Şampiy10
Magazin
Gündem

TEOG sonrası çocukların okuması gereken kitaplar

Hafta içi liselere giriş sınavı olan “TEOG” yapıldı. 1 milyon 287 bin öğrenci, altı dersten sınava tabii tutuldu. İki aşamalı sınav takviminin birincisi böylece tamamlandı. Öğrenciler, aynı derslerden Nisan ayında tekrar sınava girecek. Her yıl bir başka fiyasko yaşanan, liselere seçme yerleştirme sınavında geçen yıl yedi soru “yanlış oldukları” gerekçesi ile iptal edilmişti. Bu yıl benzer bir skandal yaşanmaması için daha fazla özel gösterilmiş olmalı ki sorular uzmanlardan geçer not aldı. Tartışmalı iki Türkçe sorusu biraz kafaları meşgul etse de henüz bir iptal olup olmayacağı ile ilgili bilgi verilmedi. Çocuklara ve ailelerine büyük geçmiş olsun diyor ve bir sonraki sınava kadar yeniden iyi çalışmalar dliyorum. İşte bu hafta yapılan TEOG sınavından arda kalanlar...

- Çocuklar ve aileler her yıl olduğu gibi yine adeta sırat köprüsünden geçti. Bu kadar heyecan, küçücük kalplerde büyük fırtına koparıyor. Ve kim bilir daha sokakta top oynayacak yaştaki çocuklarda ne travmalarda kalıyor. Bu vahşi sistemin çarkında nice çocukluklar heba olmaya devam ediyor.

- Sosyal medyada “TEOG” ile ilgili en çok konuşulan, Türkçe sınavında çıkan “selfie” sorusu oldu. Bu kelimenin Türkçeleştirilmesi için Twitter’da epey kampanya başlatmış olduğum için umarım çocukların başına “selfie” çorabını örenlerden biri olmamışımdır.

- 61 okulda hava koşulları sebebi ile TEOG sınavı yapılamadı. Mazeret sınavı 13-14 Aralık tarihlerinde yapılacak.

- Bu sene, her dersten 3-4 tane “ayırt edici” özellikte zor soru olması, uzmanlar tarafından olumlu karşılandı. Soruların genel olarak çok basit ya da çok zor olmasındansa, kademeli olarak zorlaşan soruların, öğrenciler arasında başarı sıralaması yapılmasını kolaylaştırdığı söylendi.

- Din Bilgisi sorularının geçen seneki kadar zorlayıcı olmaması olumlu bulundu. Çocukların genel bir bilgi sahibi olmasıyla çözülebilecek nitelikteki sorular, geçen senekilere oranla oldukça kolay bulundu. Olması gereken de buydu. Tabii, kişinin özeline giren ve inanç sistemine dayalı “Din” kavramının, çok seçmeli seçeneklerle sınanması ne kadar doğruysa!

- En büyük eleştiri “İngilizce” sorularına geldi. Kolej öğrencilerinin bile zorlanıp yanlışa düştüğü sorular karşısında devlet okullarının ortalaması ne olacak merak konusu! Özellikle Anadolu’da okuyan öğrencilerin imkânları göz önünde bulundurularak yabancı dil soruları oluşturulmalı. Hatta bence sosyal adaletsizliğin bir nebze önüne geçmek için ingilizce dersi, TEOG sınavına katılmamalı. 5 yaşından itibaren İngilizce okuyan çocuklar karşısında, yabancı dil dersleri boş geçen öğrenciler harcanmamalı!

Sınav sonrası moral lazım

Ve sınav sınav sınav derken hobiler bir kenara atılmamalı. Beyin, ancak “doldur-boşalt” yöntemiyle verimli kazanım sağlayabilir, bu unutulmamalı. Hele hele kitap okumak kesinlikle ihmal edilmemeli. Aklın, zaman zaman dağıtılmasının, ardından yapılacak çalışmayı daha verimli kıldığını eğitimciler özellikle belirtiyor. Kaldı ki çok kitap okuyan çocukların okuduğunu anlama becerisi geliştiği için zaten sınavlarda da başarıları artıyor. Kitap okuma oranımızın düşüklüğüne bakınca, ülkemiz gençliğinin “okuduğunu anlama” konusunda dünya sıralamasının sonlarında yer aldığına şaşırmamalı. Kitapları, sınavlar ne kadar yoğun olursa olsun çocuklarımızın baş ucundan ayırmamalı. İşte bu yüzden ben de bir kitap kurdu olan kızımdan, bu yaş grubundakilerin ilgisini çekebilecek nefes kesecek kadar sürükleyici macera kitaplarından oluşan bir liste yapmasını istedim. Ada da kendi okurken elinden düşüremediği kitaplardan bir seçki yaptı. Haydi bakalım, sınav sonrası moral için bir kitap seçin ve dünyanızı değiştirin.
İşte ergenlik çağındakiler için onları stresi hallerinden uzaklaştıracak, kızım tarafından test edilip onaylanmış, macerası bol, en heyecanlı kitap serileri... Kitapların isimlerine bakmayın, çoğu distopik romanlar olduğu için kulağa biraz korkunç geliyor. Hayal dünyasında geçen hikayeler bu yaş grubuna çok hitap ediyor ve isimler de ilgi çekmek için böyle seçiliyor. Eminim tıpkı benim gibi çocuğunuzdan sonra bu kitaplar sizin de ilginizi çekecekler. Kendi çocukluğumuzun klasiklerini alelacele dayatmak yerine, kitap alışkanlığı kazandırmaya öncelik verilince, yerli yazarlara ve klasiklere çocuklar kendi istekleri ile geçiyorlar, emin olabilirsiniz.

