Şampiy10
Magazin
Gündem

Türkiye’de havayolu

Artık o hale geldik ki, herhangi bir uçuşu aksaklık olmadan tamamlayabilirsek, hayrete düşüyoruz. Hele bayram dönüşü yaşadıklarımdan sonra, yere ayak bastığımda kafamdan konfetiler yağmasını bekledim. Anlattıklarımı duyunca, eminim siz de tıpkı benim gibi şoke olacaksınız. Şahsım adına konuşayım, olur da kırk yılda bir rötarsız bir şekilde uçarsam şaşırıyorum zaten! Ama insan nelere alışmıyor ki! Biz de Türkiye’nin düzensizliğinde yaşamaya alışık olduğumuz için, rötarları da normal karşılamaya başladık. Hatta, gecikme sebebiyle söylenen yolcuları ayıplıyoruz nerdeyse! Ama son yaşadığım olay, hatta olaylar zinciri artık beni de zıvanadan çıkardı. Anlatıyorum efendim...
Her şey, bayram tatili için, ailece Bodrum’daki evimize gidebilmek için bir THY bileti almamızla başladı. Aslında her zamanki aksaklıklara hazırlıklıydık. Meselâ, 5 saat alanda beklesek filan yazmaya değer görmezdim çünkü zaten bu rutin bir uçuşun parçası benim için. Kendim güç bela uçabilirken, gelin görün ki artık ailemizin yeni ferdi küçük köpeğimiz Tonton’la birlikte yolculuk etmeye kalkarak, imkansızı başarmaya soyunmuşuz meğer. Zaten, evcil hayvan kültürü olmayan bir ülkede, ağır aksak işleyen hava taşımacılığını kullanmak, deve ile yol almaktan zormuş, anladık.

PROBLEM CALL CENTER

1,5 ay önce Bodrum biletimi aldım ve aynı tarihte kurallar doğrultusunda köpeğim için de rezervasyon yaptırdım. Uçuş gününe kadar, defalarca arayıp, tekrar tekrar köpeğin rezervasyonunu kontrol ettim, çünkü THY’den “döneriz” diyenlerden bir daha ses çıkmıyordu. Aramalarımda, çoğunlukla “Aaaaa köpeğinizle ilgili kayıt görünmüyor” denildi. Her seferinde, yeniden ve yeniden defalarca onay verildi. Tabii, ülkemizde evcil hayvanlara uzaylı gibi bakıldığı için, havayollarının online satış sitelerinden kayıt oluşturmak ve kedi-köpekler için ödeme yapmak mümkün değil, çünkü sistemleri yok. “Call center”larda “şifayen” yaptırılabilen rezervasyonların onayı için ne yazık ki mail dahi atılamıyor. Bu yüzden havaalanına gittiğinizde, evcil hayvanınıza rezervasyon yaptırdığınızı ispat edebilmeniz mümkün değil. Bu yüzden hem Pegasus hem THY uçuşlarında 4 kez sorun yaşadım. Pegasus bu konuda biraz daha iyi, hiç değilse telefonla ödeme kabul ettiği için yerinizi garantiye almak mümkün olabiliyor. Tabii, başarısız olduğum uçuş girişimlerimden sonra bunu öğrenebildim çünkü ne yazık ki Pegasus’un “call-center”ı sürekli yanlış bilgi veriyor.

ONLINE EZİYET!

Gelelim bayram arifesi, benim gibi pek çok yolcuyu mağdur eden THY uygulamasına. Dikkat edin sizin de başınıza gelebilir! Konu şu: Eğer online rezervasyonunuz yoksa, THY 45 dakika kala biletinizi başkasına satıyor. Siz sırada beklerken, yeriniz uçup gidiyor, siz de elinizdeki bavullarla başbaşa kalıveriyorsunuz. Ben online rezervasyon yaptıramamıştım çünkü, köpekle uçacağım için sistem bana izin vermedi. Neyse ki eşim ve çocuğum için yaptırmıştım. Üstelik çok önceden sırada olmama rağmen, kontuardaki kuyruk yüzünden ancak 40 dakika kala bana sıra geldi. O sırada biletimin satıldığını öğrendim. 1,5 saatlik bir stresin ve mücadelenin ardından, ağlamaklı olduğumu gören yer personelinin yardımıyla, zar zor da olsa o gün uçabildim. Ama pek çok yolcu açıkta kaldı. Üsteliktatilden sebep, sonraki seferler de doluydu. Ben de dönüşte problem çıkmaması için, Bodrum’a iner inmez 4 gün sonraki dönüş için yeniden köpeğimin rezervasyonunu kontrol ettim, onay aldım.

Ve Bayram’ın son günü... Sorun yaşamamak için havaalanına erken gitmeye karar verdim. Eşim yine de ağzı sütten yandığı için, öğle saatleri arayıp, 19.00’daki uçuşumuz için bir kez daha Tonton’un rezervasyonunu kontrol ettirmek istedi veee sürpriz! “Kayıt görünmüyor” cevabını aldık. 1 saat uğraştıktan sonra yeniden onay aldık. Hatta “eğer sorun varsa kaldığım yerden ayrılıp ortada kalmak istemem” dediğimde, durumu abarttığımı hissettiren bir ses bana “sorun olması mümkün değil, onayınız var” dedi. Uçuşa 2 saat kala yani ben artık havaalanına doğru yola revan olmuşken telefon geldi ve bana onayı veren kişi bir hata yaptıklarını, işlem sırasında birden sistemin onayı sildiğini ve köpeğimizin uçamayacağını, hatanın kendilerine ait olduğunu ama yapabilecekleri bir şey olmadığını söyledi. “Şimdi uçamazsınız ama haklı olduğunuz için sonra size telafi için dönüş yapılır” diye de sanki mükafat verir gibi eklediler. Şaka gibi değil mi! Ve sonuçta, 1,5 ay önce biletimi aldığım ve online check-in’im olduğu halde uçamadım. Sinirlendim, bağırdım, tansiyonum çıktı, programım aksadı ama nafile! THY, kendi hata yapıp benim uçuşumu iptal etti. Ya da son anda bir torpilli kedi sahibi için yer açılması gerekti, kim bilir! Sonuçta ben ortada kaldım. Başka bir saatte, farklı bir alana inerek ve tatilim burnumdan gelerek İstanbul’a geldim.
Demek ki neymiş: Marifet, reklamlarda Messi’yi değil, vatandaşını uçurabilmekmiş.

