Şampiy10
Magazin
Gündem

Oscar’a adım adım en iyi filmler

Amerika’da film sektörünün ödül mevsimi açıldı. “People Choice”tan tutun, Altın Küre’ye kadar pek çok ödül töreni yapıldı ve sıra yavaş yavaş Oscar’a gelmeye başladı. Daha önceki yıllarda da belirttiğim gibi Oscar Ödül Töreni’ni, seçimleri açısından çok hesaplı-kitaplı bulurum ve açıkçası hiç bir zaman en iyilerin ödüllendirildiğini düşünmem. Kendi içinde bir politik matematiği olduğundan da bana göre, sonuçları genellikle şaşırtıcı olmaz. Hatta geçen yıl yine bu sayfamda tahminlerimi yazmış ve sonuçların açıklanmasıyla çok kişiyi şaşırtmıştım. Bu yıl kesinlikle kıran kırana bir mücadele olacak. Gerçekten çok güzel filmler var ve çoğu da “Oscar” tarzı yani komitenin sevdiği türden. Oscar’ı kapmak isteyen oyuncular ve yapımcılar seçim kampayalarına başladı bile. Davetler şimdiden havada uçuşuyor. Eğer siz de tahminlerinizle bu eğlenceye katılmak istiyorsanız, aday filmleri izlemeye başlamalısınız.

En İyi Film adaylarını izlemeye Büyük Budapeşte Oteli ile başlayın. En kuvvetli adaylardan olan bu film, özellikle “sanat yönetimi” ve “görüntü yönetimi” dallarında çok iddialı. Masalsı bir gerçeklikle kurgulanmış “Büyük Budapeşte Oteli” eğlenceli ve izlemesi çok keyifli bir film.

Birdman (Atmaca): 9’dalda adaylığı bulunan “Birdman (Atmaca)”, büyük hayranlık duyduğum yönetmenlerden Alejandro Gonzales Inarritu’ya ait. Tiyatro, popüler kültür ve şöhret üzerine çok şey söyleyen film, oyuncuların egolarıyla yüzleşmesini anlattığı için olsa gerek beni çok çok etkiledi. Inarritu’nun ya senarist (kuvvetle ihtimal) ya da yönetmen olarak heykelciği kucaklamasına kesin gözüyle bakıyorum. Micheal Keaton ise “En İyi Erkek Oyuncu” ödülüne en yakın isimlerden biri. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ise henüz tüm adayları izlememiş de olsam da bu filmdeki performansıyla Emma Stone’un olacak diye düşünüyorum. Emma Stone’un en büyük rakibi ise Boy Hood (Çocukluk) filmindeki performansıyla Patricia Arquette...

İşte Oscar’ın en ilginç filmi Boy Hood (Çocukluk). Açıkçası, uzun zamandır tüm sinefiller gibi ben de bu filmin tamamlanmasını bekliyordum. Daha izlemeden herkesin favorisi olan yapımın bu kadar ilgi çekici olmasının sebebi 12 yıl boyunca çekimlerin devam etmesi ve böylece gerçek yaşamla eş zamanlı bir kurguya sahip olması. Altı yaşında annesi ve babası ayrılan çocuğun, 12 yıla yayılan büyüme hikâyesine odaklanan film sayesinde gerçekten de altı yaşındaki bir çocuğun büyümesine tanık ediyor film izleyiciyi. Ethan Hawke ve Patricia Arquette gibi tanınan oyuncuların, 12 yıllık gerçek değişimlerine şahit olmak da izleyici için farklı bir deneyim olarak karşımıza çıkıyor. Sırf bu özelliği bile, 6 adaylığı olan filmin en çok ödülle geceyi kapatması ihtimalini güçlendiriyor.

The Immitation Game ve American Sniper: Ünlü matematik dehası Alan Turing’in yaşamının anlatıldığı bu biyografik film, 2’nci Dünya Savaşı İngiltere’sinde geçiyor. 8 adaylıkla oldukça iddialı görünse de En İyi Fim için çok şansı olacağını sanmıyorum. Clint Eastwood yapımcılığındaki American Sniper (Keskin Nişancı) filmi ise 6 dalda adaylıkla iddialı filmlerden bir diğeri.

Amerika’da gişede birinciliğe yükselen filmde Bradley Cooper başrolü üstleniyor. Clint Eastwood’a büyük hayranlık duyuyorum, Bradley Cooper’ın ise çoktan Oscar’ı almış olması gerektiğini düşünüyorum ama henüz izlemediğim için bu filmle ilgili çok da iddialı konuşmak istemiyorum.

Selma (Özgürlük Yürüyüşü): Brad Pitt’in yapımcılığını üstlendiği film, Martin Luther King ve Lyndon Baines Johnson’ın Amerika’yı değiştiren sivil haklar yürüyüşleri üzerine odaklanıyor.

Son yıllarda benzer dokular üzerine çok film yapıldığı düşünüldüğünde, “En İyi Film” kategorisinde ödül alması biraz zor görünüyor ama başrol oyuncusu David Oyelowo performansıyla izleyenleri büyülüyor.

The Theory of Everything (Her Şeyin Teorisi): Oscar’ın bir başka biyografik filmi. Bu kez, ünlü fizikçi Stephen Hawking’in özel hayatı beyaz perdeye yansıyor. Hawking’i canlandıran, Eddi Redmayne ise Oscar’ın habercisi Altın Küre’yi kucaklayarak, Oscar yarışındaki iddiasını ortaya koyuyor.

Whiplash: En sürpriz filmlerden biri. 5 dalda adaylığı bulunan, bir aydan kısa bir sürede çekimleri tamamlanmış yapım kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film. “En İyi Film” olmasa da “Ses Miksajı” kategorisinin en iddialı filmi bana göre.

Yazının devamı...