- Cehennem Makineleri (seri)- Cassandra Clare
- Uyumsuz(seri) -Veronica Roth
- Ölümcül Oyuncaklar (seri)- Cassandra Clare
- Labirent (seri)- James Dashner
- Percy Jackson ve Olimposlular (seri) Rick Riordan
- Sır (seri)-Pseudonymous Boch
- Gregor (seri)-Susanne Collins
- Açlık Oyunları (seri)-Susanne Collins
- Vampir Günlükleri (seri)-L.J.Smith
- Alacakaranlık (seri)-Stephenie Meyer
- Seraphina (seri)- Rachel Hartman

Yazının devamı...

Tüm kadınlar şiddete karşı birleşin!

25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” idi. Kadın cinayetlerinin günden güne katlanarak arttığı ülkemizde, “şiddet” kadının ikinci adı adeta. Peki, dünya genelinde ilân edilmiş bu mücadele gününün ardındaki hikâye nedir?

İşte 25 Kasım’ın trajik öyküsü 1960 yılının Kasım ayının 25’inde, Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı mücadele eden üç kız kardeşin cesetleri bir uçurumun dibinde bulunur. Patria, Minerva, Maria Mirabel kardeşler, eşleriyle birlikte Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele yürütmektedirler. 1960 Kasım ayı başında Trujillo diktatörlüğü Mirabel kardeşlerin kendileri için en büyük tehlikelerden biri olduğunu açıklar. 25 Kasım’da, üç kız kardeş katledilir. Diktatörlüğün açıklaması, araba kazasında öldükleri şeklinde olur. Mirabel kardeşlerin, Trujillo diktatötlüğü tarafından, tecavüz edilerek vahşice öldürüldüğü ortaya çıkınca, “diktatörlüğe” karşı mücadelenin dünya genelinde sembolü olur bu olay. Birleşmiş Milletler ise 17 Aralık 1999’da, 25 Kasım’ın “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak benimsenmesine karar verir. İşte bu yüzden, 25 Kasım kadına şiddete karşı durmakla birlikte diktatör yönetimlerin tümüne baş kaldırı demektir. Tarihe baktığımızda anlarız ki, tıpkı bu örnekte olduğu gibi, diktatörler ezmek için önce kadınları hedef alır. Çünkü, kadınlar en son baş kaldırır ama bir kez o baş kalktıysa bir daha öne eğmeye diktatörlerin bile
gücü yetmez.

135 ülke içinde Türkiye 126’ncı sırada...

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, tıpkı 2010 yılındaki bir konuşmasının benzerinde olduğu gibi, kadının erkekle eşit olamayacağını ve pek sevdiği söylemi yineleyerek bunun “fıtratına ters” olduğunu söyledi. Yabancı basının da tepki göstererek geniş yer verdiği bu sözler elbette ülkemizdeki kadın hakları için mücadele eden siyasi-sanatçı-akademisyen ve haklarını savunan tüm kadınlardan büyük tepki aldı. Her şeyden evvel, bu açıklamanın, Anayasamızın net bir şekilde kadın-erkek eşitliğini ifade eden maddesini ve altında Cumhuriyetimizin imzası olan uluslararası anlaşmaları reddetmek anlamına geldiğine dikkat çekildi. Zaten kadın cinayetlerinin en fazla işlendiği ülkelerden biri olduğumuz ve böyle söylemlerin daha çok ölüm getireceğine ilişkin bildiriler yayınlandı.

Ve 24 kasım 2014

Cumhurbaşkanı, konuşmasının çarpıtıldığını söyleyip, aynı cümleleri yineleyerek ikinci bir açıklama yaptı: “Önceki gün İstanbul’ da ‘Kadın ve Adalet’ konulu bir zirvede konuşma yaptım. Söylediğim şu; kadın ve erkeği eşit bir konuma getiremezsiniz. Kadınların ihtiyacı olan eşitlikten ziyade eş değer olabilmektir.” Ve sözlerini şöyle sürdürdü: 40 yılı aşkın siyasi mücadelemde kadın haklarını nasıl savunduğum nasıl teşvik ettiğim ortadayken kimse bu konuda bana ve arkadaşlarıma çamur atamaz.” “Aynı” olmakla “eşit” olmak arasındaki çizgide kaybolmak değil niyetim! Kuşkusuz, kadın ve erkek “aynı” değildir ve belki de en çok bu yüzden eşittir. Farklılıklarından sebep mukayeseleri imkansızdır. Elma ile portakal gibi, türleri aynı ama faydaları farklıdır. Üstünlük tartışması zaten tam da bu noktada geçersiz kalır. Kadın ve erkek eşittir. Tıpkı tüm insanların eşit olduğu gibi. Renk, dil, din, yaş, cinsiyet, engel tanmadan herkesin eşit olduğu ve eşit haklara sahip olması gerektiği gibi.

