının Apple’ın sanal depolama alanı iCloud’tan hacklenip intenete sızması ile çalkalanıyor. Varın tehlikeyi siz düşünün! Anlaşılan bu devirde kimsenin artık gizlisi saklısı kalmayacak!

Bu haftaya büyük bir skandal damgasını vurdu. Dünya, Hollywood kadınlarının hacklenmesini konuşuyor... Jennifer Lawrence, Kate Upton, Kirsten Dunst gibi 100 Hollywood gözdesi kadının iCloud hesapları hacklendi ve kendi kendilerine çekip sakladıkları çıplak fotoğrafları, dönüşü olmayacak bir şekilde siber tarihin sayfalarına yapıştı. İşin fenası, artık onları sonsuza kadar silmeye kimsenin gücü yetmeyecek. Zaten skandalın bu kadar büyük olmasının sebebi de, bu olayın mahremiyetin öldüğünün ispatı olması. Yoksa, adı geçen isimlerin çoğunun yayınlanan fotoğraflardan kat be kat erotik kapak fotoğrafları ya da bahsi geçen videolarından iddialı film sahneleri var. Olay yaratan kuşkusuz ki Jennifer Lawrens’ın ya da her daim erotik pozlar veren ve en seksi kadınlardan kabul edilen Kate Upton’ın memesinin görünmesi değil. Skandalın bu kadar dikkat çekmesinin sebebi, günümüzde hiçbir şeyin gizli kalmayacağının kanıtlanmış olması. Üstelik her gün hacklenen isimlere yenileri ekleniyor. Doğru mu değil mi tartışmaları sürerken Selena Gomez’in mahrem fotoğrafları da internete sızdı. Tabii şimdilik liste sadece güzel kadınlarla dolu olduğu için mesele pek çok kişiye eğlenceli geliyor. Nihai neticede, sinir bozukluğu ve biraz psikolojik travma dışında bu durum, bahsi geçen kadınlara zarar veremez. Ama yarın-öbür gün, kimlerin ne tür fotoğrafları ortalığa düşer ve hangi skandallar kimleri tahtından eder, varın tehlikeyi siz düşünün! Ama artık çok net belli ki, bu devirde kimsenin gizlisi saklısı kalmayacak, “mahremiyet” dediğin ancak beynin sınırlarında mümkün olacak. O da şimdilik!

Skandalla ilgili aklıma takılanlar...

- Bir kere bunu yayanın amacı ne? Madem hackledin fotoğrafları otur kendin bak! Milyonlara servis etmek niye? Bir çeşit halk hizmeti mi! Paylaşımcılıkta son nokta mı? Ne tür bir psikolojinin ürünüdür bu, hiç anlayamadım?!

101 ÜNLÜNÜN ÇIPLAK FOTOĞRAFLARI GÖRMEK İÇİN TIKLAYIN!

- Bir rivayete göre, fotoğrafları yayabilmek için hacker internetten “Paypal” aracılığıyla yardım parası toplamış. Bu doğruysa, hadi sanal hırsızlığı yapan bu işten para kazandı, peki ya parayı verenler? İnsanların mahremiyetini ortaya dökmekteki dürtü nedir? Lütfen bir psikolog açıklasın! İşin sonunda, toplumları ilgilendirecek yolsuzluk ya da siyasi oyunlar olmadıktan sonra, bir şarkıcının evinde üstsüz çektiği fotoğrafı için niye halk seferber olur, işte bunu da hiç anlayamadım!

- Peki birbirinden seksi fotoğrafları posterleri süsleyen bu güzel kadınlar niye bir de evde çıplak fotoğraflarını cep telefonuyla çekip depolama ihtiyacı hissederler, işte bu aklıma takıldı! Hani kendi halinde bir kadının böyle bir fantazisi olmasını anlayabiliyorum, ama fantazinin ta kendisi olan kadınlar için durum bana biraz sıradan göründü. Belki photoshop, makyaj ve ışık oyunları olmadan da seksi ve güzel görünebiliyorlar mı diye merak etmişlerdir, kim bilir!