Beyaz düşler: Kayak tatili



Bu satırları, uçsuz bucaksız bir beyazlığın içinden yazıyorum. Adeta bir rüya... Her yer beyaza kesmiş. Bembeyaz tanecikler gözbebeklerime konuyor. Neresi yer neresi gök karıştırıyorum. Hava bile beyaz kokuyor. Sadece bir ressamın yağlı boya tablosundaki fırça darbelerini andıran ağaçlar bu beyazlığı yer yer kesiyor. Bu kış masalında, güneşli günlere aşık ben bile baştan çıkıyorum ve ruhumu bu kristal soğuğa teslim ediyorum.

Ben Ege çocuğuyum. İzmir'de, Yamanlar Dağı'nın tepesinde belirsiz bir bulutu andıran beyazlığı uzaktan gördüğüm kadar vardı çocukluğumda kar. Sonra, eşimle ilk evlendiğimiz yıl Kartalkaya'ya gitmiş ve kayak deneyimimizi eşimin kolunun çıkmasıyla noktalamıştık. Taa ki Ada biraz büyüyene kadar... Tabii sevgili eşim Tolga, karda yürümeye bile yeminli olduğu için, kızımızı kayakla tanıştırma görevi bana düştü. Sömestir tatilini fırsat bilip, anne-kız kaçamakları yapmaya başladık böylece. Kayak okulları ve pistlerin güvenliği sebebiyle çoğunlukla Avusturya'dan yana oldu tercihimiz. Bir de yarı yıl tatili kalabalığına takılmamak için ve biraz da Alplerin dağ kültürü solumak için. Bu yıl yeni oyunumla sahnede olduğumdan ancak 3-4 günlük bir kar tatili zamanımız vardı. En akıllıcası yurt içinde kalmaktı. Yüzlerce kişinin üst üste, harala gürele kaldığı büyük oteller hiç bana göre olmadığı için "ne yapmalı" diye kara kara düşünürken, akıl vermesi için hemen sevgili arkadaşım Saffet Emre Tonguç'u aradım. Ve Saffet'in tavsiyesiyle ülkemizin tek butik kayak oteli Golden Key'e geldim. Küçük ve butik otelcilik anlayışlarına bayıldığım için 14 yıldır Bördübet ve Hisarönü'ndeki Golden Key'lere giderim ama Kartalkaya'da da şubeleri olduğunu bilmiyordum. Ahşap ağırlıklı, sıcak, modern ve aynı zamanda buram buram "dağ" kokan bir tarzda tasarlanmış, 40 odalı tam bir butik otel burası. Hava koşullarının olumsuzluğundan kayak yapılamadığı günler bile kendinize sessiz bir köşe bulmak mümkün. Kayak yapmayı tercih etmeyip sadece dağ havası alıp, kitap okuyup, spa ile dinlenmek isteyenler için tam bir cennet burası. Çocuklar için de eğlenceli. Benim gibi dekorasyonda özgün tasarımlar seviyor ve sakin, küçük otelleri tercih ediyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. Kayak hocaları çok iyi. Özellikle ormanda kar yürüyüşünü mutlaka tavsiye ederim. Eşsiz bir deneyim. Eğer büyük ve şaaşalı otellerden hoşlanıyorsanız Kaya Palazzo Oteli tercih edebilirsiniz. Dağ otelinden çok klasik şehirli ve lüks bir otel burası. Aynı noktada bulunan bölgenin en eski otelleri Grand Kartalkaya ve Doruk Kaya ise daha uygun fiyatlı ve çok sayıda odaya sahip...


Türkiye mi, Avrupa mı?

ÂBelki şaşıracaksınız ama Euro'ya rağmen maalesef ülkemiz kayak tatilinde daha pahallı. Avrupa’nın en popüler kayak merkezlerinde uçak dahil bir hafta tatilin maliyeti, ülkemizin en uygun bütçeli otellerinde kalarak kayak yapmanın toplam tutarından daha düşük. Üstelik Türkiye'deki pistlerin güzelliği ve güvenliği maalesef Avrupa'dakilerin yanına bile yanaşamaz. Avusturya'da, sabah 09.00- akşam 16.30 bir haftalık kayak okuluna, haftalık çocuk başı 150 Euro öderken, Kartalkaya'da bu parayı çocuğunuzu yazdıracağınız grup için günlük 2 saatlik derse ödüyorsunuz...

ÂÜlkemizde tabii ki misafirperverlik ve ilgi, Avrupa'ya göre çok yüksek. Bizde kayaklarınız taşınır, ayakkabılarınız giydirilir, hocalar çok yumuşak davranır. Avusturya'da dersler askeri disiplin ağırlıklıdır. Çocuğunuz mızmızlandığında hocalar nazını çekmez. Güvenliği tam sağlıyorlar ama en küçük bir şımarıklığa müsamaha göstermiyorlar. Açıkçası bu disiplin, başlarda biraz zorlasa da çocuğun gelişimi için gayet faydalı oluyor.

ÂPist güvenliği: Kesinlikle Avrupa. Bir kere bu bir kültür. Yani "dağlı" olmak pek bizim kullandığımız hakaret sıfatı kadar basit bir şey değil. Ne yazık ki bizim dağ kültürümüz, disiplinimiz ve etiğimiz yok. Kurallara uymuyoruz. Bu da tehlike yaratıyor. Özellikle; snowboard kayanlar ciddi tehlike yaratıyor. Avrupa'da snowboard kayanlar, sadece kayakçılara ait pistlere kesinlikle girmiyor. Ne yazık ki çoğu kişi kuralları takmıyor. Kayak sporu ise kuralsızlığı kaldırmıyor.

ÂKayak tatili keyfi açısından: Hükümetin kayak turizmine destek vermesi, bölge otellerinin birleşmesi ve belediyelerin de beldeleri geliştirmek için çalışması gerek. Kısaca, iç turizmde kış tatilini kalkındırmak için el birliği gerek.

Yazının devamı...