Ve 1 gün sonra...

“Değer” kişiden kişiye değişir, insana gereken tek şey sadece “eşitlik”tir. Kadınlar da kendilerine fazladan bahşedilen “değer”in değil, salt “eşitlik” peşindedir. Tıpkı Latince “femine” yani “kadın” kelime kökünden gelen “feminizm” kavramının Cumhurbaşkanı’nın tarif ettiği gibi “anne kıymeti bilmeyen ve çocuk doğurmak istemeyen kadınlar” anlamına gelmediği gibi, kadınlar için her alanda “eşitlik” istemek de kadın ve erkeğin aynı özelliklerde olmasını talep etmeyi gerektirmez. Kadın hakları savunuculuğu konusunda kendisine haksızlık edildiğini düşünen Cumhurbaşkanı, belki sadece 2002-2009 yıllarındaki kadın cinayetlerinde yüzde 1400 artış olduğunu, çocuk gelinler konusunda şu anda dünya birincisi olduğumuzu hatırlarsa, alınganlığı azalacaktır mutlaka. Ama yine de “kadın-erkek eşit değildir” tezini savunan bir Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından yönetilen ülkemizin, “kadın-erkek” eşitsizliğinde 135 ülke içinde 126’ncı olması, politik tutarlılığın bir ispatı değil midir?

Yazının devamı...

Dünyanın en popüler turistik mekanı Kapalıçarşı

İşte haftanın haberi: Time Dergisi’nin yayınladığı dünyanın en popüler turistik mekanları listesinde, İstanbul’daki Kapalıçarşı birinci sırada... Time’ın yazdığına göre, 15’inci yüzyıldan kalma dünyanın en eski çarşılarından olan Kapalıçarşı’yı her yıl yaklaşık 91 milyon 250 bin kişi ziyeret ediyor. Bu haber, benim gibi Kapalıçarşı’ya tutkuyla bağlı biri için elbette sürpriz olmadı ama itiraf edeyim çok mutlu oldum. Bu büyüleyici mekânın, milyonlarca insan tarafından kıymetinin bilinmesi, toprağımızın mirasını dünya ile paylaşıyor olması büyük gurur verdi bana. Her ay en az bir kere mutlaka gidip gezdiğim, daha önce de hakkında detaylı tanıtım yazıları yazıp ailece çektiğimiz fotoğraflarla paylaştığım Kapalıçarşı’yı dünya birincisi olmasının şerefine bir kere daha mutlulukla sayfama taşıyorum. Tavsiyeler, Saffet Emre rehberliğinde keşfettiğim yeni yerler ve mutlaka yapılması gerekenler...

Evliya Çelebi’ye göre Kapalıçarşı

Evliya Çelebi’ye göre 17’inci yüzyılın ortalarında Kapalıçarşı’da 4 bin 399 dükkan, 2 bin 195 oda, 497 tane dolap denilen küçük dükkan (bugün kullanılmasa da Saffet Emre sayesinde bir örneğini gördüm), iki lokanta, on iki hazine dairesi, bir cami, on mescit, bir hamam, 19 çeşme, sekiz tulumbalı kuyu, 24 han, bir mektep ve bir türbe varmış. Tarih içinde yangın, deprem gibi çok sayıda felaketle karşılaşan Kapalıçarşı, 1894 depreminden sonra yenilenerek bugünkü halini almış. Önceleri, tahminen Bizans yapısı olan Eski Bedesten, şimdiki adıyla Cevahir Bedesteni ve daha sonra “Fatih” zamanında inşaa edilen İç bedesteni varmış yalnızca. Daha sonra, bu bedestenleri birbirine bağlayarak, hanlar, sokaklar, dükkanlar eklenerek, üzeri de kapatılarak büyük ve kapalı bir çarşı haline getirilmiş. Çarşının inşaatını, Fatih Sultan Mehmet başlattığı için, kuruluş tarihi olarak 1461 yılı kabul edilmiş. Bugün 4 bin civarında dükkanı içinde barındıran bu çarşı, turizmimizin ve ekonomimizin en önemli yerlerinden biri.

Nur-u Osmaniye Kapısı ve gizemli sembolleri

Kapının üzerinde Osmanlı’nın amblemi duruyor. Üzerindeki sembollerden bazıları ise şöyle imiş: Asa Hazreti Musa’nın sihirli bastonu; terazide yer alan iki kitaptan biri Fatih’in Kanunname’si, ikincisi Kanun-i Esasi; Bereket Boynuzu, Pagan döneminden başlayarak, Roma döneminde de kullanılan meyve ve başaklarla dolu kıvrılmış bir keçiboynuzu; çift taraflı Teber veya iki taraflı balta, Osmanlı’da da bir üstünlük sembolüydü; ağızdan dolma top, İstanbul’un fethinde kullanılmış. Kılıç ise Türk mitolojisinde beş kutsal öğeden biri.

