Şampiy10
Magazin
Gündem

Renkli insanlar devrim kokan meydanlar

Küba’ya yolculuk... Dünyada daha zengin bir ülke görmediğimi söyleyerek başlamalıyım söze... Kaygıdan ve kavgadan uzak insanların yurdu burası. Doğası inanılmaz cömert , yüzyıllar süren acıdan sonra kazanılmış bir mücadelenin verdiği gurur... Renkli evler, tarihinden kopmayan sokaklar, devrim kokan meydanlar , bembeyaz kumsallar, palmiyeler, mango ağaçları, salsa, rom, puro... Daha ne olsun! Ama niyetiniz varsa, hemen gidin. Çünkü, Amerika’nın eli yine bu muhteşem adanın ensesinde. Çözülme başlamış görünüyor. Sürekli uyaran televizyon ve turizm varken, elbette 60’lı yılları daha fazla sürdürmek pek mümkün görünmüyor. Umarım, bunca emekle kurdukları düzeni, yeni ve çağdaş bir sosyalizm anlayışıyla sürdürmeyi başarır ve Amerika’nın arka bahçesi oldukları günlere geri dönmezler. Size tavsiyem; şimdi gidin Küba’ya... Işıklı hamburgerci tabelaları her yeri istilâ etmeden, 56 Model Chevrolet’ler kenara itilmeden, sokaklar bu denli güvenli, insanlar bu kadar mutlu ve ülke böylesine zenginken... Kısaca; Devrim ateşi sönmeden...

Bilgili ve Küba’nın kültürüne hâkim bir rehberin size eşlik etmesi ve iyi bir organizasyona kendinizi emanet etmeniz önemli. Ben Kıvanç Demirel ile gezdiğim ve butik kültür turizmi yapan “sacred7travel” i seçtiğim için muhteşem geçti seyahatim. Hava durumu için Kasım-Mayıs arası uygun. Benim gittiğim turun birebir tekrarı 13-21 Nisan arası. Can-ı yürekten tavsiye ederim. (Detaylar: www.sacred7travel.com)

Batista’nın ülkesini Amerika’ya satarak ihanet ettiği, tüm ihaleleri yandaşlarına vererek ülkedeki zengin-fakir uçurumunu derinleştirdiği ama Fidel’in, Che’nin ve arkadaşlarının, Küba halkına eşitliği ve gururu getirdiği Küba’da, kahraman çok fazla. Tarih boyu, faşizmle mücadele etmiş bu ada insanı. Ama, Küba’nın Atatürk’ü kim derseniz, tıpkı bizde olduğu gibi cevap tek: Jose Marti.

Havana’nın sokakları Unesco koruması altında

Muhteşem, olağanüstü, büyüleyici... Yok, tam karşılayacak kelimeyi bulamıyorum. Ben susuyorum, eşimin çektiği fotoğraflar anlatsın diyorum. Size tavsiye: Kaybolun Havana sokaklarında. Korkmayın, çok güvenli. Bisiklet taksi tutun 1 saatliğine (20 Kuk yaklaşık 20 Euro) ve sizi halkın yaşadığı ara sokaklarda dolaştırmasını isteyin. Hem gezin, bir yandan da fotoğraf çekin. Havana’nın sokakları Unesco koruması altında, tabelaların çirkinleştirmediği bu şehrin keyfini çıkarın. Devrim Meydanı ve Atatürk Anıtı’na mutlaka uğrayın. Kalenin manzarası da inanılmaz. Küba ile ilgili tüm alışverişi “San Hose” kapalı pazarından yapın ve hemen yanındaki muhteşem bira fabrikasında, denizin kokusunu içinize çekerek Küba’nın ünlü bira markası Bucanero ile soluklanın. Küba demek Havana demek, bunu unutmayın.

Yemekten önce mutlaka Mojito için

İçki: Hemingway’in uzun süre kaldığı Otel Ambos Mundos’ta, yazarın icât ettiği Daiquiri’den için. Yemekten önceyse Mojito içmeyi unutmayın. Daha önce içtiklerinize hiç benzemediğini göreceksiniz.

Eğlence:Tropicano Show. 200 dansçıdan oluşan müthiş bir “Caberet”... Hem de 1930’lardan kalan, bizde halâ böylesi bulunmayan mithiş bir açık hava sahnesi ve ışık sistemi. Dansçıların hepsi Kübalı tabii ki.

Pinar Del Rio-Vinales Valley: Şehirden kopup, Küba’nın doğasına yolculuk yapın. Eşsiz... 250 milyon yıldan eski olduğu tahmin edilen fosillerin sıkışmasıyla oluşan kayalar ve bu kayaların üzerine nakşedilmiş “Devrim” resmi. Mural tepesi...Cueva Del İndio mağarasından sandalla geçip doğanın kalbinde nefis bir yemek molası verin.

Hemingway’in çiftliği: “Çanlar kimin için çalıyor” ve “Yaşlı Adam ve Deniz” romanlarının Nobel ödüllü yazarının kitap satışıyla alıp yerleştiği ev muhteşem.

Yazının devamı...

Küba’yı anlamak için “Küba’da neler yok” bakmak gerek...

Küba’ya yaptığım yolculuk bir gezi değil, deneyim oldu benim için... Eşi benzeri olmayan tarihi ve yönetim sistemiyle, kimseye benzemeyen insanların ülkesi burası. Rom, puro, dans-müzik ve neşe... Buram buram “gerçek” zenginlik... Küba’yı anlamak için Küba’da neler yok bir göz atalım.

“Çocuğum ne olacak” korkusu yok

İnsanın çocuğu için endişelenmemesinden daha büyük zenginlik yoktur herhalde. Bu ülkede daha kadın hamileyken, devletin kurduğu hamile merkezlerine gitme zorunluluğu var. 70’li yıllarda, hamile pilatesi başlatılmış bu merkezlerde, ayrıca çocuk bakımı için eğitim veriliyor. Doğan çocuk, devletin sayılıyor. Her tür sağlık ve eğitim hizmetini devlet karşılıyor. Eğitim de tabii ki eşit.