Yazının devamı...

Hayata pembe bir iz bırakan kadın...

Bu hafta, başta meme kanseri olmak üzere rahim ağzı ve rahim kanseri gibi yaygın kadın kanseri türleriyle mücadele için kurulan Pembe İzler Derneği için çalıştım. Ekim ayında, özellikle meme kanserine dikkat çekmek amacıyla derneğin düzenleği fotoğraf sergisi için, bu hastalıkla mücadele etmiş ve galip çıkmış muhteşem kadınlarından birini fotoğrafladım. Çekime başlamadan önce onu biraz tanımak istedim. İnsanı hayrete düşüren yaşam hikâyesini dinleyince, yaşama tutunmayı başaran bu kadına biraz daha hayran kaldım. Kanser hastalığına yakalanmanın da ondan kurtulmanın da, insanın hayata bakışıyla ne kadar ilintitli olduğunun kanıtıydı bu kadın. Filmlerde olsa “yok artık” diyeceğimiz yaşam öyküsüyle, karşınızda Nalân Kavruk...

Ne kadar hoşsunuz. (Açıkçası, bu kadar neşeli ve bakımlı bir kadın beklemiyordum. “Keşke saçlarıma şekil verip ben de biraz makyaj yapsaydım” diye geçiriyorum içimden.)

Sizinle buluşmak beni heyecanlandırdı. Beğendiğinize sevindim.

Ayıptır sorması ama kaç doğumlusunuz? (Bu soruyu neden sorduğumu bilmiyorum. Belki de karşımdaki kadın sanki zamanı durdurmuş gibi hissettiğim içindi.Bir de yanında benim kızımla aynı yaşta yani 12 yaşındaki oğlu dikkatimi çekti sanırım. 50 yaşına yakın, anne olmasının bir nedeni vardı mutlaka)

1952 doğum tarihim.

Eşinizle ne zaman evlendiniz? (işte sebepsiz bir soru daha... Asıl amacım hayatını anlamak için bir yerden başlamaktı ama nerden başlamam gerektiğini kestiremiyor gibiydim. Ama içgüdülerimin beni aslında doğru yönlendirdiğini bu sohbet ilerledikçe anlayacaktım.)

19 yaşında. Altı sene köylerde çalışmamız gerekiyordu o yüzden erken evlendik. Hayatımda bir tek şansım oldu o da eşimdi. Çok güzel bir evlilik yaptım.

Ne iş yapıyordunuz? Siz ve eşiniz?

Ben ebeydim. Eşim resim öğretmenliğinden emekli oldu. Salihli’ye ilk reklamcılığı getiren kişiydi. Resim sergileri açardı. Ben, 35 sene Manisa-Salihli’de aynı bölümde çalıştım. Çok sevdim işimi.Kendimi çok verdim, çok hırpaladım.

“Dı” diye bahsettiğinize göre, eşinizi kaybettiniz sanırım?

Bir doktor hatası yüzünden... İşte bunu affedemiyorum. Kendimi de hep bu yüzden ihmal ettim. Ben sağlıkçıyım. Daha önce emboli atmıştı eşime, yine olduğunu farkettim ve hemen hastaneye götürdüm ama doktoru ikna edemedim. “Yok bir şey” diyerk eve yolladılar bizi ve birkaç saat sonra eşim vefat etti. Dava açtım ama nâfile... (Sessizim. Neresine dokunsam kanayan biri var karşımda. Oysa o çok güçlü duruyo bunları anlatırken.) Altından kalkmakta güçlük çektiğiniz ilk travmayla mücadeleniz böylece başlamış oldu öyle mi?

Hayır. Ondan önce 20 yaşındaki oğlumu kaybetmiştim.



İki sene sadece mezarlıkta yaşadım

Çok üzgünüm. (Sadece bu kadarını söyleyebildim. Neyse ki o bozdu derin sessizliği)

Oğlumu kazada kaybedince emekli oldum. İki sene sadece mezarlıkta yaşadım. Sonra psikoloğa gittim. Belirli günler koyuyordu ziyaret için bana kural olarak ama elimde değildi, duramıyordum ve bir bakmışım yine mezarlıktayım. Sonra birgün çok acayip bir şey oldu ama, anlatsam delirdiğimi düşünürsünüz.

Anlatırsanız çok sevinirim

Bunu eşime bile anlatmadım. Bir yandan sır kalsın diyorum ama öte yandan da anlatmak istiyorum. (Uzun ve kararsız bir sessizlik) Birgün mezarlıkta sırtıma biri dokundu, döndüm baktım ölen oğlum karşımda. “Anne” dedi, üzülme artık git ve kendime bir çocuk yap” Sonra karar verdim. Böylece, Kerem doğdu.

(Kerem çok olgun ve akıllı , bambaşka bir çocuk. Sanki 12 yaşında değil de aile reisi o gibi duruyor.



Hemen hamile kalabildiniz mi?

Orda bir hata yaptım belki. Bir an önce hamile kalmak için tüp bebek yaptım. Doktor beni uyardı, bu yaşta hormon almak riskliydi. Meme kanseri olmamdaki en büyük etkenlerden biri olarak karşıma çıktı sonra. Ama o sırada ölümü bile göze almıştım, yaşamıyordum ki zaten. Doktora da ısrar ettim. Tüp bebek yöntemiyle hemen hamile kaldım. Oğlumuz oldu. Mordoğan’daki yazlığımıza taşındık. Yaptığı evlilikten ötürü aramız açılan bir de kızım var. Onunla da barışmak istedik o dönem ama olmadı. İyi-kötü hayatımızı yoluna koyarken, bu sefer eşimi kaybettim. İşte o zaman biraz isyânkâr olduğumu kabul ediyorum.

Kızınızla barıştınız mı, babasının kaybından sonra?

Hayır. Ben elimde küçük bir çocukla yalnız kaldım. Gene de bana yardım elini uzatan olmadı. Kızımın da penceresinden bakmaya çalışıyorum, belki onun istediği gibi bir anne olamadım ama benim yaşadıklarım da kolay şeyler değildi.

Kansere yakalandıktan sonra da mı barışmadınız?