- Şimdi internette bu fotoğrafları arayıp paylaşan insanlar, neyin kafasındalar meraktayım! Açıkçası ben insanların mahremiyetine dair fotoğraflar gördüğümde tuhaf bir utanç duyuyorum. Hani yanlışlıkla tuvalet kapısını açarsın da, uygunsuz durumda yakaladığınla aynı mahremiyetin parçası olmanın utancını duyarsın ya işte ben de bu gibi görsellerle karşılaşınca böyle hissediyorum. Mevzuu çıplaklık değil, ânın paylaşıma açık olmaması! Dolayısıyla bu fotoğrafları yayanlar, sadece Jennifer Lawrence’ın değil, istemesek de pat diye önümüze çıktığı için bizim mahremiyetimizi de ihlal etmiş oluyorlar. Peki bu fotoğrafları yana yakına arayıp, bakıp, paylaşanlar, kendi mahremiyetlerini de çiğnediklerinin farkındalar mı?

- Koskaca Apple, asrın icadı gibi lanse ettiği iCloud’un hacklenmesi ile ilgili açıklama yapacak mı meraktayım? Şifreler, koruma programları, güvenlik önlemleri; bu olaydan sonra hepsi yalan! Şu kesin ki, artık kimsenin gizlisi saklısı kalmayacak, her kullanıcı bir gün hacklenmeyi tadacak!

Yazının devamı...

Tesadüfen keşfedilen güzellik Porto Verene

TATİLCİLERDEN farklı olarak 'yoldan çıkmak, kaybolmak', başa gelebilecek en güzel şeylerdir gezginler için... Biz de gezgin bir çekirdek aile olarak İtalya’da planlarımızı bozduk ve karşımıza geniş limanı, oyuncak gibi dizilmiş rengarenk evleri ve kilisesi ile Porto Verene çıktı.

Gezginler tesadüfleri sever PORTO VERENE!

“Neye niyet nereye kısmet” diyebilme özgürlüğüdür, yolları çekici kılan. Bu sayede, tesadüfen keşfettiğimiz, cennet gibi bir balıkçı kasabasından söz etmek istiyorum şimdi: Porto Venere

Fotoğraflar: Tolga Eşiz

AÇIKÇASI bu muhteşem yeri ben değil eşim keşfetti. Daha orta mektepi bitirdiğim yıl, ailemle ‘74 model Murat 124’ümüzle birlikte 2 ay tüm Avrupa’yı gezdikten sonra içime kaçan gezgin ruh bir daha iflah olmadı. Ne şanslıyım ki ruhu ruhuma denk bir adamla evlenmişim. Böyle bir ilişkinin meyvesi de doğal olarak gezenti bir kız çocuğu oldu. Çekirdek aile olarak İtalya seyahatine çıktığımızda her ne kadar özgür gezmeyi sevsek de elbette bir planımız ve rotamız vardı. Ama planlar da bozulmak için yapılır zaten, öyle değil mi!



Cinque Terre yani 5 Toprak köylerini geçtiğimiz cumartesi yazmıştım. İşte İtalyan Riviera’sından, Toscana’ya uzanan rotamızda ilerlerken eşim birden “Ben bu Portovenere adını çok sevdim” dedi. Bense ilk kez itiraz ettim çünkü akşam karanlığına kalmak istemiyordum. Ama tam o sırada Tolga darbeyi indirdi: “Ya ne biçim gezginsin sen!” İşte bu lâf üzerine biz de direksiyonu Porto Venere ya da İtalyanların kullandığı haliyle Portovenere’ye kırdık.

Alice harikalar diyarında!