Sağlığın için endişelenmek yok

11 milyon nüfusluk küçük bir ada olan Küba, tıp alanında dünyada en üst sıralarda. Çocuk lösemisini yüzde 80 oranında tedavi edebilecek kadar ileriler. 30 bin doktor çalışıyor. Sadece kendi ülkelerine değil, tüm Güney Amerika ülkelerine sağlık hizmeti veriyorlar. Tabii ücretsiz!

Açlık yok

Devlet, karneyle her aileye ihtiyacı olan yiyeceği dağıtıyor. Tavuk, et, pirinç, patates, şeker... Kişi başı, karnı doyuracak miktar, devlet eliyle veriliyor. Elbette, çuval çuval değil. Örneğin; kişi başlı aylık 2 kilo kırmızı et veriliyor meselâ. Tavuk dersen o daha çok. Eh bizim ülkemizde asgari ücretle geçinen biri her ay kişi başı 2 kilo et yiyebiliyor mu acaba?!

İşsizlik yok

Devlet herkese iş veriyor. Ve maaşlar arasında yüzde 3’ten fazla fark bulunmuyor. Doktor olmuşsun, garson olmuşsun pek fark etmiyor.

Sokakta yatan evsiz yok

Bana en ilginç gelen bu oldu. “En gelişmiş” diye tanımladığımız ülkeler bile evsiz kaynarken Küba’da bir tane sokakta yatan insan yok.

“Kadına şiddet” yok!

Zaten genel olarak kavga-dövüş-bağırış-çığırış yok. Korna çalan bile yok. Hani, belediye suyuna sakinleştirici karıştırıyorlar diyeceğim ama belediye suyu da yok. Her yer doğal kaynak ve su fışkırıyor. Dönelim şiddete; elbette ufak tefek olaylar oluyormuş ama bir kadına hafifçe dokunmanın cezası bile 5 yıldan başladığı için belki de, öyle şiddete filan rastlanmıyormuş. Hele “karısını öldüren kocalar var mı” sorusunu sorduğumda, bana sapıkmışım gibi bakmaya başladılar. “Nereden aklına geliyor böyle şeyler” dedi bana genç bir Kübalı kadın.

Boşanma yok

Çünkü evlenme de yok. Kübalılar genellikle resmi evlilik tercih etmiyor çünkü ayrılmak isterlerse işlemlerle uğraşmak istemiyor. Resmi imzaya gerek duymuyorlar çünkü boşanma sırasında paylaşılacak mal, mülk kısaca nafaka-miras gibi kavramlar yok. Zaten her şey devletin.

Ter kokan kimse yok

Sabun-şampuan karneyle. Hepsi Küba malı. Fazladan almaya kalkarsan pahalı. Ama herkes tertemiz.

Eğlencesiz gün yok

Müzik ve dans her şeyleri. Sanki ibadet gibi. Her ân her yerde eğlence var. Sokaklarda, meydanlarda toplanıp, dans ediyorlar.

Tarlalarda organik olmayan gıda yok

Tavuk çiftliği yok meselâ. Bahçelerde yetişiyor tavuklar, ayağı toprağa değiyor. Tıpkı çocukluğumuzdaki tavuklar gibi lezzetli oluyor.

“Kazık yemek” korkusu yok!

E her işletme devletin. Çalışanlar da devlet memuru. Ama bizdeki öğretmen evleri gelmesin aklınıza. Örneğin, Hilton Otel, Devrim sonrası olmuş Küba Özgürlük Oteli. En görkemli şovlar, en güzel caz kulüpler aslında hep devlet işletmesi. Ayrıca, Küba’da turistler de devlet koruması altında. Turiste zarar vermek en büyük suçlardan biri.

Para yok!

Evet para yok! Doktor, aylık 20 Euro karşılığı bir maaş alıyor. Hayır yanlış yazmadım; en yüksek maaş bizim paramızla aylık 60 lira. Az geldi değil mi! Şimdi “nasıl geçiniyorlar” diye düşünüyorsunuz. Ama işte elektrik de 0,50 kuruş. Ev kirası yok, sabundan yiyeceğe temel ihtiyaçlara para harcamak da yok. Hastane masrafı, eğitim masrafı yok! Çocuklara kalem almak bile yok. Lüks yok ama ihtiyaç da yok!

Reklâm tabelası yok

Asla yok. O yüzden Küba sokaklarını fotoğraflamak gibisi yok gerçekten.

Yazının devamı...

Oscar gecesine saatler kala...

Daha önceki Oscar yazılarımda kullandığım bir deyişle başlamak istiyorum söze: Oscar’a inanma Oscar’sız kalma. Açıkçası hem çok cazibeli ve “janjanlı” bulduğum hem de çok kaale almadığım bir ödüldür Oscar. Hani pek çok oyuncunun hayalidir ya, benim bir kez olsun rüyâlarıma girmemiştir. Cin, lambadan çıkıp “dile benden hangi ödülü dilersen” dese, ağzımdan çıkacak ilk isim “Oscar” olmaz meselâ. Bir gün bir mucize gerçekleşir de Oscar alacak olursam elbette gözyaşları içinde sahnedeki yerimi alacağımı itiraf etmeliyim. Ama yine de kırmızı halıyı izlemek ben de bir çocuğun Disneyland’da hissettiklerine benzer duygulara yol açtığı için bu bölümden daha çok zevk alıyorum. Gerçi, kahramanımın, Oscar’ı kazanıp da reddetmiş Marlon Brando olması, sanırım bu ödüle karşı duyduğum hislerimin açık seçik tezahürü. Tüm ticari hesaplamalarına ve politik sistemine rağmen bu sene oldukça başa-baş adaylıklar olduğu için her zamnkinden daha fazla heyecanlanıyor, Oscar’a inanma ama Oscar’sız da kalma diyor ve bu gece verilecek ödüllerdeki adayları hatırlatıp, kendimce bir küçük ön eleme yapmak istiyorum.