Hayır. Halâ görüşmüyoruz. Olsun, onun da ailesi var. O iyi olsun, bundan sonra önemli olan o. Ama birgün bir anne isterse kapım her zaman açık.

Kanserin, yaşanılan üzüntülerle doğrudan bağlantılı olduğu söyleniyor. Özellikle, son dönemde yapılan araştırmalara göre, meme kanserine yakalananların çoğunlukla kendini arka plana atan kadınlar olduğuna dikkat çekiliyor.

Kesinlikle öyle.



Allah bana 99 yıl ömür versin ki, oğlum Kerem’in her zaman yanında olayım

Nasıl teşhis kondu.

Aslında ben hissettim. Manisada çok uzun vadeli randevu verdiler kontrol için. Ben de kızdım hiç gitmedim. O arada, oğlumu Darüşşafaka’nın sınavlarına soktum. Kazanınca, o İstanbul’da okumaya başladı ve ben de hafta sonları oğlumu görmek için gelmeye başladım. Darüşşafaka, Acıbadem Hastanesi’nin tam karşısında. Ben de maddi zorluk içindeydim. Bir gün, önünden geçerken, içeri dalıp iş başvurusu yaptım. Onlar da hemşirelikteki tecrübeme güvenip beni aldılar. Doğum bölümünde çalışmaya başladım. Sonra, direktöre gidip, onkoloji bölümünde çalışmak istediğimi söyledim. Yeni şeyler öğrenmek daha zevkli geldi. Onkoloji servisinde çalışırken hayata bakışım değişti. İnsanların bir gün yaşamak için verdikleri mücadele bana çok şey öğretti. 1 yıl sonra momografi çektirdim ve kanser olduğumu öğrendim. Ve mücadelem başkadı çünkü ben yaşamak zorundaydım.Kerem’i bırakabileceğim kimsem yok benim. (ilk kez ağlıyor.O ağladıkça, tüm dünya ağlıyor sanki)

Kerem iyi ki var, o sizin şansınız.

Eşimin kardeşleri de arayıp sormadı. Tüm kemoterapi boyunca 10 yaşındaki oğlum baktı bana. Yemeğimi de o yaptı, ilaçlarımı da o verdi. çok zordu. Sonra radyoterapi oldum. Erken teşhis ve iyi bir tedavi sayesinde kurtuldum.

Şimdi?

Gene Acıbadem onkoloji servisinde çalışıyorum. Kendi tedavi olduğum yerde. Hastalara çok iyi geliyorum. Kendileriyle aynı dertten muzdarip biri, onlara umut veriyor. Adımı “beyaz melek” taktılar.

Kanserden korunmak için neler tavsiye edersiniz?

Önce “ben” varım diyin. “Ben de önemliyim “ diyin. Kendinizi ikinci plana atmayın. Sakın sigara içmeyin. Sigaranın sonu yüzde 99 akciğer kanseri. Vücudunuzu kollayın. Kendinizi hırpalayarak çalışmayın. 8 saat çalışın, 8 saat uyuyun. Zorlandığınızda mutlaka psikolojik destek alın. Gözünüz bozulduğunda tek başınıza halletmeye kalkmıyorsanız, psikolojik sorunlarınız için de uzman yardımı alın. Dışarda çalışıyorsanız, ev işleri için yardım alın. Allah bize bir vücut vermiş, ona iyi bakın. Kontroller önemli. Erken teşhis sahiden hayat kurtarıyor. Üstelik tedavi çok kolay oluyor. Sevin... Hayvanları, çiçekleri, her şeyi... Belki klişe ama; sevince hayata pozitif bakacaksınız ve bu hastalıklardan korunmanın en güzel yolu.

Hadi kızınızla barışın. Siz annesiniz ve su aşağı akar.

Kapım açık. Onu çok seviyorum ve kapım her zaman açık.

Şimdi ne için dua ediyorsunuz en çok?

Allah bana 99 yıl ömür versin. Oğlum yaşamadı, kocam yaşamadı ben 99’uma kadar yaşayayım ki, Kerem’in yanında olayım. 100 değil ama 99. O bir yılı da Allah ihtiyacı olanlara versin. (Kahkahalarla gülüyor ve güldükçe gözleri umutla parlıyor)

Yazının devamı...

Çocuklar kimsenin malı değil ey ahali!

Hİç lâfı dolandırmadan konuya doğrudan gireyim! 10 yaşındaki kız çocuğunun başını örtmesine imkân sağlayan yasaya itirazım var! Üniversitelerde türban özgürlüğünün ne kadar yanındaysam, 10 yaşındaki kızların türbana girmesinin de o kadar karşısındayım. Sakın bana özgürlükten dem vurmayın! 10 yaşında, ailesi istediği için başını kapayan bir kız çocuğunun geleceğe dair özgür iradesi zaten elinden alınmış demektir. “Belki kendi istemiştir” diyenler mi var? 10 yaşındaki çocukların her isteğini yerine getirmeyi denemeye ne dersiniz! Üstelik “özgürlük” adı altında çıkan yasanın kuyruğuna takılı yasaklara değinmeye gerek bile duymuyorum. Niyetin “özgürlük” olmadığı, buram buram “cinsiyetçilik” kokan yasanın içinde saklı zaten! Geçelim bunları bir kalem! Benim asıl takıldığım, ülkemizde bir türlü cevabı verilemeyen o soru: Çocuklar kimin?
Kendimi bildim bileli bu memleketim ve milli eğitiminin baş meselelerinden biridir bu soru, ama nedense yüksek sesle dile getirilmez de, tıpkı “özgürlük” gibi bir takım kavramlara iliştiriliverir.

KİMİN ÖZGÜRLÜĞÜ?

İşte soruyorum o soruyu yüksek sesle: Çocuklar, çocuklarımız kimin? Sorunun kendine itirazım var aslında! Tartışmanın tarafları aileler ve devlet oldu her zaman?