Aynı nakarat

Yazı yazmaya ilk başladığımda yine tıpkı bugünlerde olduğu gibi sömestir tatiline girilmişti. Geride bıraktığım üçüncü sömestir olmasına rağmen bu tarihlerde yazı konum hiç değişmiyor, değişemiyor: Liseye geçiş sınavı skandalı! Yıllar geçiyor, sınavın adı SBS, OKS, TEOG diye sürekli değişip duruyor ama yaşanan skandallar değişmiyor. Her yıl hatalı sorular ve sonrasında yaşanan kaos, ne yazık ki hep aynı kalıyor. Geçen yıl, Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) bütün ayak diremesine rağmen sonunda mahkeme kararı ile iptal edilen 7 soru, tüm sıralamayı bir anda değiştirdiği için, istediği okulu kesin kazandığını düşünen binlerce öğrenci hayal kırıklığı yaşamıştı. Bu sene de durum çok farklı değil. İki soru, tüm eğitmenlerce “hatalı” olarak nitelendiriliyor ama MEB, yine hatalı görünmemek için inatla soruları iptal etmiyor. Sorular mahkemede. Ama öğrencilerin puanları açıklandı bile. Olası ve muhtemel bir iptal sonrasında şu anda açıklanan puanlar yine değişecek ve öğrenciler arasında yine hayal kırıklıkları yaşanacak ve evdeki hesap çarşıya uymayacak. Oysa sağlıklı olan tutum; bunca eğitmenin sözüne kulak vererek soruları iptal etmek ve sonra puanları açıklamaktı. En azından, mahkeme sonucunu beklemek gerekti. Sınavda hatalı soru hazırlamaktan daha kötüsü, hatayı kabul etmeyerek öğrencileri ve tabii ki velileri kaosa sürüklemek. Önce puanlar açıklanıp, sonra iptal edilen sorulara göre yeniden puanlar hesap edilince ne yazık ki yüzbinlerce aile tepeters oluyor. Hele bir de kimi yetkililerden “zaten bu liseye geçiş sınavı o kadar da önemli” değil gibi açıklamalar gelince, tüm yıl canını dişine takarak çabalayan insanlar iyice çileden çıkıyor. Sonuçta bunca öğrenci ve ailesi bu süreci hayati bir mesele olarak görüyorsa, hafife almaya çalışarak problemlerin üzerini örtme gayreti, sıkıntıları hafifletmiyor. Kim ne derse desin gerçek değişmiyor; TEOG bir gencin gelecek hayatını belirleyen en önemli sınavlardan biri olma özelliğini koruyor. MEB asıl yanlışı, hazırladığı hatalı sorularla değil, hatasından dönmemekte inat etmekle yapıyor.

İşte merak edenler için, Türk Dil Kurumu’nun da hatalı bulduğu mahkemelik o soru:

Ormanlar, maziyi hatırlatan gölgeli yollar, sürü halinde uçuşan kuşlar, beni daima etkilemiştir.

Bu cümlede virgülün kullanımı ile ilgili ne söylenebilir? (Türkçe dil bilgisi kuvvetli olan yaklaşık 2 bin öğrenciler, “kuşlar” kelimesinden sonra gelen virgüle takıldığı için bu soruda çelişki yaşamış ve C-D şıklarına yönelmiş. MEB ise sorunun cevabını A şıkkı olarak belirlemiş.)

A)Birbiri ardınca sıralanan eş görevli kelime ve kelime gruplarının arasına konmuştur.

B)Sıralı cümleleri ayırmak için konmuştur.

C)Uzun cümlelerde yüklemden uzak düşmüş olan özneyi belirtmek için konmuştur.

D) Cümle içinde ara sözleri veye ara cümleleri ayırmak için konmuştur.


İşte bu yıl liseye geçiş yapacak 1 milyon 287 bin 847 öğrencinin ve velilerinin cevap beklediği sorular:

-Eğitimcilerin çoğunluğunun “hatalı” olduğu konusunda görüş birliğinde olduğu (1 Türkçe-1 Matematik) iki problemli soru iptal edilecek mi? İptal edilecekse, yeni puanlar ne zaman hesaplanacak?

- Özel okullar ne şartlarla öğrenci alacak? Her okulun sınavda, farklı derslerin sonucunu esas alarak öğrenci alacağı söyleniyor ama hangi okulun hangi puanlamayla öğrenci alacağı netlik kazanmış değil. Anadolu ve Fen Liseleri altı dersin tamamından öğrencileri sorumlu tutarken, özel okullar, üç ya da dört dersin ağırlıklı ortalamasını esas almak istiyor. Geçen yıl, Üsküdar Amerikan Koleji’ne mahkeme kararıyla son anda dahil edilen bir öğrenci sebebiyle yaşanan skandaldan dolayı bu yıl, MEB’in bu konuya netlik kazandırması bekleniyor.

- Rekor bir sonuçla, nerdeyse 5 bin çocuğun tüm soruları doğru yaparak birinci olduğu bir sınavda, sağlıklı bir yerleştirmeden söz etmek nasıl mümkün olacak? Birinci olan 5 bin çocuk istedikleri okula yine de yerleşemeyecekler. Bu durumda hangi kriter bu öğrenciler arasında belirleyici olacak? Doğum tarihine göre yaşı küçük olana öncelik vererek mi sıralama yoluna gidilecek? Bir öğrencinin istediği okula girebilmesi için sınavda birinci olması da yetmiyorsa, bu çocukların ağızları ile hangi kuşu tutmaları gerekecek?

- Her yarıyıl tatili, 8’nci sınıf öğrencileri için k-bus olmaya devam edecek mi? Sağlıklı bir sınav, sonuç ve yerleştirme hiçbir zaman mümkün olmayacak mı? Tüm soruları doğru yapan bir öğrencinin, istediği okulu kazanabileceği günler uzak mı?

- Gecesini gündüzüne katarak, sınav k-busu içinde çocukluklarını-gençliklerini yaşayamayan öğrencilerimiz, Avrupa genelinde yapılan “Pisa” değerlendirmelerinde yine sonuncu mu olacak? Bu çocuklar hem hamal gibi çalışıp hem de çağın gerisinde mi kalacak!

Yazının devamı...