Birdman ve Boyhood’un En İyi Film Oscar’ı yarışı

En İyi Film: Bu kategoride bence aşağıdaki adaylardan Birdman ve Boyhood filmleri fena kapışacak. Boyhood-Çocukluk, daha önce benzeri olmayan bir şekilde, 12 yıla yayılarak çekilmiş bir film. Bir çocuğun 6-18 yaş arasındaki yaşamını, gerçek zamanda anlatan film bu yönüyle de Akademi üyelerini etkileyecek gibi duruyor. Birdman ise gerçekten bir başyapıt. Amerikan Yapımcılar Birliği’nin de bu filmi seçmiş olması, rekabetin ne kadar sıkı olduğunu gösteriyor. Ama ben yine de Birdman’in Oscar için fazla entellektüel bir film olduğunu, mutlaka bazı ödülleri alsa da en iyi film için “Boyhood”un Akademi üyelerini duygusal olarak daha fazla etkileyeceğini düşünüyorum. Eğer American Sniper gibi Amerikan milliyetçiliğini avaz avaz haykıran yapım “En İyi Film” ya da “En İyi Yönetmen” ödülünü alırsa, bir daha Oscar töreni izlemeyeceğimi şimdiden ilân ediyorum.

Muhteşem yönetmen Inarritu ipi göğüsler

En İyi Yönetmen: En iyi Film ve En iyi Yönetmen genellikle aynı filmlere verildiği için yukarda yazdığım durum bu kategori için de aynen geçerli. Yine de “Akademi” son yıllarda sürpriz yapmayı seviyor. Bakarsınız, Richard Linklater’in filmini (Boyhood) 12 yılda çekmiş olması ağır basmaz ve muhteşem İnarritu (Birdman) ödülü alır.

Michael Keaton, Eddie Redmayne’a karşı

En İyi Erkek Oyuncu: Yine adayları ikiye indiriyor ve “Micheal Keaton ya da Eddie Redmayne” diyorum. Micheal Keaton, kendi yaşamında da “Batman” dan “Birdman” e uzanan filmle paralel çizgisiyle Akademi’yi etkisi altına alabilecekken, Eddie Redmayne de performansıyla unutulmaz bir çizgi yakalıyor. Ama her iki isim de muhteşem oyunculuklarıyla büyük alkış topluyor.

Julianne Moore olmalı, olacak, istiyorum...

En İyi Kadın Oyuncu: Julianne Moore. Olmalı... Olacak... İstiyorum... Oscar ödülüne ihtiyacı olmayan ama bir Oscar’ı da olmayan sinema kariyeriyle Julianne Moore bence ödüle en yakın isim. Umarım sevimsiz bir sürpriz olup, fazla abartıldığını düşündüğüm Rosamund Pike ödülü almaz.

J.K Simmons net!

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: J.K Simmons net! Edward Nortan muhteşem, Ethan Hawke 12 yıl süren çekimlerde rolü hiç kaydırmadan filmi tamamlamış, Robert Duval zaten hep şahane ve Mark Ruffalo’ya bayılıyorum.Ama bu yıl olmaz. Bu yıl : Oscar goes to J.K Simmons...

Patricia Arquette favori

Emma Stone plase

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Yine iki aday çekişiyor. İkisinin de ilk adaylığı. Patricia Arquette’nin performansı ödüle daha yakın duruyor. Ama, oldukça iyi bir çıkış yakalayan Emma Stone’ı da Akademi üyeleri tercih edebilir. Mâlum, çekilecek yeni filmler ve gişe için genç bir yıldıza böyle güçlü bir etiket vermek, tüm sektörün kazançlı çıkmasını sağlayabilir. Tıpkı; Jennifer Lawrence’a yapıldığı gibi...Unutmayalım; Akademi üyeleri, kaz gelecek yerden tavuk esirgemez ve her türlü ticari detayı hesap etmekte ustadır. Ayrıca, Emma Stone çok farklı bir karakter yakaladığı için ödülü alması çok da haksız olmaz.

Büyük Budapeşte Oteli çok özgün

En İyi Özgün Senaryo: Eğer “En iyi film” ya da “Yönetmen” ödülleri verilmezse, İnarritu için “teselli ikramiyesi” tadında bir ödül olabilir bu. Grand Budapest Hotel (Büyük Budapeşte Oteli) ise bu dalda diğer güçlü aday. Ayrıca, Kostüm ve Sanat Yönetimi gibi dallarda da “Grand Budapest Hotel” rakipsiz görünüyor. Ne diyelim; “Oscar”larda çoğunlukla geçerli olmasa da, “iyi olan kazansın”...

Yazının devamı...

Şiddet artık her yerde

Geçtiğimiz hafta, hayallerimi süsleyen bir yolculuğa çıktım. Hep arzu ettiğim ama uzun uçuştan korktuğum için bir türlü uzaklığını göze alamadığım Küba'ya gittim sonunda. Kendime 20 yıl önce verdiğim "Castro ölmeden gideceksin" sözünü yerine getirdim. Tabii bunu geç de olsa gerçekleştirmemde Castro'nun uzun yaşamış olmasının da yardımı büyük kuşkusuz. Kristof Kolomb'un deyişiyle; "Dünyanın en güzel coğrafyası"na yaptığım geziden fotoğraflarımı, gözlemlerimi ve benzersiz devlet yönetim sistemlerinin gündelik hayata sirayeti ile ilgili notlarımı paylaşıp, size "Küba'ya kadar gitmiş olduk" dedirtmek hayaliyle ülkeme dönerken, bütün hevesim kursağımda kaldı. Eğer Türkiye'de yaşıyorsanız, tatil dönüşü keyfinizin hiç değilse birkaç gün daha sürmesi imkânsızdır. Tatlı günlerden damağınızda kalan tat, hemen yerini kekremsi bir acılığa bırakır. Çünkü mutlaka felâket haberleri sınırdadır. Bu sefer de kural değişmedi: Belki de hayatımın en güzel tatilinden ağzım kulaklarımda dönerken en acımasızından, en vahşisinden, en akıl almazından bir şiddet haberi hayatımızı bir kez daha kararttı.