Aslında buraya kasaba değil belediye demek gerek. Geniş bir limanı, bu limanda yan yana oyuncak gibi dizilmiş rengarenk evleri ve hırçın dalgaların dövdüğü hisar ve kilisesi olmasına karşın toplam 7km karelik bir alan adeta bir kartpostal burası. Eğer fotoğraf çekmeyi seviyorsanız size poz vermek üzere hazır bekleyen Portovenere’ye bayılacaksınız. Kesinlikle, Cinque Terre’den de çok daha çarpıcı bu küçük beldenin görüntüsü. Tek bir ana caddesi etrafına çerçevelenmiş “old-city”, film dekoru gibi. Minik minik şahane dükkanlar peş peşe renkli vitrinleriyle sıralanmış. Avlular, kafeler, tezgahlar...Burdaki herşey normal boyutlarından küçük sanki. İnsan kendini Harikalar diyarına düşen Alice gibi hissediyor.



Tarihi, milattan önceye dayanıyor, Porto Venere’nin. M.Ö 50’de Veneris Portus olarak kurulmuş. 12. Yüzyıl ‘dan 17. Yüzyıla kadar Cenevizlilerin hakimiyetinde kalmış.1997’de Porto Venere kuzeyinde bulunan Cinque Terre ile birlikte UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine girmiş. Burası gerçekten çok küçük ama çok renkli ve zengin bir yer. Geniş liman ve uzun sahil kıyısı ile limanı , tepedeki hisara doğru renkli evler ve tekneler eşliğinde uzanırken, nefis bir sayfiye görüntüsüçiziyor. Bir paraleldeki caddeye geçince, küçük bir Ortaçağ yerleşkesi ile karşılaşıyor insan.



Deniz meraklılarını ise hemen karşıda, bu küçücük Portovenere’ye bağlı nefis Palmaria adası bekliyor. Palmaria adasından başka Tino ve Tinetto adaları da var ama bunlar askeri alanlar olduğu için çoğunlukla geziye kapalı. Palmaria adası çevresinde ise altın renginde bir tür kireç taşı olan Nero Portoro taşıçıkıyormuş. Ünlü şair Byron gelip yüzdüğü için “Byron” adı verilen bir mağarası bile var. Doğa, deniz, tarih, alılveriş, gastronomi, mimari ve liman kültürü... 7 kilometrekareye adeta bütün İtalya sığdırılmış.



Eğer birkaç günlük kaçamak için çok bilinmeyen bir yere gitmek isterseniz “Porto Venere”yi listenin başına alın. Ulaşım çok kolay: Genova’ya uçuş, tiren ya da arabayla La Spazia...Zaten Porto Venere yanıbaşında...Tabii vaktiniz varsa komşu kapısı Cique Terre’yi de gezi kapsamınıza alın. (Cinque Terre yazımı 23 Temmuz Cumartesi günkü Vatan-Bizim Kahve’de bulabilirsiniz.)

Yazının devamı...

Dikkat soygun mevsimi açıldı!

Bu aralar çevrenizden sık sık hırsızlık olayları işitiyorsunuz değil mi? Hele hele Bodrum, Çeşme gibi sayfiyelerde yazlığınız varsa çok daha fazla risk altındasınız demektir! Bodrum’da en son şahit olduğum hırsızlık olayı, yakın arkadaşım bir sanatçı çiftin başına geldi. Hem de evlerinde kalabalık bir misafir grubu ağırlarken. 15 kişi bahçede otururken, hırsız yatak odasına girip, nakit paradan tutun teknolojik aletlere kadar, ne var ne yok soyup, kaçmış.

Şimdi diyeceksiniz ki bunun mevsimle ne ilgisi var? Efendim, yaz döneminde mevsimlik çalışmak için özellikle turizmin yoğun olduğu bölgelere çok sayıda insan geliyor. Hatta komşu ülkelerden çalışmak için kaçak gelenlerle birlikte bu sayı iyice artıyor. Oteller, lokantalar, barlar, yaz aylarında personel sayısını kat kat artırıyor. Çoğu da işe eleman alırken seçici davranmak yerine, günü kurtarıp parasını kazanmaya bakıyor belli ki. Sezon sonu yaklaşıp, geriye dönüşler başlayınca, ne ilginçtir ki, hırsızlık olayları da artıyor!