Ünlüler neden bu kadar çok boşanıyor

Yahu bu ünlüler neden bu kadar çok boşanıyor! İşte son bir haftadır sürekli bana sorulan soru! Yanlış anlamayın, boşandığım falan yok ama ne zaman ünlü biri boşansa, aynı soruyla muhatap ediliyorum. Bu hafta, Emre Altuğ ve Çağla Şikel boşanınca, yine sürekli aynı soruyu duyar oldum: "Neden, ünlüler hep boşanıyor"! Tabii sorular bu kadarla kalmıyor, muhakkak "neden boşanmışlar" sorusu da peşi sıra geliyor. "Ünlüler" ortak kümesinde herkesi aynı sepette görme eğilimi, boşanmalarda ayyuka çıkıyor. Sanırsınız biri boşanınca, herkes boşanmış sayılıyor. Ya da, bir ünlü boşanırken, tüm ünlülere nedenini açıklıyor! Gazeteler ve televizyonlar ise bangır bangır sormaya devam ediyor: Neden ünlüler hep boşanıyor! Peki bu doğru mu? Yani gerçekten, boşanma en çok ünlüler arasında mı yaşanıyor?

Öncelikle, tıpkı evlendikleri gün olduğu gibi, bugün de Emre Altuğ ve Çağla Şikel'e mutluluklar dilerim. "Neden boşandılar acaba" diye soranlara şaşıyorum! "Ünlü" ya da "ünsüz" diye ayrılmaksızın insanlar tek bir nedenden ötürü boşanırlar çünkü, bunu biliyorum: Mutsuzluk. Gösterilen gerekçe ne olursa olsun, günün sonunda, en azından tarafların birinde hâkim olan duygu "mutsuzluk" olduğu için boşanır çiftler. Evliliği devam ettirmek için binlerce sebep sayılabilir ama ayrılmak için bir tek "mutsuzluk" yeterlidir. Bu durumda ille merak edilecekse, boşananların değil, mutsuz ve hoşnutsuz oldukları hâlde evliliklerini devam ettirenlerin "nedenlerini" merak etmek gerekir.

Peki, ünlüler daha mı çok boşanır? Hiç sanmıyorum. İşin aslı, kimse boşanmak istemez. Hele, Emre Altuğ ve Çağla Şikel gibi çoluk çocuğa karışmış evliliklerde... Ama gerçek şu ki, ünlü olsun olmasın, birbirine muhtaç olmayan çiftler tabii ki daha kolay boşanır. Maddi durumu yerinde, tolumda bir sosyal statü ya da çevreye sahip olmak için bir başkasına ihtiyaç duymayan, yere sağlam basan, hayatının üstesinden yalnız başına gelebilen bireyler, mutsuz oldukları halde bir evliliği ille de yürütmek için kendilerini zorlamak ihtiyacını duymuyorlar. Ünlü insanlar da genellikle bu sınıfa giren kişiker olduğu için, evliliklerinin bir hapishaneye dönüşmesine göz yummuyorlar ve hem kendilerini hem eşlerini özgür bırakmayı tercih ediyorlar bence. Bu yüzden, toplumun büyük kısmında ratladığımız o "zorla" yürütülen evliliklere pek rastlanmıyor ünlüler arasında. Ama yine de bu ünlü kişilerin daha çok boşandığı anlamına gelir mi? Birlikte göz atalım...

Boşanma hızı arttı

Mutlaka siz de çevrenizi gözlemleyerek farketmişsinizdir, son yıllarda gerçekten toplum genelinde boşanmalar hızla arttı. Çocukken anne-babası boşanmış arkadaşım tek tük olurdu. Şu aralar ise evliliğini devam ettirenlere tek tük rastlanıyor. Türkiye İstatistik Kurumu verileri de bu durumu doğruluyor. Son 10 yılda evliliklerde azalma ve boşanmalarda artış kaydediliyor. Toplumsal grafiğin, erken yaşta evliliği ve en az dört çocuğu destekleyen muhafazakâr iktidar söyleminin tam tersine gittiğini görmek ise ayrıca dikkat çakici bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Hoşumuza gitse de gitmese de verilere göre, boşanmalar, son 10 yılda toplum genelinde yaklaşık yüzde 40 artış göstermiş. Çiftleri, boşanmaya götüren en temel mutsuzluk sebebi ise ilgisizlikmiş. Cinsel hayatın yıllar geçtikçe kopuklaşması da yine önemli boşanma sebeplerinden biri olarak gösteriliyor. Hani kimi muhafazakar milletvekilleri ya da din adamları arada çıkıp "kadın çalıştıkça boşanmalar artıyor, kadın evinde oturmalı" diyor ya, işte bu haksız ve mesnetsiz söylem de bir parça doğruluk payı içeriyor kuşkusuz. Maddi gücünü elinde tutan kadın, kendi ve çocuklarının karnını doyurmak adına evliliğe köle olmaktan kurtuluyor çalışınca. Kocası sevgi ve ilgi göstermiyorsa, kötü davranıyorsa ya da herhangi başka bir sebepten evliliğinden mutsuzsa sırf sokakta kalmamak için evliliğine katlanmak zorunda kalmıyor çalışan kadın. Güçlendikçe, biat etmiyor. Ve bu da tabii ki bazı ekeklerin işine gelmiyor. Evet, doğru! Kadın güçlendikçe daha kolay boşanabiliyor. Kadını kendine muhtaç bırakarak evlilik kurumunu korumayı hedefleyen zihniyet de boşanmalardan yine kadını sorumlu tutuyor. Oysa, karşılıklı sevgi, saygı, anlayış ve cinsel çekimin her daim taze tutulmaya gayret edilmesini teşvik etmek gerekiyor.