İnternet detoksu

Tatillerde ve hatta iş için dahi olsa seyahatlerimde mümkün olduğunca teknolojiden uzak durmaya çalışıyorum bir süredir. Son senelerde bir çeşit ruhsal detoks olarak nitelendirdiğim bu molaların, psikolojim için büyük fayda sağladığını hissediyorum. Ya da "hissediyordum" diyelim! Küba yolculuğumda tekno-detoks için ayrıca çaba sarfetmeme gerek kalmadı çünkü sosyalist düzendeki bu ülkede zaten intenet yoktu. Turistlerin yoğun olduğu otellerde eser miktarda wi-fi erişimi bulunuyor. Elimiz internete değmeden, memlekette olanı biteni bilmeden şahane günler geçirdik. Aktarma için Amsterdam'a indiğimizde ise bu mutluluk sona erdi. Önce, Instagram hesabımda paylaştığım bir mutluluk fotoğrafı yüzünden sosyal şiddete maruz kaldığımı görüp afalladım. Bir süre sonra erkek şiddetine ve vahşi bir cinayete kurban giden Özgecan'ı umursamadığımı sananların bana saldırdığını anladım. Şiddete karşı olanların, şiddet gösterisiyle karşı karşıyaydım. Instagram gibi medeni bir medyada bile ağzı köpüre köpüre saldıranlar ve kalabalıkları infiale getirmeye çalışanlar, şiddetin hayatımızın her alanına sızmış olduğunun kanıtıydı aslında. Şiddet, şiddeti doğurarak çoğalıyordu aramızda.

Sadece 2014 yılında, 281 kadının erkek şiddetine kurban gittiği ülkemizde, en korkunç cinayet olaylarından biri yaşanmıştı. Üniversite öğrencisi bir genç kız, minübüs şoförünün insanlık dışı sapkın saldırısına uğramış ve korku filmlerinde bile rastlanmayacak şekilde katledilmişti. Şiddetin son noktasında, vahşetin en üst basamağında, ülkece çıldırmanın eşiğinde olduğumuzun korkunç tablosuydu karşımızda duran. Her kadının en hafifinden "ellenmek" suretiyle tâcize uğraması da kadınların çantasında biber gazı taşıması da doğal karşılanan ülkemizde, yıllardır kadın cinayetlerine nerdeyse olağan bakanların ve her daim kadını suçlayacak bir sebep arayanların bile kanı donmuştu bu sefer. Tam şiddetin en şiddetli hâli ülkenin gündeminde kanarken, şiddeti önlemek için neler yapılması gerektiği ilk defa tarışılırken, kar hayatı durdurmuş sanki hepimizin dikkatini şiddete yoğunlaştırmak için yağarken, Özgecan'ın genç bedeni toprakla yeni buluşmuşken, bakın vahşetin hemen ertesinde Türkiye'de neler yaşanıyordu:

Toplumsal cinnet

- Televizyonda, henüz varlığına dair delili bulunmadığı için uydurma olduğu ayen beyan olan "Kabataş Saldırganları" hikâyesi, Özgecan'ın cinayetinden daha fazla tartışılıyordu. Üstelik, bir yılda 281, son 48 günde 37 kadın öldürülen ülkemizde, hiçbir kadının kâtili deri pantalonlu, üzeri çıplak, zincirli adamlar değildi! Yine de fantastik yalanlara, henüz toprağa girmiş genç bir kızın vahşice sonlandırılmış yaşamından daha çok itibar ediliyordu!

- Meclis'te, halkın güvenliğini korumak adı altında "İç Güvenlik Paketi" görüşülürken, milletvekilleri arasında şiddet kol geziyor, ambulans Meclis'e giriyor, kadın vekiller darp ediliyor, 5 yaralı muhalefet vekiliyle oylama yarım, halk ise "kendi şiddet uygulayan bu vekiller mi halkı şiddetten koruyacak, toplumda güven sağlayacak" sorusuyla başbaşa kalıyordu.

- Daha Meclis kavgasının dumanı tüterken, kız arkadaşıyla kartopu oynayan gazeteci Nuh Köklü, vitrinine kartopu gelen esnafın sinirlenmesi sonucu, kalbinden bıçaklanarak öldürülüyordu. "Bana bir şey olmaz, bir-iki gün yatar çıkarım" diye bağıran katil ise şiddet karşısında ülkemizin duruşunu tam olarak özetliyordu.

- Ve bir sonraki gün: Çengelköy'deki bir konteynerdan, parçalara bölünerek çöp torbasına doldurulmuş yeni bir kadın cesedi bulunuyordu.

Şimdi... Tekno-detoksmuş, sosyal medyadan arada kopmak gerekiyormuş, bırakalım bunları bir kenera.. Lüks bunlar T.C. vatandaşına...! Olmaz! Memleket ahvalinden bi-hâber, gezip-eğlenmek yakışık almaz. Bana inanmazsan, bi dene istersen! Şiddet damarımızda kan olup dolaşıyorken, acıları geride bırakıp, uzaklara git gidebilirsen...

Yazının devamı...

Bana seyircini göster sana şehrini anlatayım

Tiyatro öyle ilginç bir sanat dalı ki, sadece izleyene değil sahne sorumlulularından oyuncularına, oynanmasında emeği geçen herkese çok şey gösteriyor, tanık ediyor, öğretiyor. Hayatım boyu defalarca turne yaptım ama olgunluk çağımdan mıdır bilmem, bu defa bambaşka bir gözle gidiyorum farklı illere ve bambaşka gözlemlerle dönüyorum evime. Sizinle de seyircisiyle buluştuğum şehirler ve orda yaşayan insanların organik bağları hakkındaki izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.

Erdal Özyağcılar ve Gözde Çetiner’le birlikte rol aldığımız yeni oyunumuz “Hoşgeldin Boyacı” -tahtaya önce üç kere vurarak söylü yorum ki- seyirci tarafından çok beğenildi. “Tiyatro seyircisi kalmadı” gibi hurafelere inat, 700 kişilik salonların gişesinde “Bu akşamki oyuna yerimiz kalmamıştır” yazısını görmek kadar mutluluk verici bir mesleki ân yok hepimiz için. Keyfimiz yerinde. Hâl böyle olunca da pek çok ilden tâlep geliyor ve biz de ordaki seyircilerimizle buluşmak için turneye çıkıyoruz. Elbette ilk önce üç büyük kentte “Hoşgeldin Boyacı”yı seyirciyle buluşturduk. Sırada, 27-28 Şubat’ta yeniden bir İzmir turnesi, sonrasında Batı ve Doğu Karadeniz turneleri var. Tabii benim gibi gezgin ruhlu biri için aynı zamanda seyahat ve yeni yerler görmek anlamını taşıyor bu turneler. Hâliyle de keyfim katmerli oluyor.