Kaybolarak keşfedin...

Kapalıçarşı’da yedi kapı ve o kadar çok sayıda sokak, han, esnaf lokantası var ki, keşfetmenin en güzel yolu her zaman olduğu gibi kaybolmaktan geçiyor. Korkmayın; ne kadar kuytulara dalarsanız dalın muhakkak ana cadde sayılan Kalpakçılar Caddesi‘ne yeniden çıkabiliyorsunuz. Kalpakçılar Caddesi, Nur-u Osmaniye Kapısı’ndan girdiğinizde karşınızda uzanan geniş ve dükkan kiralarının en yüksek olduğu cadde. Adından anlaşılabileceği gibi, eskiden sadece kalpak satılan dükkanların olduğu bu caddede bu gün tek bir kalpakçı yok. İşte bazı cadde adları; Serpuşçular, Feraceciler, Terziler...

Yazının devamı...

İstanbul’un ‘kırmızı okulu’ 560 yaşında

İstanbul'un en eski eğitim kurumu neresidir bilir misiniz? Özel Fener Rum lisesi ve İlkokulu... Sadece en eski değil bana sorarsanız, mimari yapısı en güzel okuldur burası aynı zamanda. Fener ve sonrasında başka semtlerde eğitim veren kurum, 1881 yılından bu yana, kırmızı tuğla çehresi ve kubbeli mimari yapısıyla masal kitaplarından fırlamış gibi duran bu tarihi binada öğrencilerine ev sahipliği yapıyor. Okula halk arasında “kırmızı okul” denmesine sebep olan dış cephesini kaplayan kıpkırmızı tuğlaları, Marsilya’dan getirilmiş.

FATİH’İN MİRASI BU OKULDA

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten hemen sonra Rumlara vermiş olduğu haklarla birlikte 1454 yılında Fener Rum Okulu’nun da eğitimine devam etmesine izin vermiş. Bu yüzden tarihi, “İstanbul” kadar eski, mirası Fatih Sultan Mehmet’ten olan bu okul, şehrin ortak kimlik bilincinde ayrıca önemli bir konuma sahip.

Önceleri yine Fener semtinde eğitim veren okul, 1804 yılında Kuruçeşme’ya taşınmış ama 1850 yılında yeniden Fener’deki Patrikhane’nin karşısına dönmüş. 1881 yılında ise Fener Rum Erkek Lisesi mezunu ünlü mimar Dimadis tarafından tasarlanmış ve Rum zenginlerin bağışlarıyla inşaası tamamlanarak, bugünkü muhteşem binasına kavuşmuş. Yıllarca bu görkemli yapıya dışardan bakıp, parmaklıkları arasından fotoğraflamaya çalıştım. Tıpkı bir çocuğun masal kitabındaki şatoyu merak edip, içine girmek istemesi gibi bir etkisi vardı bende bu binanın. Hep içine girmek istedim. Sonunda, sevgili Saffet Emre Tonguç sayesinde bu hayalime kavuştum. Sadece bahçesine girebilmek bile benim için hayal iken, şahane manzaralı sınıflarını ve yerlerdeki yazılarıyla insanı büyüleyen koridorlarını gezme şansım oldu. İçi de son derece çekici olan okulu görünce, “ah keşke böyle bir binada okusaydım” demeden edemiyor insan. İstanbul’dan yolu geçen herkesin, bu şehrin en eski yerleşimlerinden Fener-Balat ikilisini mutlaka ziyaret etmelerini, ara sokaklarda kaybolup, manzara görmek için semtin merdivenlerinden yukarı çıkarken, sürpriz bir şekilde önlerinde belirecek olan bu kıpkırmızı tarihi binanın nefes kesici güzelliğinin keyfini çıkarmalarını ve bol bol fotoğraf çekmelerini tavsiye ederim. Dilerim, bu kültür mirasına sahip çıkmayı sürdürerek, farklı din ve kültürlerin bir kente kattığı güzelliği, sevgi ve saygı içinde uyumla yaşamanın sembolü gibi duran bu anıtın hatırlattığı felsefeyi gelecekteki nesillere aktarmayı başarırız. Özel Fener Rum Lisesi ve İlkokulu’nu böyle bakımlı olarak tutmakta emeği geçen herkesi ve kuruluşunun 560’ncı yılını tüm kalbimle kutlarım. Nice yüzyıllara...

Özel ve dayanıklı tuğlaları 1881’de Marsilya’dan getirilmiş

- Özel Fener Rum Lisesi ve İlkokulu 560 yıldır sürdürdüğü kesintisiz eğitimiyle İstanbul’un en eski eğitim kurumu.

- Şu anki muhteşem bina 1881 yılında yapılmış. 15 yıl önce tekrar tadilattan geçirilmiş.

- Halk arasında “Kırmızı okul” denmesine sebep olan özel tuğlalar, Marsilya’dan getirilmiş. Her türlü dış etkene dayanmasında bu tuğlaların payı büyük.