Denilene göre, dışarıdan çalışmak için gelenlerden niyeti bozuk olanlar, memleketlerine dönmeden evvel bir yerleri soyup voleyi vurma peşine düşüyorlarmış. Eğer önceden sabıka kaydı da yoksa, bu mevsimlik hırsızların yakalanmaları oldukça zor oluyormuş. O yüzden, yaz aylarının sonuna yaklaştıkça hırsızlık vakaları da artıyormuş.

Asıl büyük tehlike ise evlerde... Sadece yazlıklarda ev işinde çalışmak için 2 aylığına anlaşılan kadınların çoğu kaçak. İnsanoğlu bu, iyisi var kötüsü var. Kaçak giriş yapanlar, ülkelerinden yalnız gelmiyor elbette. Kendileri gibi arkadaşları ve niyeti bozanların, burada onları suça teşvik eden çete üyeleriyle ilişkileri var. Çalıştıkları evlerde uygun ortamı hazırlayıp, işin soygun kısmını başka evlerde çalışan arkadaşlarına ya da bu çetelere soyduruyorlarmış. Bu aralar yakın çevremdekilerden o kadar çok benzer hikâye dinledim ki, uyarmadan edemedim. Zaten, ev işlerinde çalışanların yarattığı teröre ait haberleri her gün izliyoruz. Hem iş verenin hem çalışanların hak ve güvenliği için tıpkışirketlerdeki gibi evde çalışanlar için de profesyonel sözleşmeler ve yasal takipler olmalı. Tabii öncelikle ülkeye kaçak girişlerin önüne geçilmesi gerek. Özellikle yoğun sezonda yazlık beldelerde çalışanlarla ilgili bir kontrol mekanizması geliştirilmeli.

Unutmamalı ki tehlike sadece dışardan gelmiyor. Nüfus arttıkça, ülkemizde yaşanan olaylar güvenliğin iyice kontrolden çıktığını gösteriyor. Pasaportlardan sonra ehliyetler için de zorunlu hale gelen dijital parmak izi taraması mecburiyeti T.C kimlikleri için de mutlaka uygulanmalı. Ayrıca işverenler de “ucuz olsun işim görülsün” mantığıyla personel seçmemeli. Çalışma izni, sigorta gibi yasal kurallar çok sıkı kontrol edilmeli, aksi halde özellikle turizmin yoğun olduğu yerlerde, can ve mal güvenliği gittikçe daha fazla tehlike altında kalacak!

Aman dikkat!

Liseye başlamak bitirmekten zor!

TEOG sınavlarının hezimeti bir kabus gibi çocukların ve ailelerinin üzerine çöktü. Gittikçe de arapsaçına dönüyor. Veliler bir yandan özel okulların bahçesinde bekleyerek çocuklarını bir üst puandaki okula kaydettirmeye çabalarken, öte yandan da yine sınavla yerleştirildikleri artık tamamı “Anadolu” olan liseler arası geçiş yapmaya çalışıyorlar. Öğrenciler yer değiştirdikçe, boşalan kontenjanlara başka çocuklar, onların da boşalttığı yerlere başkaları geçiyor. Üstelik bir çok haklı itiraz var.

Veliler, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da mahkemeye gitmeye hazırlanıyor. Hele, sınavda çıkan 7 yanlıştan sonra, MEB’in kendi hatası yüzünden puan kaybına uğrayan öğrencilerin ailelerinin öfkesi dinecek gibi değil. Size basit bir örnek vereyim; kızımın okulunda tanıdığım 3 öğrenci de sınavlarda toplam 1’er yanlış yaptı, yıl sonu başarı puanları da aynı ama hepsinin puanı farklı geldi. Üstelik, MEB bu yılın başında tüm sınav sorularının aynı katsayıda olacağını açıkladığı halde!