Tüm oyuncular bilir ki her yerin seyircisi farklıdır. Bırakın başka illeri, İstanbul artık o kadar büyük ki aynı şehrin içinde turneye çıkıyor ve farklı semtlerde bambaşka seyirci profiliyle karşılaşıyoruz. Zaten artık eskiden olduğu gibi; “sabit bir sahnede oynayalım seyirci de gelsin izlesin” mantığından vazgeçtik. Biz seyircinin ayağına gidiyoruz. Kozyatağı’nda da oynuyoruz, İkitelli’de de... Ataköy’de de Kadıköyde’de... Aradaki mesafeler yaklaşık 50 km ve İstanbul trafiğinde, şanslıysanız 2,5 saat demek bu! Anlayacağınız, tiyatocuların hayatı, tıpkı çok eski yıllardaki kumpanyalarda olduğu gibi yine yollarda geçiyor. Ama işin iyi tarafı, yeni insanlarla karşılaşmak oyunculara yepyeni gözlem malzemeleri sağlıyor.

Turnelere gittikçe, farklı illerle ilgili gözlemlerimi paylaşıcam ama bu hafta üç büyük ilin karşılaştırmasını yaparak konuya giriyor ve “bana seyircini göster sana yaşadığın ili anlatayım” diyorum:

İzmirliler oldukça rahat ve gülmeye hazır

Vallahi memleketim diye söylemiyorum; fıkır fıkır ve eğlenmeyi seven bir seyirci. Son derece sıcak ve samimi. Eleştirel bir bakıştan çok oyunun içine kendini kasmadan koyuveren ve ânın keyfini çıkarmaya gelen bir izleyici profili. Rahat mı rahat! Eğlenceye yatkın, doya doya gülmeye aşina... “Çok sesli gülersem ayıp mı olur” filân gibi takıntıları da yok. Daha çok “dünya umrumda değil” havası hâkim. Perde açılır açılmaz, vakit kaybetmeden eğlenceyi yakalıyorlar ve sonuna kadar izledikleri oyunun keyfini çıkarıyorlar. Oyunun başlamasını beklerken bile sohbetten geri durmuyorlar. Sahne arkasına kadar gelen, arı kovanını andıran uğultuyla salonu doldurduklarını belli ediyorlar. 15 dakika aradan sonra bile salona aheste aheste giriyorlar. “Durun yahu keyif yapıyoruz şurda ne aceleniz var” havası hâkim. Elbette seyirciye bakarak İzmir’i hemen anlamak mümkün. Bir kere, oyuna gelmeden önce seyircide “yetişebilecek miyim” stresi yok. Fuar’da oynuyorsan zaten Alsancak sâkinleri dolduruveriyor salonu ve Fuar alanının ağaçlık yolundan yürüyerek aheste aheste geliyorlar salona. Çocuklarını, çoğunlukla en fazla iki blok ötede oturan annelerine bıraktıkları için de ayrıca rahatlar, Eh oyundan önce karı-koca buluşup illa ki bi salata-balık yiyip yanında karşılıklı bi kadeh tokuşturmuş oluyorlar. Keyifleri yıkırdatıyorlar. Stres bu şehre hiç uğramıyor. Akdeniz insanına özgü şen şakrak, sıcak ve eğlenmeyi seven ruh yapısı da eklenince, gülmeyi seven insanların kentinde sahne almak ayrı bir keyif oluyor.

Ankaralı izleyici çok bürokratik

“Son 5 dakika” anonsu verildiğinde çıt çıkarmadan salondaki yerini alan seyirci, yılların bürokrasi kentinde yaşamış olmanın tüm özelliklerini taşıyor. Her zaman dikkatli, saygılı, mesafeli ama yine de fevkâlade katılımcı, yeri geldiğinde gülen ama aşırıya kaçmaktan çekinen ve her şeyden önce “en çok oyun izleme” alışkanlığına sahip olan ve belki de tiyatro sanatını en çok seven seyirci...

Her ne kadar kent son yıllarda, Arap şehirlerini andırır bir yanar-döner süslemeyle, bürokratik kimliğinden ödün vermiş olsa da tiyatro seyircisi hâla aynı güzellikte ve kalitede. En ince ayrıntıyı bile yakalayan, biraz eleştirel gözle bakmayı seven ama her zaman sanat ve sanatçının hakkını veren... Bir yabancı bile, seyirciye bakıp bu kentin bürokratik yönetimin başkenti olduğunu söyleyebilir.

İstanbul’un tiyatro seyircisi zor ve yorucu

Ahhhhh tabii İstanbul’u aslında semt semt incelemek gerek. Ataşehir ve Bahçeşehir arası bildiğiniz şehirlerarası... Mesafeler, insanların ortak şehir bilincine de mesafe koymuş bu kentte. Kadıköy, dikkatli; Bakırköy, neşeli... En zor ve yorucu seyirci bu şehirde. Kabaca şöyle: Oyunun ilk yarım saati biz oyuncular seyirciyi ısıtmak için canımızı dişimize takar, nefesimizden ateş saçarız ama yine de salonu ısıtamayız. Sahne alev alev yansa da buz gibi bir hava hâkimdir salonda. Tabii 10 dakikalık yolu büyük ihtimalle 1,5 saatte kateden, “yetişebilecek miyim” endişesiyle trafikle cebelleşen, tüm gün işten vaktinde çıkmak, çocuklara gece bakacak birini ayarlamak derdiyle gerilen, bir de yolda “sağdan dönseydin park yeri bulurduk, beni dinleseydin çoktan varmış olurduk” münâkaşasına giren insanların, oyuna kendilerini kaptırıp rahatlamaları zaman alıyor. Sonra, tiyatronun sihirli değneği değiyor ve ikinci perde seyirci coşuyor. Eeee İstanbul, stresi ve yorgunluğu başka hiçbir kente benzemiyor. Seyircisi de buram buram “İstanbul” kokuyor.