- 4 yıl orta okul ve 4 yıl lise eğitimi veriyor. Toplam 53 öğrenci bulunuyor. Sınıflar, 6-13 kişilik. Okulun ilk kez bir kadın müdürü var.

- 17’nci ve 18’nci yıllarda okulda felsefe bölümü varmış. Bu yüzden “Akademi” ünvanını almış. 19’ncu yüzyılda bir ara tıp bölümü de açılmış.

- Osmanlı’daki birçok Patrik ve tercüman ayrıca Eflak ve Boğdan Voyvodaları da bu okuldan yetişmiş.







Yazının devamı...

Demi Lovato

13 yaşında bir kız çocuğu annesi olarak, yeni neslin starlarını yakından takip ediyorum. Kızımın ittirip kaktırmasıyla da gençliğin koştuğu, hemen her konsere gidiyorum. Benim kızım, Katy Perry hayranı. Büyük bir hararetle, bu pop starın ülkemize geleceği günü iple çekiyor. Hatta, yakın ülkelerin başkentlerini bile olası bir konser için takibe almış durumda. Demi Lovato’yu sevdiğini biliyordum. Hatta iki şarkısını ben de ezbere biliyorum. Geçtiğimiz Pazar günü Ülker Arena’da verdiği konsere Turkcell’den davet gelince, “hadi gidelim” dedim. Meğer, benim provam olduğumu için kızım ses çıkarmıyormuş. Gideceğimizi söyleyince çocuk bir anda delirdi. Konser başlamak üzereyken heyecandan titriyordu. Sadece o mu! Konser başladığında, stadı dolduran binlerce genç, sanki çalışmışlar gibi hep bir ağızdan şarkıları söylemeye başladı. Eminim, Demi Lovato bile bu uzak coğrafyada böyle bir sevgiyle karşılaşacağını tahmin etmemiştir. Oysa; sansasyonu en az, hayatı belki de en olaysız pop ikonu olduğu için günlük gazetelerin her gün manşetlerini süsleyen starlardan değil o. Belki de bu yüzden, yani adını en az duyduklarımdan olduğu için konserdeki çılgın sevgi beni şaşırttı ve bir o kadar mutlu etti. Kendi kendime yıllardır söylediğim şeyi teyit etmiş oldum: Herkesin dedikodu malzemesi olarak dilinde olan şöhretlerle, hayranlarının meraktan değil yürekten sevgisini kazanmış, kemikleşmiş kitleye sahip olan starları birbirine karıştırmamak gerek.

Daha önceki konserlerde gördüğüm seyirci profilinden de çok farklıydı Demi Lovato’yu izlemeye daha doğrusu dinlemeye gelen çoğunluk. Sırf gideceği konser için marka kıyafet alışverişine çıkan ve daha çok görsel bir şov bekleyen gençlik yerine, sadece sevdiği müzik için toplanmış bir çoğunluk vardı stadta. Kotları ve günlük eşofman üstleri, ayaklarında spor ayakkabılarıyla gelmişlerdi. Sosyalleşmek yerine, şarkılarda kaybolmak isteyen bir halleri vardı. Belki de bu yüzden, Demi Lovato çoğu yerde susup, seyircilere şarkıyı söylettiğinde harika bir koro çıkıyordu ortaya.

Demi Lovato seyircisinin, starın güzelliği, yaşamı ya da sahnedeki çılgın şovu için değil; öncelikli olarak müziği için gelmiş olması elbette tesadüf değil. Deri ve metal karışım, günümüzün pop starlarından çok, 80’lerin rock starı havasında sahne aldı Demi Lovato. Şov, dans, gösteri yoktu. Kıyafet değiştirmedi. Elinde gitarı, hem çaldı hem söyledi. Starlık sistemine karşı bir duruşu vardı adeta ve belli ki yeni yetişen nesil içinde bu ruhu taşıyan tahmin etmediğimiz kadar çok genç vardı. Müzikten ve sesinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayışı, sahnede çok daha güçlü yapıyordu bu genç starı. Ve ben, şimdiye kadar çok daha sansosyonel olarak ülkemize gelen hiçbir genç pop star konserinde böyle bir coşkuya tanık olmamıştım. Moda diye kendini kaptırmış takipçi sürüsüyle değil, müziğiyle kemikleştirdiği bir hayran kitlesiyle ilerliyor Demi Lovato. Uzun yıllar çok şarkısı dillerde olacak buna eminim. Dilerim çizgisini hiç bozmaz ve gençlik için alternatif bir idol olmayı sürdürür.

KONSER NOTLARI:

- Konser toplamda 1 saati zor buldu. Hele 500 liraya varan bilet fiyatları, İstanbul trafiğinde hatta başka kentlerden gelenlerin katettiği onca yol düşünüldüğünde bu süre gerçekten izleyiciyi tatmin edemezdi. Artık bunun bir standarta oturtulması ve organizasyonu yapanların bu koca kente bir küçük mola durağı gibi muamele edilmemesi için gereken maddeleri sözleşmeye koyması lâzım.