Bu sefer 10 yaşındaki kız çocuklarının baş örtmesine müsaade eden yasanın savunucuları, “aile isterse kızının başını kapamakta özgür olsun” diye açıkladılar! Hesapta, “çocuklar ailenindir” demiş oldular. Güya, aile yapısının özgürlüğünü savundular. Kızımın, ailesi Budist olan sınıf arkadaşı vardı geçmiş yıllarda. Meselâ; çocuklarını Budist rahipler gibi yollayabiliriler mi okula bundan sonra? Ya da, Anadolu’nun kadim geleneği olan dövmeye bağlı, az nüfuslu bazı inanç mensupları çıkar da çocuklarına ille de dövme yaptırmak isterlerse ne olacak acaba? Ama başörtüsü dışındaki giyim-saç-dövme-piercing gibi diğer dış görünüm detaylarında getirdikleri yasaklarla, özgürlük anlayışı belli bir kesimin hizmetine sunulmuş görünüyor ve böylece farklı inançlar eşikte bırakılıyor. Nihai neticede; “yok yav, şaka yaptık tabii ki çocuklar devletin ve döneminin iktidar anlayışına ait” denmiş oluyor yine. Mesele, hangi devirde olursa olsun, devletin yönetimindekilerinin, kendi aile yapı modelini, devlet eliyle dikte ettirmelerinde.
Ha bu arada zaten saç boyamak, piercing yapmak filan ne vakit serbest olmuştu acaba? Piercing dediğinizin, bizim zamanımızdaki versiyonu kulağa küpe takmaktı ki o da yasaktı. Kızım 12 yaşında 7’nci sınıf öğrencisi. Onlarda da her zaman küpe yasaktı.

Tüm bu lâkırdılar bir tarafa, benim için asıl mesele, çocukların kimin olduğu tartışmasında! Benim itirazım tam da bu noktada: Çocuklar kimsenin mâlı değil ey âhali! Ne ailenin ne de devletin! Tıpkı, yetişkin bireylerin de kimsenin mâlı olmadığı gibi! Peki kimin mi? Dindarsan Allah’ın de, bilimi savunuyorsan evrenin de ama ne dersen de “Bu çocuk benim” deme! “3 yaşındayken başlayan, benim çocuğum değil mi istediğim gibi yetiştiririm döverim de severim de” kafası, 10 yaşına gelince “Benim kızım değil mi kaparsam kaparım”, “ 14’üne gelince kız benim, istediğime verir evlendiririm”, “15’inde ise okutursam okuturum, istemezsem okutmama” dönüşüyor. Sonra kız, ailenin istediği kocaya verilince tıpkı bir mal gibi el değiştiriyor sadece. Bu sefer “Benim karım değil mi istersem çalıştırırım, istemezsem çalıştırmam”, “Severim de döverim de” dönemi başlıyor. İşte ne yazık ki ülkemizde, kadınların kaderini hep erkekler çizdiği için, makus talih değişmiyor. “Ya benimsin ya kara toprağın” edebiyatı da bu zihniyetten doğuyor. Bir insanın sahibinin bir diğeri olması fikri, onu öldürmek için kendinde hak görmesine neden oluyor. Durum ortada ki devletimiz ve yasalarımız da bu zihniyeti her zaman destekliyor.

EŞİTLİĞE İHTİYACIMIZ VAR

Son söz: Öncelikle serbestlik ile özgürlük kavramlarını karıştırmayalım derim. Karar verecek bilinci ve özgür iradesi yeterince gelişemeyecek, yani reşit olmayan yaştaki çocukların, saç-baş, kılık-kıyafet gibi konularda serbest dolaşımının da özgürlük getirmeyeceğini savunuyorum. Hatta daha da ileri gideyim, aşırı serbestliğin, çocuklarda sınır problemi yarattığı görüşüne katılıyorum.
Öğrencilerin, özgür iradelerinin gelişmesi için, özentinin ve çevreden etkilenmenin en yüksek olduğu yaşlarda, mümkün olduğunca ideolojilerden uzak tutulmaları gerektiğini, uçlarda dolaşmamaları gerektini savunuyorum. Ortalama hatta sıradan olmanın, çocuklar için daha konforlu bir alan yarattığını görüyorum. 18 yaşına kadar, çocukların başkalarının düşüncelerinin kalıplarında kalmaması için yani özgür fikirli yetişmeleri için serbestlikten çok eşitliğe ihtiyaçları olduğunu savunuyorum.
Belki bu sayede, reşit olduktan sonra, ailesi için değil kendi istediği için özgürce kapanan, sevdiği popçu yaptırdığı için değil kendini ifade ettiği için dövme yaptıran, moda diye değil, kendini iyi hissettiği gibi giyinen bir nesil yetişir.

Ve kim bilir belki onlar, birbirini ve çocuklarını malı gibi görmeden birlikte mutlu ve özgür yaşayayıp giderler. Amin...

Yazının devamı...

Hangisi, 6 mı 6 Plus mı?

En son 4S kullanmış ama sonra androidle apple’ı aldatmış olan ben de yeniden iPhone’un büyük modeli olan 6 Plus’ı aldım. Neyse ki kuyruğa girmedim. İşin ilginci, iPhone almak, sanki bir telefon almaktan çok öteymiş gibi bir algı var ülkemizde. Meselâ; karavanda, aynadan çektiğim fotoğrafta iphone görününce, hava atmak için bilhassa telefonu gösterdiğim şeklimde yorum yapanlar bile çıktı instagram’da. Yani bir iPhone, karavandan daha havalı bulunuyor anlayacağınız. Neyse, gelelim Apple’ın çıkardığı son oyuncakla ilgili yorumlarıma:

- Ben iPhone 6 almaya niyetliydim. Ama bir başka kadın arkadaşımın ısrarına yenik düştüm ve Plus modelini aldım. Zaten, fazla satılmayacağı düşünülerek sınırlı sayıda getirilmiş olan plus modeli, daha fazla tercih edilince hemen tükenmiş. İşin ilginci, yine beklenenin tersine bu büyük modeli tercih edenler, çoğunlukla kadınlar.

- En temel fark, yazılım farkı. Plus, ıPad yazılımına daha yakın dururken, iphone 6 klasik yazılımını koruyor. Ayrıca plus, full HD ekrana sahip.

- Plus, Samsung Note 4’lere göre, biraz daha uzun ve biraz daha dar ölçülerde. Bu dizayn farkından ötürü, iPhone tek elle de kullanılabiliyor.Yine de bu modeli tercih edecekseniz, iki elle kullanıma alışmalısınız.