Yazının devamı...

Bugün 14 Şubat...

Bugün Sevgililer Günü... Ve ben büyük ihtimalle şu an, hayatımda ilk kez 14 Şubat'ı, her yanı saran kırmızı kalpler ve toplu bir aşk histerisinden uzak geçiriyorum. Eğer büyük bir terslik olmadıysa sevgilim yanımda. Allah sağlık verirse, çok da mutluyuz. Ama "heeeey biz çiftiz" diye her yerde yapış yapış üzerimize gelen anlamını bir türlü çözemediğim zoraki kutlama havasının çok uzağındayız. Çevremizde, bugün yemeğe çıkacak bir flört bulamadığı için depresif insanlar yok. "Aşk" var havada hem de buram buram. Ama ispatı için her yerde uçuşan hediye paketleri yok. Sıcak bir iklim, sıcak insanlar ve insanın ruhunu ateşleyen bir müzik ve aşkı yaşatan dans var. Hayır hayâl aleminde değilim. Küba'dayım. Umarım ki hayal kırıklığına uğramıyorum. Dönünce, ömrüm boyu düşlerimi süsleyen bu ülkeyle ilgili izlenimlerimi paylaşmak için sabırsızlanıyor, bugün için değil ömrünüzün her günü için size büyük bir aşk diliyorum.

Bu satırları Küba'ya uçuş için hazırlanırken yazıyorum. Internet, Küba'da pek az bulunurmuş, o yüzden yazımı birkaç gün önceden editörüme yollamalıyım. Çok heyecanlıyım ve aynı zamanda biraz da korkuyorum. Çünkü tüm ailesi pilot olan ben, itiraf ediyorum ki uçaktan biraz korkuyorum. 3,5 saat Fransa ve ordan 10 saat Havana... Uzun bir uçak yolculuğu beni bekliyor yani. Ama hazırım. Yanıma aldığım çantamda; ince bir hırkam, fulâr, boyun yastığım, atıştırmalıklarım, uyku için göz bandım, patik çoraplarım, burun damlam, kulak tıkanmasına karşı antihistaminik hapım, nemlendiricim, kulaklığım, kolonyam, dudak kremim , dergilerim ve tabii ki kitaplarım var. Yani sanki havada 15 gün kalacak kadar hazırlıklıyım. Böyle zamanlarda kaplumbağaları çok kıskanıyorum, ben de onlar gibi evimi yanımda taşımak istiyorum. "Jet-lag" olmamak için, kaptan pilot olan eşimin küçük kardeşinin uyarısını dinledim ve saatimi Küba'ya göre ayarladım bile. O saatin düzenine göre uyumalıymışım. Böylece gecem gündüzüme karışmazmış. Meraklıyım, heyecanlıyım, korkuyorum yani çocuk gibi hissediyorum. Ve ben 56 model arabalarıyla film platosunu andıran Küba'ya, tarih kitabının ucu kıvrılmış bir sayfasına doğru yola çıkıyorum.

Hasta la vista!

Hafta sonu tavsiyeleri

Film:

Intersteller- Yıldızlar Arasında: Hala vizyondayken kaçırmayın. Bence evin konforunda değil, sinemada izlenmesi gereken bir film. Matthew McConaughey'in başrolünü oynadığı bu film bence gelecekle ilgili çok şey söylüyor.

Before I Go To Sleep- Uyuyana Kadar: Nicole Kidman ve Colin Firth'ün başrolünü oynadığı bir gerilim filmi. Her gece hafızası sıfırlanan bir kadının, hayatını ve geçmişine çözmeye çalışması üzerine akıllıca kurgulanmış bir senaryo ve başarılı oyunculuklar. Gerilim sevenler kaçırmasın.

Whiplash: En iyi film de dahil olmak üzere 5 dalda Oscar adayı, yılın en sürpriz filmi. 20 gün gibi kısa bir sürede çekilen film, tüm dünyadaki sinema ve müzik severleri kasıp kavuruyor. Sanatta başarı için çekilen acıları, alın teri ve gözyaşını anlatan filmde "müzik" başrolü oynuyor. JK Simmons, inanılmaz performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı'nı alır mı bilemeyiz ama sinema seyircisinin hafızasındaki "unutulmazlar" pâyesini çoktan aldı.

Oscar kabuğundan çıkıp bir sürpriz yapmadıkça En İyi Film Oscarı'nı alması zor da görünse bence En İyi Uyarlama Senaryo kategorisinin en güçlü adayı. Her şeyi bir kenara bırakın ve bu filmi sakın kaçırmayın!

How To Train Your Dragon- Ejderhanızı Nasıl Eğitirsiniz: İşte size "aile boyu" izlenecek harika bir film. Çocuklar bahane, bu film şahane. Oscar'da En İyi Animasyon Filmi ödülünün de en kuvvetli adayı.

Kitaplar:

"Bir Nefeste" serisini kesinlikle tavsiye ederim. Üç kitaptan oluşan bu serinin, "Bir Nefeste Dünya Tarihi" ve "Bir Nefeste Dünya Mitolojisi" kitapları, hem yetişkinler için derli toplu bir özet, hem de orta okul ve lise öğrencileri için derslerine yardımcı kaynak... Serinin üçüncü kitabı ise bence en ilginç olanı: "Bir Nefeste Cinsellik Tarihi". Özellikle, bizim gibi cinselliği tabu edinmiş ülkeler için tarih boyu cinsellik sürecinin izini sürmek, "günah ve doğal" arasındaki kavgayı sonlandırmak açısından önemli. Her kütüphanede bulunması gereken bu sade anlatımlı seriyi mutlaka tavsiye ederim.

Yazının devamı...

Zayıflamada son çılgınlık! Eksi 165 derecede şoklama

Ünlü futbolcu Ronaldo’nun da maçlar öncesi dayanıklılığını artırmak ve fit kalmak için kullandığı “Cryo Cabin”e girdim. Eksi 165 derece sıcakta iki dakikalık seanstan sonra bu uygulamanın şifrelerini çözdüm...