- Bu konserlerin asıl kitlesi 10-18 yaş grubu ergenlik çağındaki gençler. Mecburen aileler eşlik etmek zorunda kalıyor. Ebeveynlerin yeni jenerasyonun zevkleriyle imtihanı da burda başlıyor. Daha çok “refakat” görevi kadınlara düşüyor ve genellikle iki çeşit anne profili gözleniyor. Kendini güncelleyerek yeniden o yaşlarına dönüp en az çocuğu kadar eylenenler ya da akıllı telefonunda ektiği çilekleri toplayanlar. Ben, “eğlenen anneler” grubundayım. Eğer siz de biraz çocuğunuzun dinlediği müziğe kulak verirseniz hepsi olmasa da içinden beğendiklerinizin çıkacağını göreceksiniz. Gideceğiniz konserleri de ortak zevkleriniz doğrultusunda seçerseniz bir süre sonra çok eğleneceğinize emin olabilirsiniz. Ama sırf çocuklar arası popüler diye kötü sesleri kabullenmek için kendinizi sakın zorlamaya da kalkışmayın.

Yazının devamı...

Mezopotamya’da bir hazine: Dara

Güneydoğu Anadolu’ya ve bölgedeki kadim geleneğe yolculuk etmeyi çok sevdiğimi her fırsatta dile getiriyorum. Eğer daha önce ülkemizin bu muhteşem coğrafyasına hiç uğramadıysanız, en kısa zamanda mutlaka seyahat listenize almanızı öneririm. Yemek, tarih, kültür, el sanatları... Bu coğrafyayı tercih etmek için o kadar çok neden var ki. Sakın, medyanın bu toprakları çoğunlukla bir korku filmi gibi göstermesine kanmayın. Büyük kentlerden çok daha sakin ve huzurlu bir ortamla karşılaşacaksınız. Kavga da terör de ülkenin hiçbir il merkezinde İstanbul’dakinden daha vahşi değil. Kobane eylemleri sırasında Diyarbakır-Mardin dolaylarına gitmiş biri olarak, herkese yaşadığı ülkenin her karışını gidip görmesini ve kafasında vatanının haritasını kendi keşfederek oluşturmasını tüm kalbimle tavsiye ederim.



Güneydoğu’nun Efes’i

İşte bugün, “Sacred7”ın Mardin’e düzenlediği şahane bir gezi programında keşfettiğim muhteşem bir hazineden söz etmek istiyorum. Mezopotamya ovası ile Tur-Abdin Dağlarının birleştiği yerde kurulmuş bir Antik kent: Dara. Ne şanslıyım ki, Mezopotamya’nın Efes’i olarak nitelenen bu Antik Kenti, kazı çalışmalarını da yürütmüş olan, sevgili Mesut Alp ile keşfettim. Mardin’in 30 kilometre güneyinde bulunan Dara köyündeki Dara Antik Kenti, su sarnıçları, köprüleri, çarşısı, kilisesi, tiyatrosu, yerin 40 metre altındaki yerleşim birimi ve nekropolüyle (mezarlık) nefes kesici. İranlılar, Romalılar, Araplar ve Osmanlılar’ın hakimiyetinde kalan bu antik kent, kazı çalışmaları ilerledikçe Mezopotamya’da tüm ihtişamıyla gün ışığına çıkıyor. Sevgili Mesut, Muhtar İbrahim Bilgiç’in evinde bizim için hazırlanan muhteşem yer sofrasında ağırladı bizi. Köy tavuğu ve patlıcanlı-patatesli pilav ile hazırlanan “maklube” ise yediğim en muhteşem yemeklerden biriydi. Tarih-kültür-yemek üçlüsünü seven herkese bu köye bir kere ziyareti tavsiye ederim.

Gizemli girdapların şehri

Kendi doğduğu, kendi kazdığı toprağın tarihi; Mesut Alp’in kendi anlatımıyla, Dara Antik Kenti: “1986 yılından başlayan bilimsel kazı ve araştırmalar, halen Mardin Müzesi tarafından yürütülmektedir. Gelip gören herkesi tarihin gizemli girdaplarına götüren bu şehir, çoğu zaman bölgenin Efes’i olarak da zikredilir. Dara, Roma İmparatoru Anastasius’un dönemine kadar küçük mütevazı bir yerleşim alanı iken, 359’da Nisibis’in (Nusaybin) Persler tarafından alındıktan sonra, önemli bir idari ve askeri merkez olan Amida (Diyarbakır) saldırıya çok açık bir hale gelir. Komutanların yoğun baskısı sonucu imparator, M.S. 505 senesinde, Dara şehrini yaklaşık 4 km uzunluğunda bir sur duvarı ile çevreletir ve 28 tane kule ile de destekler. Gönderdiği büyük bütçe ile, bir kent inşa ettiren imparator, şehrin adını, Anastasiopolis olarak değiştirir.



Roma’nın doğu sınırı...