- Bazı teknik veriler aldatıcı olabiliyor. Örneğin; Samsung Note 4, 4 çekirdekli, iphone 6 ise 2 çekirdekli. Buna karşılık iphone 64 bit işlemciye, Samsung ise 32 bit işlemciye sahip. Üstelik, iphone , işletim sisteminin üstünlüğünden dolayı daha az belleğe ihtiyaç duyuyor. Sözün özü; iPhone en az Samsung 4 kadar hızlı çalışıyor.

- iPhone 6, rakipleri HTC One M8 ya da Samsung S4 ile aynı boyutlarda. Yani, iphone 5’e göre oldukça büyük ekranı var ama buna rağmen inanılmaz hafif ve zarif. Özetle; Sayın Erdoğan’ın dediğinin tam tersine, eskisinden tamamen farklı bir model.

- 6 Plus, büyüklüğüne rağmen çok zarif ve kulağa dayandığında hiç abartılı görünmüyor ama doğal olarak 6, şıklık ve hafiflik yarışında bir adım önde. 6 Plus ile gazete okumak, sosyal medya tâkip etmek ise çok daha rahat ve keyifli.

- Cepte telefon taşıyan erkekler 6 Plus modeliyle zorluk yaşamasın diye, pek çok kot markası cep modellerini büyütüyormuş. Anlaşılan, Apple modayı da etkileyecek.

- Moda demişken! Artık iPhone kullanmanın da bir modası hatta raconu varmış. Kılıf takmadan kullanmak, zenginlik belirtisiymiş.İtiraf edeyim, ben hem kılıf hem darbeye dayanıklı ekran koruyucusu taktım. Paramı sokağa atmayı göze alamazdım.

- Ekranı, inanılmaz başarılı. 6 modelinden farklı olarak Plus modelinde bulunan fotoğraf makinesindeki sarsıntı önleyici, düşük ışıktaki çekimlerde çok işe yarıyor.

- Şarj süresi gayet iyi. Tüm günü rahatlıkla çıkarıyor

- Amerika’da “unlock” yani Türkiye’de de kullanabilecek iphone’lar, yaklaşık 2 ay sonra çıkacakmış. En ucuz iphone 6 olan 16 gb versiyonu, 800 dolardan başlayacak. Ayrıca en az 100 lira pasaporta kayıt parası verilecek.

- Bu arada her iki modelin de 32 GB versiyonunun olmaması sanırım ticari bir manevra ama bu durumdan hoşlanmadım.Sadece 16,64 ya da 128 gb alternatifleri mevcut.

- Son olarak, gelelim dayanıklılık meselesine: Vallahi ne üstüne oturdum ne de elimle bükmeyi denedim. Aksini ispat için bir Amerikalı gencin yaptığı gibi üzerinden arabayla da geçmedim. Yamulur mu bilemem!

Yazının devamı...

Gördüğüm en güzel denizler

Yaz, sonbahar yapraklarıyla birlikte sallanıyor dallarda. Hala kararsız ama... Hele güzel kıyılarda daha bir nazlanmakta. Mevsim arafta. Yine de tuz kokusu yenik düşmüş değil güz kokusuna. Önümüzdeki hafta sonu bayram... Hazır fırsat varken; göçmen kuşların terk etmediği denizlerde, mevsimlerin birbiri içinde eridiği günlerin tadını çıkarmak mümkün. İşte ülkemiz ve Avrupa’da rastladığım en güzel denizleri derledim size... Hadi, anılarıma yolculuğa çıkalım birlikte. Gidemesek bile, denizin kokusu sızsın yüreğimize...



Hırvatistan kıyıları:

En güzel deniz kesinlikle Dalmaçya kıyılarında. Özellikle yüzmeyi sevenler için tavsiyem, Hırvatistan’ın güneyi. Gerçi, şehirlerin içinden yüzmek de ayrı keyifli. Hele Korcula Adası... Bu arada Hırvatistan’ın bütün adaları muhteşem ve hepsinin dokusu farklı. Birinde her yer dantel, bir diğeri peynirciliğiyle ünlü, bir başkası UNESCO Dünya Mirası listesinde. Denize doymak isteyenler için en muhteşem coğrafya kesinlikle Hırvat kıyıları. Bu aylarda da sıcacık olduğunu eklemeliyim.



Portekiz:

Yüzmek için değil, dalgalarla coşmak için... Tabii dalga sörfü yapıyor ve köpek balıklarından korkmuyorsanız, ha bir de buz gibi suya alışıksanız o başka. Sadece ayaklarınızı denize soktuğunuzda, bir anda gelen okyanus dalgasıyla belinize kadar kuma gömülebiliyorsunuz. Ama kıyılarda koşmak ve uçsuz bucaksız mavilikte özgürlüğü içinize çekmek, paha biçilmez.

Karadağ:

En güzel deniz kesinlikle Dalmaçya kıyılarında. Özellikle yüzmeyi sevenler için tavsiyem, Hırvatistan’ın güneyi. Gerçi, şehirlerin içinden yüzmek de ayrı keyifli. Hele Korcula Adası... Bu arada Hırvatistan’ın bütün adaları muhteşem ve hepsinin dokusu farklı. Birinde her yer dantel, bir diğeri peynirciliğiyle ünlü, bir başkası UNESCO Dünya Mirası listesinde. Denize doymak isteyenler için en muhteşem coğrafya kesinlikle Hırvat kıyıları. Bu aylarda da sıcacık olduğunu eklemeliyim.



Yunanistan:

Tıpkı bizim Ege kıyıları gibi şahane... Adalar için henüz vakit geçmiş değil. Denize girmek için Mykonos, manzara için Santorini. “Havası yeter” derler ya , işte öyle...



İtalya:

Her kıyısı, her köşesi, kenti ayrı, köyü ayrı büyülüyor. O kadar iyi korunuyor ki tüm doğal ve tarihi yapısı, insan defalarca yolculuk etse doymuyor bu güzelliğe. İtalyan sayfiyesinin de keyfi bambaşka. Ravello, Positano, büyüleyici, Portofino romantik, Chinque Terre unutulmaz. Yine de denizin güzelliği, bizim kıyılarımızın yanından geçmez. Bizim tüm ihanetimize rağmen, coğrafyamızın güzelliği, tartışmasız birinci.