Geçtiğimiz hafta Instagram sayfamda (bernalacin35) bir video paylaştım. Eksi 165 derece soğuk ortam sağlayan bir makinenin içinde yaklaşık iki dakika kaldım. Üzerimde sadece polar botlar ve bikini... Makine sıfırın altı 165 dereceye inerken ve ben donmamak için zıp zıp zıplarken de, derece göstergesiyle birlikte benim hâlimi videoya çektim. Epey merak uyandıran bu paylaşımdan sonra bir sürü “like” ve soru geldi. Tabii ki en çok gelen yorum “deli misin, dayanıklılık testi mi yapıyorsun” oldu. Peki nedir bu makine ve insan kendini niye dondurur!

Efendim, genellikle “kendini mi dondurdun hiç değişmiyorsun” iltifât cümlesini sıklıkla duyarım. Meğer, atalarımızdan miras bu lâf boşa değilmiş. Gerçekten, adeta kendini dondururcasına eksi 180’lere kadar bedeni soğuk ortamda bırakan bu makine, gençleşmek için Amerika’da çok tercih ediliyormuş. Ama en çok kullanılma sebebi; zayıflama. İki dakikalık seanstan sonra metabolizmayı şaşırtan makine, gün içinde 600 ilâ 1000 kalori yakmanıza sebep oluyor. Böylece zayıflamak ve soğuk sayesinde kadları ve cilti diri tutmak mümkün oluyor. Ünlü futbolcu Christiana Ronaldo, evine bu makineden taktırmış ve hem fit ve genç kalmak hem de kilo kontrolü için sürekli giriyormuş. Ama en çok da futbolcuların ve tüm sporcuların baş derdi, korkunç ağrılarından kurtulmak için “Cryo Cabin” adı verilen bu makineyi düzenli kullanıyormuş. Bir de çok seyahat eden ve yoğun çalışan insanlar için yorgunluk ve yolculuğa bağlı ödeme atmak için ara sıra girmek büyük rahatlama ve enerji beriyormuş. Yani; Ronaldo örneğinden de anlaşılacağı gibi, Cryo Cabin’in hikmetleri saymakla bitmiyor. Üstelik, Amerikan Sağlık Örgütü FDA tarafından da onaylı.

Büyük tüplerle çalışılan ve özel tesisat ve güvenli ortam gerektiren bir makine olduğundan öyle her yere kurulabilecek bir sistem değil. Satın almak için de oldukça da pahalı. Yani bir Ronaldo değilseniz, öyle küçük tüp misâli “bizim eve de alalım” denilecek cinsten değil. Şimdi gelelim benim deneyimime neler hissettiğime ve girme sebebime:

Tüm ağrılarımı unutturdu

Maalesef, oyuncuların, olumsuz çalışma ortamlarından kaynaklanan sırt ve boyun ağrıları bende en ileri seviyede. Karda askılıyla çekim yapmaktan, sokaklarda saatlerce beklemekten, tiyatro kulislerindeki kuranderden ve tabii bir de işin stresinden tüm oyuncuların bel-sırt-boyun bölgesi problemlidir. Hele bir de kadınsanız üzerine bir de çocuk doğurduysanız bir daha somut anlamda belinizi doğrultamazsınız. Yapısal bazı problemlerimle de birleşince, artık ağrılarım yaşam kalitemi düşürmeye başladı. İlginç olan, gün içinde değil, gece tebelleş oluyor bu korkunç ağrılar. Birlikte televizyon programı da yaptığım sevgili arkadaşım Biyolog-Kozmetolog Pervin Bulgak, dertlerimi azaltmak için beni zorla Cryo Cabin’e soktu. “En kötü biraz kilo verirsin” deyince, açıkçası epey motive olduğumu ve ağrılarımı bile unuttuğumu itiraf etmeliyim.

Kuru soğuk üşütmüyor

Toplam iki dakika süren bu “donma” işlemi öncesi, soyunuyor ve bikini ya da çamaşırla kalıyorsunuz. Sadece ayaklarınıza polar bot giyiyorsunuz ve takılarınızı çıkarıyorsunuz. Kabine girince göğüslerin de açıkta kalması daha doğru çünkü dirileşme sağlıyor. Elleri dışarda tutuyorsunuz. Eller ve ayaklar, vücuttaki ısı dengesi için önemli olduğundan bu işlemin dışında bırakılıyor. Yavaş yavaş, kokusuz azot gazı veriliyor. 30 saniyede kabin ısısı eksi 30’a ve 2-3 dakika içinde eksi 180 dereceye kadar düşüyor. Ben eksi 165’e kadar indim. Kuru bir soğuk bu, dolayısıyla üşütmüyor ama kesif bir soğukluk bedeni kaplıyor. Düz durmak insanı donduruyor bu yüzden ufak ufak hareket ediyorsunuz ve o zaman hiç rahatsız olmuyorsunuz. Hatta hoşuma gittiğini, ferahlık hissettiğimi bile söyleyebilirim. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen süreden sonra kabinden çıktığınızda siz hiç öyle hissetmeseniz de vücudunuz demir gibi soğuk oluyor. Hemen giyinip çıkıyorsunuz ve enerjiklik dışında pek bir şey hissetmiyorsunuz. Fakat metabolizma öyle bir çalışmaya başlıyor ki ben gece sürekli “çok sıcaaaaak” diye söylenip durdum ve kış günü atletle uyudum. İşte bu sayede de yattığınız yerde nerdeyse 1000 kalori harcamış oluyosunuz. İddia o ki; ağrılarım da büyük ölçüde son bulacakmış. Ben düzenli girmeye ve kendimi dondurmaya karar verdim. Tabii günün sonunda asıl mesele yine boğazı tutup, dengeli beslenip verilen kiloları korumaya dayanıyor.

Cryo Cabin 2 dakikada 600-1000 kalori harcatıyor, peki yetişkin bir insan 1 saat içinde hangi aktivitelerde kaç kalori kaybediyor?