Mizahı kuvvetli erkeklerin evlilikleri yürümüyor

Gelelim ünlülere... Toplumda boşanma yüzde 40 artmışken, her yıl boşanan birkaç ünlüyü görüp, "ünlüler amma çok boşanıyor" demek ne büyük haksızlık! Hayır, "insanlar" artık daha çok boşanıyor. Ama Cem Yılmaz örneğinde olduğu gibi, ünlü birinin boşanması her gün medyada yer alınca, sanki aynı kişi hergün yeniden boşanmış gibi bir algı çoğalması yaşanıyor. İşte ispatı, gelin 2014 yılında kimler boşanmış bir bakalım: Cem Yılmaz (ki 31 Aralık 2013 tarihinde boşandı ama 2014'e ekledim), Ata Demirer-Özge Borak, Okan Bayülgen-Şirin Ediger, Murat Yıldırım-Burçin Terzioğlu,Ece Sükân-Ümit Benan, Metin Şentürk-Fulya Kalkavan, Emel Yıldırım-Erdal Acar. Toplam yedi çift. Belki birkaç kişiyi unutmuşumdur ama yine de iki elin parmaklarını geçmez bu sayı. Cem Yılmaz, Okan Bayülgen ve Ata Demirer'in aynı yıl boşanmasına bakıp, "mizahı kuvvetli erkekler daha çok boşanıyor" demek ne kadar sağlıklıysa, 7-8 evlilik bitti diye "ünlüler daha çok boşanıyor" demek de o kadar sağlıklı! Hayatının yarısından çoğunu aynı adamla geçirmiş nerdeyse 20 yıldır evli , aile kurumuna tüm kalbiyle inanan ve medyanın deyişiyle "ünlü bir kadın" olarak, boşanan insanların bu denli sorgulanmasını büyük haksızlık olarak görüyorum. Elbette dağılan yuvalar kalbimi acıtıyor ama kavga-dövüş sürdürülen evlilikleri gördükçe daha çok üzülüyorum. Bir de bardağa dolu tarafından bakalım: Boşanmalar artıyor ama bir yandan da mutsuz evlilikler azalıyor! Ünlü olsun olmasın, isteyen herkese gönlünce bir hayat arkadaşı, çoluğu-çocuğuyla mutlu ve sıcacık bir yuva dilerim.

Yazının devamı...

Yakın gelecekte kaybolacak meslekler

Çocuğa olan herkesi ilgilendirecek bir araştırmadan söz etmek istiyorum size: Bugün geçerliliği olan ama yakın gelecekte kaybolacak meslekler. Oxford Üniversitesi, yaptığı bir araştırmada 20 yıllık süreç içinde ihtiyaç hissedilmeyecek ve geçerliliğini yitirecek meslekleri seçmiş. Ailelerin, tercih yapmaları konusunda çocuklarına yardımcı olurken, bu listeyi göz önünde bulundurmaları gerek.

Mâlum; sınav mevsimi başlıyor. Çocuklar, meslek liselerine girebilmek için gençler ise üniversite sınavında ter dökecek. Tüm sınavların amacı aynı; ilerde geçerliliği olan, toplum içinde saygın, maddi getirisi elverişli bir meslek edinebilmek. Ülkemizdeki yanlış bir algı nedeniyle ne yazık ki gençler büyük çoğunlukla ünüversiteye yöneliyor. Oysa, ülkemizin üniversite mezunundan çok mesleğinin ehli kişilere ihtiyacı var. Elinizi sallasanız elektrik mühendisine çarpıyor ama iyi bir elektrik teknisyeni ya da elektrikli eşya tamircisi arayacak olsanız bulunmuyor. Ve emin olun, işinin ehli bir elektrikçi, çoğunlukla işsiz ya da başka iş yapmaya çalışan mühendislerden daha iyi kazanıyor. İyi bir sekreter bulmak nerdeyse imkânsız artık. Çoğu üniversite mezunu gençler bu mesleğe dudak büküyor ama eskisi gibi sekreterlik okulları revaçta olmadığından bu işin ehlini bulmak da güçleşiyor. Üniversite okumanın tüm kapıları açtığını ve adeta insanı bir üst sınıfa taşıdığını düşünmek, gençleri meslekleşmeden uzaklaştırıyor. Çünkü, bir bölüm okumanın insanı o kişinin meslek erbâbı yapmadığını kimse hesaba katmıyor. Üniversiteler, ancak meslekler için "aday" yetiştirir. Kendi ailemden örnek vermek istiyorum; benim eşim de elektrik mühendisliği mezunu, üstelik Teknik Üniversite'den ama sadece bir yıl bu alanda çalışıp sonra yöneticiliğe yöneldiği için hiçbir zaman "meslek" olarak elektrik mühendisi olmadı. Elbette belli meslekler için mutlaka üniversite diploması gereklidir ama unutmayın, yeterli değildir. Kaldı ki, usta-çırak ilişkisiyle ya da meslek liseleriyle edinilen çok geçerli ve önemli meslekleri de unutmamak gerekir.

Bunları unutun!

Gelelim, yakın gelecekta kaybolacak mesleklere...

İşte "Oxford"a göre 20 yıl sonra yok olacak o meslekler:

Yüzde 90 yok olacağı ön görülen meslekler

- Labaratuvar teknisyenliği

- Muhasebecilik

- Taksi-Otobüs şoförlüğü

- Tele pazarlamacılık

- Tezgâhtarlık

- Teknik gazetecilik

- Emlâkçılık

- Satış elemanları

- Hastane çalışanları (Doktorlar hariç)

Yüzde 1-3 olasılıkla yani kaybolma riski çok düşük olan meslekler

- Dişçilik

- Din adamlığı

- Psikolojik terapistlik

- Spor hocalığı

- Yaratıcı tüm işler

Unutmayın ki, şu ânda lise ya da üniversiteye başlayacak gençler için mesleki yönlendirme yaparken bugünü değil geleceği düşünmek gerekir. O yüzden ailelerin gördüğü-bildiği, kendi büyüklerinden öğrendiği genellikle geçerliliğini yiitirir. Geleceği görebilen ailelerin kariyer planlaması, çocukları için gelecekte başarının anahtarı olmuştur çoğu zaman. Ülkemizde henüz banka ATM'leri yokken çocuklarını "bankamatik" sistemi üzerine yurt dışına yüksek lisansa yolladığı için çevrelerinde alay konusu olan, ama sonra ileri görüşlülüklerinin mükâfatını, çocuklarının genel müdür olması ile alan aileler, üstünde durduğum noktaya iyi bir örnekleme sanırım. Bu denli ileri görüşlü olmak tabii ki herkesi için çok mümkün değil ama en azından çocukların, mutlu olacağı mesleği seçmeleri için ailelerin yardım etmesi gerek. Önceliği, "para" değil, "mutlu olmak" olarak belirlemek bence çok önemli. Çünkü tecrübem bana gösterdi ki, hangi meslek olursa olsun, yaptığı işi severek yapanlar başarılı oluyor. Tabii şimdi diyeceksiniz ki, "çocuklar bizim lâfımızı dinlemiyor" ya da "ilerde bizi suçlamasın diye çocuğumuza karışmıyoruz". İşte eğitim danışmanı ve pedagog Prof. Dr. Norma Razon, çocuklarına yardım etmeye çalışırken, ailelerin "yapmaması" gereken hataları şöyle sıralıyor;

Ebeveynlerin görevi

- Anne veya babanın kendi yaşamında gerçekleştiremediğini çocuğundan beklemesi.