Ve Türkiye:

Tüm kıyılarımız ayrı güzel ama denize girmek için bu mevsimde favorim kesinlikle Bozburun. Fethiye, Dalyan, Selimiye, Kaş, Göcek... Ne İtalyan ne de Fransız sayfiyesi, kıyılarımızın doğal güzelliğiyle boy ölçüşemez. Hele, Bodrum, dört mevsim ayrı, ama en çok şimdi güzel.

Yazının devamı...

Gelin birlikte Burdur Gölü’nü kurtaralım

İnsanı, doğadan üstün gören, belki de buna inanmak isteyen ne çok insan var! Gerçekten, koskoca dünyanın sadece insanoğlu’na hizmet etmek için var olduğunu söyleyenler, samimi olarak böyle mi düşünüyor acaba! Belki, kimi cehaletinden, kimi rant sağlamak için işine öyle geldiğinden... “İnsan” denilen tür var olmadan önce de dünyanın döndüğünü hesaba katmıyorlar olsa gerek. Oysa, insan olmadan da, hatta belki çok daha rahatlamış olarak bu gezegenin pekâla varlığını sürdürebiliyor olmasını kabul etmek zorundayız. Doğanın bize değil, bizim ona ihtiyacımız olduğu gerçeğini kavramak, neden bu kadar zor? Malını çarçur eden bir mirasyedi gibi davranmak, bizi hızla insanlığın sonuna götürüyor oysa! En temel gereksinimiz, olmazsa yaşayamayacağımız “hava ve su” için bile fütursuzuz. Yok ediyoruz... Büyük bir kibirle, insanı herşeyden üstün sanarak, insanlığın sonunu hazırlıyoruz. Bundan yüzbin yıl sonra, dinazorlar gibi bizim de fosillerimize bakan susuz yaşayabilen bir organizmanın oluşabileceği ancak bilimkurgu filmlerinde olabilir sanıyoruz. Ne de olsa biz sadece bugün çeşmeden su akıyor mu diye bakıyoruz! Bütün bunları bana tekrar düşündüren, bu hafta, yüreğini doğaya sunmuş insanlarla tanışmış olmam. 27 Eylül yani önümüzdeki cumartesi günü için hazırlanan “su orucu” afişlerini görmüşsünüzdür. Suyun içinde iki dansçı... Burdur Gölü'nü kurumaktan kurtarmak için düşünülmüş bir tür farkındalık kampanyası. 27 Eylül’de Burdur Gölü kıyısında en az 10 bin yerli ve yabancı ziyaretçi olması bekleniyor. Ama bu etkinliğe katılmak için Burdur’a gitmek gerekmiyor. Cumartesi günü mümkün olduğunca su tüketmeyerek, evimizde de su orucu tutabiliriz. Ben, sadece çok az su içerek ve temizlik için hiç kullanmayarak su orucuna katılmayı planlıyorum. Bir gün susuz kalmak, ona nasıl ihtiyacımız olduğunu hatırlamamıza yetip artacak eminim. Peki Burdur Gölü’nde neler oluyor? Gölü, doğdukları toprakları, insanlarını ve doğayı korumak için varını yoğunu ortaya koyan bu bir grup güzel gönüllü insan kim?



Herkes bir günlüğüne su tüketimini sağlığı için gerekli olanla sınırlandırsın

“Su orucu” afişlerini gördüğümde merak ediyorum ve iletişim gurusu sevgili arkadaşım Gonca Karakaş sayesinde, Burdur Gölü’ne dikkatimizi ve su altındaki muhteşem pozları çeken, hareketin kahramanlardan Şafak Türker’le telefonda görüşüyorum. Ertesi gün, Burdur’dan kalkıp, sağnak altındaki İstanbul’a geliyor Şafak. Elinde Lisinia Doğa Projesi’nin hediyesi, lavanta, lavanta suyu ve gül suyu, Kandilli’de vapurdan iniyor...



Nedir “su orucu”nun amacı?

Ben Burdurluyum. Ankara Gazi Üniversitesi’nde sinema-televizyon okumak için ayrıldım memleketten ve seyrek ziyaretlerim oldu sonra. İnsan aralıklarla gördüğü şeylerdeki değişimleri daha iyi farkediyor. Tüm çocukluğumu besleyen gölün, günden güne kuruduğunu ve yok olmaya doğru gittiğini böyle farkettim ben de. Belgesel yönetmeniyim ve Burdur Gölü’nün belgeselini çekmek istedim ama çıkış noktam “bir belgesel film, bir gölü kurtarabilir mi” oldu. “Göle yas” isimli film projemle bu fikirle yola çıktım.

Gölü kurtarmak istiyorsun ama filmin adı “göle yas”?

Bugün o yası tutarsak belki gölü kurtarmak için bir umut olur. Yoksa ben de o gölle birlikte kuruyup giderim zaten. Testiyi kırmadan kendimize gelelim diye... Her şey olup bittikten sonra değil, henüz umut varken...

Burdur Gölü'nü kurtarmaya karar verdin ve bu süreci belgelemek istedin.Buraya kadar tamam. Peki göl nasıl kurtarılacak?

İlk başta ben de bilmiyordum ve umutsuzdum. Bilgi sahibi olmuştum bir sürü konuda ama uygulanabilirlikle ilgili şüphelerim vardı. Sonra bu projenin asıl kahramanıyla tanıştım. Böylece hem benim , hem gölün kaderinin değişim yolculuğu başladı. Ben bu hikâyenin anlatıcısıyım, asıl kahraman Lisinia Doğa Projesi’nin yaratıcısı Öztürk Sarıca. Aslında o da gelecekti ama hazırlıklarla uğraşıyor.

Baharda oradayım.Hayatımda duyduğum en güzel kokan lavanta ve yağlı yağlı gerçek gülsuyu bu. Bayıldım. Lisinia’yı görmek ve göldeki kuşları fotoğraflamak istiyorum. İyice merak ettim şimdi, kimdir Öztürk Sarıca?

Bir deli ama gerçek bir deli.Zaten öyle olmasa Lisinia projesini gerçekleştiremezdi. İlaçsız tarım yapıp, yabani hayvanları tedavi ederek yeniden doğaya salan muhteşem bir adamdan söz ediyorum.

Nasıl oluyor ilaçsız tarım?