Dara şehri ile, Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırını önemli ölçüde güvence altına alsa da, kaçınılmaz son gerçekleşir ve kent Sasanilerin eline geçer. İki güç arasında sürekli el değiştiren kent, 640 senesinde İslam Orduları tarafından fethedilir. 14’ncü yüzyıl Moğol istilasına kadar ticari ve askeri olarak önemi koruyan Dara, önemi yitirmeye başlar. Dara Antik Kenti’nde, geç Roma, erken Bizans, Selçuklu ve Osmanlı yapılarını bir arada görmek mümkündür. Bu yapılar arasında, şehrin surları, kapısı, agorası ve sütunlu caddesi, tarihi köprüsü, sarnıçlarını, mozaikli yapıyı, Perslerle yapılan savaşta kullanılan surun dışındaki hendeği, nekropol alanı ve mezarlık alanındaki kümbetleri saymak mümkündür.

Eski Çağların izini her taşında görebileceğiniz bu şehir, Roma İmparatorluğu’nun kendini gizlediği bir sığınak gibidir. Köyün her evi, antik bir yapının ya kendisi ya da bir parçasıdır. Dara, zamanın durduğu, efsanelerin dile geldiği yorgun bir şahididir Mezopotamya’nın...

Yazının devamı...

Her dinin kutsalı Aşure

DÜNYADAKİ farklı kültürlerin ve inanışların, ortak olarak yaşattıkları ritüellerin çok daha kuvvetli bir enerjisi olduğuna inanırım. Tarih boyunca, farklı anlamlar yüklenerek benzer inanış biçimi geliştirilen o kadar çok ibadet ve gelenek var ki. Bunların çoğu, insanoğlunun inanma ihtiyacı sebebiyle büyük dinlerden binlerce yıl önce ortaya çıkmış, peygamberler tarafından, getirdikleri dinlere uyarlanarak, yüklendikleri yeni anlamlarla birlikte günümüze kadar ulaşmış. Unutmayalım ki hayatta en zor vazgeçilebilen şeyler alışkanlıklarımızdır. Bu yüzden olsa gerek, insanoğlu, tek tanrılı dinlerle birlikte inanç sistemini değiştirse de çoğu ibadet ya da ritüelinden vazgeçmeden, bunları kabul ettiği yeni dine uyarlamış. Dinler tarihine bu gözle baktığımızda, her ne kadar dinler ya da mezhepler arası çok büyük ayrılıklar var gibi görünse de çoğu zaman ortak bir hareket gözlenmesi doğal bir sonuçtur. Ve işte, içinde bulunduğumuz Muharrem Ayı ve onun geleneği olan Aşure Orucu ve tatlısı da çoğu din ve mezhebin ortak ritüelinin bir parçası olarak günümüzde hala yaşıyor. İslâm dininden önce başta İsrailloğulları olmak üzere pek çok farklı toplumun Aşure günü oruç tuttuğu biliniyor. Farklı din ve mezhepler tarafından, farklı anlamlar, uygulayışta değişen nüanslar olsa da, asıl adıyla “Aşura” günümüzde kutsalını koruyor. İslâm inancına göre, Muharrem ayının onuncu günü, Nuh Peygamber, Büyük Tufan’dan sonra karaya ayak bastığında elinde kalan son malzemelerle bu tatlıyı yapar.



Buğday, nohut, toz şeker, fasulye, pirinç ana malzemelerimizdir. Süsleme amacı ile ceviz, çam fıstığı, badem, nar, susam ve tarçın gibi kuruyemiş, meyve ve baharatlar kullanırız. Hiçbir hayvansal ürün içermemesi itibariyle belki de dünyadaki ilk ve en yaygın vegan tarif olması da ayrıca dikkat çekicidir.

Henüz “Allah’ın Ayı” olarak andığımız, Hicri takvimin ilk ayı olan “Muharrem” bitmemişken, benim de şahsi olarak en sevdiğim ve elimden geldiğince sürdürmeye gayret ettiğim bir gelenek olan “Aşure-Aşura tatlısı yapma ve dağıtma” ritüeline bir göz atalım istedim.

”Aşure” ne demektir?

İbranice kökenlidir ve dilimize Arapça’da “10” anlamına gelen “aşara” kelimesinden türeyerek geçmiştir. Bu sebeple, Muharrem ayının 10’ncu günü oruç tutulur ve aşure yapılır. Alevi Müslümanlar ise Hz. Hüseyin, Kerbala da şehit edilmeden önce Muharrem ayında tutulan oruçtan sonra pişirdikleri aşura çorbasını bir şenlik havasında yapıp, paylaşırlarmış. İmam Hüseyin’in şahadetinden sonraki tarihlerden itibaren, Kerbela şehitleri ve 12 İmam olmak üzere bu yolda canlarını veren bütün şehitlerin anılarına bağlılığın bir gereği olarak pişirilip dağıtılır olmuş. Aleviler, bu acı olayı ve 12 İmam’ı anmak için, Muharrem ayında 12 gün oruç tuttuktan sonra, kardeşlik-birlik ve barış duygularıyla aşurelerini yapıp dağıtırlar. İçine de mutlaka 12 farklı malzeme koyarlar. Elbette günümüz şartlarında, yapımı oldukça da zahmetli olan Aşure tatlısı bir günle sınırlanmadan, yapımı tüm Muharrem ayına yayılmıştır. Bu yüzden bir sonraki pazar günü olan 23 Kasım’a kadar komşudan gelen aşure sürprizi ile karşılaşma mutluluğu devam edecektir. Bu ay özellikle kız çocuk bulunan evlerde aşure tatlısı pişirme geleneği ise yine adettendir.