Çocuklardan biri Robert Kolej’e asil listeden girerken diğeri 60’ıncı yedekte bekliyor. Diğeri ise taban puanı bile aşamamış oldu. Yine bir başka arkadaşımın çocuğu, 2 yanlışla, bir başka arkadaşımın çocuğu da 4 yanlışla sınavı tamamlamıştı. Ama, iptal olan sorulardan sonra 4 yanlış olan 2 yanlışın önüne geçiverdi. 1 yanlış yapan öğrencinin istediği okula gidemediği bir süreçten söz ediyoruz. Kaldı ki velilerin kafasında Anadolu Liseleri’ndeki eğitimin dindarlaşmasına yönelik şüpheler olduğu için, hem özel hem devlet okullarına aynı anda kayıt yaptırıp kesin kararı verene kadar kendilerini garantiye almaya çalışıyorlar. Bu yüzden birden fazla kayıt yapılıyor ve kontenjanlar şiştiği için puanlar düşmüyor. Okulların açılmasına fazla zaman kalmadı ama bu şartlarda öğrencilerin kabaca okullarına yerleşmesi bile Eylül sonunu bulacak gibi görünüyor. Yeni bir okula başlayacak olmanın hevesi de çocukların kursağında kalacak. Pek çok öğrenci, yeni okullarına başladıktan sonra bile lise değiştirmek durumunda olacak.

Yazının devamı...

4 çarpı 4 oldum kızdırmayın, araziye uyarım!

Bu hafta doğum günümü kutladım. Aslında yeni bir yaş almak müsriflik olmasın diye eski yaşımı bir yıl daha kullanmayı düşünmedim değil. Sonra “hadi” dedim “yap bir hovardalık ve çek bir tane 4 çarpı 4”. Nihai neticede, 4 çekere geçmiş oldum ben de. Eh bu işin 5 çekeri olmadığına göre, yeni yaşımla birlikte anladım ki daha fazla kimseye çekecek hâl kalmamış bende! Madem “4 çarpı 4” olmuşum, bir bakmışsınız, kafam bozulduğunda bende araziye uymuşum. Velhasıl kelam, benim gibi 4-4’lük yaşa gelmiş olan akranlarıma, 4-4’lük bir yıl diliyor ve şu arzi olma meselesini bir düşünmelerini öneriyorum.

Bilmem siz de her doğum gününüzde yaşınızı ve yaşamınızı sorgular mısınız? Ben bunu hep yaparım. 30 yaşımı o kadar sevmiştim ki o duyguyu unutmamak için kolumdaki güneş dövmesini yaptırmıştım. 30’dan sonra kendimi tanımaya, hayatı bir nebze olsun kavramaya başladığımı ve en önemlisi “kadın” olmanın keyfine vardığımı hissetmiştim. Bu yüzden, çoğu insanın aksine, üzerine para verseler ilk gençliğime dönmek istemeyeceğimi keşfettim. Hala da öyle düşünüyorum. O kadar emek verip, ilmek ilmek dokuduğum hayatımı her şeyiyle seviyorum. “Ah yeniden liseye dönsem” demek, sanki kendime ihanet... Büyük pişmanlıklarım da yok demek ki. Yeniden başlasam yine aynı yollardan geçerdim belli ki. Gene oyuncu olmak isterdim mesela ve bu uğurda onca ego yaralanmasını göze alırdım bir kez daha. Aynı adama takılırdım yeniden ve ilişkim şimdiki halini alsın diye çabalardım tekrar. Anne olur, kızım için aynı uykusuz geceleri geçirir, o büyüyene kadar gene bir an olsun yanından ayrılmazdım. İşte bu yüzden dostlar, yani dünyamı bir kez daha aynı şekilde kurmak, başa dönüp sahip olduklarıma kavuşmak için bir kez daha çabalamak filan istemiyorum ben. “Hayatımın başına dönebilseydim” diye hayıflanmıyorum hiç. “Allah gördüklerimden ayırmasın” diye dua ediyorum sadece.