Ailesinde çok fazla kanser vakası yaşıyor Öztürk ve doğaya yöneliyor. Burdurlu zaten ve bölgenin çok sayılıp sevilen bir veterineri. Göl kıyısına varını yoğunu yatırıyor. Hayvancılığın çok su tükettiğini farkedince gül yetiştirmeye karar veriyor. Ama köylüler “su da gül ister bir de ilaçlamadan olmaz” diyorlar. “Lavanta su istemez hem de her tür zararlıyı kovar” diyorlar. Öztürk de bir sıra gül, bir sıra lavanta ekiyor. Hiç ilaçlamaya ihtiyaç olmuyor. Güller için damlama yöntemiyle çok az su kullanıyor. Şimdi, bunları sıkıp suyunu ve yağını çıkaran sistemi de kurdu.Bu yolla para kazanarak köylülere örnek olmak istiyor ki çiftçiler de bu yönteme yönelsin ve göl kurumasın.



Göl, nasıl kuruyor? Neden su gelmiyor artık?

Tarımsal sulama politikamızın olmayışı sorun. Göle hakkı olan yüzde 15’lik pay bile bırakılmıyor. Damlama sulama sistemi olsa beşte bir su harcanacak, vahşi sulama yapılıyor. Yörede yanlış ürün seçimi var. Burdur, küçükbaş hayvan yetiştiriliciği yapan bir kentken küçük Hollanda oldu. Bir büyük baş hayvan yılda bin ton su tüketiyor. Çünkü mısır yem olarak yetiştiriliyor ve onları yetiştirmek için çok su gerekiyor. Ama çiftçi ve hayvancılık yapanları suçlayamayız, çünkü zaten zor durumlar. Devletin yardım etmesi lâzım. Bilinçlendirmesi ve uygulamaya geçilebilmesi için maddi-manevi destek olması lâzım.

Suyun durumu ne?

Biz çocukken yüzer, yelken yapardık. Sonra su kirlendi ve insanlar gelmez oldu. İnsan gelmeyince göl yalnız kaldı ve sesini çıkaran olmadı.Dip suları bile bilinçsizce tüketildiğinden göl kurumaya başladı. Şimdi insan sağlığı açısından bir kirlilik yok. Asıl gör kurursa, suyun dibindeki ağır metaller şehre esecek ve kanser bölge halkı için büyük tehlike olacak.



27-28 Eylül’de neler olacak?

27 Eylül “su orucu “. 28 Eylül festival havasında olacak. Kullanmadığımız suyu, sembolik olarak göle dökeceğiz. Suyun üstünde sema dönecek, neyzen neyini çalacak, Hollandalı besteci Burdur Gölü’nün ünlü kuşlarının sesiyle yaptığı besteyi paylaşacak. Türküler okunacak. Dünyanın her tarafından gönüllü sanatçı performansları olacak. Bize destek verin. Herkes 1 günlüğüne su tüketimini, sağlığı için gerekli olanla sınırlasın.

Yazının devamı...

O afişte ‘kadın cinayetleri’ yazmalı!

Bu yazıyı Eylül 17'de kaydediyorum. Siz üç gün sonra yani bugün okuyorsunuz. O üç gün içinde daha neler yaşayacağız bilmiyorum. Sadece Eylül ayının ilk yarısında ve sadece benim aklımda kalanları paylaşıyorum. Bu örneklerin fazlası var biliyorum. Üç gün içinde daha artacak bunu da biliyorum. Bin kere yazdım bir kere daha yazıyorum. Sesim tek başına cılız çıksa da belki birilerine ulaşırım umudunu taşıyorum. Size küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum: n 1 Eylül Eskişehir kadın cinayetiyle sonbahara uyandı. n 7 Eylül Adana'da 2 çocuk annesi Halime, kocası tarafından öldürüldü. n 8 Eylül Gencecik Duygu'yu nişanlısı öldürdü. n 9 Eylül'de 7 çocuk annesi Nezahat yine kocası tarafında pompalı tüfekle bir minübüsün içinde öldürüldü. n 11 Eylül'de Adana'da Burcu'yu kocası öldürdü. n 13 Eylül'de Ümraniye'de sevgilisi, Fatma'nın boğazını kesip sonra Çeşme'ye tatile gitti. n 15 Eylül'de iki çocuk annesi Şeker'i yine kocası öldürdü... Bunlar sadece sevgili, nişanlı ya da kocaları tarafından öldürülen kadınlar. Bir de faili meçhul ya da kadının hiç ilgisi yokken saplantı cinayetine kurban gidenler var. Ve bugün... Yani 17 Eylül'de ben bu yazıyı yazarken, Şanlıurfa'da sokak ortasında bir kadın cesedi bulundu. Geçen yıl Eylül ayı, 24 kadını, erkeklere kurban verdi. 7 yıl içinde kadın cinayetlerindeki artış oranı yüzde 1400! Bu yıl sadece ilk 7 ay, basına yansıyan haberlere göre 162 kadın öldürüldü. Oysa, beş hafta önce "kadın cinayetleri" platformuyla İstiklâl Caddesi'nde yürüyüş yaptığımızda, başımızda Çevik Kuvvet bekledi. Bana "bu işte bir yanlışlık var" dedirtti! Birileri onlara, cinayetleri protesto eden kadınların değil, koca zulmünden kaçmak için koruma talep eden kadınların yanında olmaları gerektiğini söylemeli! Ve işte yine bana, "bu işte bir yanlışlık var" dedirten bir uyarı. "Yalnız insan afişi." Aile Bakanlığı'nın ellerindeki poşetlerde kendi kafalarını taşıyan ve kesik başlı bedenlerin gölgeler halinde yürüdüğünü gösteren afişini görünce aklıma hemen "kadın cinayetleri" geldi.