”Aşure”, İslâm alemi dışında kimlerin geleneğinde vardır?

Musevilik inancında Büyük Kefaret Günü için kullanılmıştır. Hüseyin ibn Ali ve beraberindeki 72 Müslüman Hicri 61 senesinin Muharrem ayının onuncu gününde (10 Aralık 680) Yezid’in emriyle günlerce aç ve susuz bırakıldıktan sonra öldürüldükleri için o güne “Aşura Günü“ demişler. Ermeni ve Rum kültüründe de vardır. Ermeniler, 6 Ocak’ta “anuş-abur” yaparken; Rumlar, buğday, kuru üzüm ve bal ile yaptıkları “koliva”yı kilise kapısında dağıtıp ortasına bir mum diktikleri bir tabakla mezarın başına yerleştirirler.

Neden 10’ncu gün tatlı (Aşure) ikram ederiz?

Hadis kitaplarında okuduğuma göre Allah, Muharrem ayının 10’ncu günü 10 peygamberine 10 farklı ikramda bulunmuştur.

- Allah, Hz. Musa’ya Â∫ura Günü’nde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.
- Hz. Nuh gemisini Cûdi Dağı’nın üzerine Âşura Günü’nde demirlemiştir.
- Hz. Yunus balığın karnından Âşura Günü kurtulmuştur.
- Hz. Âdem’in tevbesi Âşura Günü kabul edilmiştir.
- Hz. Yusuf kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan Âşura Günü çıkarılmıştır.
- Hz. İsa o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
- Hz. Davud’un tevbesi o gün kabul edilmiştir.
- Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.
- Hz. Yakub’un, oğlu Hz.Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
- Hz. Eyyûb hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.

Yazının devamı...

Diller ve dinlerin buluştuğu toprak: Midyat

GEÇEN hafta sonu yakın arkadaşlarımızla ufak bir kaçamak yapalım dedik. Baktım gruptan kimse görmemiş, “Hadi Mardin’e gidelim” dedim. Ben de on küsür yıl önce Her zaman olduğu gibi, takıldım “sacred7”ın peşine ve Ayşe Kaynarcalı’nın konfordan vazgeçmeyen ama yerelliği de kaybetmeyen gezi programının akışına bıraktım kendimi. Diyarbakır-Hasankeyf-Midyat-Mardin... Hem çok şey öğrendim hem de çok eğlendim. Mardin’deki pek çok kazı çalışmasını yürüten ve kendi topraklarının gelişmesi için var gücüyle çalışıp proje üreten Mesut Alp’de bize eşlik edince, unutulmaz bir deneyime dönüştü yolculuğumuz. Misafirperverliği için hem Mesut’a,ne kadar teşekkür etsem az. Ve elbette ki her ânımızı bir masala çeviren sevgili Ayşe’ye...

En çok etkilendiğim ve ilk kez gördüğüm Midyat’a götürmek istiyorum sizi bugün. Tarih boyunca, “diller ve dinler şehri” denmiş, Midyat’a. Günümüzde de dört dil ve üç dine evsahipliği yapıyor Midyat. Türkçe, Kürtçe, Süryanice ve Arapça günlük olarak kullanılan diller. Ha bir de Midyatlı çocukların arasında yaygın olan ve gururla konuştukları “kuş dili” var tabii. Müslümanlar, Hristiyanlar (Süryaniler) ve Ezidiler ise çoğunluğu oluşturan din grupları. Midyat’ın dokusunda en belirgin imza, burda en uzun süredir yerleşik yaşamı sürdüren, Süryanilere ait kuşkusuz. Zaten bu coğrafyada dokunduğunuz her taş, 1500-1600 yıllık. Daha insanoğlu kutsal kitaplarla tanışmamışken, taşlara kazınmış tarih, kimsenin malı olamayacak kadar ya da herkesin vatanı olmayı hak edecek kadar kâdim.

Fotoğraf: Tolga EŞİZ




KONAKLAMA: Kesinlikle Kasr-ı Nehroz. Olağanüstü, şahane, muhteşem... 1600 yıllık bu büyüleyici yapınin içinde bir azizin mezarı da var. Yenigün ailesi, Mardin’in kültür mirasına bir hediye olarak restore ettirmiş kendi evlerini. Otelin yemekleri de harika.

MUTLAKA UĞRAYIN: Mor Gabriel Manastırı... Dünyanın ayakta duran en eski Süryani-Ortodoks Manastırı. Ayrıca yaşayan en büyük beş manastırdan biri... Diğer adı, Deyrulumur yani Yaşam Manastırı... Çok etkileneceksiniz.

MUTLAKA ALIN: Çarşıdan telkâri işi, gümüş yüzükler, küpeler, halhallar... Çok beğeneceksiniz.

MUTLAKA YİYİN: Maklûbe... Altta patlıcanlı, patatesli pilav, üzeri köy tavuğu ya da kuzu tandır... Bayılacaksınız.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.