- Kendi yeterince öğrenim göremediği için, sahip olamadığı bir meslek dalında çocuğunun çalışması için baskı yapmak.

- Öğrenim yapmak istemeyen bir genci, okuması için zorlamak.

- Öğrenim yapmak isteyen bir genci, okuldan alarak işe yöneltmek.

- Gencin bir meslek okuluna veya teknik okula gitmesi uygun olduğu halde, orta öğretime ve yüksek öğretime yöneltmek.

- Ailenin sınıf atlayabilmesi için çocuğu istemediği bir mesleğe yöneltmek.

- Genci, baba mesleğini devam ettirmeye zorlamak.

- Genci, kısa zamanda para ve mevki sahibi olacağı düşünülen bir mesleği seçmeye zorlamak.

- İlerde kendini suçlamamak için, genci meslek seçme konusunda tamamen serbest ve yardımsız bırakmak.

- Kendine uygun bir meslek seçmediği hallerde, genci uyarmamak.

- Gencin kendine olan güvenini sarsmak.

- Gencin kararsızlıklarını hoş görmemek.

Yazının devamı...

Bilimsel olarak en iyi dost hangisi


5aydır ailemizin beyaz, tüylü ve inanılmaz küçük bir yeni üyesi var. Tonton'u nasıl bulduğumuzu ve köpek almaya karar verirken mutlaka göz önünde tutulması gerekenleri bu sayfada paylaşmıştım. Biz iyice düşünüp taşınıp, küçücük ve bembeyaz bir Maltese'i ailemize kattık. Elbette petshoplardan almadık. Hatta epey bir zaman heyecanla memeden kesilmesini bekledik. Instagram'dan fotoğraflarını paylaştıkça Tonton çok popüler oldu. Hatta artık kendi Instagram hesabı ve bol beğeneni var. Elbette bana sürekli sorular geliyor. Kısaca durumumuzu özetleyeyim: Tüy hiç dökmüyor ve anti allerjik. En fazla 3 kilo olacağı için rahatlıkla yanınızda seyahat edebiliyorsunuz. Egzersiz ihtiyacı çok düşük olduğu için sokağa çıkma ihtiyacı yok. Tuvaletini hastalar ve bebekler için koruyucu örtü olarak kullanılan küçük bir pede yapıyor. Yani, Shih-Tzu ırkıyla birlikte Maltese de bakımı en kolay ve en zahmetsiz köpek cinslerinden biri. Daha önce 17 yıl, 20 kilo ve bir saniye yerinde durmayan Cocker cinsi köpeğim olduğu için bu sefer romantik duygularla değil şartlarımı ve yapabileceklerimi göz önünde bulundurarak seçimimi yaptım. Elbette, en kolay cins bile olsa köpek bakımı kolay değildir. Her şeyden önce bir can sorumluluğu alıyorsunuz. Bizimki tüy dökmüyor ama buna karşın sürekli taramak gerekiyor. Gözleri için de hergün özenli bakım gerekiyor. Ama sevince insana zor gelmiyor. Hatta bu günlük "Tonton bakımları" Ada ve benim için "anti-stress" etkisi yapıyor. Allah ömür versin, çok mutluyuz ailece. Evin enerjisi çok daha güzel şimdi. İyi ki Ada'nın ısrarına dayanamamışız ve hepimizin göz bebeği olan Tonton'u ailemize katmışız.

Kedi evde kalabilir

Can dostlarımızdan bahsederken kedilerden bahsetmezsek olmaz. Kedilerin bakımı, köpeklere göre daha kolay. Evi kaplayan tüylerle baş edebiliyorsanız, sorun yok. Nispeten daha az tüy döken kedi ırkının "Scotish" olduğunu da belitmeliyim. Bir köpeği yarım günden fazla evde yalnız bırakamazsınız ama kediler günlerce yalnız başlarına kendileri idare edebilir. Hele, evin giderine bağlanan ve kendi kendini temizleyen otomatik kedi tuvaletleri ile artık kum temizlemek de yok. Her ne kadar hayvan severler hem kedileri hem köpekleri sevse de gene de "kediciler" ve "köpekçiler" olarak ikiye ayrılıyor. Her iki taraf da en iyi dostun kendi seçimlerine göre, kedi ya da köpek olduğu konusunda ısrar ediyor. Ama bilimadamları, hayvanlar üzerinde yaptıkları araştırmalardan sonra bakın bu tartışmaya nasıl son noktayı koyuyor.