Evdeki hesap bakanlığa uymuyor

Ülkemizdeki kadın zulmünü ne güzel anlatırdı. Ama hayır! "Yalnız insan" yazıyormuş afişte. Üstelik bu afiş, aslında yurt dışında sadece "tüketicilik" üzerine hazırlanmış bir afişten araklama çıktı. Aile Bakanlığımız, bunu ülkemize uyarlarken "yalnız insan" olarak tercüme etmeyi uygun bulmuş. Kafam karışıyor! Aile Bakanlığı bize ne öneriyor? Tüketim bilincini topluma aşılamak yerine, toplu yaşamı önermek hangi hesabın kestirme yolu acaba? Toplu yaşamakla ilgili seçeneklerimiz ne? Meselâ, birleşip birkaç aile bir arada mı yaşamalı, yoksa gençler ayrı ayrı değil ortak ev tutup mu oturmalı? Ama hayır! Kızlı-erkekli öğrenci evlerine hoş bakılmadığına göre bu seçenek de afişe uygun düşmüyor. Geriye bir seçenek kalıyor; evlenip çoluk çocuğa karışmalı, hatta kişi başı tüketimi düşürmek için en az üç çocuk yapmalı. Afişteki hesaba göre bir kişi yüzde 33 fazla tüketiyormuş. Kişi başı tüketimi düşürmek uğruna, hane giderini dört katına çıkarınca, onca boğazı doyuracak işi nerden bulmalı? Evdeki hesap, bakanlığa uymayınca ülkedeki milyonlarca işsiz hangi kapıyı çalmalı? Bırakın kim nasıl yaşayacak diye afiş yapmayı, önce "yaşam hakkı" için çalışmalı!

Son dakika notu: Gazetenin baskıya girdiği saatlerde TRT Sanatçısı Hatice Kaçmaz, evlilik teklifini reddettiği Orhan M. tarafından 15 yerinden bıçaklanarak öldürüldü.

Yazının devamı...

Siz hangi raftasınız?

Birkaç kadın toplantının iş kısmını noktalamışız biraz sohbet ediyoruz. Bahsettiğim kadınların bazıları genel müdür olanlar, kimi de şirket sahibi. Ortak noktaları; eğitimli, iş hayatında başarılı ve maddi olarak güçlü oluşları. Bu arada son derece hoş sohbet, zarif ve eğlenceli insanlar olduklarını da eklemeliyim. Bildiğiniz, “dört dörtlük” tarifine uyuyorlar yani. Masada herkes sırayla eşine veya sevgilisine yaptığı sürprizleri anlatmaya başlıyor. “Biraz da size yapılan sürprizleri anlatın” diyorum. “İşte kendimize de yapmış oluyoruz” diye bir yanıt alıyorum. Bir düşünüyorum da kendi ilişkimde de sürprizleri çoğunlukla ben yaparım. Ama kendi kendime sürpriz yapmış gibi hissetmiyorum hiç, ne de olsa kendi yaptığım organizasyona şaşırmıyorum günün sonunda.

Benimle evlenin misin?

Erkekler için yapılmış yıldönümü, doğum günü sürprizleri üzerine son derece heyecan verici, şahane hikâyeler dinliyorum. Bir ara dayanamayıp “benimle evlenir misin” diyorum kadınlardan birine. Masada kahkaha kopuyor. “Kocan çok şanslı” diye de ekliyorum sonra şakamın altını çizerek. “Ama benim gibi çok çalışan kadına da kaç erkek dayanır?” diye karşılık veriyor. “Nasıl yani” diye soruyorum anlamaya çalışarak. “Erkeklerin çoğu kadınların başarısını kompleks haline getiriyor. Benim eşim çalışmamdan mutlu, ben de ona karşı eksikliğimi böyle kapamaya çalışıyorum galiba” diyerek hayat arkadaşımı sürprizlerle mutlu etme çabasını açıklamaya çalışıyor. “Fazlalığından, eksiklik duyuyorsun yani”. Bu söz ağzımdan birden çıkıyor. Düşüncelerim istemsizce sesimle buluşuyor sanki. Kısa bir sessizlik olunca açıklama yapma ihtiyacı hissediyorum: Yani aslında çok çalışmak ve başarılı olmak erkek dünyasında ‘fazla’ olmak demek. Fazla değere sahip olmak ise övünülecek bir şey. Oysa kadın için fazla akıllı, fazla başarılı, fazla kazanç sahibi olmak “fazlalık” hâline gelebiliyor sanırım.

Toplumun kadınlık tarifi

Ve bir süre sonra bu fazlalık, eksiklik duygusuna yol açıyor anlaşılan. Şimdi size kitap cümlesi gibi gelen bu sözler, o an nasıl birden dilimden döküldü inanın bilmiyorum. Sanki önceden hazırlanmış bir konuşma gibi olduğunun farkındayım, ama gerçek şu ki daha önce hiç bu konuda düşünmemiştim.

Belki kendim de çoğu zaman benzer hisler yaşadığım için bilinç altım bir süredir bu konuyu bana haber vermeden düşünüyordur, bilmiyorum. İnsan, ancak karşısındaki birini benzer durumda görünce meseleleri somutlaştırabiliyor. Oturup reçel yapmam, çocuğumun, köpeğimin tüm ihtiyaçlarını ille de kendim karşılamak için didinmem, ne kadar zorda olursam olayım eşime belli etmemeye çalışmam acaba çalışan, kazanan, iş hayatı olan bir kadın olmayı adeta suçluluk gibi sırtımda taşıyor olmamdan mı? Kim bilir, fazlalıklarımdan duyduğum eksikliktir belki de beni ev kadınlarının dahi yapmaya üşendiği şeyleri bile üstüme almaya zorlayan. Bu toplumun, genetik kodlarımıza kazıdığı kadınlık tarifinde, “çalışmak ve ayaklarının üzerinde özgürce durabilmek” makbul sayılmadığından mı dersiniz, tüm çalışan kadınlarda adeta bir özür gibi kendini paralama hâli...

Oysa Avrupalı bir erkekle evli olduğu için hiç de bu duyguları paylaşmayan, bir başka kadın ne güzel nasihat vermişti bana zamanında: “Sen kendini hangi rafa koyarsan seni ordan alırlar! Alt katta teneke kutularla mı yoksa biraz uzanarak alınacak mesafede olmayı mı istersin, iyi karar vereceksin”. Ve şöyle devam etmişti: “Şahane bir kadın olduğunu ve seninle birlikte olduğu için kocanın çok şanslı olduğunu düşünürsen o da öyle hisseder. Aksi hâlde, didinir durur ama yine de kimseyi mutlu edemezsin. Sakın el altındaki raflarda durma!” Şimdi bir düşünün bakalım, siz hangi raftasınız?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.