Yürüyüş = 250 kalori

Koşmak = 400 kalori

Kayak yapmak = 400 kalori

Tenis oynamak= 336 kalori

Ev işi = 240 kalori

Cryo Cabin’in uygulama alanları

- Cilt rahatsızlıkları

- Sporcuların iş yaralanmaları

- Depresyon

- Uyku bozuklukları

- Cinsel sorunlar

- Anti-aging

- Vücut şekillendirme

- Yağ parçalama

- Zayıflama

- Obezite

CYRO CABİN KİMLERE UYGULANMAZ:

- Kalp hastalığı olanlara

- Kalp krizi geçirmiş kişilere

- Hamilelere

- Tüberküloz Hastalarına

- Kanama bozukluğu olan kişilere

- Kanser hastalarına

Yazının devamı...

Adalete teraziden önce vicdan gerek

Bir aileyi yok ettiniz yetmedi! Şimdi de evladının özlemiyle hayata tutunmaya çalışan bir anneyi onun ölümünden sorumlu tutuyorsunuz. Kapağı açık hareket eden geminin kaptanını değil, o gemiye alelacele bindirilen o anneyi suçluyorsunuz! Üstelik ilk bilirkişi raporunda kaptan yüzde 100 asli kusurlu bulunmuşken... O ikinci rapora imza atanlar... O rapora imza atıp, bu yalana ortak olanlar, dilerim ki Ebuş’umuzun akıttığı her gözyaşında vicdan azabından boğulun. Boğulun ki anlayın, o karanlık sularda evladı ellerinden kayıp giden o annenin ne hissettiğini...” Bu sözler, Bergüzâr Korel’e ait. Sirkeci’deki feribot kazasında hayatını kaybeden Ece Su Yılmaz ve anneannesi Şaziye Güleren’in ölümüne ilişkin görülen davanın bilirkişi raporunun ardından geldi sevilen oyuncunun bu öfke dolu isyânı. Rapor, anne Ebru Güleren Yılmaz’ın kazada yüzde 45 kusurlu bulunduğu yönündeydi. Aileyi yakından tanıyan, çalışma arkadaşı Bergüzâr Korel’de vicdanından gelen haykırışla herkesi sosyal medyada sarstı bir ânda. Bilmiyorum kaza ânını haberlerde izlemiş miydiniz? Feribota bindirmek için eliyle araç sahibine “gel” diye işaret veren görevli ve daha yükleme tamamlanmadan iskeleden ayrılan gemi kaptanı arasındaki koordinesizlik sonucunda arada kalan bir araba ve karanlık sulara gömülen yaşamlar, geride kalan dinmez feryâtlar... İlk bilirkişi raporunda tam da tahmin edildiği gibi kaptan yüzde 100 asli suçlu bulunmuştu. Ama sonra ne olduysa oldu ve ikinci bilirkişi raporunda kaptan yüzde 30 üstelik “tâli” suçlu bulunurken, kazada beş yaşındaki kızını ve anneannesini kaybeden Ebru Güleren Yılmaz, yüzde 45 kusurlu bulundu. Rapora göre, anne Ebru Güleren Yılmaz, kazayı önleyecek hareketleri yapacak kadar iyi bir sürücü olmadığı için suçluymuş.

Ey Adalet, bırak elindeki teraziyi bir kenâra da önce elini vicdanına koy! Beş yaşındaki kızı ellerinin arasından karanlık sularda yitip giden bir anneye, çektiği evlât acısı yetmez de bir de ona çocuğunun ölümünün suçunu yüklemek, adil midir! Anneye, yaşamına acılar içinde de olsa devam etmesi için psikolojik destek vermek yerine, “çocuğun öldü ama bu acı sana yetmez, ölümünden de sen sorumlusun” diye rapor vermek hangi vicdana sığar! Üstelik de “Kazayı önleyebilecek kadar iyi bir sürücü olmadığı” gerekçesiyle... Sorarım size!

- Kim, görevli tarafından feribota binerken, aniden gemi iskeleden ayrılınca suya düşmemek için nasıl bir manevra yapılması gerektiğini biliyor?

- Hangi sürücü kursunda böyle akıl almaz kazalara karşı eğitim veriliyor? Niye böyle bir şeyi sürücülerin bilmesi gerekiyor? Almanya’da Schumacher’in eğitim aldığı alanda “ileri sürücülük eğitimi” aldım, böyle bir pozisyon için çalıştırılmadım! Sabunlu sularda viraj aldım, aniden yola çıkabilecek bir araç karşısında manevra almak için çalıştırıldım. Ama, gemiye asılı kalan bir aracı kurtarma eğitimi almadım. Kimin aklına, denizin üzerinde birden aracınızın altından geminin çekileceği gelir ki, bunun eğitimi olsun! Ehliyet alabilme yeterliliğinde sorumlu tutulmayan bir durumun niye suçluluğu oluşsun?

- Görevli “bin” diyor, Kaptan gemiyi erken hareket ettiriyor. Ama kazada, feribota binen sürücü, kaptandan daha çok kusurlu bulunuyor! Vicdanı geçtim bu hangi akla ve denizcilik kuralına uyuyuyor? Neden sürücünün, feribotlar hakkında, kaptandan daha fazla bigi ve sorumluluk sahibi olması bekleniyor.

- Değil araçla, yaya olarak bile binerken gemi iskeleden ayrıldığında dengesini kaybedip suya düşenlere de “yeteri kadar yürüme konusunda tecrübe sahibi değilsin” mi deniyor?

- Gemi personelini savunurken, “çok yoğun çalışıyorlar o yüzden dikkatleri dağılıyor” gibi mesnetsiz bir savunma, neden personeli halkın güvenliğini tehdit eden şartlarda çalıştıran sorumlulara bir suç teşkil etmiyor?

- Bu ülkede çocukların başına ne gelirse hep anneler suçlanıyor! Günün sonunda mesele, “evinde otur, çocuğunu da dizinin dibinde tut bu ülke güvensiz” demeye geliyor!

Ben de bir anne olarak Adalet’e sesleniyorum! Bir elinde terazi, öbür elinde kılıç... O kılıç hep anneleri ve vicdanları kesiyor artık! O kılıç tutan elini, vicdanına koy birazcık!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.