Sahibinin kokusunu tanıyor

Yapılan araştırmalar, insana en iyi dost olan hayvan cinsinin köpek olduğunu ortaya koydu. ABD, Emory Üniversitesi'nde yapılan araştırma, köpeklerin sahibinin kokusunu tanıdığını ispatlanmış. Ayrıca yine Budapeşte'deki Eotvos Lorand Üniversitesi de köpekler ve insanların duygusal sesler karşısında beyinlerinin benzer hareketleri olduğunu tespit etmiş. Yapılan beyin testleri sonucunda, köpekler ve insanlar arasında sözlü bir iletişim olduğu ortaya çıkmış. Köpekler ve sahipleri arasında, tıpkı bir bebek ve anne-babası arasındaki iletişime benzer bir ilişki olduğu saptanmış. Davranış bilimciler de bu tespitleri onaylıyor. Köpeklerin, insanlarla diğer tüm hayvanlardan farklı ve yakın bir ilişki kurduğu, sahiplerinin beyninde, denek olan kişilerin çocuklarının uyardıkları bölümleri uyardıkları ve kendilerinin de sahiplerine anne-baba gibi davrandığı ispatlanmış. Bu durumda, pek çok kişi tarafından alay konusu haline gelen, köpeklerine "kızım-oğlum" diye seslenen ve çocuğu gibi davranan insanlarda bir acayiplik olmadığı böylece kanıtlanmış oluyor. Ayrıca bir başka araştırma ise, köpeklerin, goriller ve orangutanların yani insana en benzer memeli takımı olan primatlar dışında insanla göz teması kurabilen tek hayvan türü olduğu yönünde. Ayrıca Radikalist'teki bir araştırma haberine göre, bakışıp, anlaşabiliyor olmak, sadece insanlarla köpekler arasında olabilen bir özellik. Yale Üniversitesi'nde yapılan araştırmalar da diğerlerini destekliyor. Sonuç olarak bilim; köpekleri çocuklarımız gibi anladığımızı, onların da bizi aileleri olarak gördüğünü söylüyor. Köpeklerini kaybeden insanların acısı, hiç köpek beslememiş insanlar tarafından anlaşılmaz ve abartılı bulunup, acımasızca alay konusu edilebiliyor. Demek ki, kimilerince bu sevgi anlaşılmasa da gerçekliği bilimsel olarak da ispatlandığına göre en azından saygıyı hakediyor.

Yazının devamı...

Sömestr tatilinde anne çocuklara İstanbul turu

Öğrenciler, yeni yılla birlikte bir tatile girdi, pir girdi! Yılbaşı tatiline bir de kar tatili eklenince, nerdeyse Ocak ayının ilk yarısı, çocuklar okula hemen hemen hiç gitmedi. Ve şimdi de önümüzde sömestr tatili... 23 Ocak Cuma gününden itibaren 9 Şubat pazartesiye kadar 16 günlük yarı yıl tatili öğrencileri ve tabii ki velileri bekler. Kar tatili sırasında, ev içinde yapılacak bütün aktivitileri bitirmiş olan anneler, sömestr boyunca ne yapacaklarını düşünüyorlar şu ara kara kara. Çocuklarda bir beklenti, ailelerde ise ne yapacağını şaşırmış olma hâli... Bir yandan da tabii ki imkân meselesi.



Çocukları, gezip görmenin daha fazla eğiteceğine ve gezerken okumak gerektiğine inandığımdan, tatilleri çocuklara vakit geçirtmekten çok onları geliştirmek için fırsat olarak görüyorum. Bu yüzden, bolca kitap, bolca film, resim-örgü-kurabiye yapmak gibi el becerisi artıran ev içi aktivitelerinin yanı sıra, yaşadığınız yerin tarihini ve sokaklarını keşfetmek üzere yapılan yürüyüşler, müze ziyaretleri çocuklar için kesinlikle çok geliştirici. Açıkçası; sömestr boyunca çocuğunuzla yapacağınız her şey , sürekli alışveriş merkezi turlamaktan bin kat daha kıymetlidir bana sorarsanız.

Gezerken öğrenmek ise en güzeli. İşte size bu yarı yıl tatili için şahane bir önerim var: Günübirlik, anne-çocuk gezileri. Beyler hiç darılmasın ama sömestir tatili onların hayatında çok fazla değişiklik yaratmıyor. İşlerine gidip gelmeye devam ediyorlar. Oysa anneler çalışıyor olsalar da çocukları için bir takım planlamalar yapmak zorunda kalıyorlar. İşte “Sacred7 “ tur şirketinin kurucusu Ayşe ve Şebnem de anne oldukları için hâlden anlıyorlar ve sömestrde anne -çocuklara özel günü birlik geziler düzenliyorlar. Fiyatları 110-125 lira arası olan turlarda, konusunun uzmanı rehberlerlerden eşliğinde geziyorsunuz ve ikramlar ya da öğle yemekleri de tur fiyatına dahil oluyor. Eğer, sömestr tatilinde İstanbul’da olmak gibi bir şansınız varsa, “anne ve çocuklara özel” gezilerle bu muhteşem kenti ve tarihimizi , çocuğunuzla birlikte gezerken, keyifle öğrenebilirsiniz. Daha önce katıldığım ve kesinlikle kızımla birlikte çok memnun kaldığımız bu gezilerden yarı yıl tatili için olanları paylaşıyor ve gözüm kapalı tavsiye ediyorum...

ANNE VE ÇOCUKLARA ÖZEL

30 Ocak’ta “Zamanda Yolculuk” gezisi

Tarihi Sirkeci Garı ve Müzesi, Orient Express ve Ptt Müzesi gibi noktalara düzenlenen turda 1. Dünya savaşında kullanılan telgraf ve telekslerle çocuklar tarihte bir yolculuğa çıkacak ve sonunda da postaneden kendileri pullarını yapıştırıp, mektup atacak. Anneler de Orient Express’te ikram edilen çaylarını keyifle yudumlayacak.

31 Ocak’ta Ayasofya, Topkapı, Harem turu

Kesinlikle kaçırılmaması gereken bir anne-çocuk gezisi. Hem çocuklar hem anneler, tarihimizi öğrenirken bu muhteşem güzellikleri birlikte keşfetmenin keyfine varacaklar.

Yine de babaları da sömestr boyunca dışlamayalım. Aile boyu seyahat etmek isteyenler için, Anadolu Medeniyetleri ve Tasavvuf konusunda pek çok kitabı bulunan çok değerli Türkolog Ali Canip Olgunlu ile Kars seyahatini kesinlikle öneririm.

24-26 Ocak tarihlerindeki bu Rus romanlarının masal diyarına düzenlenen yolculuğu, yine Sacred7 düzenliyor.