Bir devri kapatmak

Yine de bir itirafta bulunmalıyım ki 40’lı yaşlara adım atmak biraz ağır gelmişti. Benim gibi yaş almayı seven gibi bir kadın için bile travmatikti doğrusu. Ama sonra anladım ki asıl sevimsiz olan 30’ların sonunda olmaktı. Bir devri kapamanın huzursuzluğuydu bu. 10’lu yaşlarımı bitirirken bile benzer bir duygunun kırıntısı içimden geçmişti, hatırlıyorum. Benden önce bu yollardan geçen bir arkadaşımın dediği gibi geçişler engebeliydi, ama geçtikten sonrası düzlüktü. Ne de olsa yeni bir yolun başlarında olmanın getirdiği bir rahatlama oluyordu insanda. Ama bana sürpriz için doğum günümde Bodrum’a gelen can dostlarım Aslı ve Günsenin’le çocukluktan konuşmaya başlayınca, denizin ortasındaki salın üstünde birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Çocukluk arkadaşlarımın yanımda olmasının mutluluğuyla, çocukluğu çok uzaklarda bırakmış olmanın burukluğu vardı içimde. Farkettim ki, annemin dediği gibi 30’lar değil, 40’lardı hızla akan! Devir değişmişti çünkü. Annelerimizden 10 yıl sonra çocuk sahibi olduğumuz için kaymıştı bu saptama. Bebek bakarak eve kapandığımız 30’lar değil, onların büyüyüp yaşamımızı hızlandırdığı “40”lar oluyordu, farketmeden elimizden kayan. Oysa ben tutmak istiyorum artık o ânı... Ağlaya ağlaya yıkandı ruhum. Dostlukla sarmalandım sonra ve bir baktım aşkım kocam da yanımda... 4-4’lük yaşımda ben de 4-4’lük hissettim kendimi o anda.

Mekanları uç uça ekledik

Gelelim 4X4 kutlamalara... Ben hep derim: Eğlenceli ortamlarda bir türlü eğlenemiyorum. Gece yaşamayı çok seviyorum, ama gece hayatı hiç bana göre değil. Güzel bir yemek ve uzun masa sohbetlerinin insanıyım ben. Bünyem kaldırmıyor fazlasını. Ama sen gel bunu benim arkadaşlarıma anlat! Kural koydular; doğum günü bahanesi ile senede bir gece sevdiğim mekanları uç uca ekleyip beni ordan oraya dolaştırıyorlar. Bu yıl da önce evde çoluk çocuk pasta keserek başladı kutlamam. Sonra Bodrum Marina’da yemek ve ardından aynı mekanda İzmir Expres... 12’den sonra Bora Öztoprak’ı dinlemek için Bay Jack... Organizasyonu yapan zaten Bora’nın eşi bizim Çiçek (Dilligil)... O yüzden gittiğimiz her mekanda yerimiz en önde çoktan hazır. Bora programına kısa bir ara verdiğinde, Çiçek bizi komşu mekân Barbeast’e götürüyor koşarak. Maksat, eğlenceye ara verilmesin! Çocukça zıplıyoruz ha babam! Emre (Kınay) ile dans ediyoruz, Belma (Canciğer) ile buz savaşı yapıyoruz. Sabah da çorba içip, kendini gecenin refakatçisi ilân eden kocam sayesinde evimize dönüyoruz. Yattıktan 3 saat sonra köpeğimiz Tonton uyandırıyor beni. Dayak yemiş gibi kalkıyorum yataktan. Kendime şaşırarak gece çok eğlenmiş olduğumu farkediyorum. Yaz boyunca her geceyi bu tempoda geçirenlere bir kez daha hayret ediyorum. Ben Bodrum gecelerini müdavimlerine bırakarak “benden bu kadar” diyor ve bir sonraki yaş günüme kadar sakin yaşamıma dönüyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.