1 Şubat’ta Arkeoloji Müzesi ve Yerebatan Sarnıcı

Mutlaka rehber eşilğinde gezilmesi gereken ülkemizin bu iki olağanüstü değerini keşfetmek ve Bizans’tan Osmanlı’ya tarihimizi eğlenetek öğrenmek için kaçırılmaz fırsat.

Yazının devamı...

Instagram’da dünya vatandaşı olarak yeni yıla girdim

Binbir farklı insan, binbir farklı âdetle yeni yıla girdik. Ben İzmirli olmaktan sebep, “nar patlattım” tam saat 12’de. Narın taneleri kadar bereket saçılsın etrafa yeni yılda diye. Bir de yeni iç çamaşırı elbette, 2015’te “donanalım” diye. Mümkünse kırmızı. O da yılbaşının rengi diye.

Biz çoluk çocuk, birkaç aile kısacası bizbize... Ha bir de dünyanın dört bir tarafından arkadaşlarımızla birlikte. Nasıl mı! Size bir şey söyliyeyim mi ne lüks oteller, ne sokak partileri en keyiflisi sosyal medyanın yılbaşı eğlenceleri. Özellikle de Instagram. Mâlumunuz, yeni yıla tüm dünya aynı anda girmiyoruz. Ben evde geceden kalma rehâvetle yatarken, Amerika’daki arkadaşlar “5-4-3-2-1” diye sayıyordu daha. Afrika’sı ayrı, Güney Amerika’sı ayrı... Gerçek hayatta hiç karşılaşmadığım ama Instagram sayesinde “fotoğraf” aracılığıyla arkadaş olduğum insanlarla birlikte, farklı saatlerde, bambaşka geleneklerle yeni yıla girmenin keyfini yaşadım bu sene. Öyle sanıldığı gibi gece boyunca bilgisayar başında oturmak anlamına gelmiyor elbette bu. Saat başı, Instagram hesabınıza göz atmak yeterli. Tabii, farklı ülkelerden insanları takip ediyor olmak gerekli. Benim için Instagram, farklı yaşam biçimlerinin içine girmek ve başka coğrafyaların bize göre değişik kültürlerini keşfetmek olduğu için takip ettiğim Instagramcı’lar dünyanın dört bir köşesinden. Bu sayede yeni yılım hiç olmadığı kadar renkli geçti. Sanki bir uçağa binmişim ve her kıtada bir kez daha yeni yıla girmişim gibi. Eğer sizde benim gibi farklı kültürlerin geleneklerine meraklıysanız emin olun çok eğleneceksiniz. Seneye kadar kendinize Instagram’da renkli arkadaşlar bulup, 2016’ya “Dünya vatandaşı” olarak girmeyi denemeyi düşünürseniz, aşağıdaki keşiflerime bir göz atın derim. Seneye hoşuma gidenleri yapmak üzere, koydum bir köşeye... İşte yeni yılda Instagram sayesinde şâhit olduğum farklı kültürlerin yılbaşı:

Âİspanya’da daha önce birkaç kere yılbaşı geçirdiğim için biliyordum ama bu yıl Instagram sayesinde yeniden hatırladım bu güzel geleneği:



İspanyollar, saat tam 12’de, 12 küçük üzüm tanesi yiyor gelenek için. Dolayısıyla İspanyol Instagramcıların sofra fotoğraflarında hep üzüm vardı yılbaşında ve tam gece yarısı olduğunda üzüm tanelerinin fotoğrafları paylaşıldı. Hatta sokaklarda yeni yıla girenlere kolaylık olsun diye İspanya’da 12 üzümlük konserveler bile var. Bence uygulaması kolay ve zevkli bir gelenek.

- Brezilya’dan tâkip ettiklerimin yılbaşı gecesi “beyaz” giydiğini fark ettim. Bir paylaşımdan, kötü ruhları kovduğuna inanıldığı için beyaz giymenin âdetten olduğunu öğrendim. Eh tabii oralarda hava güzel. Bizim ülke kış kıyamet. Ama yine de bu kış beyaz rengin moda olmasının verdiği cesaretle ve biraz da aykırı olmanın cazibesiyle, seneye beyaz giyerek yeni yıla girmeyi de listeme ekledim. Ha bir de Brezilya’lılar, dagalardan atladıklarını gösteren fotoğraflar koydular. 7 dalga üzerinden atlayınca uğurlu geliyormuş. Bizim ülkemizin soğuğunda ben bu geleneği pas geçiyorum.

- İşte tam bize göre bir gelenek. Coğrafya olarak uzak olsak da pek çok noktada benzerlik gösterdiğimiz Güney Amerika ülkelerine de misafir oldum yılbaşı gecesi, Instagram sayesinde. Şili’den paylaşılan bir fotoğrafta, mercimek yiyen bir kadın bütün yılının iş ve parayla dolu geçeceğine dair bir not düşmüştü. Ayrıca Kuzey Avrupa’dan Amerika’ya kadar pek çok ülkeden kullanıcı, sofrasında mercimek olan fotoğraflara bereket notu düşmüştü.

- Kolombiyalılar’ın âdeti kesinlikle benim için çok uygun. Boş bir valizle, sokakta dolanıyorsunuz. Böylece bütün yılı gezerek geçiriyorsunuz. Bizdeki “leyleği havada görmek” karşılığı olan bu inanış kesinlikle denemeye değer. Ne de olsa uçan leylek görmekten çok daha kolay.

- Danimarka’da saat 12’de sandalyeden atlıyorlar.

- Başta, İngiltere ve özellikle İskoçya’da olmak üzere Avrupalıların çoğu, tam gece yarısı arkadaşlarının evine gidiyor. Yanlarında da bereketi sembolize eden ekmek, nar, tuz gibi hediyeler götürüyorlar.

- Güney Afrika’nın Cape-Town kentinden bir paylaşımda sokağa atılan eski elektronik eşyalar vardı. Televizyon, radyo v.s. Bunu erkekler kesinlikle öğrenmemeli, yoksa gelenek bahanesiyle yeni çıkan ve bizim yenisini almayı gereksiz bulduğum elektroniklere yer açmak için evdekileri sokağa atmaya kalkabilirler. Aman!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.